(Milli Gazete)
“Onlar bizim öğretmenlerimiz değiller”. Ömer Muhtar
Giriş
Türkiye’de, özellikle, seçim zamanlarında siyasetin dilinde
aşırı düzeyde bozulma meydana gelmektedir. Bozulan dil, seçim sonrasında
‘siyaseten söylenmiş sözler’(!) olarak kabul edilip unutulması istenmektedir
siyasetçiler tarafından. Birbirine küfretmektedirler. Son üç seçim döneminde
alanlarda, parti liderleri ve yöneticilerinin birbirleri hakkında en çok
kullandıkları kavramlardan bazıları, “hain”, “ihanet”, “vatan haini”, “vatan
hainliliği” kavramlarıdır. Bu kavramları birbirlerine karşı kullanan
siyasetçilerimiz, bunları nasıl ve hangi mantıkla siyaseten söylenmiş sözler
olarak kabul edebilirler Eğer siyasetçilerimiz, birbirlerini “vatan haini” ilan
etmeyi siyasetin bir gereği olarak görüyorlarsa, kendilerinin siyasete ve vatan
hainliğine yükledikleri anlamların ne olduğunu açıklamaları gerekmektedir. Hainlik,
ihanet gibi kavramları birbirlerine karşı kullanırken, ya bu kavramlara
yükledikleri anlam farklı ya da siyasete yükledikleri anlam farklıdır. Her iki
kavrama yükledikleri anlamı kamuoyuna açıklamaları tarihi bir zorunluluktur.
Hainlik kavramını ayağa düşürüp itibarsızlaştırmanın, gelecek nesillere
maliyeti çok yüksek olabilir. Diğer taraftan futbol takımı gibi parti tutan bir
kısım köşe yazarları ve STK’lar, siyasi parti kadrolarından geri kalmayıp
hoşlanmadıkları her şeyi ve herkesi, “Hain”, “Vatan Haini”, “Ergenekoncu”,
“Paralelci” olarak suçlayarak sürece çok ciddi katkıda bulunmaktadırlar.
O nedenle burada, “ihanet”, “hain”, “vatan haini”, “vatan
hainliği” kavramlarının bu denli ayağa düşürülmesinin sebep ve sonuçlarını ele
alıp inceleyecek ve siyasetçilerin dikkatini çekmeye çalışacağız.
“İhanet”, “Hain”, “Vatan
Haini”, “Vatan Hainliği”
Türkçe Sözlüklerde bu kavramlara verilen anlamlar,
aşağıdadır (1,2):
“İhanet: 1- Hıyanet, hainlik, 2- Evlilikte, sevgide aldatma,
vefasızlık, sadakatsizlik. 3- Gerektiğinde yardımda bulunmama, bir kimsenin
güvenini yok etme, 4- Haksızlık
İhanet Etmek: 1- Hainlik, kötülük etmek; 2- Karı, koca
birbirini aldatmak
İhanete uğramak: Aldatılmak, sadakatsizlik görmek
Hain: 1- Hıyanet eden kimse, 2- Zarar vermekten, üzmekten
veya kötülük yapmaktan hoşlanan kimse, merhametsiz; 3- Kötü niyetli olan; 4-
Gördüğü iyiliğe kötü karşılık veren.
Hainlik: Hain olma durumu veya haince davranış.
Hainlik etmek: Birine haince davranmak, kötülük etmek.
Vatan haini: Vatanın yüksek çıkarlarını hiçe sayarak onun
aleyhinde iş gören kimse.
Vatan Hainliği: Vatan haini olma durumu.”
Seçim kampanyası yürüten siyasi parti kadrolarının ve bu
kadroları destekleyen yazarların ve STK’ların konuşma metinlerine bakıldığı
zaman hainliği, vatana, ülkeye ve millete ihanet anlamında kullanmaktadırlar.
Kötülük etmek, nankörlük etmek, vefasızlık etmek ve yapılan hizmetleri inkâr
etmek anlamlarında kullanmamaktadırlar.
Hemen hemen tüm siyasi partilerin seçim kampanyalarının dost-düşman,
vatan haini-vatansever düzleminde cereyan etmesi, öncelikle bu kavramlara
yüklenen anlamların ağırlığının kaybolmasına sebebiyet vermektedir. Sade
vatandaşlar, kavramları halk lisanı ile “tiye” alacak şekilde, birbirlerine
“seni gidi vatan haini seni” şeklinde hitap etmekten çekinmemektedir. Ne
söyleyen, ne söylenen ve ne de bunu duyan çevredekiler, rahatsız olmamaktadır.
Diğer taraftan cumhuriyet tarihi boyunca, “İrtica” ve
“Bölücülük”, Devletin “Kırmızı Kitabında” iki iç tehlike olarak kabul edilmiş
ve hoşlanılmayan herkes, her kesim ve her yapı, ya irtica ile ya da bölücülükle
suçlanıp hiçbir ciddi belge ortaya konmadan cezalandırılmıştır. 28 Şubat
Post-modern darbe sürecinde yapılanlar, bunun en yakın tarihli örnekleridir.
Devlet, kendi vatandaşlarına hain ve iç düşman muamelesi yapmıştır. Herkesin
fişlenip suçlandığını unutmamak gerekmektedir. Vatan hainliğinin tam tanımını
yapmadan, gerekli belgeleri ortaya çıkarmadan, yasal yollara başvurmadan, yargı
sonuçlarını beklemeden, insanları bir oy aşkına suçlayan, vatan haini ilan eden
ve seçim sonrasında “bunlar, siyasetten söylenmiştir” diyen/diyecek olan tüm
siyasi parti kadroları ve onlara destek veren STK ve yazarlar, tarihte
yaşananları unutmasınlar. Bugünkü konuşmaları, yarın hem kendileri için hem de
rakipleri için aleyhte delil olarak kullanılabilir.
Diğer taraftan da genç nesiller, “yahu bu ülkede hiç hain
olmayan siyasetçi yok mudur” demeyecek midir Genç nesillerin zihin dünyasını bu
denli kirletmek, siyasete ve siyasetçilere yakışmamaktadır. Dikkat edilmesi
gereken en önemli nokta, bu kadar “vatan haininin varlığı”(!), yeni nesillerin
bir travma yaşamasına sebebiyet verecek, kendilerine, babalarına, insanlara,
siyasetçilere, kurumlara ve devlete olan güvenleri, her geçen gün yıkılacak, birbirine
güvenmeyen, inanmayan ve bundan dolayı da, çözülmesi son derece kolay bir
toplum haline gelecektir.
Öyleyse neden insanlar bu kadar kolay vatan haini ilan
edilebiliyor
Bunun için tarihe kısa bir yolculuk yapmak gerekmektedir.
Haim Nahum Doktrinine Göre Lozan’da Kurulan Sistemin Genetik
Yapısı
Milli mücadele sonrasında Büyük Millet meclisinde gücü eline
geçiren İttihatçı bir kadro, yapılacak olan reformları, meşru gösterebilmek
sorunu ile karşı karşıya idi. Yapılacak devrimlere sahip çıkacak bir tabana
ihtiyaç vardı. Laik-Seküler, Batı kültür medeniyet değerleri üzerine inşa
edilen bir sisteme sahip çıkacak laik-seküler bir toplum kesimi inşa etmek,
yeni yönetimin en temel sorunlarından biriydi. Bu yeni taban, “Osmanlının
kötülenmesi, karalanması temelinde yapılacak bir propaganda” ile elde edilmeye
çalışılmıştır. Zamanın Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Osmanlı Devleti’nin
kuruluşunun 700. yılı nedeniyle yaptığı bir konuşmada,(9.10.1999), Osmanlı’nın
ihanetle suçlanmasının, bilinçli ve kasti olarak benimsenmiş bir politikanın
sonucu olduğunu çok açık bir şeklide ifade etmiştir:
‘Cumhuriyetin ilk dönemlerinde rejimin oturması için Osmanlı
aleyhinde bir söylem geliştirilmişti; artık bu tehlike geçmiştir; çünkü
Cumhuriyet kendi nesillerini yetiştirmiştir; Osmanlıyı suçlamamızın bir manası
kalmamıştır. Osmanlı ile barışmak gerekir.”
Cumhuriyet dönemi ile birlikte yeni sistemin oturtulabilmesi ve daha güzel ve başarılı gösterilebilmesi için Osmanlı, özellikle, son Sultan Vahdettin, İlkokuldan üniversiteye kadar okutulan tüm tarih kitaplarında, korkak, hırsız ve Sevr anlaşmasını kabul edip imzalayan, İngiliz işbirlikçisi, bir vatan haini olarak tanıtılmıştır. Mustafa Kemal Nutuk’ta Vahdettin’i ihanetle ve menfaatperestlikle suçlamaktadır:
“Saltanat ve hilâfet makamında oturan Vahdettin
soysuzlaşmış, şahsını ve bir de tahtını koruyabileceğini hayal ettiği alçakça
tedbirler araştırmakta. Damat Ferit Paşa’nın başkanlığındaki hükûmet âciz,
haysiyetsiz ve korkak, yalnız padişahın iradesi altında ve onunla beraber şahıslarını
esirgeyebilecek herhangi bir duruma razı...”
Ecevit ahir ömründe resmi tarihin bu iddialarına karşı
çıkmıştır:
“O bir hain değildir. Bazı hoş olmayan şeyleri mecburen
yapmıştır. Bu arada ülke için çok iyi şeyler de yapmıştır.
‘Kurtuluş Savaşı’na açıktan olmasa bile belirgin şekilde
destek oldu. İstanbul’dan ayrılacağı zaman devletin elinde külliyetli altın ve
para vardı. O, çok az bir miktar aldı. İstese tümünü alabilirdi. Saygıdeğer bir
davranışta bulundu.’ (3)
Ecevit’in bu açıklamasına o zaman ki Türk Tarih Kurumu
Başkanı Yusuf Halaçoğlu destek vererek resmi tarih tezini yalanlamıştır:
“Atatürk, Vahdettin’in yaveridir. Birlikte Berlin’e
gittiler... Genelkurmay’ın, Atatürk ve Vahdettin’in telgraflarına yer veren
yayını vardır. O kitapta Atatürk, Nutuk’ta yazdıklarından farklı şeyler
söylüyor.” (4)
Cumhuriyet tarihi boyunca kanunlar, bir baskı ve susturma
aracı olarak kullanılmış ve yeni yönetime karşı söylenen her şey ihanet
muamelesi görmüştür. Başvekil İsmet İnönü’nün 1925 yılında Muallimler Birliği’nde
yaptığı konuşma, bunun en güzel örneklerinden biridir(5).
Serbest Fırka’yı kuran ve kurduranlar, o gün için devlet
gücünü elinde bulunduranlardı. Halkın, Halk Fırka’sına karşı Serbest Fırka’ya
büyük teveccüh göstermesi, Serbest Fırka’nın sonunu getirmiş ve vatan hainliği
ile suçlanarak parti kapattırılmıştır(6,7):
“Ahmet Ağaoğlu: Muhakkak bildiğim ve asla tereddüt etmediğim
bir şey vardır. O da, kendim ve arkadaşlarımdır! Anarşi ve irtica bize
yanaşmazdı!.. Fakat ısrar olundu! Küfür, tahkir, isnat yağdırdılar;
vatansızlıkla, ecnebiperestlikle itham edildik!”
Mustafa Kemal ile başlayan geçmişi ve rakipleri tehdit,
karalama ve ihanetle suçlama yaklaşımı, cumhuriyet döneminde yetişen bir neslin
adeta karakteristik özelliği olmuştur. Bugün meydanlarda kullanılan, “hain”,
“Vatan haini” söyleminin böyle bir arka planı, şuuraltı vardır.
Sonuç
Sanki Cumhuriyet döneminde yetişen nesil, özel olarak
formatlanmakta ve genetik yapısına bir Kirletici Dil Virüsü
yerleştirilmektedir. Bu Kirletici Dil Virüsü, belli zamanlarda ortaya çıkarak
görevini ifa etmektedir.
Cumhuriyet yönetici kadrolarından Lozan’da kabul edilen
Hayım Nahum Doktrinini benimseyenlerin kullandıkları dilin tehditçi,
karalayıcı, aşağılayıcı olması, benimsedikleri laik-seküler değer sistemine
uygundur. Bu yaklaşımın Cumhuriyet dönemi resmi ideolojisini benimseyenler
açısından devam ettirilmesi de normaldir. Bu yadırganmamalıdır. Yadırganması
gereken resmi ideolojiye karşı olanların ya da karşı olduğunu söyleyenlerin ve
”Muhafazakâr Demokratların”, “Tanrı Dağı Kadar Türk, Hıra Dağı Kadar” Müslüman
olanların, benzer bir dil kullanmalarıdır. Kullandıkları dil, ne milli
değerlere, ne dini değerlere ne de “muhafazakâr” değerlere uygundur. Kendi
kültür medeniyetinin değerlerine ters ve insanı ifsad edici bir dil
kullanmaları, hem yanlış hem de tehlikelidir.
Bu, “onlar söylüyor bizde söyleyelim/söylemeliyiz” zihinsel
hastalığının tezahür halidir.
Unutmayın! “Onlar bizim öğretmenlerimiz değillerdir”.
Unutmayın! Bizim öğretmenlerimiz, Allah ve Resuludür.
1-Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu, Ankara, 2005.
2-Doğan, D.M., Büyük Türkçe Sözlük, Pınar yayınları,
İstanbul, 2005.
3- Ecevit, B., Vahdettin Hain Değildi Zaman 16.07.2005
4- Kaplan, S., Hürriyet 18.07.2005
5- Ertunç A.C., Cumhuriyetin Tarihi, Pınar yayınları,
İstanbul, 2002
6- Ağaoğlu, A., Serbest Fırka Hatıraları, İletişim yayınları
1994 istanbul S:226
7- Okyar, O., Mehmet Seyitdanlıoğlu, Fethi Okyar’ın Anıları,
Türkiye iş bankası yayınları, Ankara 1997, S:86
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder