(Milli Gazete)
Giriş
Burada, Müslümanların zihin dünyasında meydana gelen kırılma
ile ilgili Tekfir süresi çerçevesinde bir sorgulama yapılacaktır.
Kur’an Soruyor: “Nereye Gidiyorsunuz ”
Kur’an-ı Kerim’de Tekvir süresi, Mekke’de nazil olmuş, bu
dünya (yerküre hayatı) ile ahiret arasında ilişki kuran, burada yapıp
ettiklerimizi, sorgulama anlamında, tefekkür etmemizi isteyen ve bunun için
kıyamet ile ilgili bazı sahnelere dikkat çekerek nereye gittiğimizi sorgulatmak
isteyen sureler zincirinden birisidir. Üzerinde tefekkür edilmesi ve herkesin
kendi durumunu değerlendirmesi ve sorgulaması açısından sürenin tamamı aşağıya
alınmıştır:
“81.1- Güneş katlanıp dürüldüğünde,
81.2- Yıldızlar bulandığında,
81.3- Dağlar yürütüldüğünde,
81.4- Kıyılmaz mallar bırakıldığında,
81.5- Vahşi hayvanlar bir araya toplandığında,
81.6- Denizler ateşlendiğinde,
81.7- Nefisler eşleştirildiğinde,
81.8- Diri diri toprağa gömülen kıza sorulduğunda,
81.9- “Hangi günahtan dolayı öldürüldü ” diye.
81.10- Amel defterleri açıldığında,
81.11- Gök sıyrılıp açıldığında,
81.12- Cehennem kızıştırıldığında,
81.13- Ve cennet yaklaştırıldığında,
81.14- Herkes ne getirmiş olduğunu anlar.
81.15- Şimdi yemin ederim o sinenlere,
81.16- O akıp akıp yuvasına gidenlere,
81.17- Yöneldiği an geceye,
81.18- Nefeslendiği (ağardığı) an sabaha ki,
81.19- Kuşkusuz o Kur’an, değerli bir elçinin sözüdür.
81.20- O elçi güçlüdür, Arş’ın sahibinin yanında çok
itibarlıdır.
81.21- Orada ona itaat edilir, güvenilir.
81.22- Arkadaşınızı cin çarpmış değildir.
81.23- Andolsun o, Cebrail’i açık ufukta gördü.
81.24- O, gayb hakkında cimri de değildir.
81.25- O, kovulmuş bir şeytanın sözü değildir.
81.26- Hâl böyle iken, siz nereye gidiyorsunuz
81.27- O, âlemler için öğütten başka bir şey değildir,
81.28- Sizden dosdoğru bir yön (istikamet) tutturmak
isteyenler için.
81.29- Âlemlerin Rabbi olan Allah dilemeyince, siz
dileyemezsiniz.”(81Tekvir 1-29)
Sureyi ana hatları ile dört ana kısımda/grupta
değerlendirmek mümkündür:
Birinci grup, Kıyametin vuku bulması ile ilgili aşağıdaki on
iki büyük olayın yer aldığı kısımdır:
1. Güneşin dürülmesi,
2. Yıldızların bulanması,
3. Dağların yürütülmesi,
4. Kıyılmaz malların bırakılması,
5. Vahşi hayvanların toplanması,
6. Denizlerin ateşlenmesi,
7. Nefislerin eşleştirilmesi,
8. Diri diri gömülen kıza sorulması,
9. Amel defterlerinin açılması,
10. Göğün sıyrılıp açılması,
11. Cehennemin kızıştırılması,
12. Cennetin yaklaştırılması.
Bunların bir kısmı, insan havsalasının almadığı olaylardır.
“Kıyılmaz malların bırakılması” ifadesinde, uğrunda çaba harcanan, mücadele
edilen ve şehvetle bağlanılan malların bırakılıp gidileceğine özel bir vurgu
yapılmaktadır. Böylelikle mal, mülk edinmeye bir anlam verilmektedir. “Amel
defterlerinin açılması” ise bu dünyada yapılan her şeyin sorgulanıp ödül ve
cezanın verilmesinin hatırlatılmasıdır. “Diri diri gömülen kıza sorulması”,
kadınların evlerinden, yurtlarından, yuvalarından, ailelerinden koparılarak bir
meta haline getirilmesi, fıtratını bozan ortamlarda çalıştırılması, ticaret aracı
olarak, seks malzemesi olarak kullanılması için bir sorgulamanın yapılacağı
hatırlatılmaktadır. Herkesin öteye ne getirdiğini görüp bilmesi ve anlaması, bu
kısmın sonunda dile getirilmektedir (81/14).
İkinci grup, bazı şeyler üzerine yemin edilmekte olan kısım
olup daha sonra ifade edileceklerin önemine, ağırlığına ve büyüklüğüne dikkat
çekme ile ilgilidir. Bu kısmın sonunda, “Kuşkusuz o Kur’an, değerli bir elçinin
sözüdür” denerek Kur’an’a ve elçiye dikkat çekilmektedir.
Üçüncü grupta, elçinin özelliklerine, itibarına,
getirdiklerinin ve söyledikleri sözlerin önemine ve yaptığı çağrıya vurgu
yapılmaktadır. Bu çağrıya kulak vermeyenlerin, gereğini yerine getirmeyenlerin
“nereye gittiği” sorgulanmaktadır.
Dördüncü grupta ise “Kur’an’ın öğüt”, “doğru yolu arayanlar”
ve doğru yola gitmek isteyenler için bir rehber olduğu ifade edilmektedir.
“Nereye gidiyorsunuz ” sorusu, Kur’an’ın çağrısı ve
Kur’an’ın öngördüğü ve Allah’ın emrettiği hayat tarzı ortada varken, çağrıya
uygun olmayan tüm düşünce, tutum, tavır ve davranışın sorgulanması gerektiğini
ortaya koymaktadır.
Bu bağlamda genel olarak Türkiye’nin özel olarak da dini
hassasiyeti yüksek olanların, nereye doğru gittiklerini sorgulaması
gerekmektedir:
Sigara, alkol, uyuşturucu ve fuhşun 10-12 yaş düzeyine indiği
bir Türkiye, nereye yelken açıp gitmektedir
Gökdelenleri ile komşulukların öldürüldüğü, cami ve
minareleri ile İslam diyarı diye seslenen şehirlerin siluetlerinin yok edildiği
bir Türkiye, nereye gitmektedir
1+1, 1+2 ev politikaları ile geniş ailenin parçalanıp
çekirdek aileye dönüştürüldüğü, akrabalık ilişkilerinin çözülmeye başladığı bir
Türkiye, nereye gitmektedir
İstanbul’un tarihi yarım adasını, otelleştirip
turistleştirerek, evsizleştiren, camilerini cemaatsiz bırakan bir Türkiye,
nereye gitmektedir
Kreş ve huzur evlerini çoğaltan bir Türkiye, nereye
gitmektedir
Rantiyenin, rüşvet ve yolsuzluğun doğallaştırıldığı bir
Türkiye, nereye gitmektedir
Cinsiyet farklılığının ortadan kaldırılmak istendiği,
Eşcinselliğin doğallaştırıldığı, aldatmanın, gayrı meşru çocuk meydana
getirilmesinin normalleştirildiği ve zinanın suç olmaktan çıkarıldığı bir
Türkiye, nereye gitmektedir
Genç kız ve erkeklerin aynı evde yaşadıkları bir Türkiye,
nereye gitmektedir
İnsanlarının birbirine güvenmediği, güven duygusunun her
geçen gün aşındırıldığı bir Türkiye, nereye gitmektedir
Boşanmaların arttığı ve doğallaştığı, aile reisliğinin
kalktığı, evlerin arenaya ve otele döndürülmek istendiği bir Türkiye, nereye
yol almaktadır
Etnik, mezhepsel, sınıfsal ve cemaatsel olarak kamplaşan bir
Türkiye, nereye gitmektedir
Zenginleşen dindarlarının (!) surlarla çevrili mekânlarda
yaşadığı, kibir abidesine döndüğü, müstağnileşmeye doğru hızla yol aldığı bir
Türkiye, nereye gitmektedir
Cuma, bayram namazlarında camileri tıklım tıklım olan,
dindarlığı ile muhtevası uyuşmayan bir insan unsurunun her geçen gün sayısının
arttığı bir Türkiye, nereye gitmektedir
Tüketen, tüketim toplumuna dönüşen, kredi kartları ile
borçlandırılarak yaşatılan bir toplumun inşa edildiği bir Türkiye, nereye
gitmektedir
İnsanların yatak odalarına, banyolarına, mahremlerine
girerek her şeyi kasetlere çeken, otellerini güvenli olmaktan çıkaran bir
Türkiye, nereye gitmektedir
Önünde engel gördüğü herkesi karalayan, ona tuzak kuran bir
bürokrasiye, bir insan unsuruna sahip bir Türkiye, nereye gitmektedir
Muhatabını, rakip gördüğü kimseyi saf dışı bırakabilmek için
her türlü iftirayı atan ve her türlü tuzağı kuran/kurmak isteyen kifayetsiz
muhterislerinin sayısının her geçen arttığı bir Türkiye, nereye gitmektedir
Her türlü kötülüğün kaynağı olarak önce “Müslümanları” sonra
“Ergenekoncuları” sonra da “Paralele Yapıyı” gören ve her taşın altında bunları
arayan bir Türkiye, nereye gitmektedir
Her türlü kötülüğün kaynağı görülen, her taşın altında suçlu
ve günahkâr olarak aranan Ergenekon’u, aklayan, sütten çıkmış ak kaşık yapmaya
çalışan bir Türkiye, nereye yol almaktadır
Yılbaşlarına alkol, kumar ve dansözle giren bir Türkiye,
nereye gitmektedir
Sokaklarında “Namaz kılan hırsızlar”, “Namaz kılan hainler”
diye bağırılan bir Türkiye nereye gitmektedir “Hırsızız ama dinsiz değiliz”,
“hırsızız ama hain değiliz”, “bal tutan parmağını yalar”, “çalıyorlar ama
yapıyorlar, yapmadan çalanlar gibi değiller” savunma refleksini geliştiren
Müslümanlar, nereye yol aldıklarının farkında mıdırlar Ne söylediklerinin
farkında mıdırlar Müslümanlar ne yapmak istemektedir
Hucurat süresinin 9. ayetinin gereğini yapması gereken hak,
hukuk, adalet aramadan, futbol takımı tutar gibi taraf tutarak yangına benzin sıkan
Müslümanlar/camialar nereye yelken açmaktadırlar
“İman edenlere karşı kalbimizde kin bırakma” (59 Haşır 10)
diye dua yapmayı emreden bir Kitab’a mensup Müslümanlar, etraflarına kin,
nefret ve düşmanlık yayarak nereye gittiklerinin farkında mıdırlar
“Bir topluluğa olan kininiz sizi adaletten ayırmasın” (5
Maide 8) diyen bir Kitabın mensupları, bunun tam zıddını yaptıklarının farkında
mıdırlar Allah’ın ayetlerinin bir kısmını oyun eğlence konusu edindiklerinin
farkında mıdırlar Böyle yapmakla nereye gitmek istemektedirler
Peygamberi stadyumlara getirip gezdirten Müslümanlar (!),
nereye gitmektedirler
İsrail’i “otorite” olarak tanıyıp ondan izin almayı meşru
gören, “ABD ve İsrail’i kullandıklarını” söyleyip onları savunan Müslümanlar,
nereye gitmektedirler
ABD ve İsrail safında yer alıp Müslümanları “Nemrut”,
“Firavun” ve “diktatör” olarak ilan eden Müslümanlar nereye gitmektedirler
Tarihte çözülmemiş, fakat unutulmuş ve bugünün meselesi
olmayan ihtilaflı konuları, bugüne taşıyan ve halkın kafasını karıştıran
Müslüman ilim adamları ne yapmak istemektedirler
İhtilaflı ya da yeni olan konuları, kendi aralarında
tartışıp bir mutabakata vardıktan sonra halka açıklaması gereken ilim
adamlarımız, kendi dünyalarında ulaştıkları her çözümü, mutlak doğru mantığıyla
kamuoyu ile paylaşarak, karşı çıkanlara hakaret ederek bir kaos meydana
getirdiklerinin farkında mıdırlar TV ekranlarından birbirine kılıç sallayarak,
hakaret ederek, Müslüman camia arasında kin, nefret ve düşmanlık tohumlarını
ektiklerini ve her geçen gün yapıp ettikleri ve söyledikleri ile bu zehirli
tohumları besleyip büyüttüklerinin farkında değiller midir Kendileri nereye
gitmekte ve toplumu nereye götürmek istemektedirler
İyiliği emredip kötülükten alıkoyması gereken tebliğciler,
camialar, ilim adamları, kanaat önderleri, yazarlar, düşünürler niçin
susmaktadırlar Susarak Araf süresi 163-166 kapsamına girmekte değiller midir
Bu soruları daha da artırmak, genişletmek mümkündür. Bu
soruları sormamızdaki amaç, Kur’an’daki “nereye gidiyorsunuz” sorusuna dikkat
çekmektir. Maddi kalkınmaya manevi kalkınma eşlik etmedikçe, ahlak ve maneviyat
öncelikle inşa edilmedikçe, bunalım, toplumun tüm katmanlarını saracak,
hastalık kangrenleşecek, tedavisi imkansız hale gelecektir. “Henüz vakit varken
”, yol yakınken, hasta tedaviye cevap verebilecek durumda iken herkesin, kin ve
nefreti bir tarafa bırakarak, elini taşın altına koyarak güçlü bir dayanışma
içerisinde tüm sorunlarımızı çözebilir, kırılan dökülen her şeyi tamir
edebiliriz.
Eğer bu dünyada bu sorumluluğun gereğini yapmaz isek öteki
dünyada «Kaçacak yer neresi!» diye soracak ve cevabını da alacağız:
“Gözün kamaştığı, ayın tutulduğu, güneş ve ayın bir araya
getirildiği zaman, işte o gün insan: «Kaçacak yer neresi!» diyecektir.
“Hayır hayır! Sığınılacak bir yer yok.
O gün, sonunda varılıp karar kılınacak yer (müstakar)
yalnızca Rabbi’nin katıdır.
İnsana o gün, önceden takdim ettikleri ve erteledikleri
şeylerle haber verilir. Daha doğrusu insan, kendi kendinin şahididir.
Kendi mazeretlerini ortaya atsa bile.” (75 Kıyamet 7-15).
Bu gidişatın temel sebebi nedir Nasıl bir zihinsel değişim,
dönüşüm ya da kırılma yaşanmaktadır ki bunlar olmaktadır
Bunlar, dünyevileşmenin, sekülerleşmenin ve laikleşmenin
doğal tezahürleri olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunlar, stratejik akıl
noksanlığının doğal sonuçlarıdır. Müslümanlar ister kabul etsin ister kabul
etmesin, genel olarak Müslümanlar, dünyevileşmekte, sekülerleşmekte ve
laikleşmektedirler. Ve fakat farkında değillerdir. Aksını düşünenlerin Uhud’un
okçularına bakmasında fayda vardır.
Tarihten Bir Ders: Uhud’un Okçuları
Uhud Savaşı, İslâm tarihinde, Bedir’den sonra yapılan ikinci
önemli savaştır. Savaş öncesi, savaş esnası ve savaş sonrası vuku bulan
olaylar, tarih boyu hep ders alınması gereken özelliktedir.
Hz. Peygamber, Mekkeli müşriklere karşı Uhud’daki geçidi
tutarak oraya 40 civarında okçu yerleştirmiş ve kendilerine çok açık bir
şekilde şu emri vermiştir: “Benden size ikinci bir emir gelinceye kadar biz
savaşı kazansak da kaybetsek de bulunduğunuz yerden ayrılmayacaksınız!”
Geçidin bir tarafında 40 civarında Müslüman okçu, diğer
tarafında da Halit bin Velid’in kumandasında 200 kişilik müşrik süvari birliği
vardır ve bu 40 civarındaki okçu, Müslümanları arkadan vurmak isteyen Halit bin
Velid’i durdurmakla görevlidir. Başlangıçta İslam ordusu savaşı kazanmıştır.
Müşrik ordusu, panik halinde kaçmaktadır. Müslüman savaşçılar, harp meydanında
ganimet toplamaya başlamışlardır. Savaşın kazanıldığını ve ganimetin
toplandığını gören geçitteki okçulardan büyük bir kısmı, ganimetten paylarını
almak için komutanlarının emrini dinlemeyip, görev bölgelerini terk ettiğinde
geçidin ötesinde sabırla bekleyen Halit bin Velid, süvari birliği ile geçide
saldırmış ve 10 okçuyu şehit ederek ganimet toplamaya dalmış olan İslam
ordusunu arkadan vurmuştur. Bu haberin duyulması ile kaçan düşman ordusu geri
dönmüş; Müslümanlar, iki ateş arasında kalmış ve dağa doğru çekilerek çok büyük
kayıplar vermekten kurtulmuşlardır. Kazanılmış bir savaş, ganimetten pay alma
duygusuna kurban edilerek kaybedilmiştir.
Görevi terk eden bu insanlar ya Muhacir veya Ensar’dı. Her
ikisi de İslam davası için dünyayı gözlerinde ve gönüllerinde sıfırlamışlar;
yalnızca Allah’ın davası için seferber olmuşlardı. Muhacirler, mallarını,
mülklerini, her şeylerini Mekke’de bırakarak Medine’ye göç etmiş; Ensar ise göç
eden bu mü’min kardeşlerine kucağını açmış, her şeylerini onlarla paylaşmıştı.
Bir dava için dünyaya ve dünya nimetlerine başkaldırmış, tavır koymuşlardı.
Fakat Uhud günü samimi olmak yetmemişti. Cihadın
kanuniyetlerine uymamışlardı. Geçidin diğer tarafına bakmış olmalarına karşılık
orada, tam karşılarında duran ve sabırla bekleyen düşman süvari birliğini
görememişlerdi. Onların gözünde mal sevgisi bir anda bile olsa mal tutkusuna
dönüşmüş, gören gözleri görmez olmuştu.
Peki, neden o ana kadar kendi değerleri için mücadele
verenler, şahsi menfaat elde etme kaygısına düştüler Nasıl oldu da dünya tamahı
baskın gelmiş, emir unutulmuş ve gözlere perde inmişti Bunun için Uhud savaşı
sonrasında nazil olan 3 Âli İmran 140-167 ayetlerine bakmak ve onların üzerinde
tefekkür etmek zorundayız. Bu ayetlerde, müminleri çok yakından ilgilendiren
aşağıdaki hükümlerin var olduğunu görmekteyiz:
•İman edenleri belirtip ayırt etmek
•Allah’ın müminlerden şahit edinmesi
•İman edenleri arındırmak
•Cihad edenleri belirtip, ayırt etmek
•Sabredenleri belirtip ayırt etmek
•Sinelerdekini denemek
•Kalplerdekini arındırmak
•Küfre sapanları yok etmek
•Münafıklık yapanları belirtmek
Mağlubiyetin kökeninde müminler içerisinde yayılan bir zaaf
olduğu, “Bu belâyı kendi başınıza siz getirdiniz.” İbaresi kullanılarak çok
açık bir şekilde ifade edilmektedir. Bu nedenle Allah, zafer ve mağlubiyet
günlerini, kulları arasında tedavül ettirmektedir.
Demek ki Uhud savaşının ikinci evresi, bir arındırma
evresidir. Art arda iki zafer kazanmış Müslümanların bir kısmında ortaya
çıkmaya başlayan dünya tamahı, bütünü kirletmeden, zehirlemeden, zehirli ayrık
otları gibi toplumsal bünyeyi sarmadan bir arınmaya, bunun için de bir uyarıya
ihtiyaç vardı. Bu uyarı, hem o andaki insan unsuru için hem de gelecek nesiller
için önemli, gerekli ve zaruri idi. Uhud’da görev bölgesini terk eden
müminlerin, Allah’ı ve ahireti bir an için unutmaları, dünyayı ve ganimeti öne
çekmeleri, böyle bir uyarıyı kaçınılmaz kılmıştı.
İlahi sünnete/Cihadın yasalarına/değer sistemleri arasındaki
mücadelenin kanuniyetlerine uymamanın daima bir bedeli olduğu, mağlubiyetle
Müslümanlara öğretilmiştir. İman etmiş olmak zafer için gerek şarttı ama yeter
şart değildi. Yeter şart, cihadın yasalarına uymak onun gereğini yapmaktı.
Halit bin Velid’in süvari birliği, müşrik olmasına rağmen
sabretmiş, en uygun anı beklemiş ve o an gelince de saldırıya geçerek
müşriklerin mağlubiyetini zafere dönüştürmüştür.
Bugün Türkiye’de benzer bir tehlike söz konusudur. Yukarıda
sorulan soruların cevaplarını Uhud Savaşının ikinci evresinde aramak
gerekmektedir.
Henüz Vakit Varken!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder