1 Aralık 2007 Cumartesi

Orduyu Kim Yıpratıyor

 (Umran Dergisi)

“Ben artık yabancılardan sızlanmayayım

Çünkü bana ne yaptıysa tanışlar yaptı.”

Hafız

Güneydoğu’da arda arda sivillerin ve komando erlerin pusuya düşürülerek öldürülmesi ile ordu üzerinde bir tartışma başlatılmıştır. Güvenlikle ilgili ordunun görev ve sorumlulukları üzerine başlatılan tartışma, emekli komutanların terör ve Kürt sorunuyla ilgili ‘geçmişte yanlış yaptık’ açıklamaları ile ilginç bir boyuta taşınmıştır. Genellikle Ordu ile ilgili konularda herhangi bir tartışma başladığı zaman ‘ordunun yıpratılmak istendiği’ söylenerek tartışmaların önü kesilmek istenmektedir.

Ordunun yıpratılmak istendiği bir gerçektir. Fakat bu yıpratmanın sadece dışardan gelmediği, emekli ya da muvazzaf subayların bir kısmının eylemleri ve söylemleriyle ordunun yıpranmasına katkıda bulundukları da bir gerçektir. Bu çalışmada bu konu, dar bir çerçevede, ele alınacaktır. Burada amaç birilerini yıpratmak ve suçlamak değil; sorunun kaynaklarını keşfedip, çözümüne yardımcı olmaktır.

Ordunun Yıpratılması

Ordunun yıpratılması ile ilgili bir çalışma, iç içe geçmiş şu iki soruya cevap aramalıdır:

1. Orduyu birileri yıpratmak istiyor. Kim bunlar?

2. Orduyu birileri yıpratıyor. Kim bunlar?

İkinci soru birinciyi ihata etmekle beraber aralarında niyet açısından çok önemli fark vardır. Sonuçları açısından değil niyetleri açısından böyle bir ayırım yapmak zorunlu olmaktadır. Çünkü birincisinde kasıt vardır, kasti bir tavır alış ve davranış vardır. Amaçlı bir yıpratma söz konusudur. İkincisinde kasıt yoktur, farkında olamama, ne yaptığını bilememe veya bir öfke, mağduriyet ve canı yanmışlık vardır.

Orduyu Yıpratmak İsteyenler 

Jeopolitik, jeostratejik önemi çok yüksek olan bir coğrafyada bulunan Türkiye’nin zayıf olması, geri kalması, bilimsel, teknolojik, ekonomik, askeri olarak çökertilmesini ve toplumsal yapısının çözülmesini isteyen pek çok ülke mevcuttur. Irak’ta, Filistin’de, Lübnan’da, Afganistan’da iğrenç bir savaş zinciri devam ederken, buralara sahip çıkma sorumluluğu olan bir Türkiye’nin sesini çıkaramaması için en başta ordusunun diskalifiye edilmek isteneceği çok açık bir gerçektir. Bu değerlerarası mücadelenin, uluslararası mücadelenin temel yasasıdır. Böylesi önemli bir coğrafyadaki Türkiye’nin Ordusunun yıpratılmak istendiği doğru bir tespittir. Ordunun yıpratılmasını isteyenler, Türkiye’nin bu coğrafyada kuvvetli olmasını istemeyen düşmanlarımız ve onların yerli işbirlikçileridir.

Bunlar kimlerdir sorusunun cevabı da çok açık ve nettir: ABD-İngiltere-İsrail-bir kısım AB ülkeleri ve bazı komşu ülkeler hem Türkiye’nin hem de ordunun güçlü olmasını istemezler.

Bugün ordunun yıpratılmasını isteyen ülkeler, ne yazık ki Türkiye’nin, kendilerini tek yanlı stratejik ortak, dost olarak ilan ettiği ülkelerdir. NATO’da birlikte olduğumuz ülkelerdir. 50 yıldır girmeye çalıştığımız AB ülkeleridir. Bütün bunların gözünde Türk ordusu, ihtiyaç hâsıl olduğunda kullanılacak bir fedai ve bir ön karakoldur. Büyük tefeci, vurguncu, Kadife Darbelerin patronu Soros, Sabancı Üniversitesi'nde yaptığı konuşmada; "Türkiye'nin en iyi ihracat ürünü ordusudur." derken bir bakıma Türkiye’nin ‘stratejik dostlarının/ortaklarının’(!) Türkiye’yi fedai olarak gördüklerini ifade etmiştir. Evet, Türkiye Kore’de fedailik yapmıştır. SSCB zamanında Türkiye’ye fedai olarak cephede saf tutturulmuştur. Şimdi de Irak, Afganistan ve Ortadoğu’da BOP, Büyük İsrail ve Büyük Ermenistan için saf durması istenmektedir. Buna direnen bir Türkiye, buna direnen bir ordu, bunlar ve bunların yerli işbirlikçileri tarafından yıpratılarak teslim alınmaya çalışılmaktadır. Bu doğal bir olaydır, anormal değildir. Anormal olan Türkiye’yi yönetenlerin bunu görememesi ve de kabullenememesidir.

Orduyu Yıpratanlar 

Ordunun düşman kategorisindekiler tarafından yıpratılmak istenip kısmen yıpratılması, ordunun yıpranmasını tek başına açıklamaz, açıklayamaz. Bu çerçevedeki bir analiz eksik bir yaklaşımdır. O nedenle ikinci soruyu sormamız kaçınılmazdır. 

Orduyu Başka Kimler Yıpratıyor?

Orduyu, birinci kategoridekileri devre dışı bırakarak ifade edersek, iki grup insan yıpratmaktadır:

Bazı subaylar

Cuntacılar, darbeciler

İleri geri ölçüsüzce konuşanlar, tehdit ve hakaret edenler

Bazı subayların uygulamalarından mağdur olan aydınlar, cemaatler ve siyasetçiler

Darbeler Orduyu Yıpratmaktadır 

Türkiye’nin, 1946 seçimlerini özel durumundan dolayı göz önüne almazsak, 1950 yılından sonra demokrasiye geçtiği ifade edilmektedir. Türkiye’nin yönetimi, seçimlerle beraber CHP’den DP’ye geçerek el değiştirmiştir. Türkiye’yi demokratik sürece sokmakla övünenler, demokrasi ve halk kavramlarını dillerinden düşürmeyenler, bu yönetim değişikliğini hiçbir zaman içlerine sindirememişlerdir. ‘Halka rağmen halk için’ ilkesini benimsemiş CHP ve onunla bütünleşmiş sivil ve askeri erkân, bizzat CHP kadroları içinden çıkıp gelen DP kadrolarını Cumhuriyet felsefesine ihanet etmiş kabul ederek irtica ile suçlamışlardır. Bu anlayışın bir sonucu olarak ordu içinde gruplaşmalar ve cuntalar oluşmaya başlamıştır. Cuntalaşma, ABD desteği ve tuzağı ile 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat ve 27 Nisan darbelerini getirmiştir.

(Mahir Kaynak’ın tabiri ile) ‘Ordunun daima seçimden başarı ile çıkmış büyük partilerle hep sorunu olmuştur’. Halk kendi seçtiklerinin ordu eli ile iktidardan uzaklaştırılmasını, ordunun siyasete karışması olarak algılamış, anlamış ve değerlendirmiştir. Her darbeden sonra yapılan seçimlerde, ordunun karşı olduğuna inandığı partiye destek vererek orduyu uyarmış, hatta cezalandırmıştır. Halk ordusuna karşı tutum ve tavrını, 1960’dan beri böyle belirlemiştir. Tüm seçim sonuçları bunun bir göstergesidir. Çünkü halk, darbeleri bir hak gaspı olarak görmektedir. Kendine yapılmış bir hakaret ve girişim olarak değerlendirmektedir. 12 Eylül darbe sonrasında Evren’in Özal aleyhine yaptığı bir konuşma, Turgut Sunalp paşanın MDP’sinin idam fermanı olmuştur.

Halk askeri sevmektedir, ancak darbelerden dolayı subayına karşı kızgın, öfkeli ve mesafelidir. Bugün bu gerçeğin bu ülkeyi seven herkes tarafından bilinmesinde ve ona göre davranmasında fayda vardır.

Darbeye Meşruiyet Kazandırmak için Oynanan Oyunlar Dökülen Kan Orduyu Yıpratmaktadır

Sivil ve askeri bürokrasi, Batının(ABD, AB) Türkiye üzerinde oynadığı oyunları zamanında farkedemeyip, Batının oynadığı satrancı zamanında görememişlerdir. Tüm siyasi iktidarlar, ABD menfaatleri ile çelişen kararlar aldığında veya uygulamalar yaptığında veya Batı’yı dengeleyecek şekilde farklı eksenlerle dayanışma içerisine girdiğinde CIA ve GLADYO gibi örgütlerle yıpratılmaya çalışılmıştır. ABD, halkı ile bütünleşmiş yönetimleri sevmez. Hele bu yönetimler, ABD menfaatlerine ters düşen politikaları hayata geçirmeye çalışırlarsa bunların iktidarda kalması hiç istenmez. Bu, ABD yönetimlerinin temel yaşam felsefesidir. Bunu, ne yazık ki Türkiye’deki bir kısım aydınlar, siyasetçiler ve sivil ve askeri bürokrasi, özellikle istihbarat örgütleri ve cuntalar, zamanında göremeyip, ABD’nin oynadığı satrançta rol alarak ülke halkına sıkıntılı süreçler yaşatmışlardır. 60, 70, 80 darbeleri öncesinde gençlik kullanılmış, kamplaştırılmış, kavga ettirilerek heba edilmiştir. 1960-1980 arası yetişen nesil darbecilerin, cuntacıların heba ettiği bir nesildir. Nice yiğit vatan evladı, pis bir ihtiras uğruna sokaklarda katledilmiş, nice analar ağlatılmıştır.

1970’lerde genç bir subay olan Sarp Kuray, 12 Mart darbe sürecindeki kullanılmışlığı yıllar sonra Aksiyon dergisine anlatarak tarihe tanıklık eder. Karanlıkta kalmış bazı olaylara ışık tutar:

“Bizim çok genç, en ateşli olduğumuz bir dönem bu. Böyle bir kararı veriyoruz. Bu, bizim, zaten olaya yenik başlamamız anlamına geliyor. Karşı tarafta bir sürü olayda pişmiş, tecrübeli, affedersiniz kaşarlaşmış kadrolar vardı. Ve bunlar bizden ortamın hazırlanmasını istiyorlardı. Bu çok önemli. Sonra bombalar atılıyor işte.”1

“Eylem... Bir tanesini söyleyeyim. ‘Yükseliş Koleji’ne bomba atın’ diyorlar. Gidiliyor, atılıyor… Muhsin Batur’un MGK’da yapacağı bir konuşmanın altyapısını oluşturmak için. Bu gerekçe ile istenmiştir.

(-Bu eylemin kararını kimler aldı?) Faruk Gürler ile Muhsin Batur çıkıyor benim karşıma. Tabii bunların arkasında Celil Gürkan paşalar var. Yani bizim bildiğimiz bunlar. Yani bunun arkası dolu tabii esasında. -

Devletin yapması gereken bir özeleştiri var burada. İşte derin, gizli denilen olaylar bunlar yani. Ama bunun tepesinde de Deniz Kuvvetleri, Hava Kuvvetleri ve Kara Kuvvetleri var. Bunun derinliği nerede, sığlığı nerede esasında? Biliniyor, bilinerek yapılıyor bu işler.

(İrtibat)Komiteden arkadaşlarla kuruluyor. Tabii bunlar giderek irtibatı biraz daha yaygınlaştırıyorlar. Çünkü bizim içimizde de bir dağınıklık yaratmak istiyorlar. Türkiye’deki devrimci gençlik bu oltaya takılmıştır. Mesela Deniz Gezmiş o zaman kaçıyor. Deniz Gezmiş’in evden eve ve belli yerlere naklini istediğimiz zaman bize Tarım Bakanı Turan Şahin’in arabasını veriyorlar. Ama orada ufak uyanıklık yapıp, kapıyı açık bırakıyorlar. Biz düz kontak yapıyoruz. O araba Ankara polisinin bildiği bir araba. Zaten dönemin emniyet müdürü de ‘Ben Deniz Gezmiş’i yakalayamam. Çünkü benim giremeyeceğim yerlerde saklanıyor’ diyor.

Dönüyoruz para istiyoruz. Bize soygun yaptırıyorlar. Bizi çok ciddi bir şekilde suça doğru itiyorlar esasında. Bir emniyet müfettişini bize takıyorlar ve o soyulacak yerleri gösteriyor ve soygun yapıyoruz.

(-Para kimlere gidiyor peki?) Para onlara gitti. İrfan Solmazer’in eline gitti.

Burada manipülasyon yapıp, yani Amerikan konseptleri ile bu ülkeyi idare edip, kargaşaların esas nedenlerini yaratanlar bunlardan pişmanlık duymalılar.”

“Son zamanlarda kafamızda şüpheler beliriyordu. Çünkü belli şeylerde zorladığım zaman kapalı tutuyorlardı ilişkileri. Mesela daha merkezî kadrolarda bir arkadaşımızla temsil hakkı istiyorduk, oraları kapatıyorlardı bize. 9 Mart olmayınca bizi ‘işte (Korgeneral) Atıf Erçıkan ihbarcılık yaptı’ falan diye teknik, taktik işlerle oyalıyorlardı. Halbuki bir Amerikan müdahalesi vardı işin arkasında. Bir hafta önce Muhsin Batur Amerika’ya gitmiş ve döndüğü zaman bu planı gerçekleştirmişlerdi.”1

Ayrıca Sarp Kuray, Kahramanmaraş olaylarının 12 Eylül cuntacılarının bir provokasyonu olduğunu belirtmektedir:

“… 1978’lerde Türkiye yine karışmaya başlamıştır. Kahramanmaraş olayları bunlardan biridir: “Kahramanmaraş Valisi Tahsin Soylu babamın arkadaşıydı. Ben ondan duymuştum. Eğer askerî birlikler oraya müdahale etmezse şehirde büyük bir katliam olacağını İçişleri Bakanlığı’na bildiriyor. İçişleri bakanı da İrfan Özaydınlı. Burunlarının dibinde birlikler var. Tekrar ortam aranıyor yani. Türkiye’de kardeş kardeşi vuruyor. Aynı 1971’deki kurgu yapılıyor esasında. Bu CIA kurgusudur ve bu Amerikan konseptidir. Ve bizim itiraz ettiğimiz burasıdır.”1

Maraş olayları ile ilgili olarak Ecevit, ‘Beni sıkıyönetim ilanına ikna edebilmek için Kahramanmaraş olaylarını tezgâhlamışlardır”. 2 demiştir.

Silahlı mücadelenin özeleştirisini yapan Sarp Kuray’ın, “Bunun, sonunda bir paylaşım savaşına döndüğünü gördüm. İttihat Terakki metotları bu işin içinde bir metot haline dönüştürülmüştür.” ifadesi ile; Demirel,’in, “Her Cumhurbaşkanlığı seçiminden önce orduda rahatsızlıklar artar.” ifadesi aynı anlama gelmektedir. Oysa 1970’lerde Sarp Kuray mağdur edenler, Demirel mağdur edilenler safındaydı.

Süleyman Demirel, Kenan Evren’in anılarına yönelik yaptığı değerlendirmede 12 Eylül’ün kanla beslenen bir darbe olduğunu belirtmiştir:

“Tarihe gömdüğümüz ve zaman içinde tarihin hükmüne bıraktığımız, özellikle altını çizerek belirtiyorum, silahlı kuvvetlerimizin değil, yalnızca 5 kişilik komuta heyetinin kanla beslediği ‘Darbe Planı’nın çirkin yüzünü ve kirli belgelerini biz deşmedik.”3

Bülent Ecevit, 28 Kasım 1990’da yaptığı bir açıklama ile Türkiye’deki faili meçhullerin arkasında GLADYO türü bir örgütün olduğu imasında bulunmuştur:

“Eğer bir ülkede gizli silahlarla donatılmış, devlet içinde fakat devlet denetimi dışında bir örgüt var ise, bütün bu gibi karanlık olayların ardında veya bazılarının ardında, o gizli örgütten bazı elemanların da yer almış olabileceği kuşkusu herhalde hafife alınamaz.” 

12 Eylülcü Orgeneral Bedrettin Demirel ise halk tarafından kurtarıcı olarak karşılanabilmek için meyva’nın olgunlaştırılması gerektiğini açıklamıştır:

“1979 Temmuz’unda da müdahaleyi gerektiren sebepler vardı ve müdahale kararı da vardı, ama biz biraz daha olgunlaşsın, itiraz edilmesin diye o zaman müdahaleyi yapmadık.”4

Demirel bu olgunlaştırma sürecine soru sorarak dikkat çekmiştir:

“Devletin yasal ve diğer imkânları tamamıyla birbirinin aynı iken, 13 Eylül günü durdurulan kan, 11 Eylül günü niçin akıyordu? Niçin?5 

General Özkasnak, 28 Şubat’ın amacının RP’nin gelecek seçimlerde tek başına iktidar olmaması olduğunu daha sonraki yıllarda itiraf etmiştir: 

“28 Şubat Postmodern bir darbedir. O günün koşullarında 12 Mart ve 12 Eylül gibi Klasik Darbe yapılamazdı... Bugün 28 Şubat’ı küçümsemeye çalışanların bilmesi gereken bir gerçek de şudur: O süreç başarılı olmasaydı 18 Nisan 1999 seçim sonuçları alınamazdı... 18 Nisan’da verilen oy desteği düşmüşse, bunun nedeni 28 Şubat’tır.” 

Bu belgeleri vermekteki amacımız, darbelerin karanlık yüzünü ortaya koymak değildir. Bu konularda yazılmış yığınla kitap ve yayınlanmış makale vardır. Burada amacımız, cuntacıların darbelere meşruiyet kazandırabilmek için meyve olgunlaştırma operasyonu olarak provokasyonu, kan ve gözyaşı akmasını bir metot olarak benimseyip pek çok karanlık olayların faili olduklarına dikkat çekmek ve bütün bu olayların arka planının süreç içerisinde ortaya çıkması ile ordunun yıpratılmış olmasıdır. Atilla İlhan, 28 Şubat Postmodern Darbesinin asıl amacının da bu olduğunu söyler:

“28 Şubat Sabetayist bir darbedir; ekonomiyi batırmak ve halkı devletten soğutmak için yapılmıştır. Çevik Bir sabetayisttir.” 

Bütün bu karanlık olaylar açığa kavuştukça halkın subay kadroya bakışı, mesafeli olmaya başlamış, kırgınlık ve öfke birikimi meydana gelmiştir. Daha da önemlisi ve kötü olanı, bütün karanlık işlerin, faili meçhullerin arkasında bir derin devlet, bir ordu ve bir MİT parmağının aranır olmasıdır. Öyle bir psikoloji oluşmuştur ki yabancı güçlerin, yabancı istihbaratların açık operasyonlarında bile derin devletin, cuntaların, ordu içerisindeki kliklerin parmağı olduğu kanaati yerleşmiştir. Oluşan şuuraltı Nasrettin Hoca’nın ‘evim yanıyor’ fıkrasının benzeridir. İşin en tehlikeli yanı burasıdır. Çünkü yabancı istihbarat ve örgütler bu şuuraltı üzerine eylemlerini oturtmaktadırlar.

Şimdi şu soruları soralım:

Cunta ve çetelerin yaptığı bu pis ve kirli işler orduyu yıpratmamış mıdır? Her seferinde bir takım cuntacıların ABD tarafından kullanılması orduyu yıpratmamış mıdır?

Devletin ve ordunun daha fazla yıpratılması istenmiyorsa, bu şuuraltını temizleyecek bir şeffaflığa Türkiye getirilmelidir. Pis ve kirli işlerin asıl müsebbipleri anında deşifre edilerek halkın güveni kazanılmalıdır.

Subay Kadronun Halktan Kopuk Yaşaması Orduyu Yıpratmaktadır 

Cumhuriyet tarihinin belli bir döneminden sonra subay kadronun halkla irtibatı kopuktur. Subayların lojmanları ayrıdır, alışveriş merkezleri ayrıdır, servisleri ayrıdır ve tatil yerleri ayrıdır. Cenazelerde bile ayrı bir protokol uygulanmakta, özel oturma koltukları ve çadırlar camilere getirilmektedir. Sokakta yoklar, alış veriş merkezlerinde, pazarlarda, bakkallarda ve marketlerde yoklar. Mahallede yoklar, camide yoklar.

Sade vatandaşla arasına bu kadar mesafe koyan bir kadronun, bu halkı, bu milleti, ne oranda tanıyabildiği üzerinde düşünülmelidir. Halk, ne yer, ne içer, ne düşünür, ne ile sevinir, ne ile üzülür, olaylara bakışı nedir? Bütün bunları halktan bu kadar tecrit edilmiş bir şekilde yaşayan bir kadronun yeteri kadar görmesi, bilmesi mümkün değildir.

Bu şekilde tecrit edilmiş bir subay kadronun kafasında liseden başlayarak emekli oluncaya kadar aldıkları eğitimle oluşan bir halk kavramı vardır. O halk da Onuncu Yıl Marşı’nda ifade edilen ve fakat gerçekte olmayan sanal halktır. II. Mahmut’la başlayan, Cumhuriyetle zirveye tırmanan ‘Halka rağmen Halk için’ anlayışı, bu ülkede biri yaşayan halk, diğeri sanal halk olmak üzere iki halkın oluşmasına sebebiyet vermiştir. Sivil, asker bürokratik kadro sanal halkı inşa etmek için yaşayan halkı, görmezden gelmiş, ihmal etmiş, dikkate almamıştır. Kenan Evren’in tabiri ile (‘Bu halka güven olur mu; bugün alkışlar, yarın yuhalar, tıpkı futbol maçlarında olduğu gibi.’) halk güvenilmezdir. Bugün için subay kadro ile halkın ilişkisi şairin köyü ile ilişkisi gibidir:

“Uzakta bir köy görünür,

O köy bizim köyümüzdür.

Gitmesek de gelmesek de,

O köy bizim köyümüzdür.”

İsterseniz dizelerdeki köy yerine bir sefer halkı, bir sefer de orduyu koyarak okuyun. Sonra da duygularınızı yoklayın. Ne hissediyorsunuz? Orduyu halkından bu şekilde tecrit edilmiş bir şekilde yaşatmak ve tutmak orduyu yıpratmaktadır. 

Subay Kadronun Kullandığı Dil ve Üslup Orduyu Yıpratmaktadır 

Subay Kadro, bu ülke insanını yeteri kadar tanımadıkları için insanımızın hassasiyetlerini de bilememektedir. Ordunun kökeninde İttihat Terakkici bir gelenek olduğu için kullandıkları dil kırıcı, rencide edicidir. Üslûpları halka ağır gelmektedir. İnönü’nün tabiri ile her şeyin ‘kanunen ve cebren yapılması’ gerektiği tarzında bir tavır sergilemektedirler.

Eğer bu ülke insanını tanıyabilmiş olsalardı ‘Asker ocağı Peygamber ocağı değildir’ diyerek halkı rencide ederler miydi?

Eğer halkı tanıyabilmiş olsalardı, şehit annelerini törenlere almayacak kadar başörtüsü karşıtı bir duruş sergilerler miydi? Canı yanan anaları salonlarından dışarı çıkarırlar mıydı?

Eğer bu ülke insanının değerlerini bilmiş olsalardı, bir tiyatro sanatçısı Nejat Uygur’u GATA’da geçmiş olsun ziyareti yapmak isteyen Başbakanın hanımını başörtüsünden dolayı reddederler miydi? Keza Cumhurbaşkanının hanımını rencide ederler miydi?

Eğer halkın duygularını okuyabilmiş olsalardı, bir başbakana ‘pezevenk’ diyen bir subayı terfi ettirirler miydi?

Eğer bu ülkenin insanını tanıyabilmiş olsalardı Akif’e dil uzatıp ‘biz bunları belleyeceğiz’ diyen bir generale hesap sormazlar mıydı?

Ezanın Türkçe okunmasını dillendirirler miydi?

Özellikle 27 Nisan Elektronik Muhtırasında kullanılan dil ve üslubun ne kadar ağır, ileri sürülen gerekçelerin ne kadar indî olduğunu görmek, ordunun gücünü halkı sindirmek için bir araç olarak kullanmaya kalkmak insanı düşündürmekte ve de üzmektedir:

“…Özellikle kadınların ve küçük çocukların bu tür faaliyetlerde ön plana çıkarılması, ülkemizin birlik ve bütünlüğüne karşı yürütülen yıkıcı ve bölücü eylemlerle şaşırtıcı bir benzerlik taşımaktadır.

….O saatte yataklarında olması gereken ve yaşları ile uygun olmayan çağ dışı kıyafetler giydirilmiş küçük kız çocuklarından oluşan bir koroya ilahiler okutulmuş, bu sırada Atatürk resimleri ve Türk bayraklarının indirilmesine teşebbüs edilerek geceyi tertipleyenlerin gerçek amaç ve niyetleri açıkça ortaya konulmuştur.

 “Kutlu Doğum Şöleni” için ilçede bulunan tüm okul müdürlerine katılım emri verildiği, …ilköğretim okulu öğrencilerinin başları kapalı olarak ilahiler söylediği…, Cumhuriyet karşıtı olan ve devletimizin temel niteliklerini aşındırmaktan başka amaç taşımayan bu irticai anlayış…

Bölgemizdeki gelişmeler, din ile oynamanın ve inancın siyasi bir söyleme ve amaca alet edilmesinin yol açabileceği felaketlerin ibret alınması gereken örnekleri ile doludur.

Son günlerde, Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde öne çıkan sorun, laikliğin tartışılması konusuna odaklanmış durumdadır. Bu durum, Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından endişe ile izlenmektedir. Unutulmamalıdır ki, Türk Silahlı Kuvvetleri bu tartışmalarda taraftır ve laikliğin kesin savunucusudur. Ayrıca, Türk Silahlı Kuvvetleri yapılmakta olan tartışmaların ve olumsuz yöndeki yorumların kesin olarak karşısındadır, gerektiğinde tavrını ve davranışlarını açık ve net bir şekilde ortaya koyacaktır. Bundan kimsenin şüphesinin olmaması gerekir.

Özetle, Cumhuriyetimizin kurucusu Ulu Önder Atatürk’ün, “Ne mutlu Türküm diyene!” anlayışına karşı çıkan herkes Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanıdır ve öyle kalacaktır.”6

Bu dil, bu üslup ve bu tehditkâr, baskıcı tavır, orduyu yıpratmakta ve halktan uzaklaştırmaktadır.

Subay Kadronun Gerçekçi Olmayan Anlık ve Baskıcı Karar ve Çözümleri Orduyu Yıpratmaktadır 

Subay kadro, halkla arasına koyduğu mesafeden ve liseden emekli oluncaya kadar aldıkları eğitimlerden dolayı halka yabancılaşmıştır. Yabancılaşmayla birlikte yalnızlaşmıştır. Bundan dolayı subay kadro, bu milleti, bu ülkeyi, bu ümmeti bu coğrafyayı sosyolojik ve psikolojik açılardan gereği gibi tanımamakta ve bilememektedir. Bu ülkenin ve bu coğrafyanın tarihini de derinliğine anlayabildiği de şüphelidir. Üç emekli Orgeneralin yaptıkları açıklamalar, subaylarımızın içinde bulunduğu halet-i ruhiyeyi göstermesi ve yukarıdaki ifadeleri teyid etmesi açısından önemlidir.

Birincisi: Yıl 1979; Türkiye Cumhurbaşkanını seçecektir. CHP’nin adayı, 12 Martçı Eski Hava Kuvvetleri Komutanı Emekli Orgeneral Muhsin Batur’dur. Erbakan’ın Partisi MSP meclistedir. Muhsin Batur Cumhurbaşkanlığı seçimi için Erbakan’dan destek istemek için ziyaretine gider. Erbakan’ın ifadesi ile üç görüşme gerçekleşir. (Bugün gelinen ortam itibariyle, emekli generallerin yaptıkları son açıklamalar çerçevesinde, Erbakan’la Muhsin Batur arasında geçen bu görüşmeyi, Sayın Erbakan Hoca’nın tarihe şahitlik etme ve Türkiye’nin önünü görebilmesi açısından kamuoyuna ayrıntılı bir şekilde açıklamasının tarihi bir sorumluluk olduğuna inanıyoruz.) Erbakan bu görüşmelerde İslam’ın, insanlık için, bu coğrafya için ve bu ülke için zararlı değil yararlı, keyfi değil elzem olduğunu Batur’a anlatır. Görüşmenin sonunda Org.Batur, Erbakan Hoca’ya üzerinde kara kara düşünülmesi gereken bir itirafta bulunur: ‘Hocam biz İslam’ı böyle bilmiyoruz. İslam bize böyle anlatılmadı.’

Muhsin Batur’un kullandığı ifadelerden islam konusunda çok yanlış bilgilendirildikleri anlaşılmaktadır.

İkincisi: Yıl 2007, PKK terörü ile ilgili, Kara Kuvvetleri eski komutanı emekli org.Aytaç Yalman’ın yaptığı açıklama:

“Cumhuriyet dönemindeki isyanlardan sonra 1938'den 1970'e kadar terör yok. Sosyal sorun dönemi dediğim, bu dönemdir. Tabii bu dönemde de siyasi alanda bazı illegal Kürt partisi kurma girişimleri var. Ama görünürde bir şey yok.

“Sorunun sosyal boyutu eskidir. Aslında Türkiye'nin sorunu henüz sosyal boyuttayken görmesi ve doğru okuması gerekirdi. Bu yapılabilseydi sorun belki sosyal aşamadayken çözülebilirdi. Ancak, maalesef bunun yapılamadığını görüyoruz. Henüz terör boyutuna gelmeden sosyal aşamada sorun çözülebilseydi çok daha iyi olurdu.

Bu açıdan baktığımızda, o aşamada sorunun 'kendini ifade' olarak tarif edildiğini görüyoruz. Dilini konuşmak, şarkısını, türküsünü dinlemek istiyor, kültürünü yaşamak istiyor.

Oysa, bizler o dönemde, 'Kürt yoktur' diye eğitilmişiz. Kürtleri, Türklerin kolu olarak görüyoruz. Ortalıkta işte dağlarda gezerken, karda yürürken kart-kurt sesleri çıktığı için Kürt denilmiştir, gibi tarifler dolaşıyor. O dönemde sosyal istekleri bile biz 'yıkıcı faaliyetler' kapsamında görüyoruz... Biz olayın sosyal yönünü görmemişiz, dolayısıyla sorunu zamanında görmemişiz."

“1978'den sonra Abdullah Öcalan Suriye'ye geçti. Bekaa'da kamp kurdu. 1982-1984 arasında ciddi hazırlık yaptılar. Türkiye bunun da farkında değildi. O zaman Evren Paşa dönemi, askeri yönetim var. Ancak, Apo-PKK olayı nedir, bunlar ne yapıyorlar, hazırlıkları nedir diye ciddi bir çalışma yok. Yönetim pek ciddiye almıyor.

O dönemde bunlara 'Apocular' deniliyor. 'Apocular' diye kayıt tutulup izleniyor ama sıkı bir çalışma değil bunlar. Bana göre 1978-1984 arasındaki yönetimin bu tutumu bir hatadır. Olayın ciddiyeti 1984 Eruh-Şemdinli baskınıyla ortaya çıkıyor. PKK terörünün başlangıcı olarak bu tarih alınabilir. Bu baskınlardan sonra askeri dönem, güvenlik güçlerinin silahlı mücadelesi başladı ve uzun bir zaman devam etti. Hâlâ da devam ediyor.”7

Kara Kuvvetleri eski komutanı emekli Org.Aytaç Yalman, bu ülkede Kürt diye bir halkın yaşadığını kendilerine öğretmediklerini itiraf etmektedir

Üçüncüsü: Yıl 2007; Kuvvet komutanlığı, Genelkurmay başkanlığı, Konsey başkanlığı ve Cumhurbaşkanlığı makamlarında bulunmuş ve en geniş yetkilerle donatılmış olarak ülkenin kaderine hükmetmiş emekli org.Kenan Evren’ın Kürtçe yasağı ile ilgili yaptığı açıklamadır: 

“-12 Eylül'de bir hatamız da oydu. Kürtçe konuşmayı yasakladık. Şöyle yasakladık: Konuşmalarda, mitinglerde, şurada burada Kürtçe konuşulmayacak. Okulda filan Kürtçe tedrisat yapılamaz dedik. Neden dedik? Ben Devlet Başkanı'yken, bir köyde ilkokula gittim. Üçüncü sınıfa mı, dördüncü sınıfa mı girdim, hatırlamıyorum. Açtım kitabı, oku şunu dedim çocuğa. Kem küm, çocuk okuyamıyor. Dördüncü sınıfa gelmiş, Türkçe’yi okuyamıyor. Kızdım. Orada söyledim. Öğretmene döndüm, 'Dördüncü sınıfa gelmiş, Türkçe’yi okuyamıyor, bu nasıl iş?' dedim. Sonradan anlaşıldı ki, öğretmen de Kürt. Kürtçe yapıyor tedrisatı. Döndüm ve Kürtçe yasağını koyduk. Kürtçe tedrisat yapılamaz dedik. Ama, biraz ağır yasak koyduk. Sonra bu yasak kaldırıldı, ama hataydı. Hata olduğunu sonradan anladım.”7 

K.Evren Genelkurmay başkanı iken Kanada’ya yaptığı seyahatte görüp benimsediği konuları, Konsey başkanı ve Cumhurbaşkanı olduğu bir dönemde nedense icra etmemiştir.

“-Belçika'yı ele alalım. Flamanlar ve Valonlar kavga etmiyorlar. Ben Genelkurmay Başkanı'yken Kanada'ya gitmiştim. Orada Quebec bölgesine gittim. Genelkurmay Başkanı gezdiriyor. Quebec'te lisan Fransızca. Tuhafıma gitti. 'Kanada'da nasıl iş bu?' dedim. Dediler ki, 'Burası Fransa'dan kalma bölge. Sonra bırakmışlar, ama bir anlaşmayla, buradaki halkın kendi lisanı kabul edilecek, kendi lisanlarını kullanacaklar' denilmiş. Bu bölgede devlet hizmetine gelecek bir vatandaş hem İngilizce’yi, hem Fransızca’yı bilmek zorunda dediler. Bölgede hizmet verecekse bu zorunluymuş. Şimdi bizde de Güneydoğu'da hizmet verecek memurun Kürtçe de bilmesi lazım. Katı tutumla olmaz bu iş.”

“Bir kere 36. paralel işi ve Çekiç Güç bir hataydı. Özal'ın hatasıydı. ABD'ye o imkânı verdik. Onun neticesini aldık mı biz? ABD bizi kullandı.”7

İlköğretimden başlayarak eğitimin tüm aşamalarında yabancı dili zorunlu tutan bir zihniyet, ana dili Kürtçe olan bir halka, ana dilini konuşma yasağı koymaktadır. Bu yasak döneminde Lice’de 80 yaşında bir nine, mahalle bakkalından kibrit isterken kullandığı bir cümle herkesin üzerinde kara kara düşünmesi, hatta oturup ağlaması gereken bir cümledir. Konuşmanın tamamı Kürtçedir. Çünkü ninemiz Türkçe bilmemektedir:

“Bakkal efendi ben şimdi senden Türkçe olarak bir kibrit istiyorum.”

Ey bu milletin Kürt olmayan unsurları! Bu davranış sizlere yapılsaydı hangi psikoloji içerisine girerdiniz? Elinizi vicdanınıza koyarak düşünün!

Ey herkesi ruhen değil şeklen Türk yapmaya zorlayanlar ne yaptığınızın farkında mısınız?

Sorunları Zamanında Çözmemek Veya Çözülmesine Mani Olmak Orduyu Yıpratmaktadır

Orgeneral Aytaç Yalman, sorunların sosyal aşamada iken çözülmesi gerektiğini; fakat Kürt sorunu sosyal aşamada çözülmediği için askeri aşamaya geçtiğini ifade etmektedir. Kürt sorununun sosyallik sürecinde (1938-1970) pek çok askeri yönetim gelip geçmiştir. Fakat sorunu çözmemişlerdir. Bundan daha da önemli olanı, sorunu çözmek isteyen siyasî iktidarlara da çözdürmemişlerdir. Demirel ve İnönü Diyarbakır’a gidip ‘Kürt realitesini kabul ediyoruz’ dediklerinde kendilerine konan tavır bellidir. Keza Erdoğan, ‘Kürt sorununu çözeceğiz’ dediğinde askerin tavrı gene aynı olmuştur. Erbakan “Siz ‘Ne mutlu Türküm’ derseniz, onlar da kalkar ‘Ne mutlu Kürdüm’ der; bu ülkeyi kaosa sürükler.” diyerek bir tehlikeye dikkat çektiğinde ödülü yargılanarak cezalandırılmak olmuştur.

Siyasî iktidarlara bu tavrı koyan askeri bürokrasinin, bugün sosyalleşme aşamasında sorunun çözülmemesinden şikâyetçi olmasını yorumlamakta zorluk çekmekteyiz. Çünkü askeri bürokrasinin görevi, sorunların çözülmesinde siyasî iktidarlara yardımcı olmaktır. Emekli Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök ordunun görevini; 'Silahlı Kuvvetlerin rolü bu gibi olaylarda, hükümet ajanslarının bölgeye gelip sebebi ortadan kaldırmak için yapacakları harekâta uygun güvenlik ortamı sağlamaktır.7' diye açıklarken ordunun siyasî iktidarlara köstek değil destek olması gerektiğini ifade etmek istemektedir.

Ancak Türkiye’de pek çok toplumsal soruna, halkın ihtiyacı ve isteği olduğu için çözüm aranmamıştır. Genelde Batı’nın baskısı ile çözümler üretilmektedir. Bu nedenle sorunların çözümsüz kalması, Batı’ya müdahale etme fırsatını verdiği için Batı’nın işine gelmektedir. Batı Türkiye’deki sorunlardan şikâyetçi olurken çözülmesini de istememektedir. Kendi stratejisine uygun ortam ve şartlar hazır olduğunda sorunları masaya sürmektedir. O zaman da getirilen veya önerilen çözümler, bizim aleyhimize onların lehine olmaktadır. Oysa yapılması gereken, halkın ihtiyacı ve isteği olduğu zaman Türkiye’nin kendi iradesi ile çözümlerini üretebilmiş olmasıdır. Osmanlı’nın son yüzyılından günümüze kadar uzanan çok temel yanlış bir anlayıştır bu:

“Madem ki, bütün memleketlerimizin bu tarzdaki ıslahata muhtaç olduğuna inanıyorduk, niçin o iyilikleri o zamana kadar yapmamıştık? Yine kendimize dönecek bir iyilik için başkalarının bizi tazyik etmelerini bekliyorduk… Kötü yüz görüp kötü söz işitmekte ne zevk olabilirdi? Ermenistan’da ufak tefek bazı işleri yapabilmek için memlekette bir isyan çıkmasını bekledik… Suriye ıslahatçıları bize seslerini duyurabilmek için Paris’e kadar uzandılar. Başta Rusya olduğu halde bütün devletlerin bize nota yağdırmaya başladıkları zamana kadar yerimizden kımıldamadık…”

“Yangın saçağı sarmadan evvel memleketin -yalnız Ermenilerin demiyorum- muhtaç olduğu iyilikler yapılmış olsaydı, iş bu dereceyi bulmaz ve hükümet Rusların yol göstermeleri ve arka çıkmaları ile ıslahatı kabule mecbur kalmazdı… Arnavutların tazyiki ile nasıl Karadağlıların, Sırpların kucağına atılmalarına sebebiyet vermiş isek, Ermenileri de can düşmanları olan Ruslardan iyilik beklemeye, yine biz mecbur ettik…”8

Kürt sorununun kangren haline gelmesinde bu anlayış ve uygulamaların payı yüzde kaçtır? Bu sorunun cevabı bu gün araştırılmalıdır. Ayrıca bu günkü tutum ve tavır devam ederse, ödenecek bedelin ne olabileceği de düşünülmelidir.

Burada bir başka soru daha sormamız gerekmektedir: Genelkurmay başkanı iken çözümünü gördüğünüz bir sorunu, bütün gücün elinizde olduğu Konsey başkanlığı zamanında neden çözmediniz veya çözemediniz? Kürtçe konuşmayı, yazmayı hatta yayın yapmayı niçin serbest bırakmayıp tam tersine Kürtçe konuşma yasağını getirdiniz? Niçin? Niçin?

Yoksa bu ülke bilemediğimiz, görünmeyen bir güç tarafından mı yönetilmektedir? Siyasî iktidarlara ve orduya rağmen bu ülkeyi yöneten gizli bir güç mü vardır?

Sonuç: Askerin Eğitimi de Dahil Olmak Üzere Bu Ülkedeki Eğitim Sistemi Tamamen Değiştirilmelidir

Emekli generaller, bu ülkenin Müslüman halkını yeteri kadar tanıtmayan, Kürtler’i yok sayan bir eğitim aldıklarını belirtiyorlar. Bu ülkede Müslüman yok, Kürt yoktur mantığının doğal sonucu olarak dini ve etnik iki toplum kesiminin haklı hak talepleri, kasıtlı düşmanlık içeren tehlikeli talepler olarak algılanmıştır ve de algılanmaktadır. Bu da iç tehdit algılamasını, bu iki noktadaki hak taleplerine endekslemiştir. Başlangıçtan beri ortaya konan irtica ve bölücülük tehdidi, böylesi yanlış bir algı ve değerlendirmenin sonucudur. Nitekim Aytaç Yalman’ın; ‘O dönemde sosyal istekleri bile biz 'yıkıcı faaliyetler' kapsamında görüyoruz... Biz olayın sosyal yönünü görmemişiz, dolayısıyla sorunu zamanında görmemişiz.’ demesi bunun en güzel ifade edilmiş şeklidir. Şimdi 27 Nisan elektronik muhtırasını bir kez daha okuyalım ve o günden bu güne ne değişmiştir diye kendimize soralım.

Bütün bu sosyal istekleri karşılayıp, sorunu hem çözmemek hem de çözdürmemek nasıl bir düşünce ve anlayışın ürünüdür? Sorunların içinden çıkılamaz hale gelmesinin ana nedeni, sivil ve askeri bürokrasinin bu ülke halkını, bu coğrafyayı, İslam’ı ve bu coğrafyanın tarihini gereğince bilememiş olmalarıdır. O nedenle çözümler anlık ve ülke gerçekleri ile uyuşmamaktadır. Halk tarafından kabul görmemektedir. İttihatçı bir gelenekten etkilendikleri için ülke sorunlarını kuvvet kullanarak çözme eğilimleri ağır basmaktadır.

Bu ülke, her şeyi bedel ödeyerek öğrenmek ve çözmek zorunda mıdır? Çok uzağa gitmeye gerek yoktur. 600 yıllık Osmanlı tarihi bizim için çok iyi bir laboratuardır. Oradan alabileceğimiz çok ders vardır. Osmanlı da eyalet valiliği yapmış Hüseyin Kazım Kadri, ‘Balkanlardan Hicaza İmparatorluğun Tasfiyesi’ adlı kitabında pek çok sorunu inceler, önemli tespitler yapar. Olaylara yaklaşım tarzındaki yüzeysellikten, çözüm arayacak ve uygulayacak bir iradenin yokluğundan şikâyet eder:

“Red ve inkarı kabil olmayan bir hakikat var ise, o da hükümetin Rumeli de kesin ve belirli bir programının olmamasıdır. Daha açık söylemek lazım gelirse Makedonya meselesi denen hastalık ne teşhis edildi, ne de ciddi surette tedavi gördü. Yapılan tedbirler, belirtileri tedavi kabilinden ve faidesi şüpheli şeyler idi. Hükümetin ciddiyet gösterdiği yer, yalnız zor göstermede ve ibretlik cezalar vermede idi ve en ziyade Arnavutluk bu politikaların sıkıntılarını çekti ve tazyikin en çok olduğu yerden patladı.”8

Cumhuriyet dönemi yöneticilerinin İmparatorluğun tasfiye edilmesindeki ana nedenleri inceleyip tedbir alması beklenirdi. İşte askeri bürokrasinin en tepesinde bulunup da bu milletin mukadderatında söz sahibi olan bu komutanların, ülke meselelerine getirdikleri çözümlerin sığ, gündelik olmuş olması; çözümlerini tepeden inmeci ve tehditle beraber sunup uygulamaya sokmaları orduyu yıpratmıştır ve de yıpratmaktadır. Böyle giderse daha da yıpratacaktır. Bu gerçeği bu ülkeyi seven herkesin görmesi ve tedbir alması gerekmektedir.

Hüseyin Kazım’ın tespitleri ile paşaların Kürt meselesi ile ilgili değerlendirmeleri ne kadar da örtüşmektedir. Oysa sivil ve askeri bürokratlar ile siyasetçilerden beklenen, stratejik derinlikle ve derinlikli bir tarih şuuruna sahip olarak olaylara yaklaşmaları ve çözüm üretmeleridir. Tabii bunun olabilmesi için hangi kültür ve medeniyete ait olunduğu öncelikle berraklaşmalıdır. Batılı bir kafayla, bu coğrafyanın, bu milletin ve bu ümmetin sorunlarını bırakın çözmek, algılamak dahi mümkün değildir.

Türkiye’deki subay kadro, ABD ve NATO tarafından eğitilmektedir. Yanlışlık buradadır. Sorunun ana kaynağı burasıdır. O nedenle subay kadronun eğitimi yeni baştan ele alınıp düzenlenmelidir. Subay kadroya kendi kültür ve medeniyeti ile tarihi çok gerçekçi bir şekilde öğretilmedir.

Ayrıca halktan tamamen tecrit edilmiş olan subay kadro, halkın içinde olacak tarzda bir düzenleme yapılmalıdır.

Subay cenazelerinde cami avlularında halktan tecrit edilmiş cenaze törenleri kaldırılmalıdır. Koltuk ve gölgelik getirilmemelidir. Cenazelerde bile halktan uzakta olmak, uzakta durmak gerçekten de bu milleti üzmektedir.

Yerli harp sanayi kurularak hem askerin hem de milletin, Batı karşısında duyduğu eziklik ortadan kaldırılmalıdır. Bunun için gerekli strateji çizilmeli ve gerekli planlama yapılmalıdır.

Batı’nın 11 Eylül sonrası politikaları göz önüne alınarak ordu ve istihbarat yeniden yapılandırılmalıdır.

Türkiye’nin ana sorunlarından biri, kurumlar arası ve kurumlar içi kavgalardır. Türkiye’nin bu sorunu acilen çözecek ortak bir akıl ve ortak bir yol bulması gerekmektedir.

Referans milletin kendisi olmalıdır.

Millet devletin emrinde değil, devlet milletin emrinde olmalıdır. Sivil ve askeri bürokrasinin bunu görmesi, kabullenmesi zamanı gelip geçmiştir. Bu ana tezat ortadan kaldırıldığında Türkiye’nin bir çok sorununun otomatik olarak ortadan kalkacağı görülecektir.

Anadolu Selçuklu Sultanı 3. Alâeddin Keykubad’ın Osman Gazi’ye gönderdiği Ramazan 683 tarihli berat’ında yöneticilerin unutmaması gereken temel yönetim felsefesi bugün rehberimiz olmalıdır:

“Yurdun korunması askersiz olmaz.

Asker parasız toplanmaz.

Para, yurt mamur olmadıkça kazanılmaz.

Yurt imarı siyaset olmadıkça mümkün olmaz.

Siyaset ise adaletten başka bir şeye dayanmaz.”9

Bu ülke; işçisi, köylüsü, esnaf ve sanatkârı, iş dünyası, sivil ve askeri bürokratları ile siyasetçileri, her türlü etnik ve mezhepsel unsurları ile bir ve bütün olmak zorundadır. Bu bütünlüğü parçalanmış hiçbir ülke ve toplum ayakta kalamamıştır.

Bunun için nirengi noktası hak ve adalettir.

Unutmamak lazımdır ki ‘Adalet Mülkün temelidir’.

Unutmamak lazım ki ‘Adalet yoksa Barış da yoktur’.

Kaynaklar

1.         Kalyoncu C. A. “Darbeci Paşalar İstedi, Bombaları Patlattık”, Sarp Kuray’la Röportaj,

            Aksiyon Sayı: 579 - 09.01.2006.

2.         Ecevit, B., “Ecevit 12 Eylül’ü Anlatıyor,” 2 Ağustos 1989, Milliyet.

3.         Demirel, S., “Demirel’den Evren’in Anılarına Yanıt”, 23 Kasım 1990, Milliyet.

4.         “12 Eylül’e 5 kala, 5 geçe,” 14 Ağustos 1989, Milliyet.

5.         Demirel, S., “Demirel’den Evren’in Anılarına Yanıt”, 24 Kasım 1990, Milliyet.

6.         27 Nisan Muhtırası, Basın Açıklaması, Tarih: 27 Nisan 2007, NO: BA- 08 / 07

7.         Bila F. , PKK'yla Geçen 24 Yılın Komutanları, Milliyet 03-11. 2007

8.         Hüseyin Kazım Kadri, Balkanlardan Hicaza İmparatorluğun Tasfiyesi, 10 Temmuz İnkilabı ve Netayici, Pınar Yayınları, İstanbul, 1992, S: 90, 124 Hüseyin Kazım Kadri, age. S: 67

9.         Yavi E., İhtilalci Subaylar, Yazıcı yayınevi, İzmir, 2003, S: 14

1 Kasım 2007 Perşembe

Ey İman Edenler Allah'ın İpine Sarılın

 (Umran Dergisi

“Kim izzeti istiyorsa, artık bütün izzet Allah'ındır. Güzel söz O'na yükselir, salih amel de onu yükseltir. Kötülükleri tasarlayıp düzenleyenler ise; onlar için şiddetli bir azab vardır. Onların tasarladıkları 'boşa çıkıp bozulur'.” (35/10)

Çekişmeli, Kadife Darbeli bir seçim süreci sonunda, %47’lik bir oranla ‘mahalleli’ler(!) ya da, ‘kovuğundan çıkanlar’(!) bir kez daha iktidara geldiler. “Öteki” diye isimlendirilen, varlıkları dahi kabul edilmeyen, aşağılanan, horlanan, parya muamelesi yapılan; bazen ‘ağzı çorba kokanlar’, bazen ‘kuyruklar, çarıklılar’, bazen ‘Memolar, Hasolar’, bazen ‘varoştakiler’ bazen de ‘mahalleli’ ve ‘kovuğundan çıkanlar’ diye nitelendirilen, bu ülkenin çilesini çekip de sefasını süremeyen bir halkın iktidara gelişiydi bu.

Peki bu iktidara geliş, halkın temsilcilerinin muktedir oldukları/olacakları anlamına gelir mi? Bu iktidara geliş, bugüne kadar sürüp giden iktidar mücadelesinin bittiği şeklinde mi anlaşılmalı? Seçimlerin hemen ertesinde her şey toz pembe, her şey güllük gülistanlık gözükmekteydi. Sanki halk, gerçekten iktidar olmuştu. Tam bir rehavet etrafa yayılmıştı...

Seçim öncesinde Rusya-İran-Çin eksenli bir kadife darbeye karşı batı eksenli bir kadife darbe gerçekleştirilip AKP desteklenmiştir. (1971’deki) 9 Mart’a karşı 12 Mart’tır olan. AKP’nin %47 oy oranı, bu çekişmenin getirdiği bir seri manipülasyonun doğal sonucuydu. AKP etrafında şekillenen batılı ittifak, halkın iktidarını istemiyordu. AKP’ye verilen destek, Türkiye’nin eksen değiştirmemesi içindi; halkın gerçekten iktidar olması için değil. Nitekim seçimden sonra İsrail, ABD, AB ve bunların iç müttefikleri, isteklerinin AKP tarafından yerine getirilmesi için yoğun baskı uyguladılar. Bunları geçen sayıda ayrıntısıyla inceledik. Burada ise Şeytanî İttifakın tuzak mantığı üzerinde durulacaktır.

Yeni Bir Kaos Dönemi 

AKP’nin %47’lik ikinci hükümet dönemi, bir ittifakın ürünüydü. Tarafların herbirinin AKP’den ayrı bir beklentisi vardı. Bir tarafta milletin istekleri, diğer tarafta batı ve batı işbirlikçilerinin istekleri vardı. Ve bu istekler birbirine zıttı.

Millet %47’lik oyun hakkını istemekteydi; önüne konan tüm engellerin kaldırılmasını ve bu ülkenin gerçek sahibinin kendisi olduğunun tescil edilmesini beklemekteydi. Bu açıdan yeni bir anayasa, milletle yapılacak yeni bir sosyal mukavele olacaktı. Devlet-millet ikilemi ortadan kaldırılacaktı. Milletin emrinde bir devlet yapısı ortaya konacaktı. Bunun için de anayasa değişikliği çok önemliydi.

ABD, AB, İsrail, uluslararası sermaye ve bunların yerli işbirlikçileri, Genişletilmiş Ortadoğu Projesinin hayata geçirilmesini ve AB ile entegrasyonun sağlanmasını, ülkenin tüm imkanlarının Batı’ya peşkeş çekilmesini ve Müslüman bir milletin yeniden formatlanmasını istemektedir. Burns, TÜSİAD, TİSK, YÖK tarafından bu istekler gündeme taşınmış, bir gerilim ortamı meydana getirilmiştir. Anayasa tartışmalarının derhal gündemden kaldırılması istenmiştir.

Bu aşamada önemli ve ilginç olan, seçim öncesinde AKP ile ittifak içerisine giren Batı bloğunun, bu yeni süreçte Rusya–İran-Çin eksenindekilerle işbirliği içerisine girmiş olmasıdır. Seçim öncesinde kartel medyası, askeri yıpratmak için yoğun bir kampanya yürütürken; seçim sonrasında yeni bir anayasa hazırlanması ile ilgili başlatılan tartışma sürecinde, askeri siyasetin merkezine çekmeyi hedef alan seçim öncesiyle taban tabana zıt bir kampanya başlatmıştır.

Geçen sayıda ayrıntılı incelediğimiz Burns’un Atlantik Konseyi’nde yaptığı konuşma üzerinde burada duracak değiliz. Ancak Burns’un ‘ilişkilerdeki merkezi unsurlar’ diye bahsettiği noktaların hatırlanmasında fayda var:

         ‘Dış politikada daha büyük sorumluluklar üstlenmeniz lazım.’

          ‘Türkiye, bizim Geniş Ortadoğu’daki çıkarlarımız için kritik önemdedir.’

         ‘Ortadoğu, bizim ulusal güvenlik çıkarlarımız için dünyada en hayatî bölgedir.’

         ‘İran ile iş yapmanın zamanı değildir.’

         ‘Türkiye Ermenistan ile ilişkilerini normalleştirmeli, sınırı açmalıdır.’

         ‘Ekonomik ve siyasi reformlar devam etmeli, TCK 301. Madde kaldırılmalıdır.’

         ‘Heybeliada Ruhban Okulu açılmalıdır.’

         ‘Fener Rum Patriği Ekümenik olarak tanınmalıdır.’

Hükümet ricaliyle yaptığı görüşmelerde bunlardan farklı bir şeyler isteyip istemediğini bilmiyoruz. İsteklerine Türkiye’nin ne cevap verdiğini de bilmiyoruz. Ancak Burns Türkiye’ye gelmeden önce başlayan gerilimin, gelip gittikten sonra daha da tırmandığına dikkat çekmliyiz. PKK tarafından yapıldığı söylenen toplu katliamlar birden bire yaygınlaşmıştır:

12 sivil toplu halde öldürülmüştür.

Askeri birlik pusuya düşürülerek 13 dağ komandosu geride hiçbir iz bırakmayacak tarzda öldürülmüştür.

  Bu iki olayın ardından sınır ötesi operasyon için parlamentodan Tezkere geçirilmiştir.

Tezkerenin ardından Hakkari’de bir dağ komando birliği pusuya düşürülerek 12 asker öldürülmüş, 17 tanesi yaralanmış ve 8 tanesi kayıptır.

Hakkari’de bir minibüs mayına çarpmış 10 sivil yaralanmıştır.

Silahsız sivillerin öldürülmesi kolaydır. Ancak bu iş için eğitilmiş komando birliğinin, her seferinde bu kadar büyük zayiat vermesi normal değildir, anormaldir. Öyleyse bu askerler böylesi bir pusuya nasıl düşürülmüşlerdir? PKK bu işte yalnız mıdır? Ya da bu işi bizzat PKK mı yapmıştır? Yoksa PKK adına başkaları mı yapmıştır?

Bu noktada dört ihtimalden bahsedilebilir:

• Bu, bir derin devlet operasyonudur. Amacı;

- Güneydoğu’da olağanüstü hal ilan ettirmek ve sınır ötesi operasyon yapmak.

- Hükümeti, işlevsiz hale getirip anayasa çalışmalarını engellemek.

- Askeri, siyasetin merkezine getirip yerleştirmek.

  Bu, PKK’nın tek başına yaptığı bir operasyondur. Amacı;

- Türkiye’de iç savaş başlatmak.

- Yeni taraftar kitle kazanmak.

  Bu, ABD+İsrail+PKK operasyonudur. Amacı;

- Türkiye’yi istikrarsızlığa sokmak,

- Askeri zayıflatmak,

- Derin devlet işi görüntüsü vererek devleti/askeri yıpratmak,

- İç savaş çıkarmak,

- Kürt halkına baskı uygulanmasını sağlayarak ayrılıkçı unsurları kuvvetlendirmek,

- Burns’un ifade ettiği ‘ilişkilerdeki merkezi unsurları’ Hükümetin/Devletin kabul etmesini sağlamak,

- Büyük İsrail ve Kürdistan projelerine Türkiye’nin karşı çıkmasını engellemek.

- Gizli bir anlaşma yapılmışsa bu yolla Türkiye’nin Ortadoğu’ya girmesine meşruiyet kazandırmak.

• Bir başka ihtimal de, yukarıdaki üç gücün menfaatlerinin kesiştiği bir arakesit meydana gelmiş olmasıdır.

Bunların hangisidir sorusu, ancak sağlam bir istihbarata dayanarak cevaplandırılabilir. Bununla birlikte bazı değerlendirmeler yapmak mümkündür. Birinci ihtimal, geçmişi göz önüne alarak değerlendirme yapıldığında, ancak ABD ile işbirliği içerisinde gerçekleşebilir. Aksi taktirde ABD ve İsrail istihbaratının bunu deşifre etme ihtimali mevcuttur. Eğer ABD ve İsrail, Türkiye’nin Irak’a girmesini istemiyorlarsa, gizli bir anlaşma yapılmamışsa, böyle bir operasyonun riskini derin devlet denilen mekanizmanın üstlenmesi mümkün değildir. Son yıllarda halkla arasındaki mesafe gittikçe derinleşen bir devletin, bir ordunun halktan kendisini daha da koparacak ve Ortadoğu cehenneminde yalnızlaştıracak bir operasyonu yapması akıl ve mantık işi olarak görülmemektedir. Bununla beraber ABD ve İsrail ile işbirliği içerisinde olan bir devlet ricali mevcut olabilir:

“PKK’yı dağda değil burada ara. Ankara’da... Bu sözün ne anlama geldiğini bir gün anlayacaksın..”

Bu sözün anlamını uzun süre anlayamadım. Ta ki Hanefi Avcı’nın 32. Gün programında “devlet içerisinde bir grubun Apo ile işbirliği içerisinde olduğunu” söyleyene kadar...” 1

En güçlü ihtimal ABD, İsrail ve PKK’nın bu operasyonları birlikte gerçekleştirdikleridir. Eğer akıllı ve güçlü bir hamle milletçe yapılmazsa, bu operasyonlar amacına ulaşacak, bir Kürt ve Türk düşmanlığı yaygınlaşacaktır. Asıl istenen de budur. Kurulan tuzak bununla ilişkilidir. Ülke olarak, millet olarak ve ümmet olarak yeni bir tuzağa doğru sürüklenmekteyiz.

Bu sorun, sadece askeri tedbirlerle çözülebilecek bir sorun değildir. Bu sorun, bu coğrafyada Türk’üyle, Kürd’üyle, Laz’ıyla, Çerkez’iyle, Arab’ıyla, Fars’ıyla, Arnavut’uyla millet olarak ve ümmet olarak var olup olmama sorunudur. Çünkü 21. asrın haçlı seferleri ile karşı karşıyayız. Soruna, bu geniş pencereden bakılmadıkça, getirilecek olan bütün çözümler, palyatif, geçici ve sonuçsuz olacaktır. Büyük fotoğrafı, büyük kavgayı, büyük tehlikeyi ve büyük düşmanı görmek asıl olmalıdır.

Bugün şu sorgulamanın yapılması gerekir:

         Türkiye 23 yıldır düşük yoğunluklu bir savaşı kime karşı yürütmektedir?

         23 yıldır bu savaşı tek başına yürüten PKK mıdır?

         Kimdir PKK?

         PKK’yı doğuran ve besleyen koşullar nelerdir?

         Bu koşulların sürüp gitmesinde kimlerin menfaati vardır?

         PKK’yı besleyen koşullar niçin ortadan kaldırılmamaktadır?

Gerçekten de bugün Türkiye kim ile savaşmaktadır? Irkçı, ayrılıkçı bir örgütle mi, yoksa Büyük Ortadoğu, Büyük İsrail ve Büyük Ermenistan projeleri için onu bir maşa olarak kullanan ABD-İsrail-İngiltere şeytan ittifakı ile mi?

Bugün Türkiye, salt PKK ile değil bu ülkeler ile savaşmaktadır:

“Güneydoğu’da görev yapan subaylarımız PKK’nın Kuzey Irak kamplarında bizzat Amerikalı ve İsrailli uzmanların askeri eğitim yaptırdıklarını açıklıyor, hatta bombalanan kamplara girildiğinde, bunlardan bir kısmının cesetlerine rastladıklarını da ekliyorlardı. Çekiç Güç’ün Türkiye içindeki PKK yuvalarına olan malzeme yardımları ya İncirlik’ten kaldırılan C-130 uçakları vasıtasıyla paraşütle atılıyor ya da yine aynı meydandan veya Diyarbakır’dan kaldırılan helikopterlerle ulaştırılıyordu. En sarp dağ tepelerinde ele geçirilen ve ‘Buralara kadar nasıl taşımışlar’ diye herkesi hayrette bırakan ağır silahların sırrı buradaydı. Bizim sevgili müttefiklerimiz bunları PKK’nın ayağına kadar getiriyorlardı.”2

Bugün PKK, Genişletilmiş Ortadoğu, Büyük İsrail, Büyük Ermenistan projelerinin ortak kod adıdır. Bu kod, Türkiye tarafından çözülerek bu millete ve ümmete anlatılmalıdır. Olayı, PKK ve terör olayı olarak algılamak, isimlendirmek, yorumlamak ve sunmak, Şeytan ittifakının kurduğu tuzağın ağlarına takılmak olur. Bu tuzak/oyun ifşa edilip bozulmaz ise daha çok kan dökülecek, kin ve nifak tohumları daha geniş toplum kesimine yayılacaktır.

Millet Daldığı Rehavet ve Uykudan Uyandırılmalıdır

Türkiye’de Parlamento içi siyaset, milletten 4 ya da 5 yılda bir rey verip kurtulmasını istemekte, başka bir işe karışmasını istememektedir. Millet yıllarca bu şekilde uyutularak aktif siyasetin dışına itilmiştir. Bu anlayışın ve alışkanlığın doğal sonucu olarak AKP %47 ile iktidara gelince, başta AKP kadroları olmak üzere dini hassasiyeti olan toplumun değişik kesimlerinde aşırı bir rehavet meydana gelmiş, dünyevileşme eğilimleri artmıştır.

Şüphesiz ki %47 oy almak çok önemli bir olaydır. Bu asla küçümsenmemelidir. Ancak bu gereğinden fazla da önemsenmemeli, abartılmamalıdır. Her türlü meselenin hal olduğu anlamına gelmemelidir. Bu nedenle milletçe unutmamamız gereken en temel şey; her şey süt liman, her şey toz pembe, her yer güllük gülistanlık değildir. 24 saat içerisinde bir ülkenin nasıl gerilime sokulabildiği konusunda yeterince tecrübeye sahibiz. Unutulmasın ki mücadele, bütün sertliği ile devam etmektedir. Rehavete dalanların, rüya görenlerin, uykularından bir an önce uyanmalarında yarar vardır.

Değerler Arası Mücadele 

Seçimle beraber yaşanan durum, geçici bir haldi. Bunu sürekli sanmak en büyük hata olmuştur. Değer sistemleri arasındaki mücadele süreklidir, sınırsızdır ve de topyekündür. Barış dönemleri, mücadelenin kesintiye uğradığı dönemler olmaktan ziyade gelecek mücadeleler için bir hazırlık dönemi olmalıdır:

Hz.Muhammed (s.):

“Ey insanlar! Sizler sulh ve sükunet devrindesiniz. Zaman süratle ilerliyor. Görüyorsunuz gece ve gündüz her yeniyi eskitiyor. her uzağı yakınlaştırıyor, her va’di gerçekleştiriyor. Öyleyse, gelecekteki mücadeleler için hazırlanın. (Sulh ise) yakında miadı dolacak olan bir hazırlanma devresidir. karanlık geceler gibi işler karıştığı zaman Kur’an-ı kerim’e sarılınız. Çünkü o, şefaat eden ve şefaati kabul edilendir. Kendisine uymayanların yenilmeyen hasmıdır”.

Değerler arası mücadele, Hz. Adem’le İblis arasında Cennet’te başlayıp kıyamete kadar sürüp gidecek bir mücadeledir. Bunu biz İblis’in yemininde ve Allah’ın İblis’e yaptığı hitapta görmekteyiz:

“Dedi ki: “Madem öyle, beni azdırdığından dolayı onları saptırmak için

Mutlaka senin dosdoğru yolunda pusu kurup oturacağım.

Sonra da onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından kendilerine sokulacağım. Onların çoğunu şükrediciler bulmayacaksın.”(7/ Araf 16)

 “Allah onu (şeytanı) lânetlemiş; o da: "Yemin ederim ki, kullarından belli bir pay edineceğim" demiştir.

"Onları mutlaka saptıracağım, muhakkak onları boş kuruntulara boğacağım, kesinlikle onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar (putlar için nişanlayacaklar), şüphesiz onlara emredeceğim de Allah'ın yarattığını değiştirecekler" (dedi). Kim Allah'ı bırakır da şeytanı dost edinirse elbette apaçık bir ziyana düşmüştür”. (4 Nisa 118-119)

Allah, şeytanın ve onun yolundan gidenlerin mücadele mantığını ve kullanacağı vasıtaları da ifşa etmekte ve bu mücadelenin, sınırsız ve topyekün özellikte olduğuna dikkat çekmektedir:

“Onlardan güç yetirdiklerini sesinle sarsıntıya uğrat, atlıların ve yayalarınla onların üstüne yaygarayı kopar, mallarda ve çocuklarda onlara ortak ol ve onlara çeşitli vaadlerde bulun.” Şeytan, onlara aldatmadan başka bir şey vaat etmez.(17 İsra 64)

İnsanlığın kaderi, Hz. Adem’le İblis arasındaki mücadele ile belirlenmiş ve şekillenmiştir. Bunun sonucunda;

         İki değer sistemi: Hak - Batıl, Hidayet - Dalalet

         İki yol: Sıratı müstakim - Şeytanın Yolu

          İki rehber: Allah+Peygamber+Mü’minler - Şeytan+Tağut

         İki kimlik: İman edenler - İnkar edenler

         İki Sistem: Vahye Dayalı - Hevaya Dayalı

         İki hedef: Cennet - Cehennem

meydana gelmiştir.

İşte bu değerler arası mücadele anlaşılmadan, dünyada sürüp giden olayları algılamak, anlamak ve kavramak mümkün değildir. Evrensellik iddiasındaki her değer sistemi, dünyaya hakim olmak ister. Değerler sistemi mutlak hak olduğu inancı ile inhisarcıdır. Aralarında sınırsız ve topyekün bir mücadele vardır. Bu değerlerin temel kanuniyetidir. Bu değerler arası mücadelenin ‘Tunç Yasası’dır. Hz. Muhammed’in sulh ve sükunet dönemlerini, gelecek mücadeleler için bir hazırlık dönemi olarak vasıflandırması bundandır.

Bugün gerçekten bir tehlike var mıdır? Varsa niçin bazıları tarafından görülememektedir?

Bu sorunun cevabını bulmada kolaylık sağlaması açısından tarihte vuku bulan bir olayı hatırlamakta fayda vardır.

Tarihten Bir Ders: Uhud Savaşı ya da Tehlikeyi Görememek

Uhud Savaşı, İslâm tarihinde Bedir’den sonra yapılan ikinci önemli savaştır. Savaş öncesi, savaş esnası ve savaş sonrası vuku bulan olaylar, tarih boyu hep ders alınması gereken özelliktedir.

Hz. Peygamber Uhud dağındaki geçite 40 okçu yerleştirmiş ve demiştir ki:

“Benden size ikinci bir emir gelinceye kadar biz savaşı kazansak da kaybetsek de bulunduğunuz yerden ayrılmayacaksınız!”

Geçidin bir tarafında 40 Müslüman okçu, diğer tarafında Halit bin Velit’in kumandasında 200 kişilik müşrik süvari birliği vardır ve bu 40 okçu, Müslümanları arkadan vurmak isteyen Halit bin Velit’i durdurmuştur. Başlangıçta İslam ordusu savaşı kazanmıştır. Müşrik ordusu, panik halinde kaçmaktadır. Müslüman savaşçılar, harp meydanında ganimet toplamaya başlamışlardır. Savaşın kazanıldığını ve ganimetin toplandığını gören geçitteki okçulardan büyük bir kısmı, ganimetten paylarını almak için komutanlarının emrini dinlemeyip, görev bölgelerini terk etmiştir. Geçitin ötesinde sabırla bekleyen Halit bin Velit, süvari birliği ile geçite saldırır, 10 okçuyu öldürerek ganimet toplamaya dalmış olan İslam ordusunu arkadan vurur. Bu haberin duyulması ile kaçan düşman ordusu geri döner. Müslümanlar iki ateş arasında kalırlar ve dağa çekilerek büyük bir kayıp vermekten kurtulurlar.

Kazanılmış bir savaş, ganimetten pay kapma duygusuna kurban edilerek kaybedilir. Nasıl olmuştur da geçitin diğer tarafında süvarileri ile bekleyen Halit bin Velid görülemez olmuştur? Bakmakla görmek niçin o anda birden faklılaşmış; görünenler görülmez olmuştur? Niçin emir unutulmuştur?

Görevi terk eden bu insanlar, Muhacir veya Ensar’dı. Her ikisi de İslam davası için dünyayı gözlerinde ve gönüllerinde sıfırlamışlar; yalnızca Allah’ın davası için seferber olmuşlardı. Muhacirler, mallarını, mülklerini, her şeylerini Mekke’de bırakarak Medine’ye göç etmişti. Ensar ise göç eden bu mü’min kardeşlerine kucak açmış, herşeylerini onlarla paylaşmıştı. Bir dava için dünyaya ve dünya nimetlerine başkaldırmış, tavır koymuşlardı.

(Fakat Uhud günü) Samimi olmak yetmemişti. Geçidin diğer tarafına bakıyorlar, fakat orada tam karşılarında duran düşman süvari birliğini göremiyorlardı.

Neden o ana kadar kendi değerleri için mücadele verenler, şahsi menfaat elde etme kaygısına düştüler?

Nasıl oldu da dünya tamahı baskın geldi, emir unutuldu ve gözlere perde indi?

Aşağıdaki ayetlerde bunun cevabını bulabilmekteyiz:

“Eğer bir yara aldıysanız, o kavme de benzeri bir yara değmiştir. O günleri, biz onları insanlar arasında tedavül ettirip dururuz.

Bu, Allah’ın iman edenleri belirtip ayırması ve sizden şahitler edinmesi içindir. Yine bu Allah’ın, iman edenleri arındırması ve küfre sapanları yok etmesi içindir.

Yoksa siz, Allah içinizden cihad edenleri belirtip, ayırdetmeden ve sabredenleri de belirtip ayırtetmeden cennete girivereceğinizi mi sandınız?” (3 âli İmran 140-142)

Bunu Allah sinelerinizdekini denemek ve kalplerinizdekini arındırmak için yaptı, Allah, sinelerin özünde saklı duranı bilendir” (3 Ali İmran 154)

“İki misline uğrattığınız bir musibet size isabet edince mi: “Bu nereden?” dediniz? De ki: ?Bu belâyı kendi başınıza siz getirdiniz.”

Bu Allah’ın müminleri ayırdetmesi; münafıklık yapanları da belirtmesi içindi…” (3 âli İmran, 165-167)

Uhut savaşının bu şekildeki seyrinde insanlığın bir fotoğrafı vardır. İnsanın temel bir zaafının dışa vurumu söz konusudur. O da dünya tamahıdır. Dünyevileşmedir. (Bu ayrı bir yazı konusudur. Burada üzerinde durulmayacaktır.) Bunun için Allah, yukarıdaki ayetlerde 5 kez arınmadan bahsetmektedir. Müslümanların, münafıklardan ve kalbinde hastalık olanlardan arınarak iktidar olması istenmektedir. Ancak böylesi bir arınma hareketi ile, adaleti hakim kılacak şahit bir neslin ortaya çıkması sağlanabilir.

11 Eylül sonrasında ABD, İsrail ve İngiltere şeytan ittifakı, İslam coğrafyasına karşı yeni bir haçlı seferi başlatıp yürütmektedir. Başlatılan bu haçlı savaşları ile başta İslam coğrafyası olmak üzere tüm dünya, yeni bir soğuk savaşla tanışmıştır. Bu yeni Haçlı Savaşı ve Yeni Soğuk Savaş, bu ülkede hem milletçe hem de Türkiye’yi yönetenlerce yeterince görülebilmiş ve anlaşılabilmiş değildir. Düşman yanıbaşımızda, hemen güneyimizdedir. Düşman, Şeytanî İttifak’tır. Yapıp edeceklerini de açıkca söylemekten çekinmemektedir. Buna karşılık Türkiye, kendi içinde iktidar ve menfaat kavgası yapmaktadır. Tamahkarlık ve doymazlığın gözleri karartığı bir dönemi yaşamakta olduğumuzu söylemek abartı değildir.

“Kurt uzaklardan bakar, dalgın görürmüş merkebi;

Saldırırmış ansızın yaydan boşanmış ok gibi.

Lakin aşkolsun ki aldırmaz da otlarmış eşek;

Sanki tavşanmış gelen yahut kılıksız köstebek!

Kâr sayarmış bir tutam ot fazla olsun yutmayı...

Hasmı derken çullanmış yutmadan son lokmayı!

Bir hakikattır bu, şaşmaz, bildiğin üsluba sok:

Halimiz merkeple kurdun aynı asla farkı yok.” 3

Dünyevileşme, kurulan tuzakların görülmesine mani olmaktadır. Tamah, insanoğlunun en ciddi zaafı olup neredeyse bütün tuzaklar bunu eksene alıp kurulmaktadır. 

Baş Tuzakçı, En büyük Hilekâr Şeytan ve Dünyevileşme Tuzağı 

Bilemediğimiz, algılayamadığımız ve fakat varlığına iman ettiğimiz bir zaman ve uzayda cinlerden olan İblis ile insanlığın atası bir beşer olan Hz. Adem ve eşi arasında vuku bulan bir mücadele, insanoğlunun kaderinin şekillenmesine sebep olmuştur. Tevrat, İncil ve Kur’ân’da yaratılış olayı nispeten ayrıntılı olarak anlatılır. Bu ayrıntı bile konunun önemini gösterir. Olaylar zincirinde ortaya konulan, insanoğlunun bir hayat serüvenidir. Hayatımızın, başımıza gelebilecek olayların bir fotoğrafıdır. Olaylara bu çerçevede baktığımızda vuku bulan olayları, daha rahat değerlendirebilir ve yolumuzu aydınlatabilecek meşaleyi bulabiliriz.

Hz. Adem’le eşi Allah tarafından cennete yerleştirilmiş ve cennetteki yaşantıları ile ilgili her türlü hukuk belirlenip kendilerine bizzat Allah tarafından bildirilmiştir. Bir yasak ağaç hariç, geri kalan cennet nimetleri emirlerine verilmiştir. İblis’in tek düşmanları olduğu kendilerine belirtilerek ondan sakınmaları istenmiştir. Cennette kalmaları, yasak ağaçtan yememelerine bağlanmıştır.

Kur’ân ayetlerinden, yasak ağacın mahiyetinin Hz.Adem’le eşi tarafından bilinmediği ve fakat İblis tarafından bilindiği anlaşılmaktadır. İblis, ağacın mahiyeti hakkında Hz.Adem’le eşine yüzde yüz yanlış bilgi vererek insanoğlunun yapısında var olan tamahkârlık, doymazlık duygusunu aşırı bir şekilde tahrik edip onları kurduğu tuzağa düşürmüştür:

“(Allah): Ve ey Adem, sen ve eşin cennete yerleş. İkiniz de dilediğiniz yerden yiyin; ama şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa zalimlerden olursunuz.

Şeytan, kendilerinden 'örtülüp gizlenen çirkin yerlerini' açığa çıkarmak için onlara vesvese verdi ve dedi ki:

 “Rabbinizin size bu ağacı yasaklaması, yalnızca, sizin iki melek olmamanız veya ebedi yaşayanlardan kılınmamanız içindir.”

Ve: “Gerçekten ben size öğüt verenlerdenim” diye yemin de etti.

Böylece onları aldatarak düşürdü. Ağacı tattıkları anda ise, ayıp yerleri kendilerine beliriverdi ve üzerlerini cennet yapraklarından yamayıp-örtmeye başladılar.

(O zaman) Rableri kendilerine seslendi: “Ben sizi bu ağaçtan menetmemiş miydim? Ve şeytanın da sizin gerçekten apaçık bir düşmanınız olduğunu söylememiş miydim?”

(Allah) Dedi ki: “Kiminiz kiminize düşman olarak inin.

Ey Ademoğulları, şeytan, anne ve babanızın çirkin yerlerini kendilerine göstermek için, elbiselerini sıyırtarak, onları cennetten çıkardığı gibi sakın sizi de bir belaya uğratmasın. Çünkü o ve taraftarları, (kendilerini göremeyeceğiniz yerden) sizleri görmektedir. Biz gerçekten şeytanları, inanmayacakların dostları kıldık.”(7Araf 19-27)

“Ey Âdem! dedik, bu, hem senin için hem de eşin için büyük bir düşmandır.

Sakın sizi cennetten çıkarmasın; sonra yorulur, sıkıntı çekersin!

Şimdi burada senin için ne acıkmak vardır, ne de çıplak kalmak.

Yine burada sen, susuzluk çekmeyecek, sıcaktan da bunalmayacaksın.

Derken şeytan onun aklını karıştırıp "Ey Âdem! dedi, sana ebedilik ağacını ve sonu gelmez bir saltanatı göstereyim mi?"

Nihayet ondan yediler. Bunun üzerine kendilerine ayıp yerleri göründü.

Dedi ki: Birbirinize düşman olarak hepiniz oradan (cennetten) inin!

Artık benden size hidayet geldiğinde, kim benim hidayetime uyarsa o sapmaz ve bedbaht olmaz.”(20 Taha 116-123)

Ayetler İblis’in şahsında şeytanların düşünce mantığını açıklamaktadır. Yasak ağacın mahiyetini bildiği halde yüzde yüz çarpıtarak yalan söylemiştir. İnsan yapısında var olan duyguları aşırı bir şekilde tahrik etmiştir. Var olan konumdan gerçekleşmesi mümkün olmayan daha üst bir konum vaad etmiştir(7/20, 20/120). Bütün bunları dostluk ve Hz. Adem’le eşinin iyiliğini istediği için yaptığını söylemiştir(7/21).

Görülebileceği gibi Tuzak, Hile, Oyun, Pusu, Plan ve Aldatma kavramları ile Dünyevileşme ve Tamah arasında ilginç bir ilişki vardır. Bu kavramlar arasında belli farklılıklar vardır. Ancak burada hepsi, Tuzak kelimesi kapsamında ifade edilmektedir.

Tuzak Kurmak, Şeytan ve Taraftarlarının Daima Başvurduğu Bir Mücadele Aracıdır 

Hz. Adem’le İblis arasında vuku bulan bu mücadele, sadece o âna ve o mekana ait olmuş olsaydı üzerinde durmaya değmezdi. Oysa İblis, belli bir zamana kadar yaşamak için Allah’tan izin almış ve bu sürede insanoğluna savaş açacağını açıkca beyan etmiştir. Kur’ân-ı Kerim ve diğer kutsal kitapların tümü, şeytan ve onun yolundan gidenlerin Sırat-ı Müstakîm üzere olanlara açacakları mücadeleyi anlatarak insanları uyarmakta, onlara yol göstermektedirler. Nitekim Kur’ân, yaratılış olayındaki bu mücadeleden hareketle bunun yalnızca o zamana ve o mekana has bir özellik olmadığına, sürekli bir olgu olduğuna dikkat çeker. (Bkz:  7 Araf 27)

Kur’an, Müslümanlara tuzak kuranları/kuracak olanları şeytan ve şeytanın izinde gidenler olarak genel bir çerçeveye oturtur. Ancak şeytanın izinden gidenler grubunu değişik sûrelerde deşifre ederek daha ayrıntılı bir tuzak kuranlar listesi sunar bize. Bununla bizi eğitir, öğüt alıp gerekeni yapmamızı ister. Kur’ân’a göre, şeytanın yanı sıra;

- İnkar edenler(14/46, 16/127, 89/11-17, 52/42, 8/30, 35/10,43),

- Müşrikler (7/195, 11/55, 21/69,70, 37/98),

- Müstekbirler(34/33, 35/43),

- Zalimler(7/123),

- Refahtan şımarıp azanlar(10/21),

- Kitap ehli(3/54) de,  müslümanlara tuzak kurmak için hep bir gayretin içerisinde olmuşlar ve de olacaklardır.

 “Onlardan öncekiler de hileli-düzenler kurmuşlardı; fakat düzen kuruculuğun (tedbirlerin, karşılık vermelerin) tümü Allah'a aittir.”(13/42)

“Onlardan öncekiler, hileli düzenler kurmuşlardı da, Allah(ın azab emri) onların kurdukları yapıların temellerine geldi, böylece üstlerindeki tavan tepelerine çöktü; azab onlara şuurunda olmadıkları yerden gelmişti.” (16/26)

21. Asrın Büyük Şeytanı: Siyonizm

Şimdi sormamız gereken soru şudur: Günümüzün en büyük şeytanı kimdir? Baş şeytan bugün Siyonizm’dir. Onun kolluk kuvvetleri ABD, İsrail ve İngiltere’dir.

ABD-İsrail-İngiltere şeytanî ittifak grubu, özellikle 11 Eylül sonrasında İblis’in Hz. Adem’le eşine yalan söylemesi, gerçekleri çarpıtması gibi, olayları çarpıtıp insanlığa yalan söylemiş ve onları aldatmışdır. Hâlâ aldatmaya da devam etmektedirler. Afganistan ve Irak işgallerindeki gerekçelerinin hiçbiri doğru değildi ve sonuçta da iddialarının hiçbirini delillendirememişlerdir. Irak’ın geleceği konusunda da yalan söylemektedirler.

PKK konusunda da yalan söylemektedirler. Bir taraftan PKK’yı terörist ilan ederken diğer taraftan onları alıp eğitmiş, onlara her türlü lojistik desteği vermişlerdir.

Seçim öncesinde sınır ötesi operasyon tartışıldığı bir dönemde, ABD’de yapılan meşhur Hudson toplantısında Amerikalıların, PKK liderlerinin Türkiye’ye verilebileceğini açık bir şekilde beyan etmeleri, PKK üzerinde ne denli nüfuza sahip olduklarını göstermektedir. O gün sınır ötesi operasyonu geçersiz hale getirmek için yapılan teklif, bugün neden geçerli değildir? İşine geldiği için Abdullah Öcalan’ı paketleyip Türkiye’ye teslim eden ABD, niçin PKK liderlerini paketleyip Türkiye’ye teslim etmemektedir? Stratejik dost/ortak olmanın gereği böyle olması gerekmez mi?

Tehlikeli olan, bunları yapmamaları değildir.

Tehlikeli olan, bunların asıl niyetlerinin Türkiye tarafından okunamamış olmasıdır.

Tehlikeli olan, Şeytanî İttifaktan medet umulmuş olmasıdır.

Genişletilmiş Ortadoğu’ya ilişkin haritalarında Türkiye, bölünmüş olarak yer almaktadır. Kıbrıs’ta Annan Planı desteklenmiş olmasına karşılık ne ABD, ne AB, verdikleri sözleri tutmamışlar, KKTC’yi cezalandırmaya devam etmişlerdir. Bütün bunlar gözümüzün önünde cereyan etmektedir. Bunlar bizim nasıl dostumuz/stratejik ortağımız olabilir?

Biz Müslüman olarak kaldığımız sürece Batı bizi düşman olarak görmektedir. Uluslararası şartlar elverdiği sürece her türlü düşmanlığı yapmakta, göstermekte hiçbir sakınca görmemişlerdir, bundan sonra da görmeyeceklerdir.

Tehlikeli olan, onların düşmanlıkları değildir.

Tehlikeli olan, onlardan düşmanlığın beklenilmemiş olması; onların gerçekten içten dost kabul edilmesidir.

Tehlikeli olan, ülke içerisinde bulunan bazı insan unsurlarının onlarla her zaman işbirliği içerisine girebilmeleridir

Biz, onların yaptıklarına kızmıyoruz. Onlar kendileri açısından yapması gerekenleri yapıyorlar. Bizim kızgınlığımız, yıllarca bunları bu ülkenin insanlarına dost diye takdim edip kabul ettirmeye çalışan anlı şanlı siyaset erbabına ve devlet ricalinedir.

Bizim öfkemiz, bunların bütün bu ihanetlerine rağmen bunlarla görüşmeyi, fotoğraf çektirmeyi bir güç kazanmak olarak anlayan ve takdim edenleredir.

Bizim öfkemiz, soğuk savaş döneminde her şeyi ABD’ye ihale edip yan gelip uyuyanlaradır.

Bizim öfkemiz, MİT ve Özel Harp Dairesi gibi hayati kurumların maaşlarının doğrudan ABD tarafından verilmesine ses çıkarmayanlaradır.

Bizim öfkemiz, harp sanayiini kurmayıp ülkenin savunmasını şeytanın kolluk kuvveti olan NATO’ya havale edenleredir.

Bizim öfkemiz, özelleştirme adı altında ülkenin tüm stratejik alt yapısını uluslararası sermayeye verenleredir.

Bizim öfkemiz, parlamentoya girmeden önce seslendirdiği gerçekleri, parlamentoya girdikten sonra dile getirmeyen siyasetçileredir.

Parlamento dışı siyaset olarak görevimiz, bütün bu gerçekleri millete anlatıp, milleti bir bütün olarak 21. asrın şeytanlarının ve Firavunlarının karşısına dikmektir. Bunun için de şeytanın yolundan gidenlerin tuzak mantığını ve alışkanlıklarını millete anlatmak temel görevimizdir.

Refahtan Şımarıp Azanların Kurduğu Tuzak: ‘Halka Rağmen Halk İçin’

Türkiye, bünyesinde bir ana tezadı yüz yıldır yaşamaktadır. 1071’den beri savaş/mücadele halinde olduğu Batı dünyasının kültür ve medeniyet değerlerine dayanan bir sistem, Türkiye’de halka rağmen inşa edilip halka rağmen yaşatılmaya çalışılmaktadır. Mağlubiyetlerin oluşturduğu bir kompleksin etkisi ile Türkiye’yi yönetenler, Umran (Kültür ve Medeniyet) arayışını, yanlış Mecralara taşımış ve yanlış Pınarlardan beslenmeye çalışmışlardır. Bunun sonucunda batılı değerlere göre şekillenen sistemin ağırlık merkezi ile millî ve dînî değerlere göre şekillenen milletin ağırlık merkezi olmak üzere iki ağırlık merkezi ortaya çıkmıştır. Sistemin ağırlık merkezinde yer alan, refahtan şımarıp azan azınlık bir grub, yıllarca Batı ile işbirliği halinde milletin ensesinde boza pişirerek Türkiye’yi bu hale getirmişlerdir. Ekonomiyi, harsı ve nesli yok etmek için ellerinden gelen tüm gayreti göstermişlerdir:

İnsanlardan öylesi de vardır ki, dünya hayatına ilişkin sözleri senin hoşuna gider ve kalbindekine rağmen Allah'ı şahid getirir; oysa o azılı bir düşmandır.

O, iş başına geçti mi (ya da sırtını çevrip gitti mi) yeryüzünde fesad çıkarmaya, ekini ve nesli helak etmeye çaba harcar. Allah ise, fesadı (bozgunculuğu ve kışkırtıcılığı) sevmez. ”(2Bakara 204-206)

Halka yabancılaşmış, işbirlikçi, zalim, mütekebbir ve müstekbir bu insan unsurunun, bu ülkenin helak olmasına sebebiyet verecek tahribatlarına mani olmaz isek ilahi sünnet tecelli edecek ve bu ülke helaka doğru sürüklenecektir:

“Biz, bir ülkeyi helak etmek istediğimiz zaman, onun 'varlık ve güç sahibi önde gelenlerine' emrederiz, böylelikle onlar onda bozgunculuk çıkarırlar. Artık onun üzerine söz hak olur da, onu kökünden darmadağın ederiz.”(17 İsra 16)

Kin, nefret ve düşmanlık üzerine kurulu bir sistem, hantallaşmış, çalıştırılamaz,

işletilemez bir hale gelmiştir. Başlangıçta millet için bir tuzak iken şimdi bizzat savunucularının ayağına dolanıp onlar için de bir tuzak olmuştur:

“(Hem de) Bu nefretlerinin sebebi yeryüzünde büyüklük taslayarak ve kötülüğü tasarlayıp düzenlenlemeleridir. Oysa hileli-düzen, kendi sahibinden başkasını sarıp-kuşatmaz. Artık onlar öncekilerin sünnetinden başkasını mı gözlemektedirler? Sen, Allah'ın sünnetinde kesinlikle bir değişiklik bulamazsın ve sen, Allah'ın sünnetinde kesinlikle bir dönüşüm de bulamazsın.” (35/43)

Böylece biz, her ülkenin önde gelenlerini -orada hileli-düzenler kursunlar diye- oranın suçlu-günahkârları kıldık. Oysa onlar, hileli-düzeni ancak kendilerine kurarlar da bunun şuuruna varmazlar.

Bu, suçlu-günahkârlara, kurdukları hileli-düzenleri nedeniyle şiddetli bir azab ve Allah katında bir küçüklük isabet edecektir.” (6/123-124)

Sonuç: Kardeş Kavgası Tuzağına Düşmemek İçin Allah’ın İpine Sarılmak

Gelinen bu nokta önemlidir. Bu sistemden milletin kahir ekseriyetinin şikayetçi olması, bu ülkeyi seven herkes tarafından iyi değerlendirilmelidir. Toplumun tüm katmanlarını kucaklayacak bir anayasa hazırlanması için gerekli hassasiyet gösterilmelidir. Bu dönemde anayasa taslağı hazırlanır mı tarzında yapılacak telkinler, milletin gerçekten iktidar olmasını engelleyeceği gibi, bir sosyal barışın yapılmasına da mani olacaktır. Yeni bir anayasa, yeni bir sosyal mukavele ve barış demektir. Bu yeni sosyal mukavelenin özü, adalete dayanmalıdır. Unutulmaması gereken gerçek, adalet yoksa barışın da olmayacağıdır.

Bu ülkenin helaki, içine sürüklenmeye çalışıldığı kardeş kavgasıdır. Kardeşi kardeşe düşman etmeye çalışmışlardır, çalışmaktadırlar, çalışacaklardır. Laik-Anti laik, Alevi- Sünni ve Türk-Kürt geriliminin arkasında refahtan şımarıp azan bir zümre vardır. Bunlar, ‘Böl-Parçala-Yönet’ mantığıyla hareket eden, refahtan şımarıp azan Batı işbirlikçisi bir tufeyli takımıdır. Firavunî bir zihniyetin müntesipleridirler:

“Gerçek şu ki, Firavun yeryüzünde (Mısır'da) büyüklenmiş ve oranın halkını birtakım fırkalara ayırıp bölmüştü; onlardan bir bölümünü güçten düşürüyor, erkek çocuklarını boğazlayıp kadınlarını diri bırakıyordu. Çünkü o, bozgunculardandı.”(28/4)

Şeytanî İttifak, yıllarca uyguladıkları politikalarla Türkiye’de ektikleri nifak tohumlarından fayda ummakta kardeşi kardeşe kırdırmaya çalışmaktadırlar:

Graham Fuller: “Kürtlerin bu üç ülkede girişeceği özerklik, ardından gelebilecek bağımsızlık ve hatta birlik arayışları bölgeyi istikrarsız kılacaktır. Böyle bir eğilim artık en azından Irak’ta önüne geçilmez bir hal almıştır. Sadece zaman, bölgesel olaylar ve izlenilecek politikalar bu sorunun cevabını verebilecektir… Eğer Ankara bu süreci durdurmaya çalışırsa ortaya çıkacak sonuç tehlikeli ve masraflı olabilir. Böyle bir deneme sadece Türkiye’nin önemli bir parçasını kaybetmesine yol açmayıp, kaçınılmaz olarak Türkiye’nin diğer bölgelerine dağılmış Kürt topluluğunun da istikrarsızlığına sebep olacaktır. Kürt sorunu, Türkiye’nin gelecekteki istikrarı, bölgedeki rolü ve Batı ve ABD ilişkileri için büyük önem taşımaktadır”.4

Eski CIA ajanının söylediği şudur: Türkiye’yi bir Kürt-Türk iç savaşı içerisine sokarız. Tuzak buysa, oyun buysa; yapılacak olan Türk-Kürt kardeşliğini bozacak, her türlü yanlış söylem ve uygulamalardan kaçınmaktır. Sokak hareketlerine, taşkınlıklara sebebiyet verilmemelidir. Sonuca kan dökerek değil kalpleri feth ederek gidilmelidir.

Bu ülkenin çimentosu İslam’dır. Bu topraklar 1071’den bu yana İslam’la yoğrulmuştur. Unutulmasın ki bu topraklarda bu iki halkın kanları birbirine karışmıştır. Bu toprakları kanlarıyla beslemişlerdir. Baba bir tarafta anne bir taraftadır. Dede/nine bir tarafta torun bir taraftadır. Dayı/amca bir tarafta yeğen bir taraftadır. Hala/teyze bir tarafta yeğen bir taraftadır. Dayı bir tarafta amca bir taraftadır. Onun için bu iki halk etle kemik gibidir. Refahtan şımarıp azanların oyununa gelinmezse böyle bir iç çatışma olmaz. Ancak problemler, öncelikle çözülmeli, kalplerdeki kırgınlıklar tedavi edilmelidir.

İçimizdeki zalimlerin, işbirlikçilerin ve beyinsizlerin yaptıkları zulümlerden, uyguladıkları yanlış politikalardan dolayı kalplerde meydana gelen savrulma ancak ve ancak İslam’la, Kur’ân’la tedavi edilebilir:

Allah'ın ipine hepiniz sımsıkı yapışın. Dağılıp ayrılmayın. Ve Allah'ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O, kalplerinizin arasını uzlaştırıp-ısındırdı ve siz O'nun nimetiyle kardeşler olarak sabahladınız. Yine siz, tam ateş çukurunun kıyısındayken, oradan sizi kurtardı. Umulur ki hidayete erersiniz diye, Allah, size ayetlerini işte böyle açıklar.”(3 Ali İmran 103)

“Ey iman edenler, bir toplulukla karşı karşıya geldiğiniz zaman, dayanıklık gösterin ve Allah'ı çokça zikredin. Umulur ki kurtuluş (felah) bulursunuz.

Allah'a ve Resulüne itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin, çözülüp yılgınlaşırsınız, gücünüz, devletiniz gider. Sabredin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle beraberdir.”(8/45,46)

Bu ülkenin insanlarının kalpleri, Kur’ân Pınarı ile yıkanarak arındırılmalıdır. Kalplerdeki bütün kirler temizlenmelidir.

Çünkü Kur’ân şifadır:

“Ey insanlar, Rabbinizden size bir öğüt, sinelerde olana bir şifa ve mü'minler için bir hidayet ve rahmet geldi.”(10/57)

Kur'an'dan mü'minler için şifa ve rahmet olan şeyleri indirmekteyiz. Oysa o, zalimlere kayıplardan başkasını arttırmaz.”(17/82)

“De ki:’O, iman edenler için bir hidayet ve bir şifadır. İman etmeyenlerin ise kulaklarında bir ağırlık vardır ve o (Kur'an), onlara karşı bir körlüktür. İşte onlara (sanki) uzak bir yerden seslenilir.’”(41/44)

Çünkü Kur’ân yol gösterendir:

Allah, rızasına uyanları bununla kurtuluş yollarına ulaştır ve onları kendi izniyle karanlıklardan nura çıkarır. Onları dosdoğru yola yöneltip-iletir.”(5/16)

Böyle bir yol göstericinin Pınarında arınarak Şeytanî İttifakın kurduğu ve kuracağı tüm tuzaklar paramparça edilebilir:

Çünkü, bütün tuzaklar Allah’a aittir (13 Rad 42).

Çünkü, Allah’ın tuzağı daha süratlidir (10 Yunus 21).

Çünkü, Allah’ın tuzağı en iyisi, en hayırlısıdır (8 Enfal 30; 3 Ali İmran 54)

Çünkü, Allah’ın tuzağı en etkin ve sağlam olanıdır (7 Araf 183; 68 Kalem 45).

Çünkü, Allah tuzağa tuzakla cevap verir (8 Enfal 30; 3 Ali İmran 54; 14 İbrahim 46).

Çünkü, Allah kafirlerin tuzağını bozar, alt üst eder ve İman edenleri korur (8 Enfal 18; 3 Ali İmran 54; 35 Fatır 10, 43, 44; 40 Mümin 45; 27 Neml 50,51; 86 Tarık 11-17; 105 Fil 2).

Çünkü, Melekler kurulan tuzakları yazmaktadırlar (10 Yunus 21).

Bunun için bu ülkenin gerçek sahibi ve hakimi olarak milletin iktidarı önündeki tüm engeller kaldırılmalıdır. Yeni anayasa buna göre şekillenmelidir.

Milleti bu ülkede gerçek anlamda muktedir yapıp topyekün bir mücadeleye katılmasını sağlamak, 21. asrın Firavunlarının karşısına çıkarabilmek tek çözüm ve tek çıkar yoldur.

Ancak bu durumda, Şeytanî İttifakın kurduğu tuzaklardan kaygı duyulmaz (16 Nahl 127; 27 Neml 70).

Ancak bu durumda, Şeytanî İttifakın tuzakları boşa çıkar (40 Mümin 25).

Ancak bu durumda, Şeytanî İttifak kendi tuzağına düşer (52 Tur 42).

Ancak bu durumda, kötü niyetle tuzak kuranların tuzakları boşa çıkar/bozulur (35 Fatır 10; 40 Mümin 25,36,37).

Ancak bu durumda, Zalimlerin tuzağı boşa çıkar (40 Mümin 36,37).

Ancak bu durumda, tuzak kurmak isteyenler hüsrana uğrar (21 Enbiya 70; 37 Saffat 98).

Hedef, Büyük Güçlü Gerçekten Tam Bağımsız Türkiye’dir.

Hedef, Milletin Birliği’dir.

Hedef, Ümmetin Birliği’dir.

Kaynaklar

1- Vatandaş A., Armagedon, Türkiye İsrail Gizli Savaşı, Timaş Yayınları İstanbul, (1997) S: 31

2- Vatandaş A., Age. S:69

3- Ersoy,M. A., Safahat, S: 311

4- Vatandaş A., Age., S: 84

ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI HİBRİT SAVAŞLAR DÜZLEMİNDE BÖLGESEL EKSENDE BAŞLATILMIŞTIR

(Umran Dergisi)   “Eğer Hakk, onların hevalarına (istek ve tutku) uyacak olsaydı, hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herke...