1 Kasım 2007 Perşembe

Ey İman Edenler Allah'ın İpine Sarılın

 (Umran Dergisi

“Kim izzeti istiyorsa, artık bütün izzet Allah'ındır. Güzel söz O'na yükselir, salih amel de onu yükseltir. Kötülükleri tasarlayıp düzenleyenler ise; onlar için şiddetli bir azab vardır. Onların tasarladıkları 'boşa çıkıp bozulur'.” (35/10)

Çekişmeli, Kadife Darbeli bir seçim süreci sonunda, %47’lik bir oranla ‘mahalleli’ler(!) ya da, ‘kovuğundan çıkanlar’(!) bir kez daha iktidara geldiler. “Öteki” diye isimlendirilen, varlıkları dahi kabul edilmeyen, aşağılanan, horlanan, parya muamelesi yapılan; bazen ‘ağzı çorba kokanlar’, bazen ‘kuyruklar, çarıklılar’, bazen ‘Memolar, Hasolar’, bazen ‘varoştakiler’ bazen de ‘mahalleli’ ve ‘kovuğundan çıkanlar’ diye nitelendirilen, bu ülkenin çilesini çekip de sefasını süremeyen bir halkın iktidara gelişiydi bu.

Peki bu iktidara geliş, halkın temsilcilerinin muktedir oldukları/olacakları anlamına gelir mi? Bu iktidara geliş, bugüne kadar sürüp giden iktidar mücadelesinin bittiği şeklinde mi anlaşılmalı? Seçimlerin hemen ertesinde her şey toz pembe, her şey güllük gülistanlık gözükmekteydi. Sanki halk, gerçekten iktidar olmuştu. Tam bir rehavet etrafa yayılmıştı...

Seçim öncesinde Rusya-İran-Çin eksenli bir kadife darbeye karşı batı eksenli bir kadife darbe gerçekleştirilip AKP desteklenmiştir. (1971’deki) 9 Mart’a karşı 12 Mart’tır olan. AKP’nin %47 oy oranı, bu çekişmenin getirdiği bir seri manipülasyonun doğal sonucuydu. AKP etrafında şekillenen batılı ittifak, halkın iktidarını istemiyordu. AKP’ye verilen destek, Türkiye’nin eksen değiştirmemesi içindi; halkın gerçekten iktidar olması için değil. Nitekim seçimden sonra İsrail, ABD, AB ve bunların iç müttefikleri, isteklerinin AKP tarafından yerine getirilmesi için yoğun baskı uyguladılar. Bunları geçen sayıda ayrıntısıyla inceledik. Burada ise Şeytanî İttifakın tuzak mantığı üzerinde durulacaktır.

Yeni Bir Kaos Dönemi 

AKP’nin %47’lik ikinci hükümet dönemi, bir ittifakın ürünüydü. Tarafların herbirinin AKP’den ayrı bir beklentisi vardı. Bir tarafta milletin istekleri, diğer tarafta batı ve batı işbirlikçilerinin istekleri vardı. Ve bu istekler birbirine zıttı.

Millet %47’lik oyun hakkını istemekteydi; önüne konan tüm engellerin kaldırılmasını ve bu ülkenin gerçek sahibinin kendisi olduğunun tescil edilmesini beklemekteydi. Bu açıdan yeni bir anayasa, milletle yapılacak yeni bir sosyal mukavele olacaktı. Devlet-millet ikilemi ortadan kaldırılacaktı. Milletin emrinde bir devlet yapısı ortaya konacaktı. Bunun için de anayasa değişikliği çok önemliydi.

ABD, AB, İsrail, uluslararası sermaye ve bunların yerli işbirlikçileri, Genişletilmiş Ortadoğu Projesinin hayata geçirilmesini ve AB ile entegrasyonun sağlanmasını, ülkenin tüm imkanlarının Batı’ya peşkeş çekilmesini ve Müslüman bir milletin yeniden formatlanmasını istemektedir. Burns, TÜSİAD, TİSK, YÖK tarafından bu istekler gündeme taşınmış, bir gerilim ortamı meydana getirilmiştir. Anayasa tartışmalarının derhal gündemden kaldırılması istenmiştir.

Bu aşamada önemli ve ilginç olan, seçim öncesinde AKP ile ittifak içerisine giren Batı bloğunun, bu yeni süreçte Rusya–İran-Çin eksenindekilerle işbirliği içerisine girmiş olmasıdır. Seçim öncesinde kartel medyası, askeri yıpratmak için yoğun bir kampanya yürütürken; seçim sonrasında yeni bir anayasa hazırlanması ile ilgili başlatılan tartışma sürecinde, askeri siyasetin merkezine çekmeyi hedef alan seçim öncesiyle taban tabana zıt bir kampanya başlatmıştır.

Geçen sayıda ayrıntılı incelediğimiz Burns’un Atlantik Konseyi’nde yaptığı konuşma üzerinde burada duracak değiliz. Ancak Burns’un ‘ilişkilerdeki merkezi unsurlar’ diye bahsettiği noktaların hatırlanmasında fayda var:

         ‘Dış politikada daha büyük sorumluluklar üstlenmeniz lazım.’

          ‘Türkiye, bizim Geniş Ortadoğu’daki çıkarlarımız için kritik önemdedir.’

         ‘Ortadoğu, bizim ulusal güvenlik çıkarlarımız için dünyada en hayatî bölgedir.’

         ‘İran ile iş yapmanın zamanı değildir.’

         ‘Türkiye Ermenistan ile ilişkilerini normalleştirmeli, sınırı açmalıdır.’

         ‘Ekonomik ve siyasi reformlar devam etmeli, TCK 301. Madde kaldırılmalıdır.’

         ‘Heybeliada Ruhban Okulu açılmalıdır.’

         ‘Fener Rum Patriği Ekümenik olarak tanınmalıdır.’

Hükümet ricaliyle yaptığı görüşmelerde bunlardan farklı bir şeyler isteyip istemediğini bilmiyoruz. İsteklerine Türkiye’nin ne cevap verdiğini de bilmiyoruz. Ancak Burns Türkiye’ye gelmeden önce başlayan gerilimin, gelip gittikten sonra daha da tırmandığına dikkat çekmliyiz. PKK tarafından yapıldığı söylenen toplu katliamlar birden bire yaygınlaşmıştır:

12 sivil toplu halde öldürülmüştür.

Askeri birlik pusuya düşürülerek 13 dağ komandosu geride hiçbir iz bırakmayacak tarzda öldürülmüştür.

  Bu iki olayın ardından sınır ötesi operasyon için parlamentodan Tezkere geçirilmiştir.

Tezkerenin ardından Hakkari’de bir dağ komando birliği pusuya düşürülerek 12 asker öldürülmüş, 17 tanesi yaralanmış ve 8 tanesi kayıptır.

Hakkari’de bir minibüs mayına çarpmış 10 sivil yaralanmıştır.

Silahsız sivillerin öldürülmesi kolaydır. Ancak bu iş için eğitilmiş komando birliğinin, her seferinde bu kadar büyük zayiat vermesi normal değildir, anormaldir. Öyleyse bu askerler böylesi bir pusuya nasıl düşürülmüşlerdir? PKK bu işte yalnız mıdır? Ya da bu işi bizzat PKK mı yapmıştır? Yoksa PKK adına başkaları mı yapmıştır?

Bu noktada dört ihtimalden bahsedilebilir:

• Bu, bir derin devlet operasyonudur. Amacı;

- Güneydoğu’da olağanüstü hal ilan ettirmek ve sınır ötesi operasyon yapmak.

- Hükümeti, işlevsiz hale getirip anayasa çalışmalarını engellemek.

- Askeri, siyasetin merkezine getirip yerleştirmek.

  Bu, PKK’nın tek başına yaptığı bir operasyondur. Amacı;

- Türkiye’de iç savaş başlatmak.

- Yeni taraftar kitle kazanmak.

  Bu, ABD+İsrail+PKK operasyonudur. Amacı;

- Türkiye’yi istikrarsızlığa sokmak,

- Askeri zayıflatmak,

- Derin devlet işi görüntüsü vererek devleti/askeri yıpratmak,

- İç savaş çıkarmak,

- Kürt halkına baskı uygulanmasını sağlayarak ayrılıkçı unsurları kuvvetlendirmek,

- Burns’un ifade ettiği ‘ilişkilerdeki merkezi unsurları’ Hükümetin/Devletin kabul etmesini sağlamak,

- Büyük İsrail ve Kürdistan projelerine Türkiye’nin karşı çıkmasını engellemek.

- Gizli bir anlaşma yapılmışsa bu yolla Türkiye’nin Ortadoğu’ya girmesine meşruiyet kazandırmak.

• Bir başka ihtimal de, yukarıdaki üç gücün menfaatlerinin kesiştiği bir arakesit meydana gelmiş olmasıdır.

Bunların hangisidir sorusu, ancak sağlam bir istihbarata dayanarak cevaplandırılabilir. Bununla birlikte bazı değerlendirmeler yapmak mümkündür. Birinci ihtimal, geçmişi göz önüne alarak değerlendirme yapıldığında, ancak ABD ile işbirliği içerisinde gerçekleşebilir. Aksi taktirde ABD ve İsrail istihbaratının bunu deşifre etme ihtimali mevcuttur. Eğer ABD ve İsrail, Türkiye’nin Irak’a girmesini istemiyorlarsa, gizli bir anlaşma yapılmamışsa, böyle bir operasyonun riskini derin devlet denilen mekanizmanın üstlenmesi mümkün değildir. Son yıllarda halkla arasındaki mesafe gittikçe derinleşen bir devletin, bir ordunun halktan kendisini daha da koparacak ve Ortadoğu cehenneminde yalnızlaştıracak bir operasyonu yapması akıl ve mantık işi olarak görülmemektedir. Bununla beraber ABD ve İsrail ile işbirliği içerisinde olan bir devlet ricali mevcut olabilir:

“PKK’yı dağda değil burada ara. Ankara’da... Bu sözün ne anlama geldiğini bir gün anlayacaksın..”

Bu sözün anlamını uzun süre anlayamadım. Ta ki Hanefi Avcı’nın 32. Gün programında “devlet içerisinde bir grubun Apo ile işbirliği içerisinde olduğunu” söyleyene kadar...” 1

En güçlü ihtimal ABD, İsrail ve PKK’nın bu operasyonları birlikte gerçekleştirdikleridir. Eğer akıllı ve güçlü bir hamle milletçe yapılmazsa, bu operasyonlar amacına ulaşacak, bir Kürt ve Türk düşmanlığı yaygınlaşacaktır. Asıl istenen de budur. Kurulan tuzak bununla ilişkilidir. Ülke olarak, millet olarak ve ümmet olarak yeni bir tuzağa doğru sürüklenmekteyiz.

Bu sorun, sadece askeri tedbirlerle çözülebilecek bir sorun değildir. Bu sorun, bu coğrafyada Türk’üyle, Kürd’üyle, Laz’ıyla, Çerkez’iyle, Arab’ıyla, Fars’ıyla, Arnavut’uyla millet olarak ve ümmet olarak var olup olmama sorunudur. Çünkü 21. asrın haçlı seferleri ile karşı karşıyayız. Soruna, bu geniş pencereden bakılmadıkça, getirilecek olan bütün çözümler, palyatif, geçici ve sonuçsuz olacaktır. Büyük fotoğrafı, büyük kavgayı, büyük tehlikeyi ve büyük düşmanı görmek asıl olmalıdır.

Bugün şu sorgulamanın yapılması gerekir:

         Türkiye 23 yıldır düşük yoğunluklu bir savaşı kime karşı yürütmektedir?

         23 yıldır bu savaşı tek başına yürüten PKK mıdır?

         Kimdir PKK?

         PKK’yı doğuran ve besleyen koşullar nelerdir?

         Bu koşulların sürüp gitmesinde kimlerin menfaati vardır?

         PKK’yı besleyen koşullar niçin ortadan kaldırılmamaktadır?

Gerçekten de bugün Türkiye kim ile savaşmaktadır? Irkçı, ayrılıkçı bir örgütle mi, yoksa Büyük Ortadoğu, Büyük İsrail ve Büyük Ermenistan projeleri için onu bir maşa olarak kullanan ABD-İsrail-İngiltere şeytan ittifakı ile mi?

Bugün Türkiye, salt PKK ile değil bu ülkeler ile savaşmaktadır:

“Güneydoğu’da görev yapan subaylarımız PKK’nın Kuzey Irak kamplarında bizzat Amerikalı ve İsrailli uzmanların askeri eğitim yaptırdıklarını açıklıyor, hatta bombalanan kamplara girildiğinde, bunlardan bir kısmının cesetlerine rastladıklarını da ekliyorlardı. Çekiç Güç’ün Türkiye içindeki PKK yuvalarına olan malzeme yardımları ya İncirlik’ten kaldırılan C-130 uçakları vasıtasıyla paraşütle atılıyor ya da yine aynı meydandan veya Diyarbakır’dan kaldırılan helikopterlerle ulaştırılıyordu. En sarp dağ tepelerinde ele geçirilen ve ‘Buralara kadar nasıl taşımışlar’ diye herkesi hayrette bırakan ağır silahların sırrı buradaydı. Bizim sevgili müttefiklerimiz bunları PKK’nın ayağına kadar getiriyorlardı.”2

Bugün PKK, Genişletilmiş Ortadoğu, Büyük İsrail, Büyük Ermenistan projelerinin ortak kod adıdır. Bu kod, Türkiye tarafından çözülerek bu millete ve ümmete anlatılmalıdır. Olayı, PKK ve terör olayı olarak algılamak, isimlendirmek, yorumlamak ve sunmak, Şeytan ittifakının kurduğu tuzağın ağlarına takılmak olur. Bu tuzak/oyun ifşa edilip bozulmaz ise daha çok kan dökülecek, kin ve nifak tohumları daha geniş toplum kesimine yayılacaktır.

Millet Daldığı Rehavet ve Uykudan Uyandırılmalıdır

Türkiye’de Parlamento içi siyaset, milletten 4 ya da 5 yılda bir rey verip kurtulmasını istemekte, başka bir işe karışmasını istememektedir. Millet yıllarca bu şekilde uyutularak aktif siyasetin dışına itilmiştir. Bu anlayışın ve alışkanlığın doğal sonucu olarak AKP %47 ile iktidara gelince, başta AKP kadroları olmak üzere dini hassasiyeti olan toplumun değişik kesimlerinde aşırı bir rehavet meydana gelmiş, dünyevileşme eğilimleri artmıştır.

Şüphesiz ki %47 oy almak çok önemli bir olaydır. Bu asla küçümsenmemelidir. Ancak bu gereğinden fazla da önemsenmemeli, abartılmamalıdır. Her türlü meselenin hal olduğu anlamına gelmemelidir. Bu nedenle milletçe unutmamamız gereken en temel şey; her şey süt liman, her şey toz pembe, her yer güllük gülistanlık değildir. 24 saat içerisinde bir ülkenin nasıl gerilime sokulabildiği konusunda yeterince tecrübeye sahibiz. Unutulmasın ki mücadele, bütün sertliği ile devam etmektedir. Rehavete dalanların, rüya görenlerin, uykularından bir an önce uyanmalarında yarar vardır.

Değerler Arası Mücadele 

Seçimle beraber yaşanan durum, geçici bir haldi. Bunu sürekli sanmak en büyük hata olmuştur. Değer sistemleri arasındaki mücadele süreklidir, sınırsızdır ve de topyekündür. Barış dönemleri, mücadelenin kesintiye uğradığı dönemler olmaktan ziyade gelecek mücadeleler için bir hazırlık dönemi olmalıdır:

Hz.Muhammed (s.):

“Ey insanlar! Sizler sulh ve sükunet devrindesiniz. Zaman süratle ilerliyor. Görüyorsunuz gece ve gündüz her yeniyi eskitiyor. her uzağı yakınlaştırıyor, her va’di gerçekleştiriyor. Öyleyse, gelecekteki mücadeleler için hazırlanın. (Sulh ise) yakında miadı dolacak olan bir hazırlanma devresidir. karanlık geceler gibi işler karıştığı zaman Kur’an-ı kerim’e sarılınız. Çünkü o, şefaat eden ve şefaati kabul edilendir. Kendisine uymayanların yenilmeyen hasmıdır”.

Değerler arası mücadele, Hz. Adem’le İblis arasında Cennet’te başlayıp kıyamete kadar sürüp gidecek bir mücadeledir. Bunu biz İblis’in yemininde ve Allah’ın İblis’e yaptığı hitapta görmekteyiz:

“Dedi ki: “Madem öyle, beni azdırdığından dolayı onları saptırmak için

Mutlaka senin dosdoğru yolunda pusu kurup oturacağım.

Sonra da onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından kendilerine sokulacağım. Onların çoğunu şükrediciler bulmayacaksın.”(7/ Araf 16)

 “Allah onu (şeytanı) lânetlemiş; o da: "Yemin ederim ki, kullarından belli bir pay edineceğim" demiştir.

"Onları mutlaka saptıracağım, muhakkak onları boş kuruntulara boğacağım, kesinlikle onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar (putlar için nişanlayacaklar), şüphesiz onlara emredeceğim de Allah'ın yarattığını değiştirecekler" (dedi). Kim Allah'ı bırakır da şeytanı dost edinirse elbette apaçık bir ziyana düşmüştür”. (4 Nisa 118-119)

Allah, şeytanın ve onun yolundan gidenlerin mücadele mantığını ve kullanacağı vasıtaları da ifşa etmekte ve bu mücadelenin, sınırsız ve topyekün özellikte olduğuna dikkat çekmektedir:

“Onlardan güç yetirdiklerini sesinle sarsıntıya uğrat, atlıların ve yayalarınla onların üstüne yaygarayı kopar, mallarda ve çocuklarda onlara ortak ol ve onlara çeşitli vaadlerde bulun.” Şeytan, onlara aldatmadan başka bir şey vaat etmez.(17 İsra 64)

İnsanlığın kaderi, Hz. Adem’le İblis arasındaki mücadele ile belirlenmiş ve şekillenmiştir. Bunun sonucunda;

         İki değer sistemi: Hak - Batıl, Hidayet - Dalalet

         İki yol: Sıratı müstakim - Şeytanın Yolu

          İki rehber: Allah+Peygamber+Mü’minler - Şeytan+Tağut

         İki kimlik: İman edenler - İnkar edenler

         İki Sistem: Vahye Dayalı - Hevaya Dayalı

         İki hedef: Cennet - Cehennem

meydana gelmiştir.

İşte bu değerler arası mücadele anlaşılmadan, dünyada sürüp giden olayları algılamak, anlamak ve kavramak mümkün değildir. Evrensellik iddiasındaki her değer sistemi, dünyaya hakim olmak ister. Değerler sistemi mutlak hak olduğu inancı ile inhisarcıdır. Aralarında sınırsız ve topyekün bir mücadele vardır. Bu değerlerin temel kanuniyetidir. Bu değerler arası mücadelenin ‘Tunç Yasası’dır. Hz. Muhammed’in sulh ve sükunet dönemlerini, gelecek mücadeleler için bir hazırlık dönemi olarak vasıflandırması bundandır.

Bugün gerçekten bir tehlike var mıdır? Varsa niçin bazıları tarafından görülememektedir?

Bu sorunun cevabını bulmada kolaylık sağlaması açısından tarihte vuku bulan bir olayı hatırlamakta fayda vardır.

Tarihten Bir Ders: Uhud Savaşı ya da Tehlikeyi Görememek

Uhud Savaşı, İslâm tarihinde Bedir’den sonra yapılan ikinci önemli savaştır. Savaş öncesi, savaş esnası ve savaş sonrası vuku bulan olaylar, tarih boyu hep ders alınması gereken özelliktedir.

Hz. Peygamber Uhud dağındaki geçite 40 okçu yerleştirmiş ve demiştir ki:

“Benden size ikinci bir emir gelinceye kadar biz savaşı kazansak da kaybetsek de bulunduğunuz yerden ayrılmayacaksınız!”

Geçidin bir tarafında 40 Müslüman okçu, diğer tarafında Halit bin Velit’in kumandasında 200 kişilik müşrik süvari birliği vardır ve bu 40 okçu, Müslümanları arkadan vurmak isteyen Halit bin Velit’i durdurmuştur. Başlangıçta İslam ordusu savaşı kazanmıştır. Müşrik ordusu, panik halinde kaçmaktadır. Müslüman savaşçılar, harp meydanında ganimet toplamaya başlamışlardır. Savaşın kazanıldığını ve ganimetin toplandığını gören geçitteki okçulardan büyük bir kısmı, ganimetten paylarını almak için komutanlarının emrini dinlemeyip, görev bölgelerini terk etmiştir. Geçitin ötesinde sabırla bekleyen Halit bin Velit, süvari birliği ile geçite saldırır, 10 okçuyu öldürerek ganimet toplamaya dalmış olan İslam ordusunu arkadan vurur. Bu haberin duyulması ile kaçan düşman ordusu geri döner. Müslümanlar iki ateş arasında kalırlar ve dağa çekilerek büyük bir kayıp vermekten kurtulurlar.

Kazanılmış bir savaş, ganimetten pay kapma duygusuna kurban edilerek kaybedilir. Nasıl olmuştur da geçitin diğer tarafında süvarileri ile bekleyen Halit bin Velid görülemez olmuştur? Bakmakla görmek niçin o anda birden faklılaşmış; görünenler görülmez olmuştur? Niçin emir unutulmuştur?

Görevi terk eden bu insanlar, Muhacir veya Ensar’dı. Her ikisi de İslam davası için dünyayı gözlerinde ve gönüllerinde sıfırlamışlar; yalnızca Allah’ın davası için seferber olmuşlardı. Muhacirler, mallarını, mülklerini, her şeylerini Mekke’de bırakarak Medine’ye göç etmişti. Ensar ise göç eden bu mü’min kardeşlerine kucak açmış, herşeylerini onlarla paylaşmıştı. Bir dava için dünyaya ve dünya nimetlerine başkaldırmış, tavır koymuşlardı.

(Fakat Uhud günü) Samimi olmak yetmemişti. Geçidin diğer tarafına bakıyorlar, fakat orada tam karşılarında duran düşman süvari birliğini göremiyorlardı.

Neden o ana kadar kendi değerleri için mücadele verenler, şahsi menfaat elde etme kaygısına düştüler?

Nasıl oldu da dünya tamahı baskın geldi, emir unutuldu ve gözlere perde indi?

Aşağıdaki ayetlerde bunun cevabını bulabilmekteyiz:

“Eğer bir yara aldıysanız, o kavme de benzeri bir yara değmiştir. O günleri, biz onları insanlar arasında tedavül ettirip dururuz.

Bu, Allah’ın iman edenleri belirtip ayırması ve sizden şahitler edinmesi içindir. Yine bu Allah’ın, iman edenleri arındırması ve küfre sapanları yok etmesi içindir.

Yoksa siz, Allah içinizden cihad edenleri belirtip, ayırdetmeden ve sabredenleri de belirtip ayırtetmeden cennete girivereceğinizi mi sandınız?” (3 âli İmran 140-142)

Bunu Allah sinelerinizdekini denemek ve kalplerinizdekini arındırmak için yaptı, Allah, sinelerin özünde saklı duranı bilendir” (3 Ali İmran 154)

“İki misline uğrattığınız bir musibet size isabet edince mi: “Bu nereden?” dediniz? De ki: ?Bu belâyı kendi başınıza siz getirdiniz.”

Bu Allah’ın müminleri ayırdetmesi; münafıklık yapanları da belirtmesi içindi…” (3 âli İmran, 165-167)

Uhut savaşının bu şekildeki seyrinde insanlığın bir fotoğrafı vardır. İnsanın temel bir zaafının dışa vurumu söz konusudur. O da dünya tamahıdır. Dünyevileşmedir. (Bu ayrı bir yazı konusudur. Burada üzerinde durulmayacaktır.) Bunun için Allah, yukarıdaki ayetlerde 5 kez arınmadan bahsetmektedir. Müslümanların, münafıklardan ve kalbinde hastalık olanlardan arınarak iktidar olması istenmektedir. Ancak böylesi bir arınma hareketi ile, adaleti hakim kılacak şahit bir neslin ortaya çıkması sağlanabilir.

11 Eylül sonrasında ABD, İsrail ve İngiltere şeytan ittifakı, İslam coğrafyasına karşı yeni bir haçlı seferi başlatıp yürütmektedir. Başlatılan bu haçlı savaşları ile başta İslam coğrafyası olmak üzere tüm dünya, yeni bir soğuk savaşla tanışmıştır. Bu yeni Haçlı Savaşı ve Yeni Soğuk Savaş, bu ülkede hem milletçe hem de Türkiye’yi yönetenlerce yeterince görülebilmiş ve anlaşılabilmiş değildir. Düşman yanıbaşımızda, hemen güneyimizdedir. Düşman, Şeytanî İttifak’tır. Yapıp edeceklerini de açıkca söylemekten çekinmemektedir. Buna karşılık Türkiye, kendi içinde iktidar ve menfaat kavgası yapmaktadır. Tamahkarlık ve doymazlığın gözleri karartığı bir dönemi yaşamakta olduğumuzu söylemek abartı değildir.

“Kurt uzaklardan bakar, dalgın görürmüş merkebi;

Saldırırmış ansızın yaydan boşanmış ok gibi.

Lakin aşkolsun ki aldırmaz da otlarmış eşek;

Sanki tavşanmış gelen yahut kılıksız köstebek!

Kâr sayarmış bir tutam ot fazla olsun yutmayı...

Hasmı derken çullanmış yutmadan son lokmayı!

Bir hakikattır bu, şaşmaz, bildiğin üsluba sok:

Halimiz merkeple kurdun aynı asla farkı yok.” 3

Dünyevileşme, kurulan tuzakların görülmesine mani olmaktadır. Tamah, insanoğlunun en ciddi zaafı olup neredeyse bütün tuzaklar bunu eksene alıp kurulmaktadır. 

Baş Tuzakçı, En büyük Hilekâr Şeytan ve Dünyevileşme Tuzağı 

Bilemediğimiz, algılayamadığımız ve fakat varlığına iman ettiğimiz bir zaman ve uzayda cinlerden olan İblis ile insanlığın atası bir beşer olan Hz. Adem ve eşi arasında vuku bulan bir mücadele, insanoğlunun kaderinin şekillenmesine sebep olmuştur. Tevrat, İncil ve Kur’ân’da yaratılış olayı nispeten ayrıntılı olarak anlatılır. Bu ayrıntı bile konunun önemini gösterir. Olaylar zincirinde ortaya konulan, insanoğlunun bir hayat serüvenidir. Hayatımızın, başımıza gelebilecek olayların bir fotoğrafıdır. Olaylara bu çerçevede baktığımızda vuku bulan olayları, daha rahat değerlendirebilir ve yolumuzu aydınlatabilecek meşaleyi bulabiliriz.

Hz. Adem’le eşi Allah tarafından cennete yerleştirilmiş ve cennetteki yaşantıları ile ilgili her türlü hukuk belirlenip kendilerine bizzat Allah tarafından bildirilmiştir. Bir yasak ağaç hariç, geri kalan cennet nimetleri emirlerine verilmiştir. İblis’in tek düşmanları olduğu kendilerine belirtilerek ondan sakınmaları istenmiştir. Cennette kalmaları, yasak ağaçtan yememelerine bağlanmıştır.

Kur’ân ayetlerinden, yasak ağacın mahiyetinin Hz.Adem’le eşi tarafından bilinmediği ve fakat İblis tarafından bilindiği anlaşılmaktadır. İblis, ağacın mahiyeti hakkında Hz.Adem’le eşine yüzde yüz yanlış bilgi vererek insanoğlunun yapısında var olan tamahkârlık, doymazlık duygusunu aşırı bir şekilde tahrik edip onları kurduğu tuzağa düşürmüştür:

“(Allah): Ve ey Adem, sen ve eşin cennete yerleş. İkiniz de dilediğiniz yerden yiyin; ama şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa zalimlerden olursunuz.

Şeytan, kendilerinden 'örtülüp gizlenen çirkin yerlerini' açığa çıkarmak için onlara vesvese verdi ve dedi ki:

 “Rabbinizin size bu ağacı yasaklaması, yalnızca, sizin iki melek olmamanız veya ebedi yaşayanlardan kılınmamanız içindir.”

Ve: “Gerçekten ben size öğüt verenlerdenim” diye yemin de etti.

Böylece onları aldatarak düşürdü. Ağacı tattıkları anda ise, ayıp yerleri kendilerine beliriverdi ve üzerlerini cennet yapraklarından yamayıp-örtmeye başladılar.

(O zaman) Rableri kendilerine seslendi: “Ben sizi bu ağaçtan menetmemiş miydim? Ve şeytanın da sizin gerçekten apaçık bir düşmanınız olduğunu söylememiş miydim?”

(Allah) Dedi ki: “Kiminiz kiminize düşman olarak inin.

Ey Ademoğulları, şeytan, anne ve babanızın çirkin yerlerini kendilerine göstermek için, elbiselerini sıyırtarak, onları cennetten çıkardığı gibi sakın sizi de bir belaya uğratmasın. Çünkü o ve taraftarları, (kendilerini göremeyeceğiniz yerden) sizleri görmektedir. Biz gerçekten şeytanları, inanmayacakların dostları kıldık.”(7Araf 19-27)

“Ey Âdem! dedik, bu, hem senin için hem de eşin için büyük bir düşmandır.

Sakın sizi cennetten çıkarmasın; sonra yorulur, sıkıntı çekersin!

Şimdi burada senin için ne acıkmak vardır, ne de çıplak kalmak.

Yine burada sen, susuzluk çekmeyecek, sıcaktan da bunalmayacaksın.

Derken şeytan onun aklını karıştırıp "Ey Âdem! dedi, sana ebedilik ağacını ve sonu gelmez bir saltanatı göstereyim mi?"

Nihayet ondan yediler. Bunun üzerine kendilerine ayıp yerleri göründü.

Dedi ki: Birbirinize düşman olarak hepiniz oradan (cennetten) inin!

Artık benden size hidayet geldiğinde, kim benim hidayetime uyarsa o sapmaz ve bedbaht olmaz.”(20 Taha 116-123)

Ayetler İblis’in şahsında şeytanların düşünce mantığını açıklamaktadır. Yasak ağacın mahiyetini bildiği halde yüzde yüz çarpıtarak yalan söylemiştir. İnsan yapısında var olan duyguları aşırı bir şekilde tahrik etmiştir. Var olan konumdan gerçekleşmesi mümkün olmayan daha üst bir konum vaad etmiştir(7/20, 20/120). Bütün bunları dostluk ve Hz. Adem’le eşinin iyiliğini istediği için yaptığını söylemiştir(7/21).

Görülebileceği gibi Tuzak, Hile, Oyun, Pusu, Plan ve Aldatma kavramları ile Dünyevileşme ve Tamah arasında ilginç bir ilişki vardır. Bu kavramlar arasında belli farklılıklar vardır. Ancak burada hepsi, Tuzak kelimesi kapsamında ifade edilmektedir.

Tuzak Kurmak, Şeytan ve Taraftarlarının Daima Başvurduğu Bir Mücadele Aracıdır 

Hz. Adem’le İblis arasında vuku bulan bu mücadele, sadece o âna ve o mekana ait olmuş olsaydı üzerinde durmaya değmezdi. Oysa İblis, belli bir zamana kadar yaşamak için Allah’tan izin almış ve bu sürede insanoğluna savaş açacağını açıkca beyan etmiştir. Kur’ân-ı Kerim ve diğer kutsal kitapların tümü, şeytan ve onun yolundan gidenlerin Sırat-ı Müstakîm üzere olanlara açacakları mücadeleyi anlatarak insanları uyarmakta, onlara yol göstermektedirler. Nitekim Kur’ân, yaratılış olayındaki bu mücadeleden hareketle bunun yalnızca o zamana ve o mekana has bir özellik olmadığına, sürekli bir olgu olduğuna dikkat çeker. (Bkz:  7 Araf 27)

Kur’an, Müslümanlara tuzak kuranları/kuracak olanları şeytan ve şeytanın izinde gidenler olarak genel bir çerçeveye oturtur. Ancak şeytanın izinden gidenler grubunu değişik sûrelerde deşifre ederek daha ayrıntılı bir tuzak kuranlar listesi sunar bize. Bununla bizi eğitir, öğüt alıp gerekeni yapmamızı ister. Kur’ân’a göre, şeytanın yanı sıra;

- İnkar edenler(14/46, 16/127, 89/11-17, 52/42, 8/30, 35/10,43),

- Müşrikler (7/195, 11/55, 21/69,70, 37/98),

- Müstekbirler(34/33, 35/43),

- Zalimler(7/123),

- Refahtan şımarıp azanlar(10/21),

- Kitap ehli(3/54) de,  müslümanlara tuzak kurmak için hep bir gayretin içerisinde olmuşlar ve de olacaklardır.

 “Onlardan öncekiler de hileli-düzenler kurmuşlardı; fakat düzen kuruculuğun (tedbirlerin, karşılık vermelerin) tümü Allah'a aittir.”(13/42)

“Onlardan öncekiler, hileli düzenler kurmuşlardı da, Allah(ın azab emri) onların kurdukları yapıların temellerine geldi, böylece üstlerindeki tavan tepelerine çöktü; azab onlara şuurunda olmadıkları yerden gelmişti.” (16/26)

21. Asrın Büyük Şeytanı: Siyonizm

Şimdi sormamız gereken soru şudur: Günümüzün en büyük şeytanı kimdir? Baş şeytan bugün Siyonizm’dir. Onun kolluk kuvvetleri ABD, İsrail ve İngiltere’dir.

ABD-İsrail-İngiltere şeytanî ittifak grubu, özellikle 11 Eylül sonrasında İblis’in Hz. Adem’le eşine yalan söylemesi, gerçekleri çarpıtması gibi, olayları çarpıtıp insanlığa yalan söylemiş ve onları aldatmışdır. Hâlâ aldatmaya da devam etmektedirler. Afganistan ve Irak işgallerindeki gerekçelerinin hiçbiri doğru değildi ve sonuçta da iddialarının hiçbirini delillendirememişlerdir. Irak’ın geleceği konusunda da yalan söylemektedirler.

PKK konusunda da yalan söylemektedirler. Bir taraftan PKK’yı terörist ilan ederken diğer taraftan onları alıp eğitmiş, onlara her türlü lojistik desteği vermişlerdir.

Seçim öncesinde sınır ötesi operasyon tartışıldığı bir dönemde, ABD’de yapılan meşhur Hudson toplantısında Amerikalıların, PKK liderlerinin Türkiye’ye verilebileceğini açık bir şekilde beyan etmeleri, PKK üzerinde ne denli nüfuza sahip olduklarını göstermektedir. O gün sınır ötesi operasyonu geçersiz hale getirmek için yapılan teklif, bugün neden geçerli değildir? İşine geldiği için Abdullah Öcalan’ı paketleyip Türkiye’ye teslim eden ABD, niçin PKK liderlerini paketleyip Türkiye’ye teslim etmemektedir? Stratejik dost/ortak olmanın gereği böyle olması gerekmez mi?

Tehlikeli olan, bunları yapmamaları değildir.

Tehlikeli olan, bunların asıl niyetlerinin Türkiye tarafından okunamamış olmasıdır.

Tehlikeli olan, Şeytanî İttifaktan medet umulmuş olmasıdır.

Genişletilmiş Ortadoğu’ya ilişkin haritalarında Türkiye, bölünmüş olarak yer almaktadır. Kıbrıs’ta Annan Planı desteklenmiş olmasına karşılık ne ABD, ne AB, verdikleri sözleri tutmamışlar, KKTC’yi cezalandırmaya devam etmişlerdir. Bütün bunlar gözümüzün önünde cereyan etmektedir. Bunlar bizim nasıl dostumuz/stratejik ortağımız olabilir?

Biz Müslüman olarak kaldığımız sürece Batı bizi düşman olarak görmektedir. Uluslararası şartlar elverdiği sürece her türlü düşmanlığı yapmakta, göstermekte hiçbir sakınca görmemişlerdir, bundan sonra da görmeyeceklerdir.

Tehlikeli olan, onların düşmanlıkları değildir.

Tehlikeli olan, onlardan düşmanlığın beklenilmemiş olması; onların gerçekten içten dost kabul edilmesidir.

Tehlikeli olan, ülke içerisinde bulunan bazı insan unsurlarının onlarla her zaman işbirliği içerisine girebilmeleridir

Biz, onların yaptıklarına kızmıyoruz. Onlar kendileri açısından yapması gerekenleri yapıyorlar. Bizim kızgınlığımız, yıllarca bunları bu ülkenin insanlarına dost diye takdim edip kabul ettirmeye çalışan anlı şanlı siyaset erbabına ve devlet ricalinedir.

Bizim öfkemiz, bunların bütün bu ihanetlerine rağmen bunlarla görüşmeyi, fotoğraf çektirmeyi bir güç kazanmak olarak anlayan ve takdim edenleredir.

Bizim öfkemiz, soğuk savaş döneminde her şeyi ABD’ye ihale edip yan gelip uyuyanlaradır.

Bizim öfkemiz, MİT ve Özel Harp Dairesi gibi hayati kurumların maaşlarının doğrudan ABD tarafından verilmesine ses çıkarmayanlaradır.

Bizim öfkemiz, harp sanayiini kurmayıp ülkenin savunmasını şeytanın kolluk kuvveti olan NATO’ya havale edenleredir.

Bizim öfkemiz, özelleştirme adı altında ülkenin tüm stratejik alt yapısını uluslararası sermayeye verenleredir.

Bizim öfkemiz, parlamentoya girmeden önce seslendirdiği gerçekleri, parlamentoya girdikten sonra dile getirmeyen siyasetçileredir.

Parlamento dışı siyaset olarak görevimiz, bütün bu gerçekleri millete anlatıp, milleti bir bütün olarak 21. asrın şeytanlarının ve Firavunlarının karşısına dikmektir. Bunun için de şeytanın yolundan gidenlerin tuzak mantığını ve alışkanlıklarını millete anlatmak temel görevimizdir.

Refahtan Şımarıp Azanların Kurduğu Tuzak: ‘Halka Rağmen Halk İçin’

Türkiye, bünyesinde bir ana tezadı yüz yıldır yaşamaktadır. 1071’den beri savaş/mücadele halinde olduğu Batı dünyasının kültür ve medeniyet değerlerine dayanan bir sistem, Türkiye’de halka rağmen inşa edilip halka rağmen yaşatılmaya çalışılmaktadır. Mağlubiyetlerin oluşturduğu bir kompleksin etkisi ile Türkiye’yi yönetenler, Umran (Kültür ve Medeniyet) arayışını, yanlış Mecralara taşımış ve yanlış Pınarlardan beslenmeye çalışmışlardır. Bunun sonucunda batılı değerlere göre şekillenen sistemin ağırlık merkezi ile millî ve dînî değerlere göre şekillenen milletin ağırlık merkezi olmak üzere iki ağırlık merkezi ortaya çıkmıştır. Sistemin ağırlık merkezinde yer alan, refahtan şımarıp azan azınlık bir grub, yıllarca Batı ile işbirliği halinde milletin ensesinde boza pişirerek Türkiye’yi bu hale getirmişlerdir. Ekonomiyi, harsı ve nesli yok etmek için ellerinden gelen tüm gayreti göstermişlerdir:

İnsanlardan öylesi de vardır ki, dünya hayatına ilişkin sözleri senin hoşuna gider ve kalbindekine rağmen Allah'ı şahid getirir; oysa o azılı bir düşmandır.

O, iş başına geçti mi (ya da sırtını çevrip gitti mi) yeryüzünde fesad çıkarmaya, ekini ve nesli helak etmeye çaba harcar. Allah ise, fesadı (bozgunculuğu ve kışkırtıcılığı) sevmez. ”(2Bakara 204-206)

Halka yabancılaşmış, işbirlikçi, zalim, mütekebbir ve müstekbir bu insan unsurunun, bu ülkenin helak olmasına sebebiyet verecek tahribatlarına mani olmaz isek ilahi sünnet tecelli edecek ve bu ülke helaka doğru sürüklenecektir:

“Biz, bir ülkeyi helak etmek istediğimiz zaman, onun 'varlık ve güç sahibi önde gelenlerine' emrederiz, böylelikle onlar onda bozgunculuk çıkarırlar. Artık onun üzerine söz hak olur da, onu kökünden darmadağın ederiz.”(17 İsra 16)

Kin, nefret ve düşmanlık üzerine kurulu bir sistem, hantallaşmış, çalıştırılamaz,

işletilemez bir hale gelmiştir. Başlangıçta millet için bir tuzak iken şimdi bizzat savunucularının ayağına dolanıp onlar için de bir tuzak olmuştur:

“(Hem de) Bu nefretlerinin sebebi yeryüzünde büyüklük taslayarak ve kötülüğü tasarlayıp düzenlenlemeleridir. Oysa hileli-düzen, kendi sahibinden başkasını sarıp-kuşatmaz. Artık onlar öncekilerin sünnetinden başkasını mı gözlemektedirler? Sen, Allah'ın sünnetinde kesinlikle bir değişiklik bulamazsın ve sen, Allah'ın sünnetinde kesinlikle bir dönüşüm de bulamazsın.” (35/43)

Böylece biz, her ülkenin önde gelenlerini -orada hileli-düzenler kursunlar diye- oranın suçlu-günahkârları kıldık. Oysa onlar, hileli-düzeni ancak kendilerine kurarlar da bunun şuuruna varmazlar.

Bu, suçlu-günahkârlara, kurdukları hileli-düzenleri nedeniyle şiddetli bir azab ve Allah katında bir küçüklük isabet edecektir.” (6/123-124)

Sonuç: Kardeş Kavgası Tuzağına Düşmemek İçin Allah’ın İpine Sarılmak

Gelinen bu nokta önemlidir. Bu sistemden milletin kahir ekseriyetinin şikayetçi olması, bu ülkeyi seven herkes tarafından iyi değerlendirilmelidir. Toplumun tüm katmanlarını kucaklayacak bir anayasa hazırlanması için gerekli hassasiyet gösterilmelidir. Bu dönemde anayasa taslağı hazırlanır mı tarzında yapılacak telkinler, milletin gerçekten iktidar olmasını engelleyeceği gibi, bir sosyal barışın yapılmasına da mani olacaktır. Yeni bir anayasa, yeni bir sosyal mukavele ve barış demektir. Bu yeni sosyal mukavelenin özü, adalete dayanmalıdır. Unutulmaması gereken gerçek, adalet yoksa barışın da olmayacağıdır.

Bu ülkenin helaki, içine sürüklenmeye çalışıldığı kardeş kavgasıdır. Kardeşi kardeşe düşman etmeye çalışmışlardır, çalışmaktadırlar, çalışacaklardır. Laik-Anti laik, Alevi- Sünni ve Türk-Kürt geriliminin arkasında refahtan şımarıp azan bir zümre vardır. Bunlar, ‘Böl-Parçala-Yönet’ mantığıyla hareket eden, refahtan şımarıp azan Batı işbirlikçisi bir tufeyli takımıdır. Firavunî bir zihniyetin müntesipleridirler:

“Gerçek şu ki, Firavun yeryüzünde (Mısır'da) büyüklenmiş ve oranın halkını birtakım fırkalara ayırıp bölmüştü; onlardan bir bölümünü güçten düşürüyor, erkek çocuklarını boğazlayıp kadınlarını diri bırakıyordu. Çünkü o, bozgunculardandı.”(28/4)

Şeytanî İttifak, yıllarca uyguladıkları politikalarla Türkiye’de ektikleri nifak tohumlarından fayda ummakta kardeşi kardeşe kırdırmaya çalışmaktadırlar:

Graham Fuller: “Kürtlerin bu üç ülkede girişeceği özerklik, ardından gelebilecek bağımsızlık ve hatta birlik arayışları bölgeyi istikrarsız kılacaktır. Böyle bir eğilim artık en azından Irak’ta önüne geçilmez bir hal almıştır. Sadece zaman, bölgesel olaylar ve izlenilecek politikalar bu sorunun cevabını verebilecektir… Eğer Ankara bu süreci durdurmaya çalışırsa ortaya çıkacak sonuç tehlikeli ve masraflı olabilir. Böyle bir deneme sadece Türkiye’nin önemli bir parçasını kaybetmesine yol açmayıp, kaçınılmaz olarak Türkiye’nin diğer bölgelerine dağılmış Kürt topluluğunun da istikrarsızlığına sebep olacaktır. Kürt sorunu, Türkiye’nin gelecekteki istikrarı, bölgedeki rolü ve Batı ve ABD ilişkileri için büyük önem taşımaktadır”.4

Eski CIA ajanının söylediği şudur: Türkiye’yi bir Kürt-Türk iç savaşı içerisine sokarız. Tuzak buysa, oyun buysa; yapılacak olan Türk-Kürt kardeşliğini bozacak, her türlü yanlış söylem ve uygulamalardan kaçınmaktır. Sokak hareketlerine, taşkınlıklara sebebiyet verilmemelidir. Sonuca kan dökerek değil kalpleri feth ederek gidilmelidir.

Bu ülkenin çimentosu İslam’dır. Bu topraklar 1071’den bu yana İslam’la yoğrulmuştur. Unutulmasın ki bu topraklarda bu iki halkın kanları birbirine karışmıştır. Bu toprakları kanlarıyla beslemişlerdir. Baba bir tarafta anne bir taraftadır. Dede/nine bir tarafta torun bir taraftadır. Dayı/amca bir tarafta yeğen bir taraftadır. Hala/teyze bir tarafta yeğen bir taraftadır. Dayı bir tarafta amca bir taraftadır. Onun için bu iki halk etle kemik gibidir. Refahtan şımarıp azanların oyununa gelinmezse böyle bir iç çatışma olmaz. Ancak problemler, öncelikle çözülmeli, kalplerdeki kırgınlıklar tedavi edilmelidir.

İçimizdeki zalimlerin, işbirlikçilerin ve beyinsizlerin yaptıkları zulümlerden, uyguladıkları yanlış politikalardan dolayı kalplerde meydana gelen savrulma ancak ve ancak İslam’la, Kur’ân’la tedavi edilebilir:

Allah'ın ipine hepiniz sımsıkı yapışın. Dağılıp ayrılmayın. Ve Allah'ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O, kalplerinizin arasını uzlaştırıp-ısındırdı ve siz O'nun nimetiyle kardeşler olarak sabahladınız. Yine siz, tam ateş çukurunun kıyısındayken, oradan sizi kurtardı. Umulur ki hidayete erersiniz diye, Allah, size ayetlerini işte böyle açıklar.”(3 Ali İmran 103)

“Ey iman edenler, bir toplulukla karşı karşıya geldiğiniz zaman, dayanıklık gösterin ve Allah'ı çokça zikredin. Umulur ki kurtuluş (felah) bulursunuz.

Allah'a ve Resulüne itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin, çözülüp yılgınlaşırsınız, gücünüz, devletiniz gider. Sabredin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle beraberdir.”(8/45,46)

Bu ülkenin insanlarının kalpleri, Kur’ân Pınarı ile yıkanarak arındırılmalıdır. Kalplerdeki bütün kirler temizlenmelidir.

Çünkü Kur’ân şifadır:

“Ey insanlar, Rabbinizden size bir öğüt, sinelerde olana bir şifa ve mü'minler için bir hidayet ve rahmet geldi.”(10/57)

Kur'an'dan mü'minler için şifa ve rahmet olan şeyleri indirmekteyiz. Oysa o, zalimlere kayıplardan başkasını arttırmaz.”(17/82)

“De ki:’O, iman edenler için bir hidayet ve bir şifadır. İman etmeyenlerin ise kulaklarında bir ağırlık vardır ve o (Kur'an), onlara karşı bir körlüktür. İşte onlara (sanki) uzak bir yerden seslenilir.’”(41/44)

Çünkü Kur’ân yol gösterendir:

Allah, rızasına uyanları bununla kurtuluş yollarına ulaştır ve onları kendi izniyle karanlıklardan nura çıkarır. Onları dosdoğru yola yöneltip-iletir.”(5/16)

Böyle bir yol göstericinin Pınarında arınarak Şeytanî İttifakın kurduğu ve kuracağı tüm tuzaklar paramparça edilebilir:

Çünkü, bütün tuzaklar Allah’a aittir (13 Rad 42).

Çünkü, Allah’ın tuzağı daha süratlidir (10 Yunus 21).

Çünkü, Allah’ın tuzağı en iyisi, en hayırlısıdır (8 Enfal 30; 3 Ali İmran 54)

Çünkü, Allah’ın tuzağı en etkin ve sağlam olanıdır (7 Araf 183; 68 Kalem 45).

Çünkü, Allah tuzağa tuzakla cevap verir (8 Enfal 30; 3 Ali İmran 54; 14 İbrahim 46).

Çünkü, Allah kafirlerin tuzağını bozar, alt üst eder ve İman edenleri korur (8 Enfal 18; 3 Ali İmran 54; 35 Fatır 10, 43, 44; 40 Mümin 45; 27 Neml 50,51; 86 Tarık 11-17; 105 Fil 2).

Çünkü, Melekler kurulan tuzakları yazmaktadırlar (10 Yunus 21).

Bunun için bu ülkenin gerçek sahibi ve hakimi olarak milletin iktidarı önündeki tüm engeller kaldırılmalıdır. Yeni anayasa buna göre şekillenmelidir.

Milleti bu ülkede gerçek anlamda muktedir yapıp topyekün bir mücadeleye katılmasını sağlamak, 21. asrın Firavunlarının karşısına çıkarabilmek tek çözüm ve tek çıkar yoldur.

Ancak bu durumda, Şeytanî İttifakın kurduğu tuzaklardan kaygı duyulmaz (16 Nahl 127; 27 Neml 70).

Ancak bu durumda, Şeytanî İttifakın tuzakları boşa çıkar (40 Mümin 25).

Ancak bu durumda, Şeytanî İttifak kendi tuzağına düşer (52 Tur 42).

Ancak bu durumda, kötü niyetle tuzak kuranların tuzakları boşa çıkar/bozulur (35 Fatır 10; 40 Mümin 25,36,37).

Ancak bu durumda, Zalimlerin tuzağı boşa çıkar (40 Mümin 36,37).

Ancak bu durumda, tuzak kurmak isteyenler hüsrana uğrar (21 Enbiya 70; 37 Saffat 98).

Hedef, Büyük Güçlü Gerçekten Tam Bağımsız Türkiye’dir.

Hedef, Milletin Birliği’dir.

Hedef, Ümmetin Birliği’dir.

Kaynaklar

1- Vatandaş A., Armagedon, Türkiye İsrail Gizli Savaşı, Timaş Yayınları İstanbul, (1997) S: 31

2- Vatandaş A., Age. S:69

3- Ersoy,M. A., Safahat, S: 311

4- Vatandaş A., Age., S: 84

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI HİBRİT SAVAŞLAR DÜZLEMİNDE BÖLGESEL EKSENDE BAŞLATILMIŞTIR

(Umran Dergisi)   “Eğer Hakk, onların hevalarına (istek ve tutku) uyacak olsaydı, hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herke...