1 Ekim 2007 Pazartesi

Müslüman Bir Milletin Yeniden Formatlamak İçin Başlatılan Yeni Bir Psikolojik Savaş

 (Umran Dergisi)

“Yoksa hileli-bir düzen mi kurmak istiyorlar? Fakat o küfretmekte olanlar, kendileri hileli-düzene düşecek olanlardır.”  Tur 52/42 

Genel ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden AKP büyük bir başarı ile çıkmıştır. Millet kendisine yapılan baskı ve yönlendirmelere her zamanki feraseti ile gerekli cevabı vermiştir. Ancak eksenler arasında Türkiye üzerinden yürütülen bir mücadelenin, seçimde ki başarı oranının yüksekliğinden dolayı son bulacağı düşünülmemelidir. Dolayısıyla AKP’nin daha tecrübeli olarak başladığı ikinci hükümet dönemi, beklenenin aksine daha yüksek gerilimlerin, kavgaların yaşanacağı bir dönem olacaktır. Bu açıdan seçim sonrasında Türkiye’de vuku bulan bazı olayların anlamları ve mesajları üzerinde durmak gerekmektedir:

          Bombalı arabalar,

          Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanlarının Cumhurbaşkanı resepsiyonuna katılmamaları,

          TUSİAD Başkanlarının açıklamaları,

          İsrail Hava kuvvetlerinin Türkiye Üzerinden Suriye Hava sahasını ihlal etmesi,

          ABD Dışişleri bakan yardımcısı Nicolas Burns’un açıklamaları ve Türkiye’de değişik çevrelerle teması,

          İstanbul Üniversitesi Senatosu, Rektörler Komitesi ve Bazı rektörlerin kişisel açıklamaları,

     Seçim öncesi AKP’ye destek veren batıcı yazarların Laik azınlık kavramı etrafında fırtına koparmaları,

          Malezya modeli hakkında yazı serilerinin ard arda yayınlanması,

          TİSK’in açıklaması,

          Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının açıklamaları,

          Anayasa Mahkemesi Eski Başkanı Mustafa Bumin’in açıklaması,

          Şerif Mardin’in kavramsallaştırmasının gündem haline getirilmesi,

          Kara Kuvvetleri Komutanının Konuşması.

Bütün bunlar, Türkiye’de yeni Anayasa çalışması bahane edilerek başlatılan yeni bir psikolojik savaşın belirtileridir. Bu yazıda bu psikolojik savaşın hedefi tahlil edilecektir. 

Kavşak Noktası 

Kadife darbe sürecinde, Rusya-Çin ekseni ile AB-ABD ekseni arasında meydana gelen bir kavga, Türkiye’nin iç dinamiklerini ciddi bir şekilde etkileyerek seçim sürecinde içerde yeni ittifakların kurulmasına vesile olmuştur. Türkiye’de Cumhuriyet mitingleri ile başlatılan kadife darbe süreci, Rusya- Çin eksenli bir kadife darbe(9 Mart 1971 darbesine tekabül eder) iken; 27 Nisan elektronik muhtırası ile darbe yön değiştirip ABD menfaatlerine hizmet eden bir karşı darbeye(12 Mart 1971 tekabül eder) dönüşmüştür. (Bu yazıda bundan sonra bu iki kadife darbe süreci 9 Martçılar ve 12 Martçılar diye adlandırılacaktır.) Buna bağlı olarak içerde Büyük Sermaye, Kartel Medyası, Batıcı ve liberal aydın kesim AKP etrafında bir ittifak oluşturmuşlardır. Bu ittifaktan dolayı seçim sonrasında Cumhurbaşkanlığı seçimleri, çok kolay bir şekilde sonuçlanmış, eşi başörtülü biri cumhurbaşkanı seçilmiştir.

Mevcut anayasada 150 kez kendisine atıf yapılacak kadar önemli yetkilerle donatılmış bir makama, dindar birinin gelmiş olmasının sembolik anlamlarının ötesinde bir irade beyanı olarak da ayrı bir manası vardır. Bunun laik çevreler tarafından kolay kolay hazmedilemeyeceği gözardı edilmemelidir.

Başbakan, Meclis Başkanı ve Cumhurbaşkanının aynı partiden olamayacağı, bunun kadife darbenin gerekçelerinden biri olarak gösterildiğini hatırlarsak; yeni dönemde mevcut durumun belli kesimleri tahrik için iyi bir fırsat olarak değerlendirileceği bilinmelidir. Bu nedenle Türkiye bir kavşak noktasında olup yeni süreç, iki farklı kesim açısından değerlendirilmelidir:

Birincisi, AKP ile ittifak içerisinde bulunan Batı ve Batıcılar.  İkincisi, Kadife Darbeciler.

Kadife Darbecilerin Yeni Stratejisi: Yeni Toplumsal Muhalefet           

9 Mart Kadife darbecileri, yedikleri 12 Mart karşı Kadife darbesinin seçimi ne denli etkilediğinin muhtemeldir ki analizini yapmışlardır. Elektronik muhtıra ile mağdur duruma sokulan AKP’nin, seçimden çok güçlü çıkmasının şokunu üzerlerinden atıp atamadıklarını bilemiyoruz. Ancak bundan ders aldıkları ve AKP’yi mağdur konuma sokmayacak bir strateji belirlemek istedikleri söylenebilir. Bunun için Kadife darbeciler, açıktan bir eyleme girmek yerine geri çekilmeyi ve Hükümet lehine olan havanın dağılmasını bekleyeceklerdir. Yeni bir strateji ve buna bağlı yeni taktikler geliştirip uygulayacaklardır. 9 Martçılar, yeni toplu eylemler için fırsatlar kollayacak ve buna imkan veren ortamların hazırlanması için çalışacaklardır.

Stratejilerinin muhtemel nirengi noktaları aşağıdaki gibi olabilir:

Stratejilerini emekli asker ve CHP görünümünden kurtararak yeni yıpranmamış aktörleri öne çıkarmak. Geniş Birleşik Cephe meydana getirmek.

Seçim öncesi AKP etrafında oluşan ittifakın yeni süreçte dağılmasına çalışmak.

AKP’ye rey veren kitlelerin sorunlarının çözümünü engelleyerek AKP’den koparmak ve AKP’yi halk desteğinden mahrum bırakarak yalnızlaştırmak.

ABD ve İsrail’le işbirliğine girmek.

Yeni bir kadife darbe için sokak hakimiyeti tesis etmek.

AKP’nin 2.iktidar dönemi, 1.döneme nazaran daha tecrübeli olup hem Türkiye hem de Dünya gerçeğine daha vakıftır. I.dönemdeki acemilikleri yapmamaları beklenir. Bu dönemde, AB ve ABD ekseninden gelecek baskı ve isteklere karşı daha dirençli olacaklardır. Bu da Batı ile daha ciddi gerilimler yaşanacağı ve hükümet için ciddi bir fay hattının ortaya çıkacağı anlamına gelir.

AKP 2.döneminde, 1.dönemde halka verdiği ama yerine getiremediği sözleri, cumhurbaşkanı engeli kalktığı için yerine getirmek zorunda olacaktır. Bu dönemde yeni bir anayasa ile devletin yeniden yapılandırılması söz konusudur. AB uyum yasaları da bunu zorlamaktadır. Bu yeniden yapılanma ve atanmayan kadroların atanması süreci, bir gerilim ve kamplaşma ortamı meydana getirecektir. Hükümet için bu, ikinci fay hattıdır. Kadife darbeciler, her iki fay hattının enerji ile yüklenmesi için ya bekleyecekler yada bir sürü eylem ortaya koyarak enerji yüklemeye çalışacaklardır.

Seçim sürecinde CHP etrafında şekillenen bir darbe sürecini, bu kez tamamen parlamento dışına kaydırarak bir halk hareketi görüntüsü vermeye çalışacaklardır. Böylelikle halkın şuur altına yer etmiş CHP karşıtlığının meydana getirdiği tepkilerden kurtulmak isteyeceklerdir. Gene bu dönem emekli askerlerin önde gözükmediği daha başka sivil görüntülü eylemler düzenlenecektir. Böylelikle halkın askerin siyasete karışmasına karşı duyduğu alerjinin etkileri, kompanze edilmeye çalışılacaktır. Dolayısıyla Kadife darbenin seçim sonrası sürecinde, seçim öncesinde sahnede gördüğümüz bir çok aktörü sahnede göremezsek bu şaşırtıcı olmamalıdır. Bu kadar gürültünün olduğu bir ortamda ne CHP’den ne de emekli askerlerin kurduğu güç birliği hareketinden bir ses çıkmaması anlamlı değil mi?

9 Martçı Kadife darbeciler, bir taraftan seçim öncesi AKP etrafında kurulan ittifakın Anayasa çalışmalarından dolayı çözülmesini sağlamaya çalışırken; diğer taraftan AKP’ye rey vermeyen toplum kesimleri ile bir Birleşik Geniş Cephe kurmak için uğraş vermektedirler. Bu noktada Rahşan Ecevit’le Hüsamettin Cindoruk’un yaptığı açıklamalara dikkat etmek gerekir.

Birleşik Geniş Cephe için ilk çağrı Rahşan Ecevit’ten gelmiştir:

“Ancak Türkiye Cumhuriyetinin ikinci bir yarısı vardır. Cumhuriyetimizin bu ikinci yarısı boş durmayacak ve kendinin has parçası olan öteki yarısını bu şeriat hastalığından kurtarmasının yolunu mutlaka bulacaktır. Laik Türkiye Cumhuriyeti yara almıştır. Yara kangren olmadan Türkiye cumhuriyeti’nin ikinci yarısı bir an önce ağırlığını ortaya koymalıdır.”1

TBMM eski Başkanı Hüsamettin Cindoruk, Birleşik Geniş Cephenin Sol etrafında organize edilmesini önermektedir:

“Sağ yakın tarihte AKP’yi indirmek için yeterli gücü toplayamaz… Gördüğüm kadarıyla sol çok milli olmuştur. Enternasyonal sol bitmiştir, bir Türk solu çıkmıştır ortaya. Ben o sola güveniyorum. Kendi aralarında uzlaşırlarsa, bir sosyal plan, bir ekonomik plan, çevrecilik planı çıkartabilirler ortaya. Türkiye’nin gereksinmesi olan bugün sol bir parti. Sol, Atatürkçülük de dahil, her konuda çağdaş değerleri ortaya koyar. Bilhassa gençleşen seçmenlerden çok oy alır.”2

Bu yeni dönemde Kadife darbecilerin, biri hükümet, diğeri cumhurbaşkanı olmak üzere iki ana hedefi olacaktır. Askeri bürokrasi, şimdiden Cumhurbaşkanına karşı açıkça beyan edilmeyen ve fakat davranış ve hitaplarla sergilenen bir tavır içindedir. Bu farklı kesimlere verilen bir mesaj olarak okunmalıdır. Bu tavır alışın hangi boyutlara ulaşacağını şimdiden kestirmek zordur.

Kadife darbecilerin, Refah-Yol zamanında olduğu gibi yeni dış destek aramaya girebileceği, yeni ittifaklar kurmak isteyeceği ihtimal dahilindedir. Refah-Yol zamanında Erbakan’a rağmen İsrail’le ilişki kurulması çok manidardı. Askeri bürokrasi içerisinde RP’ye karşı olan ve 1987’den itibaren oluşan Sol Mezhepçi Cunta, RP’nin iktidara gelişini, geniş kesimlerle ittifak kurarak darbe yapabilmek için uygun bir ortam hazırlama biçiminde değerlendirmişti:

 “...Ancak tüm bunlardan daha da önemlisi askerlerin bir RP iktidarını engellemek için hiçbir şey yapmamış oluşlarıydı. Bir iddiaya göre bazı askerler bundan maksimum fayda elde edebileceklerini çok iyi biliyorlardı. Bu iddiaya göre ordu içerisinde bir kanat ciddi denebilecek bir darbe eğilimi içerisindeydi ve bu kanat, 1987 yılından bu yana ordu içerisinde hızlı bir şekilde örgütleniyordu... Kimine ‘gerici’, kimine ‘faşist’, kimine de ‘Amerikancı’ diyerek ‘Korgeneral’ rütbesinde bile bazı isimleri tasfiye etmekten çekinmeyen bu ekip, İsrail’le ilişkilerin de başını çekiyordu. Bir iddiaya göre İsrail’in RP ile ilgili sorusu bu yüzdendi ve bu doğrultuda RP, Türkiye’de çok iyi bir darbe gerekçesi olabilirdi.”3

Attila İlhan daha sonraları, 28 Şubat Postmodern darbesi için; ‘Çevik Bir Sabetayistti ve 28 Şubat da Sabetayist bir darbe idi. Amacı orduyu yıpratmak ve Ordu ile halkın arasını açmaktı’ değerlendirmesini yapmıştı.

Benzer bir süreç bugün de yaşanabilir. Son zamanlarda İsrail savaş uçaklarının Türkiye üzerinden Suriye hava sahasını ihlal etmesi, Türkiye topraklarına yakıt tankını bırakması ve bundan hükümetin haberinin olmaması ve İsrail’den açıklanma istenmiş olmasına karşılık henüz bir açıklama yapılmamış olması, askeri bürokrasi içerisinden bazılarının hükümete karşı İsrail’le diyalog içerisine girmesi olarak değerlendirilebilir.

Yukarıdaki alıntıda, cuntanın RP’nin iktidara gelişini, darbeye meşruiyet kazandırmak için bir gerekçe olarak kullandıkları belirtilmektedir. Bugün de Türkiye’de istedikleri şahsı cumhurbaşkanı seçtiremeyen Kadife darbeciler, eşi başörtülü olan bir cumhurbaşkanının varlığını, Birleşik Geniş Cephe kurabilmek için bir araç olarak değerlendireceklerdir.

ABD’nin Mesajı: 1 Mart’ı Unuttuk Yeni Dönemde Göreve Hazır Olun 

ABD Dışişleri Bakanlığının üç numaralı ismi Dışişleri Bakan Yardımcısı Nicholas Burns Türkiye’ye gelmeden önce, Washington’daki düşünce kuruluşlarından Atlantik Konseyi’nin düzenlediği toplantıda Türkiye’yle ilgili önemli açıklamalarda bulunmuştur.(Konuşmanın detayı, Umran/ekte.)

Burns’un ziyaretinde dikkat çeken bir husus hükümet yetkilileri ile görüşmeden önce İstanbul'da, ABD'nin politikası doğrultusunda ''Ekümenik'' olarak nitelediği Fener Rum Patriği Bartholomeus, Türk iş çevreleri ve sivil toplum kuruluşlarıyla görüşeceğini ifade etmesidir.

Böyle bir açıklamayı nasıl okumalıyız? Seçim sürecindeki desteğin faturasını istemek midir? Bir tehdit midir? Yoksa içerdeki işbirlikçi dostlarına harekete geçin, baskı kurun mesajı mıdır? Belki de hepsidir.

Burns yaptığı konuşmanın satır aralarına önemli mesajlar yerleştirmiştir. Bu mesajları başta hükümet olmak üzere Türkiye’yi seven herkes dikkatle okumalıdır.4

Burns’un taraf, güven ve müttefik konusundaki ifadeleri ilginçtir. Karşılıklı iki ülkenin güveninden, müttefikliğinden bahsetmemektedir. Güven konusunda Amerikan tarafında Bush değil ABD devleti varken; Türk tarafında Türkiye değil Cumhurbaşkanı Gül ile Başbakan Erdoğan vardır. Yani ABD, Türkiye’ye değil Cumhurbaşkanı ile Başbakana güvenmekte ve onları müttefik olarak kabul etmektedir:

"ABD, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile mükemmel ilişkilerin devam etmesini bekliyor" .

Cumhurbaşkanı Gül ve Başbakan Erdoğan, "Güvenilir isimler. Bize verdikleri sözleri tuttular. Daima ABD'nin iyi müttefikleri oldular.”

Bu ifadeler, dolaylı bir şekilde, Cumhurbaşkanı ile Başbakan için ABD işbirlikçisi intibaı vermektedir. ‘Verdikleri sözleri tuttular’ hatırlatması gizli bir tehdit içermektedir.

1 Mart Tezkeresi’nin reddi ile bozulan ilişkilerin düzeltilmesi için çok çalıştıklarını ifade ettiği konuşmasında, sıkça son seçimlerden ve yeni bir dönemden bahsetmesi özel bir mesaj taşımaktadır:

“Türkiye ile ilişkilerimizde önemli bir zaman. Türkiye, yeni hükümetini seçti. İlişkilerde yeni bir dönem başlıyor... Seçim sonuçları belirleyici olmuştur... Türkiye şimdi içeride yenilenme ve büyüme dönemine girmiştir. Dış politikada daha büyük sorumluluklar üstleneceği bir dönem başlamıştır."

• Seçimlere bu kadar vurgu yapılmasında ve ‘1 Martı unuttuk’ denmesinde gizli bir tehdit ve suçlama dikkat çekmektedir: ‘1 Martta Türkiye suç işlemiştir, bunun da nedeni 1. AKP hükümetidir. Ama biz bunu, 2. AKP hükümeti döneminde, şimdi, unutuyoruz. Bu seçimlerde sizi darbecilere karşı destekledik. İçerideki dostlarımızın sizi desteklemesini sağladık. 2.AKP iktidarı yeni bir dönem olsun. O halde aynı hatayı bir daha tekrarlamayın. Aksi taktirde yeni ortaklar buluruz.’ Devamla:

• GOP’tan vazgeçmedik. Ortadoğu’daki gücünüzü, bizim menfaatimize kullanmanız, bizim adımıza görev üstlenmeniz, jandarmalık yapmanız gerekir. Bu dönemde dikkat edin, yanlış karar vermeyin tehdidi yapılmaktadır:

"Türkiye, bizim Geniş Ortadoğu'daki çıkarlarımız için kritik önemde."

"Türkiye'nin Ortadoğu'da çok uzun bir tarihi bulunmaktadır. Tanzimat dönemiyle başlayan bir reform sürecinden geçmiştir... Türkiye, Müslüman bir toplum içindeki en başarılı laik demokrasidir. Bunun Geniş Ortadoğu için de olumlu yankıları var.''

"Bugün Türkiye'nin bizim için önemi, eskisinden bile daha fazla. Ortadoğu, bizim ulusal güvenlik çıkarlarımız için dünyada en hayati bölgedir.''

• Türkiye ABD tarafından tek yanlı stratejik ortak olarak ilan edilmektedir. Türkiye’nin çıkarları değil ABD’nin çıkarları önemlidir. ABD çıkarlarına uygun her hareket desteklenecektir. ABD’nin çıkarlarına ters olan her hareket ise tehlikeli ve stratejik ortaklığa aykırı olacaktır. Bunun için ABD’nin izni alınmadan yapılan her anlaşma iptal edilmelidir:

“İran ile Türkiye arasında imzalanan gaz anlaşmasından rahatsızlık duymaktayız... İran'ın, Türkiye'nin komşusu ve ticaret ortağı olduğunu anlıyoruz... İran ile her zaman olduğu gibi iş yapmanın zamanı değil.”

• Benzer tavır Ermenistan’la(Ermenistan'ın Washington Büyükelçisi Tatul Markaryan'ın da katıldığı toplantıda) ilgili sergilenmektedir:

"Türkiye ile Ermenistan'ın ilişkilerinin normalleştirilmesine ve Türk-Ermeni sınırının açılmasına önem vermekteyiz... AK Parti'nin seçimleri kazanmasının ardından, Türkiye'nin Ermenistan'a el uzatmasını ve Ermenistan'ın da aynı ruhla bu çağrıya yanıt vermesini ummaktayız."

• Burns, Osmanlı’nın çözülmesine ve dağılmasına sebep olan Tanzimat reform sürecinin devam etmesini istemektedir. Bu, hem AB’ye girmek hem de Geniş Ortadoğu için gereklidir:

"Ekonomik ve siyasi reformların, Türkiye'ye AB yolunu açacaktır... Türk Ceza Kanunu'nun 301'inci maddesi kaldırılmalı ve Heybeliada Ruhban Okulu yeniden açılmalı…"

Bu arada Burns’un, Fener Rum Patriği Bartholomeus ile görüşeceğini ifade ederken Patrikten Ekümenik diye bahsetmesi nasıl bir stratejik ortaklık düşündüklerinin bir başka göstergesidir.

Özet olarak: ABD, GOP için jandarmalık yapılmasını, Ortadoğu’nun işgalinde rol alınmasını, İran’a ambargo uygulanarak ilişkilerin askıya alınmasını, TCK 301’in değiştirilmesini, Ruhban okulunun açılmasını, Ermenistan sınırının açılmasını ve Fener Rum patriğinin Ekümenik olarak tanınmasını istemektedir.

Burns, bunları ilişkilerdeki merkezi unsurlar olarak görmektedir:

"Ziyaretim sırasında, ilişkilerdeki merkezi unsurların yeniden ortaya çıkarılmasını vurgulayacağım."

‘İlişkilerdeki merkezi unsurların’ ne kadar önemli olduğu, Burns’un ziyaretinden önce Türkiye’de iç ve dış gerilimi artıracak olayların vuku bulmuş olmasından bellidir. Bu olayların ziyaret öncesine denk gelmesi bir tesadüf müdür?

Bu ortamda bu ziyaret kimin elini kuvvetlendirmektedir? Türkiye’nin mi, ABD’nin mi?

Bu yolla masada Türkiye zayıflatılmakta, ABD ile görüşme yapmaya değil talimat almaya zorlanmaktadır. Tıpkı fillerin ehilleştirilmesinde olduğu gibi.

Örtüşen Menfaatler, Kesişen Yollar: AKP’nin ve Müslüman Halkın Formatlanmak İstenmesi 

Eşi başörtülü dindar birinin cumhurbaşkanı olması, ABD’nin de işine gelmiştir. ABD, AKP Hükümetinden istediklerini alamadığı zaman bir gerilim aracı olarak bu argümanı kullanmak isteyecektir. Bu noktada Kadife darbecilerle ABD’nin menfaatleri örtüşmektedir. Geçmişte ABD, hükümetleri teslim almak amacıyla Fillerin Ehilleştirilmesi Politikasını uygulayabilmek için, askeri cunta ve laik kesimlerle işbirliği içerisine hep girmiştir. ABD politikalarında, merkezinde kendisinin olduğu ve kendisine karşı olsun veya olmasın toplumların değişik kesimleri ile ilişki kurmayı bir politika olarak benimser. Çıkarları kiminle örtüşüyorsa onunla ortak hareket etmekte hiçbir sakınca görmez. 1. ve 2. RAND raporlarında önerilen stratejilerde bunu görmek mümkündür. ABD İslam coğrafyasında 4 grup Müslüman’ın varlığını öngörmektedir:

“Fundamentalistler demokratik değerleri ve çağdaş Batı kültürünü reddediyorlar.

Gelenekçiler muhafazakar bir toplum arzusundalar. Modernizm, yenilik ve değişim hakkında şüpheleri var.

Modernistler İslam dünyasının global modernizmin bir parçası olmasını istiyorlar. İslam’ı yeni çağa ayak uyduracak biçimde modernize etmek amacındalar.

 Laikler İslam’ı Batı dünyasındaki kilise-devlet mantığıyla kabul ediyorlar ve dini özel-kişisel alanla ilişkilendiriyorlar.”

Bu gruplar içerisinde ABD’nin en doğal müttefikinin Laikler olması beklenir. Ancak ABD’ye göre bunlar anti Amerikancıdırlar ve güvenilmezdirler:

“...İslam dünyasındaki laiklerin bizim en doğal ortağımız olması bekleniyor. Fakat bu böyle cereyan etmiyor, çünkü İslam dünyasındaki pek çok laik insan, diğer konularda bize karşı hiç de dostane olmayan hatta düşmanca bir tutum sergiliyor... Bir başka problem de Batı’daki teorisyenlerin ve siyasilerin İslam dünyasındaki laiklik ile ilgili düşünceleri… Laiklik İslam dünyasında azınlık bir kesimi temsil ettiği için ona bel bağlamak doğru olamaz.

Fakat gerçeklere baktığımızda bunun yanlış bir sav olduğunu görüyoruz. Laik rejimler gücü, yasama yetkisini ve hatta popüleriteyi elde etmeyi başardılar ve pekçok takipçi edindiler. İslam dünyasının en başarılı devletlerinden biri olan Türkiye ilerlemesini agresif bir laiklik anlayışı ile gerçekletirmiştir. Türkiye hakkında önemli ve dramatik bir ayrıntı da tamamen müslüman Osmanlı devletinden laik bir sisteme çok kısa bir sürede geçmiş olmasıdır. Bu bağlamda Türkiye vakası anahtar bir olaydır.?

Bununla birlikte ABD, Laikleri, kontrollü bir şekilde desteklemeyi ve işbirliğine girmeyi benimsemiştir:

“- Laikleri seçici ve dikkatli bir şekilde destekle.

- Laik, sivil ve kültürel kurumları ve programları cesaretlendir.

- Fundamentalizmin ortak düşman olduğuna dair onları cesaretlendir. Laiklerin ABD karşıtı güçlerle, milliyetçilerle ve solcularla ittifak kurmalarını engelle.”

RAND Raporlarından anlaşılabildiği kadarı ile ABD, İslam coğrafyasında kendisine ortak olarak Modernist Müslümanları(!) seçip desteklemektedir:

“- Öncelikle modernistleri destekle. Onlara düşüncelerini belirtmeleri ve yayınları için geniş bir platform sağlayarak İslam vizyonlarının gelenekçi anlayışa baskın olmasını sağla. Çağdaş İslam’ın yüzü olarak modernistler görülmeli, gelenekçiler değil.”

ABD, geleneksel ve fundamentalist dediği Müslümanları, düşman kategorisine koyup onlara savaş açmıştır. Laik Müslümanları(!) da seçici ve dikkatli bir şekilde desteklemektedir.

Bu kategorize edilmişlikten bakarsak ABD, Türkiye’de kimleri Modernist Müslüman olarak görmektedir; yada kimlere bu gömleği giydirmeye çalışmaktadır? Sorunun cevabı, son zamanlardaki sert rüzgarların sebebini de açıklayacaktır.

Bu sorunun cevabından önce üzerinde durulması gereken bir nokta daha var: Genişletilmiş Ortadoğu, Büyük İsrail ve Büyük Ermenistan Projelerinin hayata geçirilebilmesi için İslam coğrafyasında yükselen anti Amerikancı dalga ile Dindarlaşma dalgasının engellenmesi hatta kırılması gerekmektedir. Dindarlaşmanın engellenmesi, yönlendirilmesi veya saptırılmasında, Batı ile Türkiye’deki kadife darbeciler hemfikirler. İslam’ın büyük yükselişinin önünde bu şekliyle durmanın mümkün olmadığının farkındalar:

Huntington: “Batı kültürüne, bazen Hıristiyan ve yıkıcı olduğu için karşı çıkılmaktadır. Mahalli kültüre dönüş en belirgin biçimde Müslüman toplumlarda ve Asya toplumlarında görülmektedir.

Bütün Müslüman ülkelerde İslam’ı diriliş kendini göstermekte, hemen hepsinde en belirgin sosyal, kültürel ve entelektüel hareket haline gelmekte, etkisini en çok da politikada göstermektedir.

…İslamcı politikaların iktidar olamadığı ülkelerin hepsinde muhalefeti tek başına veya en etkin bir şekilde bu görüş temsil etmektedir. İslam dünyası, toplumlarının ‘Batı zehiri ile zehirlenmesine’ tepki göstermektedirler.”5

Talat Halman,1987: (28 Şubat Postmodern Darbesi’nden on yıl önce): “..Ülkemizde gelişmekte olan boyutlara ulaşmakta olan hareket, ‘irtica’ dediğimiz olayların çok ötesindedir... Asıl sorun, Türkiye’nin dört bucağında, kentlerde, kasabalarda, köylerde, muazzam bir nüfus kesimini kapsayan bir İslamiyet hareketinin başlamış olmasıdır. İslamiyet’in uzak olmayan bir gelecekte halkımızın ‘tek inancı, tek ülküsü, tek ideolojisi’ olması kuvvetle muhtemeldir. Atatürkçülük, laiklik, milliyetçilik, belki de İslamiyetçi eylem karşısında etkisiz kalacak, bugünkü partilere egemen olan ideolojiler, İslam ideolojisinin baskısı altında eriyecektir. Bilinçli ya da bilinçsiz milyonlarca müminden oluşan bir kitlenin hareketini durdurmak zor olur… Şimdiden sonra, memleketimizde büyük toplumsal mücadele, İslamiyetçilerle “a-b-a” diye özetleyebileceğimiz “asker-bürokrasi-aydın” üçlüsü arasında olacaktır… ”6

Şerif Mardin, 2007: “…Kemalistlerin göremedikleri şeylerden bir tanesi, Nakşibendilerin kurdukları teşkilatın ne kadar güçlü olduğu. Bunu anlayamadılar... Ne var ki, dünya şartlarındaki gelişmeler, eskiden kendi kovuklarında oturan insanların, birden bire ortaya çıkmasına sebep oldu. Telefon, internet, gazete, yani teknolojik gelişme ve iletişim araçları mahalli olanın, kendini milli olarak görmesine yol açtı. Ve sonunda, mahalli milli oldu...

… Ortaya çıktı ki, dinin etrafında teşkilatlanma diye bir şey var. Hem de çok güçlü bir şey. Bunun niçin ve nasıl böyle olduğunu bilmiyoruz. Bilmediğimiz için de korkuyoruz…

-Türkiye Cumhuriyeti, elitist bir devlet. Azınlıktaki elit bir grubun, memleketi modernleştirmek için "Şunları şunları yapmak lazım" diye iyi niyetle düşündüğü bir ülke. O zamanlar devletin kolları uzanmadığı için, taşra, kendi kovuğunda yaşıyordu. Ama 1960'tan sonra insanlar, yavaş yavaş o kovuklardan çıkmaya başladı. Bu gerçekle yüzleşmek mecburiyetindeyiz. Kovuklarından çıkan insanların memleketinde ne yapılır? Onlarla nasıl baş edilir?”7

Talat Halman baş etme aracı olarak askeri darbeyi önerirken; Şerif Mardin bu iş darbe ile olmaz demektedir. Bunu batıda olduğu gibi zamana yayarak çözebiliriz önerisinde bulunmaktadır. Kaos, gerilim ve çekişmeden bir düzen çıkacağını savunmaktadır:

- Bu gürültü, Türkiye'nin lehine. Aleyhine olan bir tek şey var, o da insanların tek taraflı olarak darbe yapmaya karar vermesi. Onun dışında bence her kafadan bir ses çıkması iyi bir şey. Çatışma ve gerilme sağlıklıdır. Yeter ki darbe olmasın... Katılma, tartışma iyidir.”7
Devletin Kısa Olan Kolları

İçin Bir Maşa yada Köroğlu’na Bir Ayvaz Lazım 

Şimdi yukarıda ki sorunun cevabını arayalım. AKP hükümet olduğu andan itibaren ABD’nin yetkili isimleri, Türkiye’yi ‘Ilımlı İslam Cumhuriyeti/Demokrasisi’ olarak tanımlamakta ve model ülke olarak ilan etmekte ısrar etmişlerdir. Ayrıca medyada Amerikancı ve AB’ci aydınların, AKP kadroları için ısrarla, değiştikleri konusunda yoğun bir propaganda yapmışlardır. Bunun ABD’nin söylemleri ile örtüştüğüne dikkat etmek gerekmektedir. Anlaşılan Milli Görüş gömleğini çıkarmış bir kadroya, ABD ve yerli işbirlikçi dostları, Ilımlı İslam gömleğini(Modernist Müslüman) giydirmeye çalışmaktadır. Böylelikle hem AKP’yi, hem de AKP eliyle dindarlaşan ve iktidara yürüyen bir halkı dönüştürmeyi, Protestanlaştırmayı, planlamaktadır.

Son kavramsallaştırmaları ile Şerif Mardin, bu fırtınanın şiddetlenmesine önemli katkılarda bulunmuş biri olarak, AKP’nin uzun olan kolları ile mahalleliyi değiştirebileceğini ima etmektedir. Devletin yapamadığını AKP yapabilir demektedir:

 “Bütün bunları yaparken de, devlette halka uzanacak kolların olması lazımdı. Türkiye'de eksik olan, o kolların kısalığıydı. Yapamadılar. Halkın içine kadar giremediler...

- Evet. (AKP) Halka değebiliyor, sarıp sarmalayabiliyor. Hem de en alt katmanına kadar...

Cumhuriyet Halk Partisi, kendisini Türkiye'nin ahlaki değerlerini taşıyan parti olarak görüyor. Ama AK Parti de diyor ki, "Ben de senden farklı değilim. Ben de buna tarafım. Senin gibi ben de milli menfaatleri düşünüyorum." Biz de Türkiye'de "AK Parti, samimi mi değil mi, takiye yapıyor mu yapmıyor mu, gerçekten milli menfaatleri düşünebilir mi, düşünemez mi"yi tartışıyoruz. İçinden çıkamadığımız da bu. Cumhurbaşkanı meselesi bile bunun etrafında dönüyor. Bazıları "Düşünemez" diyor. Bazıları da "Bu riski alın, düşünebilir" diyor.

“Genel fotoğrafın anlaşılması, üzerinde düşünülmesi gerekiyor. Bir siyasi parti, yani AK Parti, cumhuriyetin kuruluşunda ve sonrasında yapılamayan neyi yapmıştır da, başarılı olmuştur? AK Parti'nin başarısının en büyük nedeni, mahalli menfaatleri ortaya çıkarması...”7

Görülebileceği gibi AKP yöneticilerine yeni bir gömlek giydirilerek yeni bir rol yüklenmek istenmektedir. Bunun için kaos gerekmekte ve bu kaos yeni anayasa tartışması ile çıkarılmaktadır. Koparılan tsunaminin arkasında böyle bir niyetin yattığı inancındayız. ‘Düşünebilir’ diyenlerle ‘Düşünemez’ diyenlerin gizli bir koalisyonu ile karşı karşıya kalabileceğimiz unutulmamalıdır.

AKP yöneticilerinin bu gömleği giyip giymediklerini veya giymek isteyip istemediklerini veya olayın bu boyutunun farkında olup olmadıklarını bilemiyoruz.

AKP’yi İkna/Ehilleştirme(!) Operasyonu: Psikolojik Savaş

Yeniden yapılanma süreci yeni gerilimlere sebebiyet verebilecek, seçim öncesi kurulan ittifakların çözülmesi ve yeni ittifakların kurulmasına yol açabilecektir. Rus-Çin eksenli bir kadife darbeden dolayı AB-ABD ile AKP arasında otomatik olarak bir ittifak meydana gelmiş, bundan dolayı iç dengeler değişmişti. Büyük Sermaye ve Kartel Medyası batıcı aydın ve toplum kesimleri AKP’yi desteklemişlerdi. Bu kesimlerin her birinin AKP’den bazı beklentileri vardır. Her kesim, kendi beklentisinin gerçekleşmesi için isteklerini kamuoyu önünde seslendirerek hükümet üzerinde baskı kurmaya çalışmaktadır.

Batıcı kanat, AKP’nin daha da değişmesini, mevcut sistemi kuvvetlendirecek bir yapılanmaya gitmesini ve toplumsal isteklerin bastırılmasını, milletin mevcut şekliyle devletin emrine girmesinin sağlanmasını istemektedir. Türkiye’de 22 Temmuz sonrasında başlatılan psikolojik harbin mimarları, AKP’ye destek veren bu Batılı çevrelerdir.

Başlatılan psikolojik savaş belli kavramlar üzerine inşa edilmiştir. Bu kavram veya konuları şöyle sınıflandırabiliriz:

Laik Azınlık

Mahalleli

Kovuklarından Çıkanlar

Kadınlar Tehlikede

AKP Değişmemiştir

Gizli Gündem, Gizli Politika ve program

Malezya Oluyoruz

Yaşam Tarzı Tehlikede

Anadilde Eğitim

Ilımlı İslam Demokrasisi

Ilımlı İslam

Laiklik

İrtica

Dinci

Cumhuriyet Kazanımları

Atatürk ilke ve İnkılapları

Turban=Başörtüsü, Çarşaf

Bölücülük

Bunların bir kısmı eskiden beri kullanılmaktadır; bir kısmı ise yenidir.

Bu dönemde psikolojik savaşın aktörleri TÜSİAD, YÖK, Medya ve Yargı dörtlüsüdür.

Laik Azınlık Kavramı

Laik Azınlık kavramı 1. RAND raporunda geçer. Bu kavram 22 Temmuz seçimlerinden sonra Batıda yüksek sesle söylenmeye başlanmıştır. Seçimlerden iki gün sonra Avrupa Birliği Komisyonu Üyesi (AB Komiseri) Franco Frattini "Türkiye’deki laik azınlığın haklarının korunmasını" istemiştir. Ardından AB’nin "Genişlemeden Sorumlu" Komiseri Olli Rehn, "Teokratik (Dini) devletler AB üyesi olamazlar" deyerek Türkiye’de iç gerilimin artması için agresif laikleri tahrik etmiştir. ABD’nin tanınmış diplomatlarından Richard Holbrooke, Türkiye’yi "Ilımlı İslam Demokrasisi" olarak gördüğünü ve Malezya ile aynı düzlemde değerlendirdiğini beyan etmesi anlamlıdır.8 Bütün bunlarla uyumlu olarak Şerif Mardin Türkiye’deki laikleri azınlık olarak nitelendirmiştir.

Dikkat edilirse kavramsal üretim çok önceden dışarılarda bazı mahfillerde üretiliyor yeri ve zamanı gelince Türkiye’de servis ediliyor. Bir kısım insanlar bilerek bir kısmı da bilmeyerek bu sürece hizmet ediyor. Laik azınlık kavramının seçimlerden sonra medyada servis yapılması; önümüzdeki günlerde agresif laikleri tahrik ederek bir çok eylem düzenlenebileceği ihtimalini güçlendirmektedir.

Malezya Örneği

Yıllarca Türkiye’nin İran olacağı endişesi seslendirilmiş ve yıllarca insanlar bununla korkutulmuş iken niçin İran’ın öcülüğünden vazgeçilmiştir? Vazgeçmek zorundaydılar. Çünkü bugünkü İran, ABD’ye başkaldırmanın sembolüdür ve bunun için insanlar, İran’a sempati beslemekteler. Artık İran’la insanları korkutmak kendilerine fayda değil zarar verecektir. Öyleyse yeni bir öcüye ihtiyaç vardır. Onu da dışarıda ABD’li diplomat Richard Holbrooke bulmuş; içeride Şerif Mardin servise sunmuştur:

“-Yani bir gün Malezya olur muyuz, olmaz mıyız? "Olmayız" deyip, içimizi rahatlatır mısınız lütfen...

-Rahatlatamam. Çünkü olmayız diye bir söz veremem. Kimse veremez. Öyle dinamikler var ki dünyada, öyle tuhaf iç yapılanmalar, her şey olabilir...”7

Mahalleli

Mahalli Kültür kavramı, Huntington tarafından Küreselleşme karşıtlığı için kullanılmıştır.5 Şerif Mardin, Türkiye’deki laiklerin karşıtı olarak halkın büyük bir ekseriyeti için kullanmıştır.7 Kullandığı ‘Mahalleli’ ve ‘Kovuğundan çıkma’ kavramları laik çevrelerde çok ilgi görmüştür. Kavramlarda bir aşağılama sözkosudur. Konuşmasında belli kesimler üzerinde korku, endişe, tedirginlik meydana getirecek ifade ve hükümler vardır.

Kadınlar Çarşaflanacak

Bu süreçte asıl kullanılan/kullanılacak olan argüman, kadınların yaşam tarzlarının tamamen değişeceği, başörtülülerden baskı görecekleri hatta çarşaflanacaklarıdır:

Şerif Mardin: “Ama kadınlar konusundaki problemin çok ciddi olduğuna inanıyorum. Kadınların Türkiye'de kendi durumlarının tehlikede olduğunu düşünmelerini haklı buluyorum. Çünkü orada henüz halledilmemiş bir sorun var…Geleceğinin tehlikede olduğunu düşünen kadınlar haklı.”7

YÖK Başkanı Teziç ise, başörtüsünün üniversitelerde serbest kalması durumunda başı açık olanlara baskı yapılacağını, durumlarının kötüleşeceğini ifade ederek kadınları Birleşik Geniş Cephe içerisine çekmeye çalışmaktadır:

"Eğer türban serbest bırakılırsa üniversitelerde yer yer bu tür baskılar ("mahalle baskısı") oluşabilir ve bir kez başladığı zaman nerelere varacağı da kestirilemez."9

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya da aynı düşüncededir.10

Gizli Gündem/Politika/Program ya da ‘AKP Değiştiğini İspatlamalı’

TÜSİAD hükümete dönük arda arda açıklama yaparak psikolojik savaşı başlatmıştır. (Tam metin ek’te.) İlk açıklama, TÜRKONFED başkanlar konseyinde TÜSİAD başkanı Yalçındağ tarafindan yapılmış olup hükümet çok sert bir şekilde eleştirilmiştir(11). İkinci ve üçüncü açıklamalar, TÜSİAD yüksek iştişare konseyinde Yalçındağ ve Koç tarafından daha düşük yoğunluklu bir tarzda yapılmıştır.12

Seçim öncesinde AKP’yi destekleyen, Gül’ün cumhurbaşkanlığına karşı çıkmayan TÜSİAD ne değişti de hükümete karşı çok ağır eleştirilere başladı? Seçim sonrasında 2. AKP hükümeti döneminde gerçekten işler birden bire kötüye gitmeye başladı da mı bir vatandaşlık görevini yerine getirmekteler? Yoksa hükümetten isteyip de alamadıkları bir şeyler mi var? İstediklerini alamadıkları ve isteklerini de kamuoyunun bilmesini istemedikleri için AKP’nin yumuşak karnını mı yokluyorlar? Yoksa uluslararası bir stratejinin uygulanabilmesi için satranç tahtasında üzerlerine düşen hamleleri mi yapmaktalar?

TÜSİAD başkanı Yalçındağ, kullandığı bazı ifadelerle AKP üzerinde baskı kurmakta; AKP’nin değişmediği ve gizli gündemleri olduğu imasında bulunmaktadır:

“Yalnızca burada bir tek tehlikenin altını kuvvetle çizme ihtiyacı hissediyoruz. Anayasa tartışmalarında laiklik konusunun ön plana çıkması, bugün de görev başında olan bazı hükümet üyelerinin, parti mensuplarının ve yerel yöneticilerin, geçmiş dönemlerdeki eylem ve söylemlerinden kaynaklanmaktadır.

Hükümet, toplumun bu konudaki endişelerini gidermede yeterince somut ve ikna edici olamazsa, Anayasa tartışmaları kaçınılmaz olarak tek bir noktaya kilitlenecek ve 21. Yüzyıla yakışan, özgür, demokratik, çağdaş, atılımcı bir Anayasa’nın diğer unsurlarının tartışılması imkânsız hale gelecektir.”11

TÜSİAD başkanının konuşması dikkatle incelendiğinde ve kullandığı dil ve üsluba bakılırsa, başkan, hükümeti samimiyetsizlikle, ciddiyetsizlikle, şeffaf olmamakla, beceriksizlikle itham etmekte, ideolojik ve fakat liyakatsiz kadrolaşma ile suçlamakta ve adeta gizli bir gündemin varlığı şüphesini uyandırmaktadır. Gerilimi artırmakla, enerjiyi boşa harcamakla, siyasi, sosyal ve ekonomik istikrarı bozacak girişimlerde bulunarak Türkiye’nin önünü tıkamakla hem suçlamakta hem de tehdit etmektedir.

TUSİAD Yüksek İstişare Konseyi Başkanı Mustafa Koç, yaptığı konuşmada, AKP’nin gerilimi artırdığını, ülkeyi kutuplaştırdığını ve yeni laiklik tanımlamasına girmekle değişmediğini ima ederek Yalçındağ’a destek vermektedir:

“Bu çerçevede yeni laiklik tanımları peşinde koşmak yerine, Türkiye’nin batı normlarında ifade özgürlüğünün önünü açan bir siyasal rejime, gelişmiş demokratik bir işleyişe kavuşmasına odaklanmak daha doğru olacaktır.

Burada bir kez daha altını çizmekte yarar görüyorum: TÜSiAD olarak anayasa sürecini de, hükümetin icraatını da yakından izleyeceğiz.

Mevcut hükümet programının, seçim öncesinde açıklanan parti programının gerisinde olması bu izleme faaliyetinin önemini daha da artırıyor.”12

Koç da Yalçındağ gibi yeni Anayasa etrafındaki gerilimin müsebbibi olarak hükümeti görmektedir. Başkanların bu konuşmaları; hükümet bu tutumunda ısrar ederse, ekonomik ve sosyal sorunlar derinleştirilecek, dış itibar zedelettirilecek ve kaos meydana getirilecektir şeklinde de okunabilir.

Gizli gündem olması, açık, şeffaf olunmaması, Türkiye’nin bölünmesi, kamplaştırılması konusunda Rektörler Komitesi, TİSK ve Yargı TÜSİAD ile ittifak halindeler. AB ile ekonomik ve siyasal entegrasyon sürecinin hızlandırılması için TCK 301’in değiştirilmesi ve Vakıflar yasasının çıkarılması konusunda ise farklılıklar vardır.11,12

Cezayir’de, Filistin’de, Irak’ta, Afganistan, Somali ve Yemen’deki zulüm ve katliamlara bırakın ses çıkarmayı, destek veren bir AB; Türkiye’deki TCK 301’i ve Vakıflar yasasını kim için, hangi amaçla istemektedir? Bu düşünülmelidir.

Konuşma metninde de görülebileceği gibi bugün TÜSİAD, Osmanlının Jöntürklerini, İttihatçılarını ve Tanzimatçılarını temsil etmektedir. Sonuç o gün Osmanlının tasfiyesi olmuştur. Bugün yapılacaklarla Türkiye’nin varacağı yer belli değil mi?

TÜSİAD başörtüsü meselesine değinmezken Rektörler Komitesi ve yargı mensupları, başörtüsü konusunu hükümete karşı muhalefetin nirengi noktası yapmıştır. Rektörler komitesinin yayınladığı bildiri metnine ve rektörlerin yaptığı açıklamalara dikkat edilirse; hükümet, Anayasa konusunda samimi bulunmamakta, gizli gündemle suçlanmakta ve yapılan çalışmaların askıya alınması istenmektedir. Yeni Anayasa sadece başörtüsü değişikliği için yapılmaktadır havası yayılarak Anayasa çalışmalarını kilitlemeye, böylelikle hükümeti aciz duruma düşürmeye çalışmaktalar. Bu metin ve açıklamalardan daha önce YÖK yasasında olduğu gibi yürütülecek kavganın, gerilim politikasının başörtüsü, laiklik ve Atatürk üzerinden gerçekleştirileceği anlaşılmaktadır.

 “Bu hedeflerden sapmak, ülkemizin geleceği için son derece tehlike olacaktır. Böyle bir tehlikeye tüm gücümüzle ve hiç tereddüt etmeden karşı çıkacağımızı kamuoyuna duyururuz.”13

Rektörler komitesi, ‘21 Ekim 2007 günü yapılacak halkoylaması ve devamında öngörülen 11. Cumhurbaşkanlığı seçimi ile ilgili hukuki belirsizlik’ olduğuna dikkat çekmiş, referandum sonucuna bağlı olarak Gül’ün cumhurbaşkanlığının meşruiyetini tartışmaya açma sinyali vermiştir. Bu Kanadoğlunun 367 tezine benzemektedir. Dikkat edilmelidir.

Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK),‘Yeni bir Anayasa yapılmasının hem yöntem, hem de zamanlamasının doğru olmadığı’ görüşünde olduğunu belirtip YÖK’ün ‘anayasa çalışmalarının askıya alınması’ isteğine destek vermektedir.14

 TİSK yaptığı açıklamayla Hem TÜSİAD’ın hem de Rektörler Komitesinin görüşlerine destek vererek hükümeti tek başına hareket etmekle, gerilim meydana getirmekle ve laikliğe karşı çıkmakla suçlamakta; siyasal, sosyal ve ekonomik bunalım çıkabileceğine vurgu yapmaktadır. 28 Şubat sürecinin beşli çete içerisinde TİSK’ın başı çektiğini hatırlarsak yapılan açıklamalar üzerinde dikkatli durmak gerektiği ortaya çıkacaktır.

Bu çıkışla AKP ile ittifak içerisine giren Batılı çevreleri çözmeye çalışıyorlar. Eğer hükümete geri adım attırabilirlerse AKP’ye seçimde destek veren halkı, hem AKP’den uzaklaştırmış olacaklar hem de psikolojik bir çöküntünün içerisine sürükleyecekler.

Sonuç: Mücadele Şiddetlenecek, Rehavete Kapılmayın! 

Yukarıdaki analizlerden çıkan sonuç, milleti hedef alan yeni bir Psikolojik Savaşın tam ortasında olduğumuz gerçeğidir. İşte bunun için ne siyasi iktidar, ne de Müslüman bir halk, ‘Kadife Darbeciler boylarının ölçüsünü aldılar; bundan sonra bu ülkede millete karşı herhangi bir girişimde bulunulmaz’ gibi rehavet içerisine girmemelidir. Seçim sonuçlarındaki yüksek başarı, Türkiye’de her şeyin hallolduğu şeklinde bir rehaveti getirmiş gibidir. Bu rehavet, 28 Şubat öncesinde yaşanmış ve ciddi dünyevileşme emareleri görülmüştür. Dünyevileşmenin oluşturduğu psikolojik zeminde, 28 Şubat darbesi şok etkisi yaparak Müslümanlardan önemli bir kesimi psikolojik bir çöküntünün içerisine sürüklemiştir. Hicret edilecek diyarlar aranmaya başlanmıştır. Bugün Refahyol dönemindekinden daha büyük bir rehavet ve çok daha ciddi boyutta dünyevileşme sözkonusudur.

Oysa Türkiye’deki mücadelenin özünde iki farklı değer sisteminin, iki ağırlık merkezinin iktidar mücadelesi vardır. Batılı değerlere göre şekillenmiş sistemin ağırlık merkezi ile İslamî değerleri özünde barındıran milli değerlere göre şekillenmiş Milletin ağırlık merkezi arasında 100 yıldır süren bir iktidar mücadelesidir bu. Bu iki ağırlık merkezi millete göre şekillenip örtüşmediği sürece, bu mücadele devam edip gidecektir.

Yeni Anayasa ve AKP üzerinden yürütülen psikolojik savaşın ve yaşanan gerilimin ana nedeni, milletin dindarlaşması ve ‘kovuğundan’(!) çıkıp iktidara doğru yürümesidir.

ABD bu gelişimi dejenere edip saptırmak için Ilımlı İslam Projesini geliştirip İslam dünyasına kabul ettirmeye çalışmaktadır.

Bu psikolojik savaşın ana hedefi, Müslüman halktır. Bu savaşla AKP kadroları değişime zorlanmakta, onlar aracılığıyla millet yeniden formatlanarak dünyevileştirilmeye ve Protestanlaştırılmaya çalışılmaktadır. AKP’nin halka uzanan kolları bu amaç için kullanılmak istenmektedir. AKP’nin bu rolü üstlenip üstlenmeyeceği belli değildir. Ancak üstlenmesi için hem içerden hem de dışardan sıkıştırılmaktadır. Bir kaşık suda kopartılan fırtınaya bir de bu açıdan bakmakta fayda vardır.

Temel soru şudur: Anayasa ile başlatılan yeniden yapılanma süreci, bu ağırlık merkezlerinden hangisini kuvvetlendirecektir? Sistem Millete göre mi, yoksa Millet Sisteme göre mi yeniden yapılandırılacak, yeniden formatlanacaktır?

Sonucun ne şekil alacağı bize ve bizim vereceğimiz mücadeleye bağlıdır.

İşte tam bu noktada tüm cemaatlerin, sivil toplum örgütleri ile tüm Müslüman halkın teyakkuz halinde olması gerekir. Bu süreçte hükümetin üzerinde halkın yapıcı denetimi, baskısı ve desteğinin olması, hükümetin iç ve dış baskılar altında kalarak yanlış karar vermesi ve yanlış istikametlere kaymasına mani olmak için şarttır.

“Eğer siz sabreder ve sakınırsanız, onların 'hileli düzenleri' size hiç bir zarar veremez. Şüphesiz, Allah, yapmakta olduklarını kuşatandır.”(3/120)

Kaynaklar

 1- Milliyet, 20.09.2007

2- Mine Şenocaklı, Vatan, 12.09.2007

3- Vatandaş A., Armagedon, Türkiye İsrail Gizli Savaşı, Timaş Yayınları İstanbul, (1997)

4-Sabah, 14.09.2007; Milliyet, 15.09.2007

5-Huntington, S.P., Medeniyetler Çatışması, S:107

6-Talat Halman, Milliyet, 15 Haziran 1987,

7- Ayşe Arman, Hürriyet, 16.09.2007

8-Oktay Ekşi, Hürriyet, 05.08.2007

9-10-Fikret Bila, Milliyet, 21.09.2007; Teziç ile roportaj

10-11-Cnn Türk, 19.09.2007

11- TUSİAD WEB Sitesi 07.09.2007.

12- TUSİAD WEB Sitesi 21.09.2007.

13- Haber X, 13.09.2007; Vatan, 14.09.2007

14-TİSK, 20.09.2007

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI HİBRİT SAVAŞLAR DÜZLEMİNDE BÖLGESEL EKSENDE BAŞLATILMIŞTIR

(Umran Dergisi)   “Eğer Hakk, onların hevalarına (istek ve tutku) uyacak olsaydı, hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herke...