(Umran Dergisi)
“Ben
artık yabancılardan sızlanmayayım
Çünkü
bana ne yaptıysa tanışlar yaptı.”
Hafız
Güneydoğu’da
arda arda sivillerin ve komando erlerin pusuya düşürülerek öldürülmesi ile ordu
üzerinde bir tartışma başlatılmıştır. Güvenlikle ilgili ordunun görev ve
sorumlulukları üzerine başlatılan tartışma, emekli komutanların terör ve Kürt
sorunuyla ilgili ‘geçmişte yanlış yaptık’ açıklamaları ile ilginç
bir boyuta taşınmıştır. Genellikle Ordu ile ilgili konularda herhangi bir
tartışma başladığı zaman ‘ordunun
yıpratılmak istendiği’ söylenerek tartışmaların önü kesilmek istenmektedir.
Ordunun yıpratılmak istendiği bir
gerçektir. Fakat bu yıpratmanın sadece dışardan gelmediği, emekli ya da
muvazzaf subayların bir kısmının eylemleri ve söylemleriyle ordunun
yıpranmasına katkıda bulundukları da bir gerçektir. Bu çalışmada bu konu, dar bir çerçevede, ele
alınacaktır. Burada amaç birilerini yıpratmak ve suçlamak değil; sorunun
kaynaklarını keşfedip, çözümüne yardımcı olmaktır.
Ordunun Yıpratılması
Ordunun
yıpratılması ile ilgili bir çalışma, iç içe geçmiş şu iki soruya cevap
aramalıdır:
1.
Orduyu birileri yıpratmak istiyor. Kim bunlar?
2.
Orduyu birileri yıpratıyor. Kim bunlar?
İkinci soru birinciyi ihata etmekle beraber aralarında niyet açısından çok önemli fark vardır. Sonuçları açısından değil niyetleri açısından böyle bir ayırım yapmak zorunlu olmaktadır. Çünkü birincisinde kasıt vardır, kasti bir tavır alış ve davranış vardır. Amaçlı bir yıpratma söz konusudur. İkincisinde kasıt yoktur, farkında olamama, ne yaptığını bilememe veya bir öfke, mağduriyet ve canı yanmışlık vardır.
Orduyu Yıpratmak İsteyenler
Jeopolitik,
jeostratejik önemi çok yüksek olan bir coğrafyada bulunan Türkiye’nin zayıf
olması, geri kalması, bilimsel, teknolojik, ekonomik, askeri olarak
çökertilmesini ve toplumsal yapısının çözülmesini isteyen pek çok ülke
mevcuttur. Irak’ta, Filistin’de,
Lübnan’da, Afganistan’da iğrenç bir savaş zinciri devam ederken, buralara sahip
çıkma sorumluluğu olan bir Türkiye’nin sesini çıkaramaması için en başta
ordusunun diskalifiye edilmek isteneceği çok açık bir gerçektir. Bu
değerlerarası mücadelenin, uluslararası mücadelenin temel yasasıdır.
Böylesi önemli bir coğrafyadaki Türkiye’nin Ordusunun yıpratılmak istendiği
doğru bir tespittir. Ordunun yıpratılmasını isteyenler, Türkiye’nin bu
coğrafyada kuvvetli olmasını istemeyen düşmanlarımız ve onların yerli
işbirlikçileridir.
Bunlar kimlerdir sorusunun cevabı
da çok açık ve nettir: ABD-İngiltere-İsrail-bir kısım AB ülkeleri ve bazı komşu
ülkeler hem Türkiye’nin hem de ordunun güçlü olmasını istemezler.
Bugün ordunun yıpratılmasını isteyen ülkeler, ne yazık ki Türkiye’nin, kendilerini tek yanlı stratejik ortak, dost olarak ilan ettiği ülkelerdir. NATO’da birlikte olduğumuz ülkelerdir. 50 yıldır girmeye çalıştığımız AB ülkeleridir. Bütün bunların gözünde Türk ordusu, ihtiyaç hâsıl olduğunda kullanılacak bir fedai ve bir ön karakoldur. Büyük tefeci, vurguncu, Kadife Darbelerin patronu Soros, Sabancı Üniversitesi'nde yaptığı konuşmada; "Türkiye'nin en iyi ihracat ürünü ordusudur." derken bir bakıma Türkiye’nin ‘stratejik dostlarının/ortaklarının’(!) Türkiye’yi fedai olarak gördüklerini ifade etmiştir. Evet, Türkiye Kore’de fedailik yapmıştır. SSCB zamanında Türkiye’ye fedai olarak cephede saf tutturulmuştur. Şimdi de Irak, Afganistan ve Ortadoğu’da BOP, Büyük İsrail ve Büyük Ermenistan için saf durması istenmektedir. Buna direnen bir Türkiye, buna direnen bir ordu, bunlar ve bunların yerli işbirlikçileri tarafından yıpratılarak teslim alınmaya çalışılmaktadır. Bu doğal bir olaydır, anormal değildir. Anormal olan Türkiye’yi yönetenlerin bunu görememesi ve de kabullenememesidir.
Orduyu Yıpratanlar
Ordunun düşman kategorisindekiler tarafından yıpratılmak istenip kısmen yıpratılması, ordunun yıpranmasını tek başına açıklamaz, açıklayamaz. Bu çerçevedeki bir analiz eksik bir yaklaşımdır. O nedenle ikinci soruyu sormamız kaçınılmazdır.
Orduyu Başka Kimler Yıpratıyor?
Orduyu,
birinci kategoridekileri devre dışı bırakarak ifade edersek, iki grup insan
yıpratmaktadır:
Bazı
subaylar
Cuntacılar,
darbeciler
İleri
geri ölçüsüzce konuşanlar, tehdit ve hakaret edenler
Bazı subayların uygulamalarından mağdur olan aydınlar, cemaatler ve siyasetçiler
Darbeler Orduyu Yıpratmaktadır
Türkiye’nin,
1946 seçimlerini özel durumundan dolayı göz önüne almazsak, 1950 yılından sonra
demokrasiye geçtiği ifade edilmektedir. Türkiye’nin yönetimi, seçimlerle
beraber CHP’den DP’ye geçerek el değiştirmiştir. Türkiye’yi demokratik sürece
sokmakla övünenler, demokrasi ve halk kavramlarını dillerinden düşürmeyenler,
bu yönetim değişikliğini hiçbir zaman içlerine sindirememişlerdir. ‘Halka rağmen halk için’ ilkesini
benimsemiş CHP ve onunla bütünleşmiş sivil ve askeri erkân, bizzat CHP
kadroları içinden çıkıp gelen DP kadrolarını Cumhuriyet felsefesine ihanet
etmiş kabul ederek irtica ile
suçlamışlardır. Bu anlayışın bir sonucu olarak ordu içinde gruplaşmalar ve
cuntalar oluşmaya başlamıştır. Cuntalaşma, ABD desteği ve tuzağı ile 27 Mayıs,
12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat ve 27 Nisan darbelerini getirmiştir.
(Mahir
Kaynak’ın tabiri ile) ‘Ordunun daima
seçimden başarı ile çıkmış büyük partilerle hep sorunu olmuştur’. Halk
kendi seçtiklerinin ordu eli ile iktidardan uzaklaştırılmasını, ordunun
siyasete karışması olarak algılamış, anlamış ve değerlendirmiştir. Her darbeden
sonra yapılan seçimlerde, ordunun karşı olduğuna inandığı partiye destek
vererek orduyu uyarmış, hatta cezalandırmıştır. Halk ordusuna karşı tutum ve
tavrını, 1960’dan beri böyle belirlemiştir. Tüm seçim sonuçları bunun bir
göstergesidir. Çünkü halk, darbeleri bir hak gaspı olarak görmektedir. Kendine
yapılmış bir hakaret ve girişim olarak değerlendirmektedir. 12 Eylül darbe
sonrasında Evren’in Özal aleyhine yaptığı bir konuşma, Turgut Sunalp paşanın
MDP’sinin idam fermanı olmuştur.
Halk askeri sevmektedir, ancak darbelerden dolayı subayına karşı kızgın, öfkeli ve mesafelidir. Bugün bu gerçeğin bu ülkeyi seven herkes tarafından bilinmesinde ve ona göre davranmasında fayda vardır.
Darbeye Meşruiyet Kazandırmak için Oynanan Oyunlar Dökülen Kan Orduyu Yıpratmaktadır
Sivil
ve askeri bürokrasi, Batının(ABD, AB) Türkiye üzerinde oynadığı oyunları
zamanında farkedemeyip, Batının oynadığı satrancı zamanında görememişlerdir.
Tüm siyasi iktidarlar, ABD menfaatleri ile çelişen kararlar aldığında veya
uygulamalar yaptığında veya Batı’yı dengeleyecek şekilde farklı eksenlerle
dayanışma içerisine girdiğinde CIA ve GLADYO gibi örgütlerle yıpratılmaya çalışılmıştır.
ABD, halkı ile bütünleşmiş yönetimleri sevmez. Hele bu yönetimler, ABD menfaatlerine ters düşen politikaları hayata
geçirmeye çalışırlarsa bunların iktidarda kalması hiç istenmez. Bu, ABD
yönetimlerinin temel yaşam felsefesidir. Bunu, ne yazık ki Türkiye’deki bir
kısım aydınlar, siyasetçiler ve sivil ve askeri bürokrasi, özellikle istihbarat
örgütleri ve cuntalar, zamanında göremeyip, ABD’nin oynadığı satrançta rol
alarak ülke halkına sıkıntılı süreçler yaşatmışlardır. 60, 70, 80 darbeleri
öncesinde gençlik kullanılmış, kamplaştırılmış, kavga ettirilerek heba
edilmiştir. 1960-1980 arası yetişen nesil darbecilerin, cuntacıların heba
ettiği bir nesildir. Nice yiğit vatan evladı, pis bir ihtiras uğruna sokaklarda
katledilmiş, nice analar ağlatılmıştır.
1970’lerde
genç bir subay olan Sarp Kuray, 12 Mart darbe sürecindeki kullanılmışlığı
yıllar sonra Aksiyon dergisine
anlatarak tarihe tanıklık eder. Karanlıkta kalmış bazı olaylara ışık tutar:
“Bizim çok genç, en ateşli
olduğumuz bir dönem bu. Böyle bir kararı veriyoruz. Bu, bizim, zaten olaya
yenik başlamamız anlamına geliyor. Karşı tarafta bir sürü olayda pişmiş,
tecrübeli, affedersiniz kaşarlaşmış kadrolar vardı. Ve bunlar bizden ortamın
hazırlanmasını istiyorlardı. Bu çok önemli. Sonra bombalar atılıyor işte.”1
“Eylem... Bir tanesini söyleyeyim.
‘Yükseliş Koleji’ne bomba atın’ diyorlar. Gidiliyor, atılıyor… Muhsin Batur’un
MGK’da yapacağı bir konuşmanın altyapısını oluşturmak için. Bu gerekçe ile
istenmiştir.
(-Bu eylemin kararını kimler aldı?)
Faruk Gürler ile Muhsin Batur
çıkıyor benim karşıma. Tabii bunların arkasında Celil Gürkan paşalar var. Yani
bizim bildiğimiz bunlar. Yani bunun arkası dolu tabii esasında. -
Devletin yapması gereken bir
özeleştiri var burada. İşte derin, gizli denilen olaylar bunlar yani. Ama bunun
tepesinde de Deniz Kuvvetleri, Hava Kuvvetleri ve Kara Kuvvetleri var. Bunun
derinliği nerede, sığlığı nerede esasında? Biliniyor, bilinerek yapılıyor bu
işler.
(İrtibat)Komiteden
arkadaşlarla kuruluyor. Tabii bunlar giderek irtibatı biraz daha
yaygınlaştırıyorlar. Çünkü bizim
içimizde de bir dağınıklık yaratmak istiyorlar. Türkiye’deki devrimci gençlik
bu oltaya takılmıştır. Mesela Deniz Gezmiş o zaman kaçıyor. Deniz Gezmiş’in
evden eve ve belli yerlere naklini istediğimiz zaman bize Tarım Bakanı Turan
Şahin’in arabasını veriyorlar. Ama orada ufak uyanıklık yapıp, kapıyı açık
bırakıyorlar. Biz düz kontak yapıyoruz. O araba Ankara polisinin bildiği bir
araba. Zaten dönemin emniyet müdürü de ‘Ben Deniz Gezmiş’i yakalayamam. Çünkü
benim giremeyeceğim yerlerde saklanıyor’ diyor.
Dönüyoruz para istiyoruz. Bize
soygun yaptırıyorlar. Bizi çok ciddi bir şekilde suça doğru itiyorlar esasında.
Bir emniyet müfettişini bize takıyorlar ve o soyulacak yerleri gösteriyor ve
soygun yapıyoruz.
(-Para
kimlere gidiyor peki?) Para onlara gitti. İrfan Solmazer’in eline gitti.
Burada manipülasyon yapıp, yani
Amerikan konseptleri ile bu ülkeyi idare edip, kargaşaların esas nedenlerini
yaratanlar bunlardan pişmanlık duymalılar.”
“Son
zamanlarda kafamızda şüpheler beliriyordu. Çünkü belli şeylerde zorladığım
zaman kapalı tutuyorlardı ilişkileri. Mesela daha merkezî kadrolarda bir
arkadaşımızla temsil hakkı istiyorduk, oraları kapatıyorlardı bize. 9 Mart
olmayınca bizi ‘işte (Korgeneral) Atıf Erçıkan ihbarcılık yaptı’ falan diye
teknik, taktik işlerle oyalıyorlardı. Halbuki
bir Amerikan müdahalesi vardı işin arkasında. Bir hafta önce Muhsin Batur
Amerika’ya gitmiş ve döndüğü zaman bu planı gerçekleştirmişlerdi.”1
Ayrıca Sarp Kuray, Kahramanmaraş olaylarının 12 Eylül cuntacılarının bir provokasyonu olduğunu belirtmektedir:
“… 1978’lerde Türkiye yine karışmaya başlamıştır. Kahramanmaraş olayları bunlardan biridir: “Kahramanmaraş Valisi Tahsin Soylu babamın arkadaşıydı. Ben ondan duymuştum. Eğer askerî birlikler oraya müdahale etmezse şehirde büyük bir katliam olacağını İçişleri Bakanlığı’na bildiriyor. İçişleri bakanı da İrfan Özaydınlı. Burunlarının dibinde birlikler var. Tekrar ortam aranıyor yani. Türkiye’de kardeş kardeşi vuruyor. Aynı 1971’deki kurgu yapılıyor esasında. Bu CIA kurgusudur ve bu Amerikan konseptidir. Ve bizim itiraz ettiğimiz burasıdır.”1
Maraş
olayları ile ilgili olarak Ecevit, ‘Beni sıkıyönetim ilanına ikna edebilmek
için Kahramanmaraş olaylarını tezgâhlamışlardır”. 2 demiştir.
Silahlı
mücadelenin özeleştirisini yapan Sarp Kuray’ın, “Bunun, sonunda
bir paylaşım savaşına döndüğünü gördüm. İttihat Terakki metotları bu işin
içinde bir metot haline dönüştürülmüştür.” ifadesi ile; Demirel,’in, “Her
Cumhurbaşkanlığı seçiminden önce orduda rahatsızlıklar artar.” ifadesi aynı
anlama gelmektedir. Oysa 1970’lerde Sarp Kuray mağdur edenler, Demirel mağdur
edilenler safındaydı.
Süleyman Demirel, Kenan Evren’in anılarına yönelik yaptığı değerlendirmede 12 Eylül’ün kanla beslenen bir darbe olduğunu belirtmiştir:
“Tarihe gömdüğümüz ve zaman içinde tarihin hükmüne bıraktığımız, özellikle altını çizerek belirtiyorum, silahlı kuvvetlerimizin değil, yalnızca 5 kişilik komuta heyetinin kanla beslediği ‘Darbe Planı’nın çirkin yüzünü ve kirli belgelerini biz deşmedik.”3
Bülent Ecevit, 28 Kasım 1990’da yaptığı bir açıklama ile Türkiye’deki faili meçhullerin arkasında GLADYO türü bir örgütün olduğu imasında bulunmuştur:
“Eğer bir ülkede gizli silahlarla donatılmış, devlet içinde fakat devlet denetimi dışında bir örgüt var ise, bütün bu gibi karanlık olayların ardında veya bazılarının ardında, o gizli örgütten bazı elemanların da yer almış olabileceği kuşkusu herhalde hafife alınamaz.”
12 Eylülcü Orgeneral Bedrettin Demirel ise halk tarafından kurtarıcı olarak karşılanabilmek için meyva’nın olgunlaştırılması gerektiğini açıklamıştır:
“1979
Temmuz’unda da müdahaleyi gerektiren sebepler vardı ve müdahale kararı da
vardı, ama biz biraz daha olgunlaşsın,
itiraz edilmesin diye o zaman müdahaleyi yapmadık.”4
Demirel bu olgunlaştırma sürecine soru sorarak dikkat çekmiştir:
“Devletin yasal ve diğer imkânları tamamıyla birbirinin aynı iken, 13 Eylül günü durdurulan kan, 11 Eylül günü niçin akıyordu? Niçin?”5
General Özkasnak, 28 Şubat’ın amacının RP’nin gelecek seçimlerde tek başına iktidar olmaması olduğunu daha sonraki yıllarda itiraf etmiştir:
“28 Şubat Postmodern bir darbedir. O günün koşullarında 12 Mart ve 12 Eylül gibi Klasik Darbe yapılamazdı... Bugün 28 Şubat’ı küçümsemeye çalışanların bilmesi gereken bir gerçek de şudur: O süreç başarılı olmasaydı 18 Nisan 1999 seçim sonuçları alınamazdı... 18 Nisan’da verilen oy desteği düşmüşse, bunun nedeni 28 Şubat’tır.”
Bu belgeleri vermekteki amacımız, darbelerin karanlık yüzünü ortaya koymak değildir. Bu konularda yazılmış yığınla kitap ve yayınlanmış makale vardır. Burada amacımız, cuntacıların darbelere meşruiyet kazandırabilmek için meyve olgunlaştırma operasyonu olarak provokasyonu, kan ve gözyaşı akmasını bir metot olarak benimseyip pek çok karanlık olayların faili olduklarına dikkat çekmek ve bütün bu olayların arka planının süreç içerisinde ortaya çıkması ile ordunun yıpratılmış olmasıdır. Atilla İlhan, 28 Şubat Postmodern Darbesinin asıl amacının da bu olduğunu söyler:
“28 Şubat Sabetayist bir darbedir;
ekonomiyi batırmak ve halkı devletten soğutmak için yapılmıştır. Çevik Bir
sabetayisttir.”
Bütün bu karanlık olaylar açığa
kavuştukça halkın subay kadroya bakışı, mesafeli olmaya başlamış, kırgınlık ve
öfke birikimi meydana gelmiştir. Daha da önemlisi ve kötü olanı, bütün karanlık
işlerin, faili meçhullerin arkasında bir derin devlet, bir ordu ve bir MİT
parmağının aranır olmasıdır. Öyle bir psikoloji oluşmuştur ki yabancı güçlerin,
yabancı istihbaratların açık operasyonlarında bile derin devletin, cuntaların,
ordu içerisindeki kliklerin parmağı olduğu kanaati yerleşmiştir. Oluşan
şuuraltı Nasrettin Hoca’nın ‘evim yanıyor’ fıkrasının benzeridir. İşin en
tehlikeli yanı burasıdır. Çünkü yabancı istihbarat ve örgütler bu şuuraltı
üzerine eylemlerini oturtmaktadırlar.
Şimdi
şu soruları soralım:
Cunta ve çetelerin yaptığı bu pis
ve kirli işler orduyu yıpratmamış mıdır? Her seferinde bir takım cuntacıların
ABD tarafından kullanılması orduyu yıpratmamış mıdır?
Devletin ve ordunun daha fazla yıpratılması istenmiyorsa, bu şuuraltını temizleyecek bir şeffaflığa Türkiye getirilmelidir. Pis ve kirli işlerin asıl müsebbipleri anında deşifre edilerek halkın güveni kazanılmalıdır.
Subay Kadronun Halktan Kopuk
Yaşaması Orduyu Yıpratmaktadır
Cumhuriyet
tarihinin belli bir döneminden sonra subay kadronun halkla irtibatı kopuktur.
Subayların lojmanları ayrıdır, alışveriş merkezleri ayrıdır, servisleri ayrıdır
ve tatil yerleri ayrıdır. Cenazelerde bile ayrı bir protokol uygulanmakta, özel
oturma koltukları ve çadırlar camilere getirilmektedir. Sokakta yoklar, alış
veriş merkezlerinde, pazarlarda, bakkallarda ve marketlerde yoklar. Mahallede
yoklar, camide yoklar.
Sade vatandaşla arasına bu kadar
mesafe koyan bir kadronun, bu halkı, bu milleti, ne oranda tanıyabildiği
üzerinde düşünülmelidir. Halk, ne yer, ne içer, ne düşünür, ne ile sevinir, ne
ile üzülür, olaylara bakışı nedir? Bütün bunları halktan bu kadar tecrit
edilmiş bir şekilde yaşayan bir kadronun yeteri kadar görmesi, bilmesi mümkün
değildir.
Bu
şekilde tecrit edilmiş bir subay kadronun kafasında liseden başlayarak emekli
oluncaya kadar aldıkları eğitimle oluşan bir halk kavramı vardır. O halk
da Onuncu Yıl Marşı’nda ifade edilen
ve fakat gerçekte olmayan sanal halktır.
II. Mahmut’la başlayan, Cumhuriyetle zirveye tırmanan ‘Halka rağmen Halk için’ anlayışı,
bu ülkede biri yaşayan halk, diğeri sanal halk olmak üzere iki halkın
oluşmasına sebebiyet vermiştir. Sivil, asker bürokratik kadro sanal halkı inşa
etmek için yaşayan halkı, görmezden gelmiş, ihmal etmiş, dikkate almamıştır.
Kenan Evren’in tabiri ile (‘Bu halka güven olur mu; bugün alkışlar, yarın
yuhalar, tıpkı futbol maçlarında olduğu gibi.’) halk güvenilmezdir. Bugün için subay kadro ile halkın ilişkisi şairin köyü ile ilişkisi gibidir:
“Uzakta bir köy görünür,
O köy bizim köyümüzdür.
Gitmesek de gelmesek de,
O köy bizim köyümüzdür.”
İsterseniz dizelerdeki köy yerine
bir sefer halkı, bir sefer de orduyu koyarak okuyun. Sonra da
duygularınızı yoklayın. Ne hissediyorsunuz? Orduyu
halkından bu şekilde tecrit edilmiş bir şekilde yaşatmak ve tutmak orduyu
yıpratmaktadır.
Subay Kadronun Kullandığı Dil ve
Üslup Orduyu Yıpratmaktadır
Subay
Kadro, bu ülke insanını yeteri kadar tanımadıkları için insanımızın
hassasiyetlerini de bilememektedir. Ordunun kökeninde İttihat Terakkici bir
gelenek olduğu için kullandıkları dil kırıcı, rencide edicidir. Üslûpları halka
ağır gelmektedir. İnönü’nün tabiri ile her şeyin ‘kanunen ve cebren yapılması’
gerektiği tarzında bir tavır sergilemektedirler.
Eğer
bu ülke insanını tanıyabilmiş olsalardı ‘Asker ocağı Peygamber ocağı değildir’
diyerek halkı rencide ederler miydi?
Eğer
halkı tanıyabilmiş olsalardı, şehit annelerini törenlere almayacak kadar
başörtüsü karşıtı bir duruş sergilerler miydi? Canı yanan anaları salonlarından
dışarı çıkarırlar mıydı?
Eğer
bu ülke insanının değerlerini bilmiş olsalardı, bir tiyatro sanatçısı Nejat
Uygur’u GATA’da geçmiş olsun ziyareti yapmak isteyen Başbakanın hanımını
başörtüsünden dolayı reddederler miydi? Keza Cumhurbaşkanının hanımını rencide
ederler miydi?
Eğer
halkın duygularını okuyabilmiş olsalardı, bir başbakana ‘pezevenk’ diyen bir
subayı terfi ettirirler miydi?
Eğer
bu ülkenin insanını tanıyabilmiş olsalardı Akif’e dil uzatıp ‘biz
bunları belleyeceğiz’ diyen
bir generale hesap sormazlar mıydı?
Ezanın
Türkçe okunmasını dillendirirler miydi?
Özellikle
27 Nisan Elektronik Muhtırasında kullanılan dil ve üslubun ne kadar ağır, ileri
sürülen gerekçelerin ne kadar indî olduğunu görmek, ordunun gücünü halkı
sindirmek için bir araç olarak kullanmaya kalkmak insanı düşündürmekte ve de
üzmektedir:
“…Özellikle kadınların ve küçük
çocukların bu tür faaliyetlerde ön plana çıkarılması, ülkemizin birlik ve
bütünlüğüne karşı yürütülen yıkıcı ve bölücü eylemlerle şaşırtıcı bir benzerlik
taşımaktadır.
….O saatte yataklarında olması gereken
ve yaşları ile uygun olmayan çağ dışı kıyafetler giydirilmiş küçük kız
çocuklarından oluşan bir koroya ilahiler okutulmuş, bu sırada
Atatürk resimleri ve Türk bayraklarının indirilmesine teşebbüs edilerek
geceyi tertipleyenlerin gerçek amaç ve niyetleri açıkça ortaya konulmuştur.
“Kutlu
Doğum Şöleni” için ilçede bulunan tüm okul müdürlerine katılım emri
verildiği, …ilköğretim okulu
öğrencilerinin başları kapalı olarak ilahiler söylediği…, Cumhuriyet karşıtı olan ve devletimizin
temel niteliklerini aşındırmaktan başka amaç taşımayan bu irticai anlayış…
Bölgemizdeki
gelişmeler, din ile oynamanın ve inancın
siyasi bir söyleme ve amaca alet edilmesinin yol açabileceği felaketlerin
ibret alınması gereken örnekleri ile doludur.
Son günlerde, Cumhurbaşkanlığı
seçimi sürecinde öne çıkan sorun, laikliğin tartışılması konusuna odaklanmış
durumdadır. Bu durum, Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından endişe ile
izlenmektedir. Unutulmamalıdır ki, Türk Silahlı Kuvvetleri bu tartışmalarda taraftır
ve laikliğin kesin savunucusudur. Ayrıca,
Türk Silahlı Kuvvetleri yapılmakta olan tartışmaların ve olumsuz yöndeki
yorumların kesin olarak karşısındadır, gerektiğinde tavrını ve davranışlarını
açık ve net bir şekilde ortaya koyacaktır. Bundan kimsenin şüphesinin olmaması
gerekir.
Özetle,
Cumhuriyetimizin kurucusu Ulu Önder
Atatürk’ün, “Ne mutlu Türküm diyene!” anlayışına karşı çıkan herkes Türkiye
Cumhuriyeti’nin düşmanıdır ve öyle kalacaktır.”6
Bu dil, bu üslup ve bu tehditkâr, baskıcı tavır, orduyu yıpratmakta ve halktan uzaklaştırmaktadır.
Subay Kadronun Gerçekçi Olmayan
Anlık ve Baskıcı Karar ve Çözümleri Orduyu Yıpratmaktadır
Subay
kadro, halkla arasına koyduğu mesafeden ve liseden emekli oluncaya kadar
aldıkları eğitimlerden dolayı halka yabancılaşmıştır. Yabancılaşmayla birlikte
yalnızlaşmıştır. Bundan dolayı subay kadro, bu milleti, bu ülkeyi, bu ümmeti bu
coğrafyayı sosyolojik ve psikolojik açılardan gereği gibi tanımamakta ve
bilememektedir. Bu ülkenin ve bu coğrafyanın tarihini de derinliğine
anlayabildiği de şüphelidir. Üç emekli Orgeneralin yaptıkları açıklamalar,
subaylarımızın içinde bulunduğu halet-i ruhiyeyi göstermesi ve yukarıdaki
ifadeleri teyid etmesi açısından önemlidir.
Birincisi: Yıl 1979; Türkiye Cumhurbaşkanını seçecektir.
CHP’nin adayı, 12 Martçı Eski Hava Kuvvetleri Komutanı Emekli Orgeneral Muhsin Batur’dur. Erbakan’ın Partisi
MSP meclistedir. Muhsin Batur Cumhurbaşkanlığı seçimi için Erbakan’dan destek
istemek için ziyaretine gider. Erbakan’ın ifadesi ile üç görüşme gerçekleşir.
(Bugün gelinen ortam itibariyle, emekli generallerin yaptıkları son açıklamalar
çerçevesinde, Erbakan’la Muhsin Batur arasında geçen bu görüşmeyi, Sayın
Erbakan Hoca’nın tarihe şahitlik etme ve Türkiye’nin önünü görebilmesi
açısından kamuoyuna ayrıntılı bir şekilde açıklamasının tarihi bir sorumluluk
olduğuna inanıyoruz.) Erbakan bu görüşmelerde İslam’ın, insanlık için, bu
coğrafya için ve bu ülke için zararlı değil yararlı, keyfi değil elzem olduğunu
Batur’a anlatır. Görüşmenin sonunda Org.Batur, Erbakan Hoca’ya üzerinde kara
kara düşünülmesi gereken bir itirafta bulunur: ‘Hocam biz İslam’ı böyle
bilmiyoruz. İslam bize böyle anlatılmadı.’
Muhsin
Batur’un kullandığı ifadelerden islam konusunda çok yanlış bilgilendirildikleri
anlaşılmaktadır.
İkincisi: Yıl 2007, PKK terörü ile ilgili, Kara Kuvvetleri eski komutanı emekli org.Aytaç Yalman’ın yaptığı açıklama:
“Cumhuriyet
dönemindeki isyanlardan sonra 1938'den 1970'e kadar terör yok. Sosyal sorun dönemi dediğim, bu dönemdir. Tabii
bu dönemde de siyasi alanda bazı illegal Kürt partisi kurma girişimleri var.
Ama görünürde bir şey yok.
“Sorunun sosyal boyutu eskidir.
Aslında Türkiye'nin sorunu henüz sosyal boyuttayken görmesi ve doğru okuması
gerekirdi. Bu yapılabilseydi sorun belki sosyal aşamadayken çözülebilirdi.
Ancak, maalesef bunun yapılamadığını görüyoruz. Henüz terör boyutuna gelmeden
sosyal aşamada sorun çözülebilseydi çok daha iyi olurdu.
Bu açıdan baktığımızda, o aşamada
sorunun 'kendini ifade' olarak tarif edildiğini görüyoruz. Dilini konuşmak,
şarkısını, türküsünü dinlemek istiyor, kültürünü yaşamak istiyor.
Oysa, bizler o dönemde, 'Kürt
yoktur' diye eğitilmişiz. Kürtleri, Türklerin kolu olarak görüyoruz. Ortalıkta
işte dağlarda gezerken, karda yürürken kart-kurt sesleri çıktığı için Kürt
denilmiştir, gibi tarifler dolaşıyor. O dönemde sosyal istekleri bile biz
'yıkıcı faaliyetler' kapsamında görüyoruz...
Biz olayın sosyal yönünü görmemişiz, dolayısıyla sorunu zamanında
görmemişiz."
“1978'den
sonra Abdullah Öcalan Suriye'ye geçti. Bekaa'da kamp kurdu. 1982-1984 arasında
ciddi hazırlık yaptılar. Türkiye bunun da farkında değildi. O zaman Evren Paşa
dönemi, askeri yönetim var. Ancak,
Apo-PKK olayı nedir, bunlar ne yapıyorlar, hazırlıkları nedir diye ciddi bir
çalışma yok. Yönetim pek ciddiye almıyor.
O dönemde bunlara 'Apocular' deniliyor. 'Apocular' diye kayıt tutulup izleniyor ama sıkı bir çalışma değil bunlar. Bana göre 1978-1984 arasındaki yönetimin bu tutumu bir hatadır. Olayın ciddiyeti 1984 Eruh-Şemdinli baskınıyla ortaya çıkıyor. PKK terörünün başlangıcı olarak bu tarih alınabilir. Bu baskınlardan sonra askeri dönem, güvenlik güçlerinin silahlı mücadelesi başladı ve uzun bir zaman devam etti. Hâlâ da devam ediyor.”7
Kara
Kuvvetleri eski komutanı emekli Org.Aytaç Yalman, bu ülkede Kürt diye bir halkın yaşadığını kendilerine öğretmediklerini
itiraf etmektedir
Üçüncüsü: Yıl 2007; Kuvvet
komutanlığı, Genelkurmay başkanlığı, Konsey başkanlığı ve Cumhurbaşkanlığı
makamlarında bulunmuş ve en geniş yetkilerle donatılmış olarak ülkenin kaderine
hükmetmiş emekli org.Kenan Evren’ın Kürtçe yasağı ile ilgili yaptığı
açıklamadır:
“-12 Eylül'de bir hatamız da oydu. Kürtçe konuşmayı yasakladık. Şöyle yasakladık: Konuşmalarda, mitinglerde, şurada burada Kürtçe konuşulmayacak. Okulda filan Kürtçe tedrisat yapılamaz dedik. Neden dedik? Ben Devlet Başkanı'yken, bir köyde ilkokula gittim. Üçüncü sınıfa mı, dördüncü sınıfa mı girdim, hatırlamıyorum. Açtım kitabı, oku şunu dedim çocuğa. Kem küm, çocuk okuyamıyor. Dördüncü sınıfa gelmiş, Türkçe’yi okuyamıyor. Kızdım. Orada söyledim. Öğretmene döndüm, 'Dördüncü sınıfa gelmiş, Türkçe’yi okuyamıyor, bu nasıl iş?' dedim. Sonradan anlaşıldı ki, öğretmen de Kürt. Kürtçe yapıyor tedrisatı. Döndüm ve Kürtçe yasağını koyduk. Kürtçe tedrisat yapılamaz dedik. Ama, biraz ağır yasak koyduk. Sonra bu yasak kaldırıldı, ama hataydı. Hata olduğunu sonradan anladım.”7
K.Evren Genelkurmay başkanı iken Kanada’ya yaptığı seyahatte görüp benimsediği konuları, Konsey başkanı ve Cumhurbaşkanı olduğu bir dönemde nedense icra etmemiştir.
“-Belçika'yı ele alalım. Flamanlar
ve Valonlar kavga etmiyorlar. Ben Genelkurmay Başkanı'yken Kanada'ya gitmiştim.
Orada Quebec bölgesine gittim. Genelkurmay Başkanı gezdiriyor. Quebec'te lisan
Fransızca. Tuhafıma gitti. 'Kanada'da nasıl iş bu?' dedim. Dediler ki, 'Burası
Fransa'dan kalma bölge. Sonra bırakmışlar, ama bir anlaşmayla, buradaki halkın
kendi lisanı kabul edilecek, kendi lisanlarını kullanacaklar' denilmiş. Bu
bölgede devlet hizmetine gelecek bir vatandaş hem İngilizce’yi, hem
Fransızca’yı bilmek zorunda dediler. Bölgede hizmet verecekse bu zorunluymuş.
Şimdi bizde de Güneydoğu'da hizmet verecek memurun Kürtçe de bilmesi lazım.
Katı tutumla olmaz bu iş.”
“Bir kere 36. paralel işi ve Çekiç Güç bir hataydı. Özal'ın hatasıydı. ABD'ye o imkânı verdik. Onun neticesini aldık mı biz? ABD bizi kullandı.”7
İlköğretimden
başlayarak eğitimin tüm aşamalarında yabancı dili zorunlu tutan bir zihniyet,
ana dili Kürtçe olan bir halka, ana dilini konuşma yasağı koymaktadır. Bu yasak
döneminde Lice’de 80 yaşında bir nine, mahalle bakkalından kibrit isterken
kullandığı bir cümle herkesin üzerinde kara kara düşünmesi, hatta oturup
ağlaması gereken bir cümledir. Konuşmanın tamamı Kürtçedir. Çünkü ninemiz
Türkçe bilmemektedir:
“Bakkal
efendi ben şimdi senden Türkçe olarak bir kibrit istiyorum.”
Ey bu milletin Kürt olmayan
unsurları! Bu davranış sizlere yapılsaydı hangi psikoloji içerisine girerdiniz?
Elinizi vicdanınıza koyarak düşünün!
Ey herkesi ruhen değil şeklen Türk yapmaya zorlayanlar ne yaptığınızın farkında mısınız?
Sorunları Zamanında Çözmemek Veya Çözülmesine Mani Olmak Orduyu Yıpratmaktadır
Orgeneral
Aytaç Yalman, sorunların sosyal aşamada iken çözülmesi gerektiğini; fakat Kürt
sorunu sosyal aşamada çözülmediği için askeri aşamaya geçtiğini ifade
etmektedir. Kürt sorununun sosyallik
sürecinde (1938-1970) pek çok askeri yönetim gelip geçmiştir. Fakat sorunu
çözmemişlerdir. Bundan daha da önemli olanı, sorunu çözmek isteyen siyasî
iktidarlara da çözdürmemişlerdir. Demirel ve İnönü Diyarbakır’a gidip ‘Kürt
realitesini kabul ediyoruz’ dediklerinde kendilerine konan tavır bellidir. Keza
Erdoğan, ‘Kürt sorununu çözeceğiz’ dediğinde askerin tavrı gene aynı olmuştur.
Erbakan “Siz ‘Ne mutlu Türküm’ derseniz, onlar da kalkar ‘Ne mutlu Kürdüm’ der;
bu ülkeyi kaosa sürükler.” diyerek bir tehlikeye dikkat çektiğinde ödülü
yargılanarak cezalandırılmak olmuştur.
Siyasî iktidarlara bu tavrı koyan askeri
bürokrasinin, bugün sosyalleşme aşamasında sorunun çözülmemesinden şikâyetçi
olmasını yorumlamakta zorluk çekmekteyiz. Çünkü
askeri bürokrasinin görevi, sorunların çözülmesinde siyasî iktidarlara yardımcı
olmaktır. Emekli Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök ordunun görevini; 'Silahlı
Kuvvetlerin rolü bu gibi olaylarda, hükümet ajanslarının bölgeye gelip sebebi
ortadan kaldırmak için yapacakları harekâta uygun güvenlik ortamı sağlamaktır.7'
diye açıklarken ordunun siyasî iktidarlara köstek değil destek olması
gerektiğini ifade etmek istemektedir.
Ancak Türkiye’de pek çok toplumsal soruna, halkın ihtiyacı ve isteği olduğu için çözüm aranmamıştır. Genelde Batı’nın baskısı ile çözümler üretilmektedir. Bu nedenle sorunların çözümsüz kalması, Batı’ya müdahale etme fırsatını verdiği için Batı’nın işine gelmektedir. Batı Türkiye’deki sorunlardan şikâyetçi olurken çözülmesini de istememektedir. Kendi stratejisine uygun ortam ve şartlar hazır olduğunda sorunları masaya sürmektedir. O zaman da getirilen veya önerilen çözümler, bizim aleyhimize onların lehine olmaktadır. Oysa yapılması gereken, halkın ihtiyacı ve isteği olduğu zaman Türkiye’nin kendi iradesi ile çözümlerini üretebilmiş olmasıdır. Osmanlı’nın son yüzyılından günümüze kadar uzanan çok temel yanlış bir anlayıştır bu:
“Madem
ki, bütün memleketlerimizin bu tarzdaki ıslahata muhtaç olduğuna inanıyorduk,
niçin o iyilikleri o zamana kadar yapmamıştık? Yine kendimize dönecek bir
iyilik için başkalarının bizi tazyik etmelerini bekliyorduk… Kötü yüz görüp
kötü söz işitmekte ne zevk olabilirdi? Ermenistan’da ufak tefek bazı işleri
yapabilmek için memlekette bir isyan çıkmasını bekledik… Suriye ıslahatçıları
bize seslerini duyurabilmek için Paris’e kadar uzandılar. Başta Rusya olduğu
halde bütün devletlerin bize nota yağdırmaya başladıkları zamana kadar
yerimizden kımıldamadık…”
“Yangın saçağı sarmadan evvel memleketin -yalnız Ermenilerin demiyorum- muhtaç olduğu iyilikler yapılmış olsaydı, iş bu dereceyi bulmaz ve hükümet Rusların yol göstermeleri ve arka çıkmaları ile ıslahatı kabule mecbur kalmazdı… Arnavutların tazyiki ile nasıl Karadağlıların, Sırpların kucağına atılmalarına sebebiyet vermiş isek, Ermenileri de can düşmanları olan Ruslardan iyilik beklemeye, yine biz mecbur ettik…”8
Kürt
sorununun kangren haline gelmesinde bu anlayış ve uygulamaların payı yüzde
kaçtır? Bu sorunun cevabı bu gün araştırılmalıdır. Ayrıca bu günkü tutum ve
tavır devam ederse, ödenecek bedelin ne olabileceği de düşünülmelidir.
Burada bir başka soru daha sormamız
gerekmektedir: Genelkurmay başkanı iken çözümünü gördüğünüz bir sorunu, bütün
gücün elinizde olduğu Konsey başkanlığı zamanında neden çözmediniz veya
çözemediniz? Kürtçe konuşmayı, yazmayı hatta yayın yapmayı niçin serbest
bırakmayıp tam tersine Kürtçe konuşma yasağını getirdiniz? Niçin? Niçin?
Yoksa bu ülke bilemediğimiz, görünmeyen bir güç tarafından mı yönetilmektedir? Siyasî iktidarlara ve orduya rağmen bu ülkeyi yöneten gizli bir güç mü vardır?
Sonuç: Askerin Eğitimi de Dahil Olmak Üzere Bu Ülkedeki Eğitim Sistemi Tamamen Değiştirilmelidir
Emekli
generaller, bu ülkenin Müslüman halkını yeteri kadar tanıtmayan, Kürtler’i yok
sayan bir eğitim aldıklarını belirtiyorlar. Bu ülkede Müslüman yok, Kürt
yoktur mantığının doğal sonucu olarak dini ve etnik iki toplum kesiminin
haklı hak talepleri, kasıtlı düşmanlık içeren tehlikeli talepler olarak
algılanmıştır ve de algılanmaktadır. Bu da iç tehdit algılamasını, bu
iki noktadaki hak taleplerine endekslemiştir. Başlangıçtan beri ortaya konan irtica ve bölücülük tehdidi, böylesi yanlış bir algı ve
değerlendirmenin sonucudur. Nitekim Aytaç Yalman’ın; ‘O dönemde sosyal istekleri bile
biz 'yıkıcı faaliyetler'
kapsamında görüyoruz... Biz olayın sosyal yönünü görmemişiz, dolayısıyla sorunu
zamanında görmemişiz.’ demesi bunun en güzel ifade edilmiş şeklidir. Şimdi
27 Nisan elektronik muhtırasını bir kez daha okuyalım ve o günden bu güne ne
değişmiştir diye kendimize soralım.
Bütün bu sosyal istekleri
karşılayıp, sorunu hem çözmemek hem de çözdürmemek nasıl bir düşünce ve
anlayışın ürünüdür? Sorunların içinden çıkılamaz hale gelmesinin ana nedeni,
sivil ve askeri bürokrasinin bu ülke halkını, bu coğrafyayı, İslam’ı ve bu
coğrafyanın tarihini gereğince bilememiş olmalarıdır. O nedenle çözümler anlık
ve ülke gerçekleri ile uyuşmamaktadır. Halk tarafından kabul görmemektedir.
İttihatçı bir gelenekten etkilendikleri için ülke sorunlarını kuvvet kullanarak
çözme eğilimleri ağır basmaktadır.
Bu ülke, her şeyi bedel ödeyerek öğrenmek ve çözmek zorunda mıdır? Çok uzağa gitmeye gerek yoktur. 600 yıllık Osmanlı tarihi bizim için çok iyi bir laboratuardır. Oradan alabileceğimiz çok ders vardır. Osmanlı da eyalet valiliği yapmış Hüseyin Kazım Kadri, ‘Balkanlardan Hicaza İmparatorluğun Tasfiyesi’ adlı kitabında pek çok sorunu inceler, önemli tespitler yapar. Olaylara yaklaşım tarzındaki yüzeysellikten, çözüm arayacak ve uygulayacak bir iradenin yokluğundan şikâyet eder:
“Red ve inkarı kabil olmayan bir hakikat var ise, o da hükümetin Rumeli de kesin ve belirli bir programının olmamasıdır. Daha açık söylemek lazım gelirse Makedonya meselesi denen hastalık ne teşhis edildi, ne de ciddi surette tedavi gördü. Yapılan tedbirler, belirtileri tedavi kabilinden ve faidesi şüpheli şeyler idi. Hükümetin ciddiyet gösterdiği yer, yalnız zor göstermede ve ibretlik cezalar vermede idi ve en ziyade Arnavutluk bu politikaların sıkıntılarını çekti ve tazyikin en çok olduğu yerden patladı.”8
Cumhuriyet
dönemi yöneticilerinin İmparatorluğun tasfiye edilmesindeki ana nedenleri
inceleyip tedbir alması beklenirdi. İşte askeri
bürokrasinin en tepesinde bulunup da bu milletin mukadderatında söz sahibi
olan bu komutanların, ülke meselelerine getirdikleri çözümlerin sığ, gündelik
olmuş olması; çözümlerini tepeden inmeci ve tehditle beraber sunup uygulamaya
sokmaları orduyu yıpratmıştır ve de yıpratmaktadır. Böyle giderse daha da
yıpratacaktır. Bu gerçeği bu ülkeyi seven herkesin görmesi ve tedbir alması
gerekmektedir.
Hüseyin Kazım’ın tespitleri ile
paşaların Kürt meselesi ile ilgili değerlendirmeleri ne kadar da örtüşmektedir.
Oysa sivil ve askeri bürokratlar ile siyasetçilerden beklenen, stratejik
derinlikle ve derinlikli bir tarih şuuruna sahip olarak olaylara yaklaşmaları
ve çözüm üretmeleridir. Tabii bunun olabilmesi için hangi kültür ve medeniyete
ait olunduğu öncelikle berraklaşmalıdır. Batılı bir kafayla, bu coğrafyanın, bu
milletin ve bu ümmetin sorunlarını bırakın çözmek, algılamak dahi mümkün
değildir.
Türkiye’deki subay kadro, ABD ve
NATO tarafından eğitilmektedir. Yanlışlık buradadır. Sorunun ana kaynağı
burasıdır. O nedenle subay kadronun eğitimi yeni baştan ele alınıp
düzenlenmelidir. Subay kadroya kendi kültür ve medeniyeti ile tarihi çok
gerçekçi bir şekilde öğretilmedir.
Ayrıca halktan tamamen tecrit
edilmiş olan subay kadro, halkın içinde olacak tarzda bir düzenleme
yapılmalıdır.
Subay cenazelerinde cami
avlularında halktan tecrit edilmiş cenaze törenleri kaldırılmalıdır. Koltuk ve
gölgelik getirilmemelidir. Cenazelerde bile halktan uzakta olmak, uzakta durmak
gerçekten de bu milleti üzmektedir.
Yerli
harp sanayi kurularak hem askerin hem de milletin, Batı karşısında duyduğu
eziklik ortadan kaldırılmalıdır. Bunun için gerekli strateji çizilmeli ve
gerekli planlama yapılmalıdır.
Batı’nın
11 Eylül sonrası politikaları göz önüne alınarak ordu ve istihbarat yeniden
yapılandırılmalıdır.
Türkiye’nin
ana sorunlarından biri, kurumlar arası ve kurumlar içi kavgalardır. Türkiye’nin
bu sorunu acilen çözecek ortak bir akıl ve ortak bir yol bulması gerekmektedir.
Referans milletin kendisi
olmalıdır.
Millet devletin emrinde değil,
devlet milletin emrinde olmalıdır. Sivil
ve askeri bürokrasinin bunu görmesi, kabullenmesi zamanı gelip geçmiştir. Bu ana tezat ortadan kaldırıldığında
Türkiye’nin bir çok sorununun otomatik olarak ortadan kalkacağı görülecektir.
Anadolu
Selçuklu Sultanı 3. Alâeddin Keykubad’ın
Osman Gazi’ye gönderdiği Ramazan 683
tarihli berat’ında yöneticilerin unutmaması gereken temel yönetim felsefesi
bugün rehberimiz olmalıdır:
“Yurdun korunması askersiz olmaz.
Asker parasız toplanmaz.
Para, yurt mamur olmadıkça
kazanılmaz.
Yurt imarı siyaset olmadıkça mümkün
olmaz.
Siyaset ise adaletten başka bir şeye dayanmaz.”9
Bu
ülke; işçisi, köylüsü, esnaf ve sanatkârı, iş dünyası, sivil ve askeri
bürokratları ile siyasetçileri, her türlü etnik ve mezhepsel unsurları ile bir
ve bütün olmak zorundadır. Bu bütünlüğü parçalanmış hiçbir ülke ve toplum
ayakta kalamamıştır.
Bunun
için nirengi noktası hak ve adalettir.
Unutmamak lazımdır ki ‘Adalet Mülkün temelidir’.
Unutmamak lazım ki ‘Adalet yoksa Barış da yoktur’.
Kaynaklar
1. Kalyoncu C. A. “Darbeci Paşalar İstedi, Bombaları Patlattık”, Sarp Kuray’la
Röportaj,
Aksiyon
Sayı: 579 - 09.01.2006.
2. Ecevit, B., “Ecevit 12 Eylül’ü Anlatıyor,” 2 Ağustos 1989, Milliyet.
3. Demirel, S., “Demirel’den Evren’in Anılarına Yanıt”, 23 Kasım 1990, Milliyet.
4. “12
Eylül’e 5 kala, 5 geçe,” 14 Ağustos
1989, Milliyet.
5. Demirel, S., “Demirel’den Evren’in Anılarına Yanıt”, 24 Kasım 1990, Milliyet.
6. 27
Nisan Muhtırası, Basın Açıklaması,
Tarih: 27 Nisan 2007, NO: BA- 08 / 07
7. Bila F. , PKK'yla Geçen 24 Yılın Komutanları, Milliyet 03-11. 2007
8. Hüseyin Kazım Kadri, Balkanlardan Hicaza İmparatorluğun Tasfiyesi,
10 Temmuz İnkilabı ve Netayici, Pınar
Yayınları, İstanbul, 1992, S: 90, 124 Hüseyin Kazım Kadri, age. S: 67
9. Yavi E., İhtilalci Subaylar, Yazıcı yayınevi, İzmir, 2003, S: 14
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder