(Umran Dergisi)
“Bence
bütün mesele kendi kararımızı kendimizin uygulamasında.
Biz
başkalarının kararlarını uyguluyoruz.”
Org. Necati Özgen
İttihat
Terakki’den günümüze dek birçok sivil ve askeri bürokrat ile aydın, bilim adamı
ve siyasetçinin hata yaptık şeklinde itiraflarına şahit olmaktayız. Bunca
hayati hatanın yapılmasına ilişkin değişik zamanlarda yapılan bu hayati
itirafların, niçin etkili olamadığı, bir sonraki neslin niçin gerekli dersi
alamadığı, benzer hataları tekrarlayıp durduğu, bugün üzerinde en çok durulması
ve düşünülmesi gereken bir nokta olarak karşımıza çıkmaktadır. Çünkü
hata yaptık diyenler, görünürde gücün ellerinde olduğu varsayılan insanlardır.
Bugün
niçin siyasetçilerle askeri bürokrasi, birçok sorunun çözümüne ilişkin
görüşlerini medya üzerinden birbirlerine iletmektedir? Türkiye şunu yapmalı, bunu yapmalı tarzında
açıklanan konular, niçin ilgili kurullarda konuşulmamaktadır? Yapma
gücünü elinde bulundurduğu varsayılanların, bilinmeyen, görünmeyen üçüncü
şahıslara hitap ederek konuşmaları ne anlama gelmektedir? Görünenlerin ötesinde
Türkiye’yi idare eden başka bir güç mü vardır? Diğer taraftan medyanın
kurumları birbirine düşürücü ve zor durumda bırakıcı yayın yapmalarını nasıl
okumalıyız?
Bu çalışmada amacımız, bu soruları ayrıntıya girmeden sorgulamak ve herkesi bu konuda düşünmeye ve cevap aramaya davet etmektir.
‘Taşıma Suyla Değirmen Döndürmek’
Irak
operasyonu, değişik medya gruplarında değişik nitelemelerle verilmiştir.
Bunlardan en dikkatimizi çekeni, ‘Savaşan Şahinler Kandil dağını yerle bir
etti’ / ‘Komşularımız elimizin ne kadar ağır olduğunu gördüler’ şeklinde
verilen haberlerdi. Bu habere, teröre karşı elde edilen başarı penceresinden
bakıldığında sevinilmesi lazımdır. Ancak haberin içeriği açısından bakıldığında
üzülmek gerekmektedir. Çünkü Savaşan
Şahinler denilen F-16 ve F-4’ler Amerikan malıdır. Tanker uçaklar Amerikan
malıdır. Gece görüş sistemleri Amerikan malıdır. Uydu sistemleri Amerikan
malıdır. Bombalar Amerikan malıdır. İstihbarat Amerikan malıdır. Irak hava
sahasına girme izni Amerikan malıdır. Bizden olan, yerli olan sadece planlar ve
pilotlardır. Eğer anlık değil de geleceği düşünerek sorgulama yaparsak,
sevinmek yerine üzülmemiz gerekmektedir. Halk arasında bu konuları en güzel
açıklayan özlü bir deyiş vardır: ‘Taşıma suyla değirmen dönmez.’
Şu
soruları sormak ve tartışmaya açmak hakkımız değil midir?
Amerikan
silahları, Amerikan izni ve Amerikan istihbaratıyla operasyon yapmak
sevinilecek bir durum mudur?
Niçin
bizim yerli savunma sanayiimiz (harp sanayimiiz) yoktur?
Niçin
var olanlar etkin bir şekilde çalıştırılmamakta ve geliştirilmemektedir?
ABD
malı silah, araç ve gereçler ne derece güvenilirdir? İçlerinde uyuyan
elektronik bombalar olmadığına emin miyiz?
ABD
istihbaratı ne derece güvenilirdir? En merhametsiz alan istihbarat alanıdır?
Verilen istihbaratla Türkiye’ye bir tuzak kurulup kurulmadığından emin miyiz?
Türkiye’nin
kaç istihbarat örgütü vardır? Bunlar ne yaparlar? 30 yıldır savaştığınız ve
yanı başınızda olan bir terör örgütüne karşı gerekli bilgi ve istihbaratı niçin
toplayamamaktalar?
Bu ve buna benzer soruları çoğaltmak mümkündür. Amacımız sadece soru sormak değil, sebeplerini ortaya çıkarıp izale edilebilmesi için çalışmak, toplumsal duyarlılığı geliştirmektir. Toplumun kendi geleceğine sahip çıkması için gerekli duyarlılığı ortaya koymasını sağlamaktır. Sorunun bir parçası olmak değil çözümün bir parçası olmaktır.
Niçin Türkiye’nin Harp Sanayii Yok
Türkiye’de
1940’larda, o günün koşullarında devletin elinde silah sanayinin ve özel
sektörün elinde uçak sanayiinin olduğu bilinmektedir. Tarihi sürece
bakıldığında ne devletin elindeki silah sanayii geliştirilmiş, ne de özel
sektörün elindeki uçak sanayii, muhtemeldir ki devletçilik ilkesinden dolayı
desteklenmiştir. Türkiye’yi yönetenler, İkinci Cihan Savaşı’na girmeme avantajını, savaş
boyu geliştirilen silahları Türkiye’de üretebilmenin yollarını aramamakla
kaybetmişlerdir. Yöneticiler, niçin ‘vatandaş yerli malı kullan’
derken, devletin kendisine yabancı uçakları ve silahları alıp yerli sanayiin
kurulmasını ve gelişmesini engellemişlerdir?
Yoksa
bunu gizli bir güç mü yapmıştır? Böyle bir güç varsa kimdir?
1940-1950
arasında genç subayların İnönü hükümetlerinden en önemli şikâyetlerinden birisi
de askerin ekonomik durumu ile ordunun modernizasyonudur. Bu ve buna benzer
sebeplerden dolayı genç subaylar İnönü iktidarına karşı içten içe
örgütlenmişler ve hatta 1950 seçimlerine hile karıştırıldığı taktirde darbe
yapmayı bile planlamışlardı1.
Menderes
iktidarının ilk döneminde ordunun modernizasyonu üzerinde ciddi bir şekilde
çalışma yapılmıştır. Milli Savunma Bakanı Albay Seyfi Kurtbek, ‘Ordu
Reformu’ raporu hazırlayıp hem Cumhurbaşkanı Bayar’a hem de hükümete
sunarak oy birliği ile kabulünü sağlamıştı. Albay Kurtbek, ordu reformunun
gerekçesini, topyekün savunma esası üzerine oturtmuştu. Bayar, hazırlanan rapor
için, “Bu bir kati operasyon planıdır. Muhalefet edenler olsa da bu plan
muvaffak kılınmalıdır.’ derken; Menderes ‘Bu bir İkinci Nizam-ı Cedit
planıdır. Tahakkuk etmek, iktidarımızın şerefi olacaktır.’ demiştir.
Böylesine önemsenmiş ve benimsenmiş bir reform programı (3 Mayıs 1953) aradan
dört ay geçmeden açıklanmayan bir sebeple rafa kaldırılmıştır (27 Temmuz 1953).
Neden?
Bu
kadar önemsenen ve övgü kazanan bir reform programını, bilinmeyen, devletin
derinlerine nüfuz etmiş bir güç mü engellemiştir? Böyle bir güç varsa kimdir?
Daha
sonra NATO’ya girildiğinde ordunun elindeki silahlar, NATO tarafından, mevcuda
nazaran daha gelişkin olan ve İkinci Cihan Savaşı’ndan kalan silahlar ile
değiştirilerek iyileştirilmiştir. Soğuk savaşın oluşturduğu psikolojik ortamda
NATO silahları ile yetinmenin yeterli olduğu anlayışı, hem siyasetçilerde hem
de sivil ve askeri bürokraside hakim bir düşünce haline gelmiştir. Daha
ekonomik olduğu gerekçesi ile yerli üretim yerine ithal etmek tercih
edilmiştir. Alınan silahlar, satan ülkenin son teknolojisi ürünü olmaktan
ziyade eski teknoloji ürünü silahlar olmuştur. Birçok hayatı birim, bütünün
içerisine konmayıp ayrı bir paket olarak sunulmuştur. Ana birimi ucuza,
yardımcı birimleri çok daha pahalıya satma şeklinde bir tuzak kurulmuş
Türkiye’ye.
1960
sonrası İnönü hükümetinde Kıbrıs olayları patlak verdiğinde ABD başkanı
Johnson’ın yazdığı meşhur mektupta, ‘bizim silahlarımızı kullanamazsınız’ hakaretinden
Türkiye’yi yönetenler gerekli dersi alamamışlar, NATO silahlarına bağlı kalmayı
sürdürmüşlerdir.
Demirel
zamanında Kıbrıs’a müdahale edebilmek için çıkartma gemilerimizin olmamasının
meydana getirdiği ciddi sıkıntıdan da gerekli ders alınamamıştır. Üç
tarafı denizlerle çevrili bir ülkenin 1965’lerde çıkartma gemisinin olmaması,
bunun düşünülmemesi, bunun görülmemesi nasıl mümkün olmuştur?
Bunun görülmesini engelleyen
devletin derin katmanlarında başka bir güç mü vardır? Varsa kimdir?
Bu
anlayışla 1990’lı yıllara gelindiğinde PKK terör örgütü karşısında demode silah
ve teçhizata sahip bir ordu vardır ortada. Gerek dönemin Genel Kurmay Başkanı
Orgeneral Doğan Güreş’in gerekse o dönemde görev almış diğer komutanların
şikâyetleri bu merkezdedir3-5.
Bu
şikâyetleri yapmış olmalarına rağmen Erbakan hükümeti zamanında tankların
modernizasyonu, askeri bürokrasi ile Erbakan hükümeti arasında ciddi sorun
olmuştur. Erbakan modernizasyonun Türkiye’de ve Türkiye tarafından yapılmasını
isterken; Çevik Bir’in başını çektiği bir cunta modernizasyonun İsrail
tarafından yapılmasını istemiştir. Ayrıca D-8’ler kapsamında yapılması
öngörülen zirai donatım uçakları projesi, Erbakan sonrasında Türkiye tarafından
destek bulmamıştır. Böyle milli bir projenin rafa kaldırılmasını nasıl
yorumlamak gerekir?
Türkiye’nin bu ve buna benzer projelerini gerçekleştirmesini engelleyen devletin derin katmanlarında bir güç mü vardır? Varsa kimdir?
Siyasi İktidarlara Yaptırtamadıklarını Askeri İktidarlara Yaptırtan Güç Kimdir?
Askeri
bürokrasi, soğuk savaş yıllarında NATO’nun verdiği silahlardan ziyadeNATO ile
ilişkilerden, genellikle, şikâyetçi olmuş ve sivil iktidarları eleştirmiş hatta
bazıları bu ilişkileri darbe gerekçesi yapmaya bile kalkmıştır.
Siyasi
iktidarların hem NATO’ya hem de ABD’ye tavizler verdiği doğrudur. Bugün birçok
gizli antlaşmanın mahiyeti kamuoyu tarafından bilinmemektedir. Askeri
bürokrasi, sadece NATO ile ilişkiler üzerinde değil, aynı zamanda da NATO
silahları ile bir savunmanın imkânsızlığı üzerinde de durulmalıydı. Ayrıca
şikayetçi olunan tavizleri, sadece siyasi iktidarlar değil; aynı zamanda askeri
darbeciler/iktidarlar da vermiştir. 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül
darbelerinden sonra darbecilerin, ABD’ye ve NATO’ya bağlı kalacaklarına dair
güvence vererek işe başladıkları da unutulmamalıdır:
27 Mayıs 1960 Darbesi Bildirisi: “Bütün ittifaklarımıza ve taahhütlerimize
sadığız. NATO’ya inanıyoruz ve bağlıyız. CENTO’ya inanıyoruz ve bağlıyız.” 7
12 Eylül 1980 Darbesi Bildirisi: “Türkiye Cumhuriyeti, NATO dahil tüm ittifak
ve anlaşmalara bağlı kalarak başta komşularımız olmak üzere bütün ülkelerle” 8
Siyasi
iktidarlar zamanında NATO’dan ve ABD’den şikâyetçi olup da askeri iktidarlar
zamanında bağlılık yemini yapmak ne manaya gelmektedir?
Yoksa bunun böyle olmasını isteyen,
devletin derin katmanlarında görülmeyen başka bir güç mü vardır? Varsa kimdir?
ABD
ve NATO’nun sivil iktidarlara yaptıramadıklarını, askeri iktidarlara yaptırdığı
da bir başka acı gerçektir. Menderes ABD baskısını Sovyetler Birliği ile
dengelemeye çalışmış, bu amaçla Sovyetler Birliği’ne ziyaret öngörmüştür. Bu
ziyaret ABD’de ciddi bir huzursuzluk meydana getirmiş ve NATO çevrelerini
kaygılandırmıştır. Bu endişeleri gidermek için ABD Milli Güvenlik
Danışmanlarından Oramiral E.B. Grantham 1959 Nisan ayında Kongre’de yaptığı bir
konuşmada, Türkiye’de askere güvendiğini ifade ederek Kongre’yi
sakinleştirmiştir:
“Türk ordusunun son derece güvenilir olduğunu, siyasi düşüncelerle
hareket etmediğini… ne olursa olsun, Türkiye’nin izlediği politikada herhangi
bir değişiklik olmayacağını belirtmiştir.”
Menderes’in
ABD’yi dengeleme açısından Sovyetlerle diyalog arayışı, 27 Mayıs darbesi ile
sonlandırılmıştır. Benzer bir durumun 12 Mart muhtırasında yaşandığını
görmekteyiz. 7 proje için batıda (Avrupa ve ABD) kredi arayan Demirel umduğunu
bulamamış ve bu amaçla Sovyetler Birliği’ne başvurmuştur. Seydişehir Alüminyum
Tesisleri, İskenderun Demir Çelik ve Ali Ağa Rafinerisi Sovyet kredisi ile
yapılmıştır. Bunun bedeli, Demirel’e 12 Mart’tır. 12 Eylül öncesinde
Yunanistan’ın NATO’ya dönüşüne siyasi iktidarlar yeşil ışık yakmamışlardır. 12
Eylül sonrasında askeri cuntanın; Yunanistan’ın NATO’ya dönmesine müsaade
etmesi, bunun karşılığında istediklerini alamaması, bazı şeyleri NATO Genel
Sekreteri genaral Rogers’in asker sözüne endeksleyerek yapması nasıl yorumlanmalıdır?
Sivillerin
karşı çıktığı isteklere askeri bürokrasiye evet dedirten güç kimdir? Devletin
derin katmanlarında bilinmeyen, görülmeyen bir güç mü vardır?
Ayrıca
27 Mayıs darbesi sonrasında MBK Başkanı Cemal Gürsel’in dönemin ABD
Büyükelçisinden memur maaşlarını ödeyebilmek için para istemiş olmasının,
askeri bürokrasinin ABD’ye bakışını göstermesi açısından önemli olduğu
kanaatindeyiz:
“Gürsel bizi yalnız kabul etti.
Kendisini daha önce görmüştüm ama iyi tanımıyordum.
Orgeneral Gürsel söyleşinin sonunda
esas konuya girer. Sorumluluk taşımadığı
geçmiş yönetimin cuntaya(komiteye) felaket bir mali miras bırakmış olduğunu
söyler. Maliye bakanlığı müsteşarına 1 Haziran’da kaç paraya ihtiyaç
olduğunu sorar, ‘elde 23 milyon var; fakat devlet memurlarının maaşını ödemek
için 180 milyon lazım.’ Warren şu yanıtı verir: Bunun askeri idare ya da geçici hükümet açısından ne kadar önemli
olduğunu anlıyorum ama mali yardımı ele almadan önce bazı hususların aydınlığa
kavuşturulması gerekir. Bununla birlikte bana söylediklerinizi aklımda
tutacağım ve zamanı geldiğinde bana verdiğiniz bilgileri kullanacağım.”6
ABD
ve NATO’dan şikâyetçi olan bir kadronun başının, bir büyükelçi ile ilişkisi bu
düzeyde mi olmalıydı? Memur maaşları için ABD büyükelçisinden para talep etmek,
akabinde ABD’den emir almayı beraberinde getireceği unutulmamalıydı. Bu mali
yardım karşılığında ABD’ye verilen tavizler nelerdir?
Menderes
İktidarının bir dönemine kadar MİT elemanlarının maaşları; keza Ecevit
iktidarının bir dönemine kadar Özel Harp Dairesi’nin maaşları, hükümetlerden
habersiz bir şekilde ABD tarafından doğrudan ödenmiştir.
Hükümetlerin haberi olmadan ABD ile
bu denli içli dışlı olan güç kimdir? Ve Türkiye’de ne yapmak istemektedir?
Dördüncü
Murat’ın, ‘Rus Çarına da Lehistan Kralına da yardım edile. Yardım almaya alışanlar
zamanla buyruk almaya alışırlar.’ öngörüsü, tarihin her döneminde
geçerliliğini korumuştur. Nitekim Türkiye-ABD ilişkileri bu çerçevenin dışına
çıkamamıştır.
ABD
ve Avrupa, Türkiye’nin kendi ayakları üzerinde durmasını, bağımsız politikalar
üretmesini hiç istememiştir.
Türkiye’de siyasi iktidarların bağımsız politika arayışları genellikle askeri cuntalar aracılığıyla engellenmiştir. Bu engellemeyi yaptıran Türkiye’deki gizli güç kimdir?
Uzun Vadeli Devlet Politikası Yapılmasını Engelleyen Güç Kimdir?
Bütün
siyasi iktidarlar ile sivil ve askeri bürokrasi, bir önceki dönemde yapılanları
hatalı, eksik ve hatta günübirlik olmakla eleştirmişlerdir. Siyaset neredeyse
baştan beri bu mantık üzerinde yürümüştür. Bu tür eleştirilere, ‘siyasetten söylenmiş sözler’ olarak
bakmak alışkanlığı geliştirilmiştir. Ancak son zamanlarda komutanların hem
kendi dönemleri ile hem de eski dönemlerle ilgili ‘hata yaptık’ tarzındaki
açıklamaları üzerinde özellikle düşünülmesi gerekmektedir. Fikret Bila’nın
komutanlar ve Demirel’le yaptığı röportajlarda, Türkiye’nin değişik bir
fotoğrafını yakalamak mümkündür. Bunları, ilgili şahısların sözlerinden alıntı
yaparak verme yer darlığından mümkün olamamaktadır. (Fikret Bila’nın Komutanlar Cephesi kitabının okunması
yararlı olacaktır.)
Yapılan
bu açıklamalardan hareketle Türkiye’nin sıkıntılarını özet olarak ortaya koymak
mümkündür.
• Türkiye’nin sınırları zamanında yanlış
çizilmiştir. Irak ile olan sınır düzeltilmelidir.
• Türkiye’nin uzun vadeli ve kalıcı
politika ve stratejileri yoktur.
• Türkiye gücünün farkında değildir.
• Türkiye değişik şartlara ve ortamlara
hazırlıklı değildir. Anında tepki verme yeteneği düşüktür. Soğuk Savaş
döneminin bitip çok boyutlu çok eksenli politikaların uygulandığı bir dünyanın
varlığını görememektedir.
• Türkiye’nin ekonomik, teknolojik alt
yapısı zayıftır. Türkiye milli harp sanayiini kuramamıştır.
• Türkiye, çok ciddi istihbarat zaafı
yaşamaktadır. Çok hızlı bir şekilde istihbarat yeniden yapılandırılmalıdır.
• Geleceğe dönük sıhhatli öngörüde
bulunulamamaktadır.
• Birçok sorunu zamanında
algılayamamaktadır. Sorunlara yanlış teşhis koymaktadır. Sosyal istekler bile
yıkıcı faaliyet olarak değerlendirilmektedir.
• Askerin aldığı eğitim eksik ve
yanlışlar içermektedir.
• NATO, AB ve ABD, Türkiye tarafından
yanlış değerlendirilmiştir. Düşmanca tavırlar sergilemektedirler.
• Türkiye’nin dost-düşman ayırımı
yapmakta sıkıntıları vardır.
• Kuzey Irak politikasında tutarlılık
olmamıştır. Çekiç Güce ve 36. Enlem uygulamasına destek vermek yanlış olmuştur.
• Kuzey Irak’taki yönetimin oluşmasına
önemli katkıda bulunarak hata yapmıştır.
• ‘Biz başkalarının kararlarını
uyguluyoruz, kendi kararlarımızı değil.’
• Türkiye’de farklı kurumlar arasında
koordinasyon yoktur. Kurumlar arasında bir güven bunalımı vardır.
• Türkiye’de halkı hor ve hakir gören bir zümre vardır. Bu, ciddi kırılmalara ve fay hattı oluşmasına sebebiyet vermektedir.
Öncelikle
askeri bürokrasinin böylesi bir değerlendirmeye gitmiş olmasının, biranlamda kendi
özeleştirisini yapmış olmasının son derece yararlı olduğu kanaatindeyiz. Bu
özeleştiri uzantısında sorunların çözümünde de gerçekçi olunmalıdır.
Son 150 yıldır nesilden nesile
aktarılarak gelen hatalar yumağının iyi analiz edilmesi gerekmektedir. Bu hatalar,
rastlantısal mıdır? Bunlar, Türkiye’yi yönetenlerin sadece şahsi
kifayetsizliğinin bir ürünü müdür? Yoksa çok daha ciddi, büyük başka
organizasyonların stratejilerinin, politikalarının bir ürünü müdür?
Görünürde devletin işleyişinden herkes şikâyetçidir.
Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral İlker Başbuğ, devletin bir bütün olarak
hareket edemediğini yaşanılan sorunların kaynaklarından biri olarak
görmektedir:
“Tabii önemli nedenlerden birisi
ise, güvenlik, ekonomi, sosyokültürel ve psikolojik hareket alanlarında devletin paralel, eşzamanlı ve etkin bir
mücadele anlayışına ve bu mücadeleyi koordineli ve etkin olarak yürütebilecek
profesyonel bir yapılanmaya sahip olamamasıdır.”10
Burada
sorulması gereken ana soru, niçin kurumlar bir ve bütün olarak çalışamamaktadır?
Bu, kurumların birbirine güvenmemesinden mi, yoksa yapısal eksiklikten mi
olamamaktadır? Yoksa kurumların birbiri ile uyumlu çalışmasını engelleyen
içerde ve dışarıda görünmeyen başka bir güç mü vardır?
Sivil
ve askeri bürokrasi ile siyasetçiye, bütün bu hataları yaptırtan, bütün
kurumları birbirine düşüren ve hatta kurum içi kavgaları körükleyen gizli bir
gücün var olup olmadığı açıklığa kavuşmadan, alınacak tedbirler ve
gerçekleştirilecek yapılanmalar isteneni vermeyecektir. Hastalığa konan teşhis tam ve doğru olmalıdır ki
tedavi de isabetli olmuş olsun. Bunun için Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar
Büyükanıt;
“Bugün ürettiğimiz çözümler yarınlara sorun olarak yansıyacaksa, bu büyük bir yanılgıdır. Bugün karşımızda bulunan birçok sorunun, geçmişin yanlış çözümleri olduğuna inanıyorum.”10 derken haklıdır.
Türkiye’nin Kimyasını Bozan Gizli Güç kimdir?
27
Mayıs darbesini organize eden, başlatıp yürüten güçlü ekip (14’ler), ani bir
operasyonla (13 Kasım operasyonu) daha başka bir güç tarafından yurt dışına
gönderilerek tasfiye edildi:
“Talat Turhan: 13 Kasım’da
gerçekleşen operasyon bir anlamda geriye kalan 23 Komite üyesini memur konumuna
düşürmüştü; çünkü 14 MBK üyesini darbesel bir eylemle sürgüne gönderme kararı
alabilen güç, arta kalanlar için de her zaman benzeri uygulamada bulunma
cesaretini kendisinde bulabilirdi… 14’leri sürgüne gönderme kararını alan ve
uygulamaya koyan politik ve askersel güçler, güçlü olma konumunu elde etmiş
olmuyorlar mıydı?”11
Bu
operasyon, cuntalar arası veya cunta içi bir operasyon muydu, yoksa daha
derinde olan başka bir gücün, yeni mevziler kazanmak için yaptığı bir operasyon
muydu? 27 Mayıs darbe
sürecinde ‘6 Haziran olayı’ diye
adlandırılan olayla ilgili Albay Talat Aydemir, arkadaşına yazdığı mektupta,
gittikçe kuvvetlenen Masonik bir hâkimiyetten şikâyet etmektedir:
“Hava Kuvvetleri komutanının, emir
subayının (Gürsel’in emir subayı Agasi Şen) marifetiyle tayininden sonra iş
patlak verdi. Emir subayı Agasi Şen,
Mason cemiyetine girmişti, diğerleri de onun izinden yürüyorlar, tesir altında
kalıyorlardı. Bugün devletin beş bakanı da Masondur, sen hükmünü ver…”11
İttihat
Terakki’nin kurucuları ve üyeleri içerisinde çok sayıda ve etkin masonlar
vardı. İttihat Terakki ile masonlar ordunun içerisine sızarak imparatorluğun
tasfiye edilmesinde çok etkin rol oynamışlardır. Bunlar bilinen gerçeklerdir.
Osmanlı’da Emanuel Karasu ile başlayan hareketin, Cumhuriyet döneminde nasıl
seyrettiği hakkında fazla bilgi bulunmamaktadır. Mustafa Kemal mason localarını
kapatmıştır. Ancak bu Masonların faaliyetlerini bıraktıkları anlamına
gelmemektedir. Legal alandan illegal alana faaliyetlerini kaydırarak
çalışmalarına devam etmişlerdir. Burada amacımız, Masonluğun Türkiye’deki
çalışmalarını, gücünü ve etkisini araştırmak değildir. Türkiye’de yönetimde gözüken
insanların hata yapmasına sebebiyet veren, devletin bir bütün olarak hareketini
engelleyen ve halkla devleti karşı karşıya getiren bir gizli gücün olup
olmadığını dikkat çekmek ve bunun üzerine insanların düşünmesini sağlayabilmektir.
Bu nedenle Talat Aydemir’in ifadelerini önemsiyoruz.
Masonlar,
arka planda birbirlerinden haberli ön planda birbirleri ile mücadele, çatışma
halinde görülmektedirler. Masonları tehlikeli kılan, birbirlerine zıt, karşıt
olan cemiyetler, yapılar içerisinde kolaylıkla faaliyet gösterebilmedeki
yetenekleridir:
Atilla İlhan:”… Atatürk masonluğu
yasaklamıştı. Şimdi bakın, iki büyük Mason. Birisi Selanikli maliyeci Cavit
Bey’dir. İttihatçılar zamanında Maşrık-ı Azam oydu. Yenildiler hepsi kaçtı, ama
o İstanbul’da idi. İşgalciler geldiler, Hürriyet ve İtilafçıların içerisinde
masonların en kıdemlisi de Filozof Rıza Tevfik Bey’di. İnanılmaz bir şey...
Biri itilafçı, biri ittihatçı; birbirlerine kedi köpek gibi düşman olmaları
lazım gelen bu adamlardan birincisi Maşrık-ı Azamdı. Maliyeci Cavit Bey
İttihatçıların Avrupalı adamıydı, Avrupalıların menfaat ve fikirlerini
savunuyordu. Filozof Rıza Bey de Sevr maddesini imzalayan adam. Masonlar
bunlar. … Gazi bunlardan birini astı birini sürdü.”12
Türkiye’de
ordu ile halkı en keskin bir şekilde karşı karşıya getiren ve halkın temel
değerlerine doğrudan cephe alan bir darbe özelliğindeki 28 Şubat postmodern
darbesi Atilla İlhan’a göre Sabetayist Masonik kadronun eseridir:
“28 Şubat Sabetayist bir darbedir; ekonomiyi batırmak ve halkı devletten
soğutmak için yapılmıştır. Bakın
Çevik Bir Amerika’nın adamı, tasfiye edildi, onu tasfiye ettiler. Çevik Bir,
Doğan Güreş olacaktı, onun için yetiştirilmişti. Bilmediğiniz bir şey de
söyleyeyim; Sabatayisttir, dönmedir. Son zamanlarda dönmelere çok cesaret
verdiler... Çevik Bir, Türk askerinden çok bir Amerikan subayına benziyordu.
Amerika desteğiyle parlatıldı ama bir de baktı ki en önemli yer olan
Genelkurmay Başkanlığı yolu kendisine kapalı… Amerika’nın kontrolü, Çevik
Bir’in tasfiyesinden sonra kayboldu…”
Türkiye’deki
kilit noktalarda masonların bulunmuş olması ve Türkiye’deki Sabetayist Masonik
kadronun, ABD-İsrail ile içiçeliği Türkiye’nin ana sorunudur:
Atilla İlhan: “Bakın ben 28 Şubat sürecinde de yazdım, Türkiye’de hiç lafı edilmeyen
bir takım başka tarikatlar da vardır, Silahlı Kuvvetler bunları görmüyor mu?
Soru buydu. Ve isimlerini sıralamıştım; masonlar, rotaryenler, lionslar,
bunların hepsi tarikat, bu tarikatların aynı şekilde ilişkileri servetleri,
aynı şekilde fırıldakları vardır.”
O zaman ses çıkarılmıyordu bunun da
iki sebebi vardı; birincisi yüksek
kumanda kademesinde masonlar vardı. Öyle olunca tabii dokunulmaz oluyorlar. Demek
ki biraz ondan oluyor… Bana sorarsanız,
12 Eylül yani Turgut Özal’dan İsmail Hakkı Karadayı’nın Genelkurmay
Başkanlığına kadar olan dönem içerisinde yönetim tamamıyla dış merkezliydi.”(13)
Masonluğun
gücü, sadece sivil ve askeri bürokrasi içerisinde kazandığı mevzilerden
kaynaklanmamaktadır; aynı zamanda medya ve ekonomi üzerinde de önemli mevziler
kazanmışlardır:
“Atilla İlhan:..Çünkü büyük basının yarısından çoğu mason olduğu için
bunları yazmadılar…Türkiye laiktir ama Türkiye’de laikliği din aleyhtarlığı,
dine karşı gelme gibi yorumlayan bir kesim vardır. Bazı iş çevreleriyle
masonlar ve farmasonlardır. Asıl ordadır bunların başı.”13
Büyük
basın veya kartel medyası denilen medya gruplarının, belli zamanlarda
yaptıkları yayınlara baktığımızda Atilla İlhan’a hak vermemek mümkün değildir.
Tüm darbelerin öncesi ve sonrasında yaptıkları yayınların birbiri ile taban
tabana zıt bir muhteva içermesi, Türkiye’nin kimyasını bozan gizli gücün
kimliği hakkında bize bilgi vermektedir.
27
Mayıs darbesi için gerekli psikolojik ortamın hazırlanmasında çok önemli bir
rol oynayan medya ile ilgili, 27 Mayıs’ın güçlü isimlerinden Orhan Erkanlı’nın
İhtilal günlerinde yaptığı değerlendirme çok açıklayıcı olsa gerekir:
“Yassıada sanıklarına hak veriyordum. Bizim basın dünyada eşi olmayan, bir gün
alkışladığını ertesi gün taşlayan, beyaza siyah siyaha beyaz demekten hiç
çekinmeyen, iktidarların dümen suyunu sadakatle takip eden bir tutum içindeydi.
Neler yazdılar neler?”14
Bu,
sadece 27 Mayıs’a özgü değildi. Bu, Türkiye’nin bütünleşmesinin ve
kalkınmasının engellenmek istendiği bütün dönemlerde böyle olmuştur. 12 Mart,
12 Eylül ve 28 Şubat’ta benzer şeyler olmuştur. Ecevit’in DSP’sini bölerken
Ecevit’e karşı açtıkları kampanya, hâlâ hafızalarda tazeliğini korumaktadır.
Kenan Evren, bu oyunu zamanında görememiştir. Daha sonraları önce kendisini
öven, sonra da yeren gazetecilerin yazdıklarını ibret-i âlem olsun diye bir
kitapta toplamıştır.15
Çünkü kaos uluslararası gizli bir gücün özel bir politikasıdır; kaos içerisinde iradelerin çözülerek toplumların teslim alınması amaçtır.16
Sonuç: Türkiye’nin Vücut Kimyasını Bozan Gizli Güç Siyonizm’dir
Masonik
medyanın ülkede kaos meydana getirecek bir politika uygulaması, sadece Türkiye
medyasına özgü bir özellik olmayıp Siyon Önderlerinin Protokolleri’nde
öngörülen genel bir hareket tarzıdır:
“Şimdiki zamanda bile, sadece Fransız
basınını ele alın, parola ile işleyen masonik dayanışmayı açığa vuran haller
vardır: Bütün basın organları mesleki gizlilik içinde birbirlerine bağlıdırlar.
Onlardan hiçbirisi kendi malumat kaynaklarının sırrını bunların bildirilmesi
kararlaştırılmadıkça dışarıya vermezler.
Gazetecilerin hiçbirisi kendi tüm
mazisi içinde yüz kızartıcı bazı yaralar ve buna benzeyen şeyler bulunmadıkça
basın mesleğine kabul edilmeyeceği için onlardan hiçbirisi bu sırrı ifşa etmek
tehlikesine girmeyecektir. Çünkü bu yararlar derhal açıklanır. Bu sırlar birkaç
kişi arasında kaldığı müddetçe gazetecinin şöhreti memleket çoğunluğunu çeker,
avam onu şevkle takip eder.
… Bugünün basını tarafından oynanan
rol nedir? O bizim için lüzumlu olan hisleri kamçılar ve alevlendirir veya
partilerin egoistçe amaçlarına hizmet eder. O çok defa tatsız, haksız ve
yalancıdır ve halkın çoğunluğu basının gerçekte hangi gayelere hizmet ettiğine
dair en ufak fikir sahibi değildir.”(17)
(Burada
yer alan basın yerine medya kavramı konularak değerlendirme yapılmalıdır.)
Orhan Erkanlı ile Kenan Evren’in
göremedikleri bu boyuttur. Yapılan her şey gizli bir stratejiye göre icra
edilmektedir. Yeri ve zamanı geldiğinde hedefe varmak için önceden alınan
kararlar uygulanmaktadır. 27.1.1965 tarihli Latin Kilisesi Kurultayı’nda,
Cizvit Tarikatı Papazı Peder Pedro Arrupe bu ince stratejiye dikkat çekmiştir:
“Bu… Tanrısız cemiyet (komplo şebekesi) cemiyetin üst kademelerinde
fevkalade etkili bir şekilde işlerini yürütmektedir. Bu cemiyet, elinde
olan ilmi, sosyal ve ekonomik araçların hepsini kullanmaktadır. Bu cemiyet, ince dokunmuş bir strateji
takip etmektedir. Bu cemiyet,
uluslararası teşkilatlar, finans çevreleri üzerinde ve kitle iletişim sahasında
(basın, sinema, radyo ve televizyon) neredeyse tam bir hâkimiyete sahipler.”18
İnsanlar
bu kadar da olmaz derken onlar, karanlıkta, perde gerisinde ve fakat etkin
kilit noktalarında bulunarak para ve medyanın gücü ile tüm dünya insanlığını
ifsat etmeye devam etmekte, insan neslinin fıtratını bozarak kendine yabancılaştırmaya,
yalnızlaştırmaya ve güdülmeye uygun sürü haline getirmeye çalışmaktadırlar:
“Şeytan ve müritleri yüzyıllar
boyunca özellikle de 20. yüzyılda, insanların zihinlerini kontrol etmek için
çok detaylı teknolojiler geliştirdiler. Şeytani ruhların, işbirlikçi aydınların
ve medyanın yardımıyla bu amaçlarına ulaştılar (televizyon, filmler, gazeteler,
dergiler, müzik, sanat).
“Toplumun görünmeyen mekanizmasını
işleten kişiler, ülkemizin gerçek yönetici gücünü meydana getiren görünmeyen
hükümeti oluşturuyorlar.
Adını hiç duymadığımız kişiler
tarafından zihinlerimize şekil verildi, zevklerimiz biçimlendirildi,
fikirlerimize etki edildi.”19
Evet,
bunlar şeytanın yolundan gidenlerdir.
Mücadelemiz, şeytan ve şeytanın yolundan gidenlere karşı sınırsız ve topyekündür. Onun için bu mücadeleye, halkın bütün halinde iştirakinin sağlanması gerekir.
Müslümanlara düşen en temel görev; bu gizli şeytani şebekenin varlığını, bu ülkenin her
kesimine anlatarak toplumsal uyanışı, toplumsal dayanışmayı sağlayıp topyekün
bir mücadelenin ortaya çıkmasını temin etmektir.
Sabırla, Yılmadan, Bıkmadan ve En güzel bir tarzda.
KAYNAKLAR
1-Yavi,
Ersal, İhtilalci Subaylar, Yazıcı
yayınevi, İzmir, 2003.
2-Yavi,
E., Age., S:173
3-
Bila Fikret, Komutanlar Cephesi,
Detay yayınları, İstanbul, S: 39
4-
Bila F., Age., S: 55-65
5-
Bila F., Age., S: 134
6-
Yavi, E., age., S:50-70
7-
Yavi, E., Age., S:275
8-
Evren, Kenan, Kenan Evrenin Anıları,
Milliyet yayınları, İstanbul, 1990 Cilt 1 S:553.
9-Sönmez,
Köksal.,Milliyet, 23.11.2007
10-
Bila, F., age., S: 298-315
11-
Yavi, E., age., S:385
12-
İlhan, Attila: 28 Şubat da, Son Operasyonlar da Cumhuriyet’in Savunma Refleksi,
Yeni Şafak 24.04.2001
13-
Coşkun, Muharrem – Çakmak, Necmettin, Attilâ İlhan’la Çeşitli Konulardan...
Röportaj Milli
Gazete 22-23-24.03.2003
14-Yavi,
E., age.,S:359
15-
Ardıç, Engin, ‘Hayır, Asla Güvenmiyorum!’ Akşam
22.09.2007
16-
Mars, Texe, İllüminati, Entrika Çemberi,
Timaş Yayınları, İstanbul, 2002,S:100-120
17-
Varsden, Victor, Siyon Liderlerinin
Protokolleri, Kum Saati Yayınları, İstanbul, S: 59-60
18-
Gary Allen, Gizli Dünya Devleti,
Milli Gazete, 1996 İstanbul, S: 8
19-
Mars, Texe, age, S:175.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder