(Umran Dergisi)
Keser döner, sap döner; Bir gün de hesap döner.
Son günlerde birbirini
destekleyen biri içerde diğeri ise dışarıda iki önemli olay meydana geldi.
İçerdeki, Danıştay 2. dairesinin kamusal
alan tanımlamasını iyice genişletip
başörtüsünü sokakta da yasaklayan kararı; dışarıdaki ise, Hz.Peygamber’e(s.)
hakaret içeren Avrupa merkezli karikatür olayıdır. İki olay, birbirinden
bağımsız gözükmesine rağmen gerçekte birbiri ile bağlantılıdır ve birbirini
tamamlamaktadır. Aynı zihniyetin İslam düşmanlığının farklı zaman ve mekanlarda
tezahür etmesinden ibarettir. Dört yıldır bekletilen bir dosyanın zamanlaması
dikkat çekicidir; muhtevası zamanlamasından çok daha önemlidir. Kamuoyunun
dikkati dışarıya dönükken milletin yolu üzerine çok tehlikeli mayınlar
döşenmiştir. Karikatür olayının gölgesinde kalan Danıştay kararının tartışmaya
açılması daha yararlı olacaktır. Bundan dolayı bu yazıda ağırlıklı olarak
Danıştay kararı üzerinde durulacaktır.
Danıştay’ın Görevi Milletin Yoluna Mayın Döşemek mi?
Danıştay kararı, karikatür
olayına iyi bir zamanlama ile eklemlenmiştir. Dikkatler dışarıya dönükken
Türkiye’deki Müslüman halkın yoluna son derece cüretkar bir tarzda çok önemli
mayınlar döşenmiştir.
Bir öğretmenin başörtüsü
davası, 2001 yılında başlamış ve 2002 yılında 6. İdari mahkemenin öğretmen
lehine karar vermesi ile sonuçlanmıştır. Ancak Ankara valiliği karara Danıştay
nezdinde 2002 yılında itiraz etmiştir. Buraya kadar herhangi bir anormallik
görülmemektedir. Anormal olan ve dikkat edilmesi gereken nokta, 2002 yılında
yapılan bir başvurunun 2006 yılında karikatür rezaletinin olduğu ve Müslüman
halkların ayağa kalktığı bir dönemde, tam 4 yıl sonra, karara bağlanmasıdır.
Kararın iki önemli boyutu vardır. Bir boyut, doğrudan doğruya Müslümanların
geleceğine dönüktür. İkinci boyut, AKP iktidarını yıpratma amaçlıdır. Burada
ikinci boyut üzerinde durulmayacaktır.
Danıştay’ın verdiği kararın
olumsuz oluşundan ziyade kararın kapsam alanı, dayandırıldığı gerekçe ve
kullandığı üslup üzerinde durulması gerekmektedir:
“Anayasa’nın başlangıcında,
‘hiçbir düşünce ve görüşün, Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılaplarıyla
medeniyetçiliği karşısında korunma göremeyeceği ve laiklik ilkesi gereği kutsal
din duygularının devlet işlerine ve politikaya kesinlikle
karıştırılmayacağı...”
…Anayasa’nın ‘eğitim ve
öğrenim hakkı ve ödevi’ başlıklı 42/3. fıkrasına göre de eğitim ve öğretim
faaliyetinin temel ilkelerinin, Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlılık,
laiklik, çağdaşlık ve bilimsellik olduğu tartışılmazdır. Milli Eğitim Temel
Yasası’na göre de milli eğitimde laiklik esastır ve öğretmenler buna uymalıdır.
Öğreticilerin görünümleri de öğrenciler üzerinde etki yaratır.
Davacının okul içinde başı
açık hizmet verdiği ifade edilse de, zaman zaman türbanlı olduğu yönünde
beyanların da bulunduğu, benzer eylemleri nedeniyle iki disiplin cezası aldığı,
davacının yöneticilik yapacağı okulda öğrenim görenlerin yaşlarının küçüklüğü
nedeniyle mantıksal değerlendirme ve çıkarım yapma çağından uzak oldukları
hususları birlikte değerlendirildiğinde, bulunduğu ortam içinde ve
eğitim-öğretimin bir şekilde yansımasının oluştuğu dışsal çevrede en iyi örnek
konumunda olması gereken davacının, okula geliş-gidişte de olsa söz konusu
yasal düzenlemelerde belirtilen temel ilkelere aykırı davrandığı sabit
olduğundan, müdürlükten alınıp öğretmen olarak atamasında hukuka, kamu yararı
ve hizmet gereklerine aykırılık bulunmamakta.”1
Yukarıdaki kararı
değerlendirmeden önce dikkat edilmesi gereken bir başka nokta, Danıştay’ın
başörtüsüne ilişkin kararlarında, 1984 yılından bu yana, 22 yıl içerisinde,
dozajı gittikçe artan bir yasaklama eğiliminin var olmasıdır:
1984:
Laikliğe karşı simge:
“Kendi toplumsal
çevrelerinin baskısına veya gelenek ve göreneklerine boyun eğmeyecek ölçüde
eğitim gören bazı kızlarımızın ve kadınlarımızın sırf laik cumhuriyet
ilkelerine karşı çıkarak dine dayalı bir devlet düzenini benimsediklerini
belirtmek amacı ile başlarını örttükleri bilinmektedir. Bu kişiler için
başörtüsü masum bir alışkanlık olmaktan çıkarak kadın özgürlüğüne ve
cumhuriyetimizin temel ilkelerine karşı bir dünya görüşünün simgesi haline gelmektedir.”
1987:
Başörtüsü ayrı-türban ayrı:
“Türbanda bir çeşit
başörtüsü olmakla birlikte biçim ve kullanış amacı yönünden başörtüsü ayrıdır.
Başın yüz kısmı dışında kalan yerlerini sımsıkı kapatan ve kapatmasına özen
gösterilen biçimi ile başörtüsü laikliğe aykırı bir ideolojinin simgesi olarak
kullanılmaktadır. Türbanda ise böyle bağnaz bir kapalılık görünümü
bulunmamaktadır. Bu nedenle disiplin kurulunca başörtüsünün türban sayılmaması
yerindedir.”
1989:
Çağdaş kıyafet değil:
“Başörtüsü; günümüz insanı için
çağdaş bir kıyafet olmadığından anılan yönetmelik kuralı gereğince davacının
eylemi kınama cezasını gerektirmektedir.”
1992:
Türban da örtü de yasak:
“Böylece Anayasa’ya
aykırılığı saptanmış olan boyun ve saçların başörtüsü ve türbanla kapatılması
durumu kılık kıyafet serbestisi dışında tutulmaktadır”2
2006:
Sokakta da yasak kararı (Yukarıdaki Danıştay Kararı)
Görülebileceği gibi Danıştay, bir stratejiyi adım adım uygulayarak milletin yolu üzerine her seferinde ustaca mayınlar döşemektedir.
Birinci Mayın: Kamusal Alan Hayatın Her Alanıdır
Danıştay’ın bu kararından önce Kamusal Alan sadece devlet daireleri olarak tanımlanıyordu. Devlet dairelerinde hizmet sunanların başörtülü olamayacağı ancak hizmet alanların başörtülü olabileceği iddia ediliyordu. Sokakta başörtüsüne kimsenin karışmadığı tekrarlanıp duruyordu.
Daha önce Devlet daireleri için tanımlanan kamusal alan kavramı, Danıştay’ın bu kararı ile genişletilerek hayatın tümüne yaygınlaştırılmıştır.
Gözden kaçmaması gereken bir
nokta da, Danıştay’ın bu kararında yalnız olmayıp YÖK ve CHP ile birlikte ortak
hareket ettiğidir. Türkiye’de ilk kez sokağı içeren bir kamusal alan tanımlaması, YÖK başkanı Teziç tarafından Danıştay
kararından çok önce yapılmıştır. YÖK Başkanı, karardan sonra düşüncelerini aynı
şekilde tekrarlayarak karara destek vermiştir:
“Teziç: “Bir kör dövüşü
içinde bir kapı açmaya çalıştılar. Yargı yakaladı”… “Hukuki açıdan yol kesildi.
Artık hukuku zorlamamaları lazım” .
Soru: Peki bu karar kamusal
alan kavramını genişletmiyor mu? Sokakta türban takan bir kadına müdahale
imkanı yaratmıyor mu?
Teziç: “Hem evet hem de
hayır. Yolda yürüyorsunuz. Tesettürlü bir kadınsınız. Polis sizi tanımakta
güçlük çekiyorum dediği zaman yüzünüzü açmak zorundasınız. Sizi tanımakta
güçlük çekiyorum dediği anda orası kamusallaşır.”
Soru: Eviniz olsa bile mi?
Teziç: “Evet” Ama polis
teşekkür ederim deyip gittikten sonra yine özel alan olur.”
Soru: Danıştay, neden
sokakta taktığı türbana karışıyor?
Teziç: “Laik demokratik
cumhuriyette kamusal hizmet bir kişinin tarafsız kimliğini yansıtır. Dini ve
siyasi sembol taşımasını engeller.”
Soru: Özel hayatında da mı?
Teziç: “Evet. Bir yargıç
kürsüde başı açık olup, pazara türbanlı gidemez. Bu benim inanç alanım, özgür
alanım diyemez. Anayasa Mahkemesi başkanımızı pazarda türbanlı görmek devleti
sarsar. Bir öğretmen de okulda başı açık, pazara çıkınca türbanlı olamaz...
Çocuk, kadınlığından utanarak türban takan öğretmenini görüp, acaba annem ayıp
mı yapıyor, diye sormaya başlar.”
Soru: İnanca dayalı değerler
mi daha kutsal? Yoksa laik demokratik cumhuriyetin oluşturduğu temel ilkeler ve
hukuk düzeni mi?
Teziç: “Tabii ki, inanca
dayalı değerler kutsaldır” Onun kadar kutsal olan, kamu görevlileri için
kamunun yarattığı hukuk düzenidir. Sokaktaki insan ’Benim kamu görevlilerim
ayrım yapmaz’ diyebilmelidir. Cumhuriyeti içtenlikle taşımak gerekiyor.”3
CHP genel başkanı Baykal
karikatür rezaleti ile ilgili yaptığı konuşmada, Hollanda’nın derhal özür
dilemesini yeri göğü inleterek isterken; Danıştay’ın kararına başörtülü bayanlara
yaptığı hakaret için destek vermesi dikkat çekicidir. CHP grup başkan vekili
Kemal Anadol “Danıştay’ın kararı,
siyasete yansıyan bazı tartışmalara son veren hukuki bir belgedir. Bu kararla
tartışmalara nokta konulmuştur.”; genel başkan yardımcısı Mustafa Özyürek
ise “kamusal alanı genişleten bir karar.
Aynı zamanda öğretmenlerin okula türbanla gelip gitmesini de aykırı bulan bir
karar “4 derken tam bir ikiyüzlülük örneği sergilemiş olmuyorlar mı?
Gerek YÖK başkanının görüşlerinde ve gerekse Danıştay’ın kararında kamusal alan, son derece muğlaklaştırılarak isteyenin istediği şekilde kullanabileceği bir kavram haline dönüştürülmüştür; İslam’a ve Müslüman’a karşı duyulan bir kin ve bir düşmanlık gösterisidir; örtünmeye duyulan bir kin ve nefret ifadesidir.
İkinci Mayın: Başörtülüler Çocuklara Kötü Örnek Olmaktadır
Danıştay kararında ‘Başörtülü bir öğretmen küçük çocuklara
başörtüsünden dolayı kötü örnek olmaktadır’ anlamında kullanılan ifadeler,
bu ülkede başörtüsü takan ve ülke nüfusunun çoğunluğunu meydana getiren bir
kesime hakaret etmek anlamına gelmektedir. Danıştay’ın kararı
genelleştirilirse, bu, başörtülü anneler kendi çocukları dahil tüm çocuklara kötü örnek olmaktadır anlamına gelir.
Karar, görüldüğü gibi sadece halkla devleti karşı karşıya getirmiyor aynı
zamanda anne ile çocuğu ve başı açık olanla başı açık olmayanı, iyi örnek olup
olmama bağlamında, karşı karşıya getirip kamplaştırıyor.
YÖK başkanı ise hakarete
daha ağır tonla bir başka düzeyde ‘kadınlığından
utanarak türban takan öğretmen’ ifadelerini kullanarak iştirak ediyor. YÖK
başkanı Teziç’in, kadının açılmasını kadın olmanın bir gerek şartı olarak
gördüğü anlaşılıyor.
Gerek YÖK Başkanı Teziç
gerekse Danıştay kararında kullanılan ifadelere dikkat edilirse şuur altının,
bir kin ve düşmanlık şeklinde dışa vurulduğu görülür.
Bu ülkeyi kanı ve canı ile
besleyen insanımıza reva görülen bu davranışın asıl sebebi nedir? Batı
insanının karikatürlerde yapmak istediği hakareti anlayabiliyoruz çünkü onlar
düşman; inanç olarak, yaşam tarzı olarak, tarihsel olarak İslam’a ve Müslüman’a
düşmanlar, bunda bir anormallik yok. Ya ‘biz
de Müslümanız’ diyen içerdekilerin bu kin, nefret ve düşmanlık dolu tutum
ve davranışlarına ne denmeli? Bunlar kimin saflarında ve kime karşı
savaşıyorlar? Yoksa hepsi aynı safın insanları mı? Kur’ân’ın ifşa ettiği
insanlar yoksa bu insanlar mı?
“Ey iman edenler,
kendinizden olmayanı sırdaş edinmeyin. Onlar size kötülük ve zarar vermeye
çalışırlar, size zorlu bir sıkıntı verecek şeyden hoşlanırlar. Buğz (ve
düşmanlıkları) ağızlarından dışa vurmuştur, sinelerinin gizli tuttukları ise,
daha büyüktür. Size ayetlerimizi açıkladık; belki akıl erdirirsiniz.
Sizler, işte böylesiniz:
onları seversiniz, oysa onlar sizi sevmezler. Siz Kitabın tümüne inanırsınız,
onlar sizinle karşılaştıklarında “inandık” derler, kendi başlarına
kaldıklarında ise, size karşı olan kin ve öfkelerinden dolayı parmak uçlarını
ısırırlar. De ki: “Kin ve öfkenizle ölün.” Şüphesiz Allah, sinelerin özünde
saklı duranı bilendir.
Size bir iyilik dokununca onları tasalandırır, size bir kötülük isabet edince ise onunla sevinirler. Eğer siz sabreder ve sakınırsanız, onların ‘hileli düzenleri’ size hiçbir zarar veremez. Şüphesiz, Allah, yapmakta olduklarını kuşatandır.” (3/118-120)
Üçüncü Mayın: Başörtüsü Bir Ayırımcılık Simgesidir
YÖK başkanının ifadelerinde
milletin önüne konulmak istenen bir başka mayın da başörtülülerin salt
başörtüsü taktıkları için ayırımcılık yapacağı, tarafsız ve adil
davranmayacağıdır. YÖK başkanına göre başı açık bir bayan mahkemede başı örtük
bir hakim gördüğünde kendisine haksızlık yapılacağı duygusuna kapılacağını ve
bundan dolayı verilen kararın adil olacağına inanmayacağını söylemektedir. Salt
giysi adaletin ve tarafsız davranmanın bir ölçüsü oluyorsa, olaya tersinden YÖK
başkanının mantığıyla yaklaştığımızda, başörtülü bir bayan, başı açık bir
hakimin kendisine ayrımcılık yapıp hakkında taraflı bir karar vereceği ve
haksızlık yapacağını düşünmelidir. Roller bu şekilde yer değiştiğinde ortaya
çıkacak olan bu tezatlı durum nasıl çözüme kavuşturulabilecektir? YÖK
başkanının mantığına göre her halükarda mağdur olanlar var olacaktır,
ayırımcılık ve kamplaşma kaçınılmazdır. Çoğunluğun başörtüsü taktığı bir ülkede
başı açık olma niçin, neden ve nasıl tarafsızlığın bir ölçüsü olmaktadır? Bu
kriteri kim, hangi dayanağa göre ileri sürebilmektedir?
28 Şubat Postmodern darbe
sürecinde bir üniversitede ‘yardımcı hizmetler kadrosunda çalışan bir telefon
memuresi’, salt başörtülü olduğu için temelli olarak işten atılıyor. Danıştay
da telefon memuresinin başının örtülü olmasını “ideolojik veya siyasi amaçlarla
kurumların huzur, sükûn ve çalışma düzenini bozmak” sayıp memuriyetten atmayı
onaylıyor! (8. Daire, K: 2000/ 4951)5
Oysa kanun, “boykot, işgal, engelleme” gibi
eylemleri, “çalışma düzenini bozan eylemler” olarak kabul ediyor. Danıştay bu
eylemlerin hiç birini yapmayan başörtülü memureye kademeli olarak, kanundaki
gibi ‘uyarma, kınama, aylıktan kesme, kademe ilerlemesini durdurma’ gibi
cezalar vermeden işine son vermeyi hangi yasal çerçeveye oturtabiliyor, bugüne
kadar tartışılmış değildir. Yargının tarafsızlığı başörtülüler için geçerli
değil midir? Anlaşılan o ki Danıştay mevcut yasalarla çelişen bir mahkumiyet
kararını hiçbir adalet duygusu taşımadan, hiçbir vicdanı sorumluluk duymadan
YÖK başkanının mantığı ile bakarak onaylamıştır.
Danıştay 12. dairesi Zina
suçundan dolayı işine son verilen bir bayan öğretmenin İdari mahkemece
onaylanan kararını bozma gerekçesinde, öğretmenin öğrencilere kötü örnek olup olmamasını değil işinde
başarılı olup olmamasını referans almıştır:
“Olayda davacının görevine,
anılan yasa hükmüne göre son verilmiş ise de; davacının görevinde
başarısızlığının kanıtlanamadığı, bu durumun dışındaki halin ise görevine son
vermeyi gerektirecek ağırlık ve nitelikte bulunmaması, ancak disiplin
hükümlerine göre değerlendirilmesi gerektiği sonucuna varıldığından 657 sayılı
yasanın 56.maddesi hükmüne dayanılarak tesis edilen işlemde hukuki isabet
bulunmamaktadır” (12. daire Esas no 2003/1169 Karar no 2005/ 4424)6
İki bayan başörtüsü
örttükleri için Laikliğe, Atatürk ilke ve inkılaplarına, çağdaşlığa ve
Anayasaya karşı gelmişler(!), kamu düzenini bozmuşlar(!) ve kendi çocukları
dahil olmak üzere tüm çocuklara kötü örnek olmuşlar(!) ve bunun için de
görevlerinden alınmışlardır. Zina yapan bayan öğretmen ise zina yaparak tüm
sayılanlara uygun davranmış(!) olduğundan görevine iade edilmiştir.
Görüldüğü gibi dillerinden
düşürmedikleri yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı ilkeleri pratikte belli
insanlar için geçerlidir.
Başörtüsünü zinadan çok daha
tehlikeli kabul eden bir zihniyetle karşı karşıya kaldığımız gerçeğini
unutmamalıyız.
Dördüncü Mayın: Kavramsal Bazda İhdas Edilen Ruhbanlık
Din ve vicdan hürriyeti,
laiklik, düşünce ve ifade hürriyeti, demokrasi, kamusal alan ve insan hakları,
Batılı zihniyetin ihdas edip kutsadığı kavramlardır. Uzun yıllar kimi Müslüman
zihinler, inşa edilen bu kavramların gereğini Batılıların/Batılılaşmış
kafaların yapacağını düşünerek kendilerini avutmuşlardır. İşin pratiğinde bu
zihniyet mensuplarının kendi menfaatleri için başkalarını suçlama, karalama ve
vurma aracı olarak bu kavramları kendi dışındaki toplumlar için kullandıklarını
yazık ki görememişlerdir. Hz. Peygamber’e(s.) hakaret içeren karikatürler,
düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamına girmekte, ama din ve vicdan hürriyeti
kapsamına girmemektedir. ‘Ermeni soykırımı yoktur’ demek düşünce ve ifade
özgürlüğü kapsamına girmeyip suç oluşturabilmektedir. Danıştay kararlarında ve
YÖK başkanının açıklamalarında aynı kavramsal çarpıtmayı görmemiz mümkündür.
Gerçekten bu zihniyet
insanlığın tarihi birikim olarak uzun mücadele sürecinde ikame ettiği tüm
kavramları çarpıtmak, işine geldiği gibi yorumlayıp şekillendirmek, anlamlarını
kaydırmak ve içlerini boşaltmak konusunda mahirdir. Belki de genetik yapılarının
en temel ve ortak özelliklerinden biridir:
“Sözlerini bozmaları
nedeniyle, onları lanetledik ve kalplerini kaskatı kıldık. Onlar, kelimeleri
konuldukları yerlerden saptırırlar. …İçlerinden birazı dışında, onlardan
sürekli ihanet görür durursun. Yine de onları affet, aldırış etme. Şüphesiz
Allah, iyilik yapanları sever.”(5/13)
“Ey Peygamber, kalpleri
inanmadığı halde ağızlarıyla «inandık» diyenlerle Yahudilerden küfür içinde
çaba harcayanlar seni üzmesin. Onlar, yalana kulak tutanlar, sana gelmeyen
diğer topluluk adına kulak tutanlar (haber toplayanlar) dır. Onlar, kelimeleri
yerlerine konulduktan sonra saptırırlar, «Size bu verilirse onu alın, o
verilmezse ondan kaçının» derler.”(5/41)
Oysa bu kavramları kendileri
ihdas etti, kendileri tanımladı, şimdi de kendileri inkar ediyor. İhdas
ettikleri bu kavramların gereğini yapmayıp kendileri ret ediyorlar.
Bir başka çarpıtma, yasama,
yürütme ve yargının birbirinden bağımsız üç güç olup olmamasında yapılmaktadır.
Yasama ve yürütme organları halkın iradesiyle oluşan organlardır; yargı ise
atanmışlardır, halka hesap verme zorunluluğu olmayan kurumlardır. Seçilmişlerin
önünü kesmek, onları çalışamaz hale getirmek adeta atanmışların görevi
olmuştur. Her nedense atanmışlar, kendilerini devlet olarak görmekte, halkın temsilcilerinden
oluşan yasama ve yürütmenin devlet için tehlikeli olduklarını varsaymaktadır.
1960 yılından bugüne gittikçe keskinleşen adı konmamış bir çatışma söz
konusudur. Devletin kılcal damarlarına kadar nüfuz eden bu bürokrasi, CHP hariç
tüm hükümetleri engellemeyi kutsal görev addetmiştir. Gazeteci yazar Arslan
Tekin’in bu konuda dikkat çekici bir tespiti vardır:
“Alparslan Türkeş” kitabını
yazarken, 12 Eylül 1980 öncesinde gazeteleri de taramıştım. Sık karşılaştığım
haberlerinden biri de Milliyetçi Cephe ve Adalet Partisi hükümetlerinin hemen
bütün kararlarını Danıştay’ın durdurduğuna dair haberlerdi… merak ettim CHP
dönemlerini de taradım; hemen hiç haber yoktu! O zamandan bu zamana bir şey
değişmemiş!”7
Görüldüğü gibi yargı, diğer
iki güç merkezini engelleyen, onların da üzerinde olan bir güç haline
gelmektedir. Yargı siyasalaşmaktadır. Yargıtay Başkanı Osman Aslan’ın bu
tehlikeye, özellikle dikkat çekmeye çalışması önemlidir:
“Kamuoyunda sıkça
tekrarlanan bir söylem var: Kışlaya, okula ve camiye siyaset girmesin. Bu
söylem doğru ama eksik. Siyaset, yargıya da girmemeli. Meslek yaşamım boyunca
dikkat ettim, siyaset girmesin diye kurumlar sayılırken, sadece kışla, cami ve
okuldan bahsedilir. Yargı siyasallaşmamalı. Siyasallaştırılmak istenmemeli. Siyasallaşmak,
adaletin temeli olan yargıyı, temelinden sarsar. Hâkimlerin siyasal görüşü
elbette vardır. Olmalıdır. Ancak siyasi görüş kesinlikle karara
yansımamalıdır.”8
Görüldüğü gibi 80 yıl
boyunca ihdas edilen kurumlar, kuruluş amacından sapmış veya saptırılmış halka
zulmeden, halkı hor gören, halkın taleplerini tehlikeli sayıp hayır diyen ve
fakat yabancıların isteklerine evet diyen bir konumlanma içerisine
girmişlerdir. Adeta her bir kurum kendisine bir kutsallık atfederek
Ruhbanlaşmıştır. Ve fakat onun da gereğini yapmamaktadır. Tıpkı Ruhbanlığı ehli
kitabın ihdas edip sonra da gereğini yapmaması gibi:
“Türettikleri ruhbanlığı ise, biz onlara (uyulması gerekli bir yaşama biçimi) yazmadık. Ancak Allah’ın rızasını aramak için (türettiler) ama buna da gerektiği gibi uymadılar.”(57/27)
Sonuç: Türkiye Uyanıyor ve Arınıyor
Hz. İbrahim’le ilgili,
kahramanları karga ile serçe olan bir kıssa anlatılır: Hz. İbrahim, kavminin
tapındığı putlara karşı çıktığından, kavminin refahtan şımarıp azan önde
gelenleri tarafından yakılarak öldürülmesine karar verilir. Hz. İbrahim’in
ateşe atıldığını duyan serçe gagasına bir miktar su alarak ateşi söndürmeye
koşar. Bunu gören karga, serçe ile alay ederek ne yaptığını sorar. Serçe ateşi
söndürmek için su taşıdığını ifade edince, ‘senin taşıdığın bir damla su ile o
ateş söner mi?’ diye alayını sürdürür karga. ‘Biliyorum, taşıdığım su ile bu
ateş sönmez’ der serçe. Karga tekrar sorar: ‘öyleyse neden su taşıyorsun?’
Serçenin cevabı tefekkür eden akıl ve iman sahipleri için ibret vericidir: ‘Bu
olayda safım belli olsun, ne tarafta olduğum anlaşılsın’.
Serçe bir ders verir
karganın şahsında tüm insanlara. Zulüm, haksızlık ve adaletsizlik karşısında
tarafsızlık yoktur. Safınızı, ne tarafta olduğunuzu ortaya koymalısınız. Susmak
haksızdan yana olmak demektir. Bugün yaşananlar karşısında suskun kalanlar,
zulmedenlerin, haksızlık edenlerin, adaletsizlik edenlerin saflarında yer
aldıklarını unutmamalıdırlar:
“Bir de onlara deniz
kıyısındaki şehrin uğradığı sonucu) sor. Hani onlar cumartesi (yasağını
çiğneyerek) haddi aşmışlardı. ‘Cumartesi günü iş yapma yasağına uyduklarında’,
balıkları onlara açıktan akın akın geliyor, ‘cumartesi günü iş yapma yasağına
uymadıklarında’ ise, gelmiyorlardı. İşte biz, fıska sapmaları dolayısıyla
onları böyle imtihan ediyorduk.
Onlardan bir topluluk: «Allah’ın
kendilerini yıkıma uğratmak veya şiddetli bir azaba uğratmak istediği bir kavme
ne diye öğüt veriyorsunuz?» dediğinde «Rabbinize karşı bir özür için ve bir
ihtimal sakınabilirler, diye» dediler.
Kendilerine hatırlatılanı
unuttuklarında ise, biz de kötülükten sakındıranları kurtardık. Zulme sapanları
yaptıkları fısk dolayısıyla pek zorlu bir azab ile yakalayıverdik.” (7/163-165)
Gerek Danıştay’ın kararına
gerekse YÖK Başkanı Teziç’in açıklamalarına gelen tepkilerden bir çoklarının
saflarını belirlediği, kimin halkın yanında kimin karşısında olduğu açığa
çıkmıştır. Kimin istismarcı, kimin samimi olduğu anlaşılmıştır. Dine ve dindara
düşmanlık gösterenlerin şuuraltları dışsallaşmış, kin ve nefretleri alenîleşmiştir.
Çifte standartçılar açığa çıkmaktadır. Herkes şuuraltındakini dışsallaştırmakta
ve maskelerini çıkarmak zorunda kalmaktadır. İşte bu iyi bir gelişme olup
gerektiği gibi değerlendirilmelidir.
Bütün bu olaylar, Milletimiz
için bir şans olup turnusol kağıdı görevi görmektedir. Evet Türkiye arınmakta
ve temizlenmektedir. Öyleyse yapılması gereken ilk iş bunları teşhir etmek,
halkı aydınlatmak ve tavır almasını sağlamaktır.
Tarhan Erdem’in Milliyet’te yayınlanan araştırmasına
göre ‘CHP’lilerin yüzde 33’ü başörtülüdür’.9 CHP kendi seçmenine yapılan bir
hakareti görmezden gelerek safını belli etmiştir. Kendi parti yöneticileri
tarafından hakarete uğrayan CHP’li başörtülü seçmenin CHP’ye tavır koyarak
partiye destek vermemeleri için bir çalışma yapılmalıdır. Genelde herkesin,
özelde başörtülülerin bu alay ve hakaretler karşısında suskun kalmaya hakkı
yoktur.
“O, size Kitapta: «Allah’ın
ayetlerine küfredildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğinizde, onlar bir
başka söze dalıp-geçinceye kadar, onlarla oturmayın, yoksa siz de onlar gibi
olursunuz» diye indirdi.” (4/140)
Tarihi süreç içerisinde
Peygamberlerin izinden gidenler şeytanın izinden gidenlerce alaya alınmış,
horlanmış, hakarete uğramışlardır. Bu gerçek Müslümanlarca iyi anlaşılıp ona
göre sabır ve metanet içerisinde olunmalıdır. Bu Allah’ın bizi açık bir
imtihanıdır:
“Andolsun, mallarınızla ve
canlarınızla imtihan edileceksiniz ve sizden önce kendilerine kitap
verilenlerden ve şirk koşmakta olanlardan elbette çok eziyet verici (sözler)
işiteceksiniz. Eğer sabreder ve sakınırsanız, (bu) emirlere olan azimdendir.”
(3/186)(2/14, 212)
Tarih boyu iman edenlerin
değerleri, oyun ve eğlence konusu edilmiştir. Bundan sonra da edinilecektir.
Değerlerimizi oyun ve eğlence konusu edinenlerin, onları alaya alanların
dostlukları, arkadaşlıkları ve sırdaşlıkları yeniden değerlendirilmelidir:
“Dinlerini bir oyun ve
eğlence (konusu) edinenleri ve dünya hayatı kendilerini mağrur kılanları bırak.
Onunla (Kur’an’la) hatırlat ki, bir nefis,kendi kazandıklarıyla helake düşmesin…”
(60/70)
“Ey iman edenler, sizden
önce kendilerine kitap verilenlerden dininizi, alay ve oyun (konusu) edinenleri
ve kâfirleri dostlar (veliler) edinmeyiniz. Ve eğer inanıyorsanız, Allah’tan
korkup-sakının. Onlar, siz birbirinizi namaza çağırdığınızda onu alay ve oyun
(konusu) edinirler. Bu, gerçekten onların akıl erdirmeyen bir topluluk
olmalarındandır. (5/57,58)
Danıştay kararının bu
şekilde kalması, gelecekte Müslümanları çok sıkıntıya sokacaktır. Halk çok
ciddi bir şekilde kamplaştırılabilecek; millet devletten kopacaktır. Halkın
sabrını test etmek için halkı kobay olarak kullanmaya kalkmak bu ülkeyi, bu
milleti seven hiç kimsenin yapabileceği bir şey değildir.
Bu ülke bizimdir.
Dedelerimizin kanı bu toprakları beslemiştir. Hiç kimse ve hiçbir güç bize
ikinci sınıf vatandaş muamelesi yapamaz. Biz halk olarak yoğurdu üfleyerek
yeriz. Bu korkaklığımızdan değil sabrımızdandır. ‘Sabır teslimiyet değil
mücadeledir’. Sabrımız, bu ülke insanının yaşadığı 100 yıllık zihinsel kirlenme
sürecinden dolayı gerçeği görememiş olmasındandır. İnsanımızı kaybetmeyi değil
kazanmayı hedeflediğimizden dolayıdır.
Çünkü biz; kendisini
öldürmek isteyen insanlar için ‘Ya Rabbi, kavmim cahildir, bilmezler,
kusurlarına bakma, hidayet ver’10 diyen bir peygamberin izinden yürümekte, onun
rehberliğini kabul etmekteyiz.
Çünkü biz;
“Ben lanet okumak için
değil, alemlere rahmet olarak gönderildim. Sizden önce bazı insanlar tepeden
tırnağa kadar testerelerle kesilmişler, fakat vazifelerinden dönmemişlerdi.
Allah bizi de muvaffak edecektir. Bu memleketin her tarafında bir deveci
istediği gibi hareket edecek ve Allah korkusundan başka bir korku
duymayacaktır.”10
diyen bir Peygamberin
sünnetine tabi olmuşlarız.
Başımıza gelenler ve de
gelecek olanlar bizim için bir arınma ve bir imtihandır. Bizim başımıza
gelenler bizden öncekilerin ve özellikle bizzat Hz. Peygamberin başına
gelmiştir.
Bugün olanlar bunların bir
tekrarından başka bir şey değildir. Bu nedenle ne abartılmalı ne de
görmezlikten gelinmelidir. Ne de öfkeye kapılıp başkasının satranç tahtasında
piyon olunmalıdır.
Taif’te taşlanan, hakarete
uğrayan Hz.Peygamberin sabır, metanet, Allah’a teslimiyet ve mücadele azim ve
kararlılığı içeren duası benzer günlerde bizim de duamız olsun. Yolumuzu ve
ruhumuzu aydınlatsın:
“İlahî! Kuvvetimin zaafa uğradığını, çaresiz kaldığımı, halk nazarında hor görüldüğümü ancak Sana arz ederim, ancak Sana şekva ederim. Ey merhametlilerin en merhametlisi! Herkesin hor görüpte dalına bindiği biçarelerin Rabbi Sensin! İlahî! Huysuz, yüzsüz bir düşman eline beni düşürmeyecek, hatta hayatının dizginlerini eline verdiğin akrabadan bir dosta bile bırakmayacak kadar beni esirgersin. İlahî! Gazabına uğramadıysam çektiğim mihnetlere, belalara aldırmam. Fakat Senin siyanetin bunları göstermeyecek kadar geniştir. İlahî! Gazabına uğramaktan, rızasızlığına duçar olmaktan, Senin o karanlıkları pırıl pırıl parlatan, dünya ve ahirete ait işlerin medari salahı olan yüzünün nuruna sığınırım. İlahî! Sen razı olasıya kadar işte affını diliyorum. Her kuvvet ve kudret Seninle kaimdir”11
Notlar
1- Keskin A. ‘İmam-Hatibe
Dur Dendi, Kamusal Alan Genişledi, Radikal,
09.02.2006
2- Yeni Şafak, 10.02.2006
3- Batur N., ‘Kürsüde Aç
Pazarda Tak Kabul Edilemez.’ Hürriyet,
10.02.2006
4- Sağım Solum Kamusal Alan, Sabah, 10.02.2006
5- Akyol T., ‘Yargı, Laiklik, Çağdaşlık’, Milliyet, 10.02.2006
6- Vakit,
18.2.2006
7- Tekin A., “Halkın Önüne
Engel Çıkarttıkça AKP’’yi Büyütüyorsunuz Ey Çağdaşlığı Kendilerinden Menkul
Kurumlar!, Yeni Çağ, 10.02.2006
8- Donat Y., Sabah, 8 Şubat 2006.
9- Korucu B., ‘Danıştay Kötü
Örnek Oluyor.’ Zaman, 10.02.2006
10- Berki A. H., - Keskioğlu
O., Hz. Muhammed, Diyanet Yayınları,
Ankara , 1974 S: 127
11- Heykel M., Hz. Muhammed Mustafa, Hürriyet Yayınları, İstanbul, 1972, S: 192
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder