26 Ocak 2018 Cuma

Adı konmamış gizli Türkiye-ABD savaşı

 (Milli Gazete)

GİRİŞ

Bölgede Türkiye, İran, Suriye ve Irak, görünürde terör örgütleri (PKK, PYD/YPG, DAEŞ) ile savaşıyor; gerçekte bu dört ülke, terör örgütleri üzerinden şer ittifakı (ABD-İngiltere-İsrail-Siyonizm) ile savaşıyor. Ancak bu gizli savaşın adı henüz konmamıştır. Türkiye’nin Afrin’e yönelik Zeytin Dalı Harekâtı’nı, adı konmamış bu gizli savaş kapsamında ele alıp değerlendirmek gerekmektedir.

Türkiye’nin Afrin’e yönelik Zeytin Dalı Harekâtı ile şer ittifakı, olayı bir Türk-Kürt, Kürt-Arap ve Sünni-Nusayrı/Alevi/Şii çatışması olarak göstermek istemektedir. Türkiye dışında ve Türkiye içerisinde başlatılan psikolojik harekâtın bu boyutuna dikkat edilmelidir. O nedenle Türkiye, bu harekâtın bölge halklarına karşı yapılan bir harekât olmadığını, taşeronları üzerinden şer ittifakına karşı bir harekât olduğunu, Irak-Suriye düzleminde vuku bulan olayların arka planını, görünmeyen yüzünü halkın anlayabileceği bir dille belgelere, delillerle dayalı olarak çok estetik bir şekilde ortaya koymalıdır.

Bu yazıda arka plan ile dil konusu özet olarak ele alınacaktır.

***

SURİYE’NİN DÜŞMAN KANTON BÖLGELERE AYRILMASI

Suriye’de Arap Baharı adı altında olaylar başladıktan sonra, Irak- Suriye hattında meydana gelen değişimlere bağlı olarak, yol boyu Millî Gazete ve Umran dergisinde birçok makale yazdık. Bu makalelerde Suriye meselesi; 1-İç Dinamikler, 2-Bölgesel Dinamikler ve 3-Küresel Dinamikler olmak üzere 3 ana eksene ve bölgesel ve küresel güçlerin Suriye bağlamında çatışan 15 projesine göre bir değerlendirme yapılmış ve Suriye’nin, şartlara bağlı olarak 1-Üçe (Sünni Devleti, Nusayri Devleti, Kürt Devleti), 2- Dörde (Sünni Devleti, Nusayri Devleti, Kürt Devleti, Hıristiyan Devleti), 3- Altıya (2 Sünni Devlet, Nusayri Devleti, Kürt Devleti, Hıristiyan Devleti, Dürzi Devleti) bölünmek istendiğini belirtmiştik.

Son gelişmeleri göz önüne aldığımızda şer ittifakı (ABD-İngiltere-İsrail-Siyonizm), PKK, PYD/YPG, DAEŞ gibi terör örgütlerini kullanarak Suriye’yi beş ya da altı bölgeli düşman kantonlara ayırmayı sonra da kantonları, ayrı devletçiklere dönüştürüp birbiri ile savaştırmayı öngörmekte olduğunu söyleyebiliriz. ABD’nin Türkiye’ye rağmen PYD/YPG’yi “stratejik ortak” ilan edip düzenli orduya geçmesi için eğitmesi, ağır silahlarla donatmasının sebebi budur.

Ancak Irak ve Suriye’nin bölünmesi, sadece lokal bir vaka olarak ele alınıp değerlendirilirse hata yapılmış olur. Mesele, bölgede çatışan projeler kapsamında ele alınıp değerlendirilmelidir.

Bölge ülkelerini bölmek ve birbiri ile savaştırmak, böylelikle İsrail’i rahatlatabilmek ve genişlemesini sağlamak, enerji havzalarına el koymak, Filistin meselesini göz ardı edebilmek, hatta bir küresel savaş çıkarmak için Türkiye’yi provoke ederek kullanabilmek hedeflenmektedir. Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov’un yaptığı açıklamanın manası bu olmalıdır:

“ABD’nin bu ülkedeki eylemleri, ya buradaki durumu anlamadığını ya da bilinçli bir provokasyon yürüttüğünü gösteriyor. Uzun zamandan beri, ABD’nin Suriye’nin önemli bir bölümünde alternatif yönetim organları yaratmaya çalıştığını söylüyoruz. Washington, başta Suriye Demokratik Güçleri (SDG) olmak üzere Suriye’de İşbirliği yaptığı gruplara kimi zaman açıklayarak kimi zaman da duyurmadan silah sevkiyatı yapıyor.”(1)

***

Şer ittifakı, büyük Ortadoğu coğrafyasında ki 22 ülkenin yeniden yapılandırılmasını öngörmekte ve bu amaçla bölgede etnik, mezhep, din ve aşiret temelinde küçük site devletleri kurmak istemektedir. Bunun için de “Kaostan Düzene Yaklaşımını” uygulamaya çalışmaktadır.

Şer ittifakı, “kaos teorisi”nin birinci aşaması olarak büyük Ortadoğu coğrafyasının birçok bölgesinde askeri yapıları ve tüm otoriteleri yıkarak toplumları etnik, din, mezhep ve aşiret eksenli olarak birbiri ile savaştırarak herkesin herkese düşman olduğu bir kaos ortamı meydana getirmiştir. Teorinin ikinci aşamasında ise kaostan, yorgun düşmüş, iç göçlerle dini, mezhebi ve etnik olarak ayrışmış olan coğrafyada birbirine düşman küçük özerk kanton bölgeler kurmayı; üçüncü aşamada da bu kanton bölgeleri devletçiklere dönüştürüp savaştırmayı hedeflemektedirler. İsrail, ABD, İngiltere adına yapılan aşağıdaki açıklamalar bunu teyit etmektedir.

İsrail Başbakan Yardımcısı ve Savunma Bakanı Moşe Yalon: Suriye, şimdiden yarı-bağımsız yapılara bölünmüştür. Dürziler güneydeki belirli alanlarda yoğunlaşırken, Suriyeli Kürtler de kuzeyde... Doğuda ise IŞİD gibi Sünni unsurlar vardır.” (Sputnik, 21 Temmuz 2015)(2)

ABD Dışişleri Bakanı John Kerry: “Bizim IŞİD ile mücadele konusundaki kararlılığımız, büyük ihtimalle yıllar içinde karşılığını bulacaktır. Kuzeyde ve batıda Kürt birlikler cesurca savaşıyor ve Sünni aşiretler de sahaya çıkmaya başladı.”(2)

İngiltere Başbakanı David Cameron: “Radikal İslâmcı tehditlerle mücadele için beş yıllık yeni bir plan yaptık”(2).

ABD’de, Brookings Enstitüsü’nce Haziran 2015’te hazırlanan raporda, “Suriye’nin kantonlara ayrılması” ön görülmektedir. Rapora göre, gelinen aşamada, “güvenli bölgeler” oluşturulmalı, sonra bu bölgeler, “özerk bölgeye” dönüştürülmeli ve sonra da “konfederal bir Suriye” kurulmalıdır. Oluşturulacak özerk bölgelerde, öncelikle, “seçilmiş insan unsurunun eğitilmesi sağlanacak; ardından yönetim organları oluşturulacaktır”(3).

Brookings’in stratejisinde göre, “arazide savaşacak esas kuvvetler”, “yerel güçler” olacaktır. Ancak güvenli bölgeler(Kantonlar), ABD önderliğindeki “koalisyon güçleri tarafından oluşturulacak ve korunacaktır”. “Türkiye de, bu kantonlaşmaya ortak edilecektir”(3).

Bu açıklamalara göre amaç, Suriye’yi bölmektir. Şer ittifakı tarafından Irak-Suriye hattında DAEŞ’e izlettirilen stratejinin amacı, etnik, dini ve mezhepsel olarak iç göç sağlayarak bölgeleri, kendi içlerinde etnik, dini ve mezhebi olarak homojenleştirmekti. DAEŞ’in değişik operasyonları ile meydana getirilen göç dalgasının ardından, Peşmerge, PKK, PYD-YPG güçleri, Kürt nüfusun yaşadığı Kerkük, Tel Ebyad, Kobanı ve Afrin gibi bölgelerde kontrolü ele geçirmiştir. Bu bölgeler arasındaki topraklarda yaşayan farklı etnik ve mezhebi unsurları da göç ettirerek, Irak’ın kuzeyinden Akdeniz’e uzanan, “terör koridoru” inşa etmek istemişlerdir. Koalisyon güçleri ise, etnik, dini ve mezhebi olarak ayrışmış olan bölgeleri, “güvenli bölge” olarak ilan etmek, “kantonlaştırmak” ve “özerkleştirmek” ve “devletleştirmek” amacına dönük olarak faaliyet göstermektedir.

Türkiye’nin “stratejik ortağı”/ “dostu”, “model ortağı” olduğu söylenen(!) ABD, bu amaçla, PYD-YPG terör örgütlerini “stratejik ortak” ilan ederek onlarla 10 maddelik bir anlaşma yapmıştır:

***

“1- PYD’ye siyasi, ekonomik, diplomatik askeri desteğin artırılması.

2- DSG’nin hâkim olduğu bölgelerde düzenli bir ordu kurulması (ABD’nin eğittiği 400 asker Türkiye sınırlarındaki kantonlara yerleştirildi).

3- Yerel yönetimlerin güçlendirilmesi.

4- Rakka’nın yeniden inşası için koalisyon güçlerin teşvik edilmesi.

5- İşgal altındaki bölgelerde petrol, doğal gaz, su ve diğer kaynaklardan yararlanılması.

6- Hükümet kurum ve kuruluşları, yargı sisteminin kurulması.

7- Bölgede hava savunması sisteminin kurulmasının ardından ABD askeri üslerinin 5 alanda konumlandırılması ve bu üslerde 1000 civarında askeri uzmanın her an hazır bulundurulması.

8- Diplomatik bürolarının kurulması, ABD diplomatlarının bölgeye gelmesi, Cenevre’ye PYD’nin de dâhil edilmesi.

9- Bölgede seçim sürecine destek verilmesi.

10- Şam ile PYD arasında yapılacak müzakerelere yardımcı olunması.”(4)

Bu anlaşmanın uzantısında ABD, Kuzey Suriye’de 12 askeri üs açmış ve 5 bin askerini, YPG ve PYD’yi eğitmek üzere bölgeye yerleştirmiştir. Terör örgütlerine 4800 TIR modern silah verip donatmış ve 60000 kişilik düzenli bir ordu kurmak için onları eğitmeye başlamıştır.

“Sürece ortak edilmek istenen Türkiye”, oyunu nihayetinde görebilmiş ve Suriye’nin kuzeyindeki bu oluşuma şiddetle karşı çıkarak önce Fırat Kalkanı sonra da Zeytin Dalı Harekâtı’nı yaparak oyunu bozmuştur. Nihayet Türkiye, şer ittifakının ana stratejisinin Türkiye, Iran, Irak ve Suriye’yi bölmek olduğunu görebilmiş ve şer ittifakına doğrudan cephe almıştır.

MÜMİNİN DİLİ, ŞAHISLARI DEĞİL, ZİHNİYETİ VE YAPILANLARI HEDEF ALIR

Dil bir iletişim aracıdır. Kullanılan kelimeler, kavramlar, muhataplar arasındaki ilişkiyi ya kuvvetlendirir ya da bozar. Birçok kötülüğün, şerrin kaynağı yanlış, kötü dildir (5). İnsanı ateşe, ülkeyi, toplumu, kargaşaya sürükleyen, kin ve nefret etrafa saçan kötü bir dilden başkası değildir(6). O nedenle dil güvenliği, Müslüman’ın temel özelliklerinden biridir(7).

İnsanın yapısında hem iyi özellikler, hem de kötü özellikler iç içedir. Şeytan ve yolundan gidenler, insanın kötülük cephesine hitap ederek hep kötü taraflarını öne çıkarmaya çalışırlar. İman edenler ise her şeyi ters yüz edilmiş ve kafası karmakarışık olan insanları uyarabilmek için insanın iyilik cephesine açık, etkileyici, nazik bir dil ve bir üslup ile hitap ederler. Onun için Kur’an, “Onlara öğüt ver ve onlara nefislerine ilişkin açık ve etkileyici söz söyle.” (4/63) demektedir. Bu ilke, sadece mazlumlar için değil aynı zamanda zalimler için de geçerlidir(20/43-47).

***

SONUÇ: TÜRKİYE’NİN DİLİ SAVAŞI DEĞİL, BARIŞI HEDEFLEMELİDİR

İslâm coğrafyasında vuku bulan bu olayların arka planının ve hedefinin, belgelere ve delillere dayanarak en estetik bir şekilde, hem Türkiye’deki hem de bölgedeki halklara, milletlere ve de ümmete iyi anlatılması gerekmektedir. Aksi takdirde kavmiyetçilik ve mezhepçilik hastalığı hortlar ve şer ittifakının istediği gerçekleşebilir.

Gerek Kuzey Irak referandumunda, gerekse Afrin operasyonunda Müslüman Türklerle Kürtlerin medyada, özellikle sosyal medyada kullandığı dil, “en güzel tarz ilkesine” uymamaktadır.

Türkiye’nin dili, Hz. Peygamberin, “Sevindirin, nefret ettirmeyin, kolaylaştırın, zorlaştırmayın.” “Uyumlu olun, ihtilâf etmeyin, teskin edin, nefret ettirmeyin.”(8) ilkesine uygun olmalıdır.

Türkiye’nin dili, sözün en güzelini kullanmayı hedeflemeli (17/53) ve başkalarının kutsallarına saygı göstermelidir(6/108).

Türkiye’nin dili, kin ve nefretle bozulmamalı; sözün en güzelini içermelidir(17/53)

Bu nedenle gerek bölgesel ve gerekse iç barışın sağlanabilmesi için öncelikle başta Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan olmak üzere tüm devlet ricalinin ve siyaset erbabının dili, “en güzel tarzda mücadele” ilkesine uygun olmalıdır.

Bugün meseleyi, Kürt ve Türk etnisiteleri üzerinden izaha kalmak, savunmak ya da karşı çıkmak, büyük fotoğrafı görememek demektir. İttihatçıların, Şerif Hüseyin ve oğullarının, 100 yıl önce göremeyip düştükleri tuzağa ve Molla Mustafa Barzani’nin ve Mesut Barzani’nin düştüğü tuzağa, bugün Müslüman hassasiyeti olan hiç kimse düşmemelidir. Ortadoğu, 100 yıl önceki gibi, yeniden bölünmek, daha küçük parçalara ayrılarak daha kolay yutulmak istenmektedir. Yeni düşmanlıklar ihdas edilmek istenmektedir.

Zeytin Dalı Harekâtı, Kürt halkına karşı değil, şer ittifakına ve onların bölgedeki işbirlikçilerine karşı yapılmaktadır, yapılmaya da devam etmelidir.

O nedenle Türkiye’nin görevi, paramparça edilmek istenen İslâm coğrafyasına önderlik etmek olmalıdır. Türkiye’nin böyle bir sorumluluğu vardır. Türkiye, İslâm ülkeleri ile arasında olan sorunları, bu sorumluluk çerçevesinde ele alarak adaletle çözmek zorundadır. Geçmişe takılıp kalmak, bugün için yapılabilecek en büyük hatadır.

Bugün Türkiye, kötülükleri, iyilikle ve adaletle uzaklaştırabilmeyi öncelemelidir.

Bugün, Türkiye; kendisini öldürmek isteyen kardeşlerine karşı Hz. Yusuf gibi davranmalı; Yusuf gibi, “Bugün size karşı sorgulama-kınama yoktur” diyebilmelidir.

Bugün, basiret ve feraset sahibi olma zamanıdır. Yaklaşık 1000 yıldır kader birliği yaptığımız, kanlarımızın karışıp bu toprakların tümünü suladığı, kız alıp kız verdiğimiz, etle kemik olduğumuz bir halkın (Türk ya da Kürt) çocuklarına karşı takınılacak tavır, sevgi, saygı ve kardeşlik olmalıdır. Bunun aksi tüm tutum, tavır ve davranışlar, kavmiyetçilik hastalığının dışa yansıması olup bedeli, hem bu dünyada hem de ahiret hayatında helâk olmaktır.

Bugün, bir ve takva konusunda yardımlaşma, konuşma ve dayanışma içerisinde olma zamanıdır(5/2; 58/9).

Bugün, Ortadoğu’nun içine girdiği süreçte kendisini Müslüman olarak kabul eden, Allah’a ve Ahiret gününe iman eden herkesin, özellikle, Müslüman Türk, Kürt, Arap ve Fars kardeşlerimizin takınacakları ortak tavır, adalet ekseninde bir barış ortamının sağlanması için duruş ortaya koymak, nemelazımcılığı terk etmek olmalıdır (49/9-10).

Bölge sorunlarını birlikte, adaletle çözebilmek için bölge ülkelerini ve halklarını temsil eden ortak bir kriz masası kurulmalıdır.

KAYNAKLAR

1-Millî Gazete, 23.1.2018

2-Bulut, A., Yeniçağ, 21.07.2015.

3- Akfırat, F., Aydınlık, 20, 22, 07. 2015.

4- Cerit, O. N. Akşam Gazetesi, Ankara; http://www.aksam.com.tr/dunya/abd-ve-pydnin-kirli-devletlesme-plani/haber-697172

5-Deylemî

6-İbn Mâce, Hâkim.

7-Tirmizî, İman 12, (2629); Nesâî, İman 8, (8, 104, 105)).

8- Ebû Dâvud, Edep 20, (4835); Müslim, Cihâd 6, (1737); (1998).

 

19 Ocak 2018 Cuma

Türkiye’nin “Bağışıklık Sisteminde” (“İmmün Sistem”) Sorun Var-3:

(Milli Gazete)

TÜRKİYE’NİN BAĞIŞIKLIK SİSTEMİ AŞIRI HASSAS ÇALIŞARAK (OTOİMMÜN HASTALIK) KENDİNE ZARAR VERMEKTEDİR

İnsanın bağışıklık sistemi, 1- Normal Çalışma: En Uygun (Optimal), 2-Bağışıklık (İmmun) Yetmezliği ve 3- Aşırı Hassas/Duyarlı (Hipersensitive) Çalışma olmak üzere üç farklı şekilde çalışmaktadır. Devletin herhangi bir tehlikeye karşı tepkisi, insanın bağışıklık sisteminin verdiği tepkiye benzer olarak üç farklı şekilde tezahür edebilir. Bu konu geçen yazıda ele alınmıştır.

Bu yazıda 15 Temmuz Askeri darbe girişimi sonrasında, Türkiye’nin Bağışıklık sisteminin “Aşırı Hassas Çalışarak” (Otoimmün Çalışma) kendi kendine zarar vermesi, kendini tahrip etmesi konusu ele alınıp değerlendirilecektir.

OSMANLI’DAN DEVRALININ BİR HASTALIK: OTOİMMÜN HASTALIK (DEVLETİN BAĞIŞIKLIK SİSTEMİNİN AŞIRI HASSAS ÇALIŞMASI)

İttihat Terakki’nin 2. sınıf kadroları tarafından Cumhuriyet kurulmuştur. Lozan’da verilen sözlere uygun olarak, İslâm, İslâm ülkeleri ve İslâm dönemi Türk tarihi, düşman sınıflandırmasına tâbi tutulmuştur. 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Osmanlı Devleti’nin kuruluşunun 700. yılı nedeniyle yaptığı bir konuşmada, (9.10.1999 Medya) Osmanlı’nın bilinçli bir şekilde, kasti olarak suçlandığını, karalandığını, düşman ilân edildiğini söylemiştir (1).

Cumhuriyet dönemi ile birlikte yeni sistemin oturtulabilmesi ve daha güzel ve başarılı gösterilebilmesi için Osmanlı, özellikle son Sultan Vahdeddin, İlkokuldan üniversiteye kadar okutulan tüm tarih kitaplarında, korkak, İngiliz işbirlikçisi ve hırsız olarak tanıtılmıştır. Sevr anlaşmasını kabul edip imzalayan bir vatan haini olarak takdim edilmiştir. Mustafa Kemal, Nutuk’ta Vahdeddin’i ihanetle ve menfaatperestlikle suçlamıştır.

Oysa bağımsızlık mücadelesi için kendisini Anadolu’ya gönderen ve yardımda bulunan Sultan Vahdeddin’di. Eski Başbakan Ecevit, ömrünün son dönemlerinde resmi tarihin bu iddialarına karşı çıkarak Vahdeddin’in vatan haini olmadığını ifade etmiştir (2). O zamanki Türk Tarih Kurumu Başkanı Yusuf Halaçoğlu, Ecevit’e destek vererek resmi tarih tezini yalanlamıştır (3).

Cumhuriyet tarihi boyunca kanunlar, bir baskı ve susturma aracı olarak kullanılmış ve her yeni yönetime karşı söylenen her şey, ihanet muamelesi görmüştür. Başvekil İsmet İnönü’nün 1925 yılında Muallimler Birliği’nde; “...Mugalatalara, tezvirlere boyun eğmek, itiraf-ı aczolurdu. İnkılaplar kâdir ve kâhirdir... O fiili tecelliye kadar biz bu hakikatı kanunen, cebren, inkılapla telkin ve onu tatbik edeceğiz... Hedefe varmak için her cahilane itiraz ve teşebbüs bertaraf edilecektir.” şeklindeki konuşması, devletin bağışıklık sisteminin otoimmün hastalığa yakalandığının çok güzel bir göstergesiydi (4).

Serbest Fırka’yı kuran ve kurduranlar, o gün için devlet gücünü elinde bulunduranlardı. Halkın, Halk Fırkası’na karşı Serbest Fırka’ya büyük teveccüh göstermesi, Serbest Fırka’nın sonunu getirmiş, kurucuları ve mensupları, “ tahkir” edilmiş, “vatansızlıkla”, “ecnebiperestlikle” itham edilmiş ve partileri kapatılmıştır (4,5). Dolayısıyla Türkiye’nin bağışıklık sistemi, başlangıçtan beri otoimmün hastalığına yakalanmıştır.

Cumhuriyet dönemi yöneticilerinin genetik yapısına yerleşmiş olan bu hastalık, Mustafa Kemal - İnönü kavgasında da kendisini göstermiş, Mustafa Kemal ömrünün sonuna doğru, İnönü’nün öldürülmesini istemiş; Mustafa Kemal öldükten sonra da İnönü, paralardan Mustafa Kemal’in resimlerini kaldırtmış, kendi resmiyle para bastırmıştır.

Cumhuriyet Halk Partisi içinden çıkıp Demokrat Partiyi kuran bir kadro da, 1946 ve 1950 seçimlerinden sonra aynı şekilde suçlanmış, tehdit edilmiş ve karalanmıştır (6):

TAKSİM KADİFE DARBE SÜRECİ İLE BİRLİKTE TÜRKİYE’NİN BAĞIŞIKLIK SİSTEMİ “OTOİMMÜN” OLARAK ÇALIŞMAKTADIR

Gülen Hareketi, 28 Şubat Postmodern Darbe sürecinde Müslüman camiaya açık, görünür bir şekilde savaşı ilân etmiş ve bu savaşı yol boyu derinleştirip genişletmiştir. AK Parti - Gülen Hareketi birlikteliği, Taksim Kadife Darbe sürecinin görünür başlangıcı olan Taksim Gezi Parkı hadiselerine kadar devam eder. İlk kırılma, Gezi Parkı olayları ile ilgili Gülen Hareketinin tutum, tavırları ve söylemleri ile birlikte başlar; 17-25 Aralık maliye-polis-yargı darbe girişimiyle derinleşir. 15 Temmuz sosyolojik savaş amaçlı askeri darbe girişiminde Şer İttifakı tarafından taşeron olarak kullanılması ile zirveye ulaşır.

15 Temmuz İhanet Hareketinin önemli amaçlarından biri, toplumun sosyolojik olarak ayrıştırılması, düşman kamplara bölünmesi ve de çatıştırılmasıdır. Taksim Kadife Darbe sürecinde yapılanlara dikkat edilirse, toplumun sosyolojik olarak ayrıştırılmak istendiği çok rahat bir şekilde görülebilir. 15 Temmuz ihanet hareketi, bu sosyolojik zemin, arka plan göz önüne alınarak icra edilmiştir. 15 Temmuz İhanet Hareketinin askeri boyutu ile başarılı bir mücadele verilmiş olmasına rağmen, sosyolojik savaş boyutu ihmâl edilmektedir.

“Her istediğini alan” “dost” olarak kabul edilen bir “hareket” tarafından ihanete uğramanın, devleti yönetenlerde meydana getirdiği şok, sağlıklı düşünmeye mani olmakta, 15 Temmuz ihanetinin sosyolojik boyutu göz önüne alınmamaktadır. Bu süreçte Türkiye’yi yönetenlerin düşüncesinden farklı olarak ortaya konan her düşünce, FETÖ’cü olmakla, PKK’cı olmakla, ihanetle suçlanıp susturulmaya, çalışılmaktadır.

Türkiye’yi yönetenlerin, farklı fikir ve düşünceleri ifade edenlerin kim olduğuna ve niyetlerine bakmadan onları suçlamaları, linç etmeye kalkmaları, otoimmün hastalığa yakalandıklarının bir ölçüsü ve göstergesidir. Kendilerinden olanları, kendilerine destek verenleri suçlayarak karşı tarafa itmektedirler de farkında değillerdir.

Konumuzla ilgili üç örnek üzerinde durmakta fayda vardır:

1- ByLock’la ilgili tutuklamalar,

2- 16 Nisan Cumhurbaşkanlığı referandumu kampanyası,

3- Son KHK ile ilgili tartışmalar.

1- ByLock’la ilgili yapılan “açığa alma, ihraç etme ve tutuklamalar” konusunda daha dikkatli olunması gerektiğine ilişkin yapılan tüm dostane açıklamalara, “düşmanlık” ve “FETÖ üyesi olmak” şeklinde sert bir karşılık verilmiş; uyarılar hiç dikkate alınmamıştır. Dostlar küstürülmüş ve susturulmuştur. Bu konu 05 Ocak 2018 tarihli Millî Gazete’de, “Türkiye’nin “Bağışıklık Sisteminde” (“İmmün Sistem”) Sorun Var-1” adlı makalede ayrıntılı bir şekilde ele alınıp değerlendirilmiştir.

2- 16 Nisan Cumhurbaşkanlığı referandumu kampanyası sürecinde başta Cumhurbaşkanı Erdoğan olmak üzere, Başbakan, AK Parti kadroları, bazı medya ve STK’lar, “Hayır” diyeceklerle ilgili çok ağır, sert bir dil ve üslup kullanmışlardır:

«‘Hayır’ demek, şu anda bölücü terör örgütüne destek vermektir. Kandil ne diyor? ‘Hayır’ diyor. Kandil’deki bu terör örgütünün liderleri ne diyor? ‘Hayır’ diyor. İmralı’daki terör örgütünün başı ne diyor? ‘Hayır’ diyor. İşte şu anda ‘hayır’ demek, bunlarla beraber aynı istikamette yürümek demektir. …Bu ülkeyi bölmek, parçalamak isteyenler, şu anda bölücü terör örgütüyle beraber ‘hayır’ kampanyasında buluşanlardır.” (7).

“Pensilvanya, FETÖ ‘hayır’ dedi. … ‘Hayır’ bloğunun başında teröristler var, terör koordinatörleri var.” (8).

“ … Bir de milliyetçi maskesi takmış FETÖ’nün maşaları, onlar da ‘hayır’ diyor. Bunlar milliyetçi değil, bunlar FETÖ’nün oyuncağıdır.” (9).

“‘Hayır’cıların bindiği HDP-PKK-FETÖ gemisi hiç yürümez. DEAŞ‘Hayır’diyor.” (10).

Yapılan Anayasa değişikliğinin gelecekte ortaya çıkarabileceği mahsurları göz önüne alarak yapılan her türlü dostane teklif ve yapılan açıklamalar, “ PKK’cı”, “DAEŞ’cı”, “FETÖ’cü”, “İmralı’cı”, “Kandil’ci”, “terörist”, “hain” ve “işbirlikçi” ifadeleri kullanılarak susturulmak istenmiştir.

AK Parti kadroları, “Hayır” diyen ve oy veren herkesi, dolaylı bir şekilde de olsa “ PKK’cı”, “DAEŞ’cı”, “FETÖ’cü”, “İmralı’cı”, “Kandil’ci”, “terörist”, “hain” ve “işbirlikçi” olarak nitelendirmişlerdir. Referandum sonuçlarına göre toplumun %49’u “Hayır oyu” vermiştir. AK Parti kadrolarının dil ve üsluplarını göz önüne aldığımızda; toplumun %49’u, “ PKK’cı”, “DAEŞ’cı”, “FETÖ’cü”, “İmralı’cı”, “Kandil’ci”, “terörist”, “hain” ve “işbirlikçi” midir?

“Yapılan iş, ürkütülen kurbağaya değmiş midir”?

Farklı görüş belirtenler, ikna edilecek yerde düşman olarak görülmüş, algılanmış ve suçlanmıştır.

3- 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün sosyal medya hesabında, “15 Temmuz hain darbe teşebbüsüne karşı arkasına bakmadan sokağa çıkıp direnen kahraman vatandaşlarımızı koruma amacıyla çıkartıldığını düşündüğüm 696 sayılı KHK’nın yazımındaki hukuk diliyle bağdaşmayan muğlaklık, hukuk devleti anlayışı açısından kaygı vericidir.” “Düzenlemenin ileride herkesi üzecek olaylara fırsat vermemesi gerekir; «gözden geçirileceğini ümit ediyorum» (11) tarzında yaptığı bir açıklama, benzer şekilde çok sert eleştirilmiş ve Abdullah Gül, Kılıçdaroğlu’nun kayığına binmekle suçlanmıştır (12):

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan: “Biz bir yolda aynı dava arkadaşı değil miyiz? Nasıl oluyor da bir anda affedersiniz Bay Kemal’in kayığına biniyorsunuz. Bu husumet kervanına bizim dava arkadaşlarımızdan bir kısmı nasıl katıldı, nasıl katılıyor. Yazıklar olsun... Yazıklar olsun... Biz isim vermeyeceğiz ama bırakın bunu da söyleyelim.”

AK Parti kadrolarının yaptığı açıklamalar, Elitaş ve Ünal hariç, çok daha sert ve kırıcıdır. Abdullah Gül, Refah Partisi’nde parti yöneticisi, milletvekili, Devlet Bakanı, AK Parti’de parti kurucusu, ilk dört kişiden biri, Dışişleri Bakanı, Başbakan Yardımcısı, Başbakan ve Cumhurbaşkanıdır. Bir hukuk metninde “muğlaklık vardır” demiş olması, bu kadar ağır suçlamalara muhatap olmasını gerektirir miydi?

AK Parti Kadrolarına göre “Kılıçdaroğlu “düşmandır”, “Haindir”, “FETÖ’cüdür”, “PKK’cıdır”. Dolayısıyla Abdullah Gül de, “düşmandır”, “haindir”, “FETÖ’cudur”, “PKK’cıdır”.

Bu yaklaşım tarzı, doğru mudur ve de âdil midir?

SONUÇ: TÜRKİYENİN “OTOİMMÜN HASTALIĞI” GAYR-İ MEMNUN ÜRETMEKTEDİR.

Cumhuriyetin kurucu kadroları ile başlayan, bugün de devam eden farklı fikir, düşünce söyleyen, proje, strateji ve politika üreten hemen hemen herkes, “aşırı hassasiyet” (otoimmün Hastalık) gösterilerek suçlanmakta, tehdit edilmekte, karalanıp hain ilan edilmektedir.

Geçmişi ve rakipleri tehdit, karalama ve ihanetle suçlama yaklaşımı, Cumhuriyet döneminde yetişen bir neslin karakteristik özelliği olmuştur. Bu yaklaşımın Cumhuriyet dönemi resmi ideolojisini benimseyenler açısından devam ettirilmesi de normaldir, yadırganmamalıdır. Yadırganması gereken, resmi ideolojiye karşı olanların ya da karşı olduğunu söyleyenlerin ve ”muhafazakâr demokratların” benzer bir tavır ve davranış ortaya koymalarıdır. Kendi kültür ve medeniyetinin değerlerine ters ve insanı ifsad edici bir dil kullanmaları, bir davranış sergilemeleri, hem yanlış hem de tehlikelidir.

Türkiye’de Oslo görüşmelerinin deşifre edilmesi ile birlikte başlayan, Taksim Gezi Parkı olayları ile ortaya çıkıp görünür hale gelen ve hâlâ değişik şekiller altında devam eden Kadife Darbe Sürecinin en önemli dayanağı, siyasi iktidara karşı olan gayr-i memnun kitlenin ittifakıdır (kırgınlar, küskünler, rakipler ve düşmanlar).

Özellikle 15 Temmuz 2016 sosyolojik savaş amaçlı askeri darbe girişimi sonrasında, genel olarak devletin, özel olarak da siyasetin bağışıklık sistemi, “aşırı hassas çalışma” (Hipersensitive/otoimmün) özelliği göstermektedir. Bu özelliği ile sistem sürekli gayr-i memnun üretmekte ve sosyolojik amaçlı darbenin öngördüğü kadife darbe için gerekli olan gayr-i memnun kitlenin büyümesine sebep olmaktadır.

Devletin değişik kademelerinde alınmış olan herhangi bir kararla ilgili, en küçük farklı bir yorum, değerlendirme veya eleştiri yapanlar; mazileri, konumları ve niyetleri ne olursa olsun, düşman kategorisine konup insafsızca, merhametsizce eleştiriliyor, linç edilmek isteniyorlar.

Bunu da yöneticiler, ülkeyi, tehlikelere karşı koruma amaçlıyla yaptıklarını söylüyorlar. Tahrip edici bu koruma refleksi, Türkiye’nin “Bağışıklık Sisteminin” (“İmmün Sistem”) otoimmün hastalığına yakalandığının bir göstergesidir. Bu da, gayr-i memnun sayısının hızla artmasına sebep olmaktadır.

Ve, Asırlar Öncesinden Bir Uyarı:

“Onlar; zarar vermeyeceklerinden emin oldukları için dostlarını uzak tuttular. Düşmanlarını da kazanmak için yakınlarına aldılar. Yanlarına aldıkları düşmanları dost olmadığı gibi, uzaklaştırdıkları dostları da düşman oldu. Herkes düşman safında birleşince, yıkılmaları mukadder oldu.” (Ebu Müslim Horasani)

KAYNAKLAR

1- Demirel, S., 9.10.1999, Medya.

2- Ecevit, B., Vahdeddin Hain Değildi, Zaman, 16.07.2005.

3- Kaplan, S., Hürriyet, 18.07.2005.

4- Ertunç A.C., Cumhuriyetin Tarihi, Pınar yayınları, İstanbul, 2002.

5- Ağaoğlu A., Serbest Fırka Hatıraları, İletişim yayınları, 1994, İstanbul, S:226.

6- Okyar, O., Mehmet Seyitdanlıoğlu, Fethi Okyar’ın Anıları, Türkiye İş Bankası yayınları, Ankara 1997, S:86.

7- Sabah, 13 Mart 2017; sabah.com.tr/gundem/2017/03/13/cumhurbaskani-atv-ve-a-haber-ortay-yayininda-gundemi-degerlendirecek

8- Cumhurbaşkanlığı 14.04.2017; http://www.tccb.gov.tr/haberler/410/74759/darbecilerin-degil-sivil-iradenin-hazirladigi-anayasa-ile-devam-edelim.html

9- akparti.org.tr/site/haberler/basbakan-yildirim-isparta-evet-diyor-mitinginde-konustu/89194

10-Diken 14 Şubat 2017; http://www.diken.com.tr/basbakan-yildirim-hayir-kokteyline-isidi-de-ekledi/; 13-Ak parti 04 mart 2017-http://www.akparti.org.tr/site/haberler/basbakan-yildirimin-nevsehir-mitinginde-yaptigi-konusmanin-tam-metni/88673#1

11-NTV Haber 25 Aralık 2017, https://www.ntv.com.tr/turkiye/gulden-khk-cikisi-hukuk-devleti-acisindan-kaygi-verici,2l3WWdXYJ0Gzp0rIT1ZupQ

12-HABER-7 / 30.12.2017 Erdoğan: Yazıklar olsun; http://www.haber7.com/ic-politika/haber/2512221-erdogandan-abdullah-gule-cevap-yaziklar-olsun

  

12 Ocak 2018 Cuma

Türkiye’nin “Bağışıklık Sisteminde” (“İmmün Sistem”) Sorun Var-2: İNSANIN BAĞIŞIKLIK SİSTEMİNİN ÜÇ FARKLI ÇALIŞMA ŞEKLİ

 (Milli Gazete)

GİRİŞ

Türkiye’de Oslo görüşmelerinin deşifre edilmesi ile birlikte başlayan, Taksim Gezi Parkı olayları ile ortaya çıkıp görünür hale gelen ve hâlâ değişik şekiller altında devam eden Kadife Darbe Sürecinin en önemli dayanağı, siyasi iktidara karşı olan gayr-i memnun kitlenin ittifakıdır (kırgınlar, küskünler, rakipler ve düşmanlar).

Türkiye’yi yönetenler ve yönetimde etkin olan güçler, bu gerçeği görerek gerilimi düşürüp gayr-i memnun sayısını azaltmaları gerekirken; gerilimi, sürekli yükseltmeyi ve dolayısıyla gayr-i memnun sayısını artırmayı, adeta bir politika haline getirmişlerdir.

Devletin değişik kademelerinde alınmış olan herhangi bir kararla ilgili, en küçük farklı bir yorum, değerlendirme ve eleştiri yapanlar; mazileri, konumları ve niyetleri ne olursa olsun, düşman kategorisine konup insafsızca, merhametsizce eleştiriliyor, linç edilmek isteniyorlar.

Bunu da ülkeyi, tehlikelere karşı koruma amaçlı olarak yaptıklarını söylüyorlar. Tahrip edici bu koruma refleksi, Türkiye’nin “Bağışıklık Sisteminde” (“İmmün Sistem”) bir hastalığın olduğu, bağışıklık sisteminin olması gerekenden farklı çalıştığı anlamına gelmektedir. Türkiye’de devletin bağışıklık sistemindeki (savunma sistemindeki) bu aşırı hassasiyet, insanın bağışıklık siteminde meydana gelen hasar sonucunda, sistemin aşırı hassasiyet göstererek kendini tahrip etmesine benzemektedir.

İnsan ve ülkenin bağışıklık sistemindeki benzerlik sebebiyle bu yazıda insanın bağışıklık sisteminin çalışma şekilleri ele alınıp değerlendirilecektir.

“BAĞIŞIKLIK SİSTEMİ”(“İMMÜN SİSTEM”) ve “BAĞIŞIKLIK BİLİMİ” (“İMMÜNOLOJİ”)

“Bağışıklık sistemi”(“İmmün Sistem”), «mikrop» diye tanımlanan, vücutta enfeksiyona yol açan virüs, bakteri, mantar ve parazit gibi patojen mikroorganizmaları (gözle görülemeyen canlılar) tanıyıp yok eden, zarar verici etkilerine karşı vücudu koruyan ve hastalıklara karşı dirençli olmasını sağlayan bir savunma sistemidir (1,2).

Bağışıklık sisteminin en önemli özelliği, “kendinden olanı” (“self”), “kendinden olmayandan” (“non-self”) ayırabilmesidir. Bu sistem, vücuda giren veya vücutla temas halinde olan tüm yabancı maddeleri tanır, en ince ayrıntısına kadar tarama yapar ve bunları canlının sağlıklı doku hücrelerinden ayırt eder.

İnsanın bağışıklık sistemi de kendi yapısına yabancı olan maddeleri (antijenleri) tanıyabilme ve onlarla baş edebilme özelliklerine sahip olup yabancı ve zararlı olabilecek maddelere karşı insan vücudunu savunur. Yabancı maddelerin organizmaya teması veya girmesi ile insan vücudu kendini savunmaya başlayıp yabancı maddeye göre tepki verir. Çok karmaşık olan bu süreçte birçok biyolojik reaksiyon meydana gelmekte ve birçok sistem, organ ve hücre görev almaktadır(1-3).

“Bağışıklık Bilimi” (İmmünoloji), genel anlamda, kendi kalıtsal yapısına yabancılık özelliği taşıyan özel maddeleri (antijenleri) ayırt edebilme yeteneğindeki canlıların, bu özel maddelere karşı gösterdiği reaksiyonların tümünü inceleyen bir bilim dalıdır (1,2).

Bağışıklık sisteminin vücudu savunmasında değişik ihtimaller söz konusudur. Bunları aşağıdaki gibi özetleyebiliriz:

1- Normal Çalışma: En Uygun (Optimal),

2- Bağışıklık (İmmun) Yetmezliği

3- Aşırı Hassas/Duyarlı (Hipersensitive) Çalışma

BAĞIŞIKLIK SİSTEMİNİN OPTİMAL ÇALIŞMASI

İnsan vücudu, sürekli olarak mikropların ve parazitlerin kendileri ya da ürettikleri maddelerin doğrudan saldırısı altındadır. Tüm canlılar, dışarıdan gelecek saldırılara karşı savunma stratejileri geliştirmiştir.

Bu kapsamda Optimal Çalışma, bağışıklık sisteminin normal, kirlenmemiş, lekelenmemiş, saf, berrak çalışma hali olup hiçbir şekilde vücuda zarar vermeden koruyan çalışma şeklidir. Bağışıklık sistemi, bütün saldırılara vücuda zarara vermeyecek şekilde karşı koyar, cevap verir. O nedenle saldırgana karşı vereceği cevabı, vücuda zarar vermeyecek şekilde sınırlar. Saldırganı, etkin bir biçimde zararsız hale getirirken, açığa çıkan zararlı artıkları (ürünleri) da vücut dokularına asgari hasar verecek şekilde ortadan kaldırır. Optimal çalışan bağışıklık sisteminin, temel fonksiyonlarını aşağıdaki gibi özetleyebiliriz (1):

1- Yabancı maddelerin vücuda girmelerini engellemek,

2- Eğer bir şekilde girmişlerse, girdikleri yerde tutmak ve yayılmalarına izin vermemek ya da geciktirmek,

3- Kendi vücuduna saldırmamak,

4- Saldırgana karşı verdiği cevabın vücuda zarar vermemesini sağlamak,

5- Açığa çıkan zararlı artıkların (ürünlerin) vücuda zarar vermesine mani olmak.

6- Ölmüş dokulardan kalan hücreleri yok etmek.

Vücut, kendine ait yapılara karşı hoşgörülü davranır ve “bağışıklık cevabı”(immün cevap) vermez. Bu duruma “self tolerans” (“immün tolerans”) denir (1,2).

Optimal çalışan savunma sisteminin amacı, zararlı olanı ve onu taşıyan hücreyi yok etmektir. Bu amacına ulaştığında, bağışıklık sisteminin cevabı tamamlanmış olur. Bu durumda bağışıklık sistemi, “kendini sınırlar” (“oto regülasyon”) (1,2). Böyle bir sınırlama olmazsa, vücut, yarar yerine zarar görmeye başlar.

Optimal çalışan bağışıklık sisteminin/savunma sisteminin en önemli özelliklerinden biri de, “hafıza”ya sahip olmasıdır. Bağışıklık sistemi, daha önce herhangi bir zamanda rastladığı bir mikrobu, kendisine unutturmayacak şekilde hafıza hücreleri üreterek kaydetmektedir. Vücut aynı mikropla daha sonra tekrar karşılaştığında, bu hafıza hücreleri devreye girerek bağışıklık sisteminin çok daha hızlı ve etkili cevap (“antikor”) vermesini sağlamaktadır (1,2).

İki Tür Bağışıklık

İnsanda “doğuştan gelen bağışıklık” ve “sonradan kazanılmış bağışıklık” olmak üzere iki tür bağışıklık sistemi vardır.

“Doğuştan gelen (doğal) bağışıklık sistemi” (“doğal direnç”), enfeksiyonlara yol açan mikropları, vücuda ilk girişte karşılayıp tanıyan ve daha sonra ortadan kaldırmak için çalışan, doğal olarak organizmada hazır bulunan bağışıklık sistemidir.Oluşturulan bağışıklık cevabı, saldırgana özel değildir ve hafızası yoktur ve insan vücudu herhangi bir antikor oluşturmadan mikroplara karşı korunmaktadır (3,4).

“Sonradan kazanılmış bağışıklık sistemi” (“kazanılmış direnç”), vücudun mikroorganizmalara karşı antikor üreterek kazandığı bağışıklıktır. Bu sistem, vücuda zarar veren bir mikropla karşılaşmayı takiben, belli bir hazırlık süreci sonucunda harekete geçer. Etkene özgüdür ve hafızası vardır.

Sonradan kazanılmış bağışıklık, aktif ve pasif bağışıklık olmak üzere ikiye ayrılmaktadır.

Aktif Bağışıklık: İnsan vücudu yabancı madde saldırılarına (antijenlere) maruz kaldıktan sonra oluşan bağışıklıktır. Üç şekilde meydana gelebilir: 1- Aşılanma, 2- Hastalığı geçirme, 3- Sağlıklı iken vücudun antikor üretmesi

Pasif Bağışıklık: Vücuda dışarıdan antikor verilmesiyle sağlanan bağışıklıktır. Bunun için serum kullanılır. Serumlar hazır antikorlardır.

Doğal ve sonradan kazanılmış bağışıklık sistemleri, karşılıklı etkileşim, işbirliği içinde vücudumuzu, zarar veren etkenlere karşı korumaktadırlar (3-5).

“BAĞIŞIKLIK (İMMUN) YETMEZLİĞİ”

Bazı durumlarda bağışıklık sistemi, normal düzeyin altında çalışmaya başlar ve vücudu savunamaz. Bu durum, “bağışıklık yetmezliği” (“immun yetmezlik”) olarak adlandırılır. Bunun en tipik örneği AİDS (AcquiredImmuneDeficiencySyndrome: AcquiredImmuneDeficiencySyndromeAcquiredImmuneDeficiencySyndromeAcquiredImmuneDeficiencySyndro”Edinilmişİmmun Yetmezlik Sendromu») hastalığıdır. AİDS hastalığına neden olan HİV virüsü, bağışıklık sisteminde görev alan T4 akyuvarlarının içine girerek onların ölümüne neden olmakta ve sayılarını azaltarak immun yetmezliğe sebebiyet vermektedir (1,2). Sonuçta bağışıklık sisteminin çalışmasındaki yetersizlik, hastanın ölümüne neden olmaktadır.

“AŞIRI HASSASİYET” GÖSTEREREK ÇALIŞMA (“HIPERSENSITIVE”)

Aşırı hassasiyet/duyarlılık (Hipersensitive), normal bağışıklık sistemi tarafından üretilen aşırı, istenilmeyen (tehlikeli, rahatsızlık veren ve bazen ölümcül ) reaksiyondur. Oluşan bağışıklık cevabının, olması gerekenden aşırı olması ya da daha uzun sürmesi nedeniyle meydana gelir (1, 2, 6).

Bağışıklık sisteminin normalin üstünde, aşırı hassas çalışması, kendi yapı taşlarını, yabancı yani düşman olarak algılamasına ve onları adeta mikropmuş gibi görmesine sebebiyet verir. Bu durumda sistem, kendi yapı taşlarını da düşman olarak kabul ettiğinden, onları ortadan kaldırmak için elinden geleni yapmakta; kendi doku ve organlarında hasarlar meydana getirmekte ve işlev bozuklarına neden olmaktadır. Bu durum, “otoimmun hastalıklar”, “alerjik hastalıklar” olarak bilinmektedir. Vücudun kendi hücrelerine saldıran bu antikorlara, “otoantikor” adı verilmektedir (1, 2, 6).

Optimal (en uygun) çalışmada bağışıklık sistemi, kendisine yabancı olanı belirleyip hedef şaşırmadan onu etkisiz hale getirirken; otoimmün hastalık durumunda bağışıklık sistemi, vücudun sağlam, dost hücrelerini yabancı, düşman kabul edip, onlara saldırmaktadır. Bu durum “kardeşin, kardeşe düşmanlığı”, ya da “kedinin, yavrusunu yemesi gibidir”. “Kedi, yavrusunu yerken, onu fare olarak görürmüş.”

Bağışıklık sisteminin böyle çalışmasının sebepleri tam olarak bilinmemektedir. Enfeksiyonlar esnasında bağışıklık hücreleri (makrofajlar, T hücreleri vb.) zararlı mikroplarla karşı karşıya geldiklerinde, mikropları öldürürken onların yüzeylerinden belirli, özel proteinleri kendi içlerine almakta ve daha sonra hatırlamak için hafızasına tehlikeli ve düşman olarak kaydetmektedir. Bazı durumlarda bağışıklık sisteminin hücreleri (B türü), sadece alması gereken protein türünü değil, o proteinin etrafındaki komşu proteinleri de koparıp almakta yabancı ve düşman sınıflaması içerisinde mütalaa edip hafızasına kaydetmektedir. Oysa ilâve alınan bu proteinlerin bir kısmının benzerleri, insanın vücudunda dost olarak bulunmaktadır. Bu durumda, bağışıklık sisteminin “öz toleransı sağlayan regülatör” hücreleri(T türü), kendi dost hücrelerini, dokularını da yabancı, düşman olarak algılamakta ve onlara saldırmaktadır(1,7,8).

Belki de saldırgan, kendi üzerindeki insanın dostu olan bazı proteinleri, insanın vücut savunma sistemine düşman olarak göstererek bağışıklık sisteminin hafıza hücrelerine düşman olarak kaydedilmesini sağlayan bir mekanizma geliştirmiş olabilir. Bu konunun araştırılmasında fayda vardır.

Bağışıklık sistemi, böylesi bir yanlış algı ile, sürekli antikor üretip, kendi kendini yemektedir. Hasar almış hücrelerden beyne yanlış bilgi gitmesi sonucu, beyin, bağışıklık sistemine hatalı emirler vermektedir. Bunun sonucunda, Otoimmün denilen hastalıklar ortaya çıkmaktadır.

SONUÇ: DEVLETLER CANLI ORGANİZMALAR GİBİDİR

Devlet, bir ideolojinin, bir değer sisteminin belli bir coğrafyada iktidar olmasıdır. Devlet, genel olarak canlı bir organizma gibi davranır. Devletin bağışıklık sistemindeki hafızada dost, düşman, müttefik, rakip ve tarafsız olarak insanlar, toplumlar ve devletler sınıflandırılmışlardır.

Devletin herhangi bir tehlikeye karşı tepkisi, insanın bağışıklık sisteminin verdiği tepkiye benzer olarak üç farklı şekilde tezahür edebilir: 1- En Uygun (Optimal) Çalışma, 2- Bağışıklık (İmmun) Yetmezliği, 3- Aşırı Hassas (Hipersensitive) Çalışma.

Türkiye, Şer İttifakının (ABD, İngiltere, İsrail, Siyonizm) 1900’lerden 2012 yılına kadar yaptığı saldırılara, hem doğal hem de sonradan kazanılmış bağışıklık sistemi ile cevap vermiştir. Türkiye, Şer ittifakını tanıdıkça, bilgisi ve tecrübesi arttıkça verdiği cevaplar, ona göre değişmektedir. Ancak, Şer İttifakının taşeronu FETÖ türü bir yapılanma konusunda yeterince bilgisi ve tecrübesi olmadığından(!) ya da buna karşı hatalı davrandığından dolayı 2013 yılından buyana Türkiye’nin bağışıklık sistemi, aşırı hassas çalışmakta ve otoimmün hastalıklara sebebiyet vermektedir.

Özellikle 15 Temmuz 2016 sosyolojik savaş amaçlı askeri darbe girişimi sonrasında, genel olarak devletin, özel olarak da siyasetin bağışıklık sistemi, aşırı hassas çalışma (Hipersensitive) özelliği göstermektedir. Bu özelliği ile sürekli gayr-i memnun üretmekte ve sosyolojik amaçlı tasarlanan darbenin öngördüğü kadife darbe için gerekli olan gayr-i memnun kitle sayısının artmasına sebep olmaktadır.

Bu çok ciddi bir tehlikedir.

Geçen yazıda, telefonlarında ByLock kullandığı gözüken insanlara karşı aşırı hassasiyet gösterilerek verilen tepkinin (açığa alma, ihraç etme, tutuklama vb.) kendi dostlarını bile düşman kategorisinde görme ve konumlandırma gibi bir sonuç doğurduğunu gördük. Türkiye’nin bağışıklık sisteminin aşırı hassas çalışması, Türkiye’yi FETÖ’nünByLock üzerinden kurduğu tuzağa düşürmüş ve yeni gayr-i memnunlar üretmiştir.

Gelecek yazıda, Türkiye’nin bağışıklık sisteminin aşırı hassas çalışmasına ilişkin örnekler üzerinde durulacaktır.

Kaynaklar:

1- Guyton, AC.,Hall, EJ., Tıbbi Fizyoloji, Nobel Tıp Kitapevleri, İstanbul, 11. Basım, 2007, S:429-449.

2- Akşit F, Akgün Y, Kiraz N: Genel Mikrobiyoloji ve İmmunoloji kitabında: Prof. Dr. Yurdanur Akgün (Ünite: 9, 10, 11, 12, 13, 14), sayfa:159-243, Editör: Prof. Dr. Nuray SERTER, Eskişehir, Anadolu Üniversitesi Açık Öğretim Fakültesi Yayınları:2009.

3- http://www.canfezasezgin.com/Home/Icerik/Bagisiklik-Sistemi-Nedir-777

4- Biçer, H., http://bilgihanem.com/bagisiklik-sistemi-nedir/

5- http://www.biyologlar.com/bagisiklik-sistemi-nedir-bagisiklik-sistemi-nasil-calisir.

6- Kocabaş, H., http://hasankocabas.com.tr/icerik-124-otoimmun_hastaliklar.html

7- http://sinirbilim.org/otoimmun-hastaliklar/

8- http://www.biyologlar.com/otoimmun-hastaliklar-vucudun-kendisiyle-savasmasi.

 

5 Ocak 2018 Cuma

Türkiye’nin “bağışıklık sisteminde” (“İmmün sistem”) sorun var-1

 (Milli Gazete)

Her geçen gün birbirinden daha önemli ve öncelikli olaylar vuku bulmaktadır. Her olay, yeni tartışmalar meydana getirmekte, ülke içinde ve dışında gerilimin yükselmesine sebep olmaktadır. Yaklaşık 15 projenin hâkimiyet savaşının bulunduğu bir coğrafyada olmak, başlı başına bir gerilim sebebidir. Bu projeler, göz önüne alındığında bölge üzerinden bir küresel savaşın öngörüldüğünü söyleyebiliriz. Bölge üzerinden bu küresel savaşın çıkmasını engelleyebilmek mümkündür. Bunun da en önemli aktörü Türkiye’dir. Türkiye, her ne kadar oyun kuramıyorsa da, kurulan oyunları bozma noktasında belli bir yeteneğe sahiptir.

Türkiye’nin oyun kurabilmesi için yüz yıllık bir stratejiyi ön görmesi, yol boyu bunu güncellemesi ve buna göre yekvücut olarak hareket etmesi gerekmektedir. Şüphesiz ki darbelerle yoğrulmuş bir ülkede bunu yapabilmek ve başarabilmek, kolay değildir; fakat imkânsız da değildir. Öncelikle buna inanmak ve gereğini yapmak gerekmektedir. Şunu unutmamak gerekir ki “iman varsa, imkân da vardır, çare de…”

Stratejinin unsurları içerisinde en temel unsurlardan biri, halkın/milletin moral gücünün yüksek olması ve bir bütün olarak hareket edebilmesidir. Bunun için gayr-ı memnun insan sayısının asgarî düzeyde olması hedeflenmelidir.

Kadife darbelerde kullanılan en önemli güç, hedef ülkedeki gayr-ı memnun insan sayısının fazla olması ve bunların bir ittifak içerisinde tutulabilmesidir. Türkiye’de Oslo görüşmelerinin deşifre edilmesi ile birlikte başlayan, Taksim Gezi Parkı olayları ile ortaya çıkıp görünür hale gelen ve hâlâ değişik şekiller altında devam eden Kadife Darbe Sürecinin en önemli dayanağı, siyasi iktidara karşı olan gayr-ı memnun kitlenin ittifakıdır (kırgınlar, küskünler, rakipler ve düşmanlar). Kadife darbelerde görünür amaç, o anki siyasi iktidar olmakla birlikte, asıl gizli amaç, hedef ülkenin önce eyaletlere ayrılması, sonra da bölünüp parçalanmasıdır.

Bu gizli amaç, gayr-ı memnun kitlelerden özenle saklanmaktadır. Bugüne kadar başarılmış kadife darbelerde, gayr-ı memnun kitlelerin, bu gizli amaçtan haberdar olmadığı görülmektedir. Kadife darbelerin başarısı, bu gizliliğe bağlıdır.

Türkiye’yi yönetenler ve yönetimde etkin olan güçler, bu gerçeği görerek gerilimi düşürüp gayr-ı memnun sayısını azaltmaları gerekirken; gerilimi, sürekli yükseltmeyi ve dolayısıyla gayr-ı memnun sayısını artırmayı, adeta bir politika haline getirmişlerdir. Devletin değişik kademelerinde alınmış olan herhangi bir kararla ilgili, en küçük, farklı bir yorum, değerlendirme ve eleştiri yapanlar, mazileri, konumları ve niyetleri ne olursa olsun düşman kategorisine konup insafsızca, merhametsizce eleştiriliyorlar, linç edilmek isteniyorlar.

Bunu da, ülkeyi, tehlikelere karşı koruma amaçlı olarak yaptıklarını söylüyorlar. Yüksek dozlu, tahrip edici bu koruma refleksi, Türkiye’nin “Bağışıklık Sisteminde” (“İmmün Sistem”) bir hastalığın olduğu, bağışıklık sisteminin olması gerekenden farklı çalıştığı anlamına gelmektedir.

Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için, bu yazıda, öncelikle, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığının ByLock ile ilgili yaptığı açıklamalar göz önüne alınarak bir değerlendirme yapılacaktır.

ANKARA CUMHURİYET BAŞSAVCILIĞININ BYLOCK AÇIKLAMASI

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın, şifreli haberleşme ağı olduğu belirtilen ve 15 Temmuz Darbe Girişimi soruşturmalarında “çok önemli delil olarak görülen” ve “asla tartıştırılmayan ByLock” ile ilgili yaptığı açıklama, çok ciddi tartışmalara sebebiyet vermiştir. Başsavcılık, ByLock programının “Mor Beyin” adlı bir program aracılığıyla siber saldırı amaçlı olarak kullanıldığını, haklarında başka delil yoksa yaklaşık 11480 kişinin tahliye olabileceğini açıklamıştır:

“ByLock bağlantı verilerinin ileri inceleme teknikleriyle analizi yapılmış, iddialar titiz biçimde araştırılmıştır. MİT ve BTK’da yapılan teknik incelemelerde, uygulama sunucularıyla bağlantısı tespit edilen bazı GSM hatlarının, bu bağlantılarının hemen öncesinde FETÖ mensuplarınca geliştirildiği değerlendirilen Mor Beyin gibi uygulama sunucularına yönlendirilmiş oldukları yönünde bilgilere ulaşılmıştır.

Gerçekleştirilen detaylı inceleme neticesinde bağlantı veri parametreleri bakımından benzer özellikler taşıyan 11480 GSM numarasının kullanıcıların iradeleri dışında ByLock IP›lerine yönlendirilmiş oldukları tespit edilmiştir.

Bu kullanıcıların, gerçek ByLock kullanıcılarının tespitini güçleştirmek ve FETÖ ile mücadeleyi sulandırmak amacıyla örgüt mensubu yazılımcılar tarafından geliştirilen uygulamalarla bilinçli olarak bylock.net alan adına yönlendirilmiş oldukları yönünde bilgiler elde edilmiştir. Bu karartmayı yapan şüpheliler hakkında başsavcılığımızca 2017/44433 sayılı dosya üzerinden başlatılan soruşturma da devam etmektedir.

Bağlantı tespitleri teknik yönlendirmeye dayandığı belirlenen 11.480 GSM numarası ile ilgili tespitler İl Cumhuriyet Başsavcılıklarına ve bölge adliye mahkemeleri ile Cumhuriyet Başsavcılıklarına iletilmiş, soruşturma sonucunda ulaşılan bulgular ve düzenlenen raporlar gereğinin takdiri için ilgili mercilerle paylaşılmıştır.»(1)

Burada dikkat edilmesi gereken nokta, bu siber saldırının 15 Temmuz 2016 Askeri Darbe Girişiminden yaklaşık iki yıl önce 2014’ün Ağustos, Eylül ve Ekim aylarında, ‘freezy’, ‘kıble pusulası’, ‘namaz vakitleri TR’ gibi programlar aracılığıyla yapılmış olmasıdır. Bu programlar içerisine yerleştirilen reklamlar aracılığı ile bu programları kullanan kişilerin IP’leri, kendi özgür iradelerinin dışında, haberleri olmadan ByLock programına yönlendirilmiş ve ByLock kullanmış konumuna düşürülmüşlerdir.

Genel olarak 15 Temmuz Askeri Darbe girişiminin sosyolojik amaçlı ve Taksim Kadife Darbe sürecinin farklı boyutlu ileri bir aşaması olduğunu; asıl tahribatın, darbe girişimi sonrasında yapılmak üzere planlandığını, yol boyu ifade etmiştik. Bu nedenle salt bununla ilgilenecek “özel bir bakanlık kurulması ve özel olarak da kriz masası ve kriterlerinin oluşturulması” gerektiğine, Ağustos 2016’dan bugüne, yol boyu hatırlatılma yapılmıştır. Gayr-ı memnun üretme ve yaygınlaştırmanın esas alındığı, yeni fay hatları, hattâ düşman kamplar inşa edilmek istendiği vurgulanmıştır. Çok sert eleştirilere ve ithamlara rağmen FETÖ ile mücadelede yapılan hatalara ısrarla dikkat çekilmiştir.

15 Temmuz Askeri Darbe girişiminden yaklaşık 7 ay sonra, 17.2.2017’de Millî Gazetede, “Kadife Darbeden Askeri Darbeye-13: “Açığa Alma Ve İhraçlarla” İlgili Geçmişte Çıkarılan Tüm KHK’ler Yeniden Değerlendirilmeli Ve Özel Kriz Masası/Masaları Kurulmalıdır” başlıklı yazıda, FETÖ’cü olarak “açığa alınan, ihraç edilen ve tutuklananlar” listesinde, ByLock’tan dolayı yer alan insan unsuru ile ilgili aşağıdaki değerlendirme yapılmıştır:

  • “…ByLock Programını şuurlu bir şekilde indirip kullanan Gülen’in aza, taraftar ve sempatizanları. (Gülen hareketinin Kadroları ByLock’u değil daha başka, “SilentCircle’ gibi programları kullanmaktadır(2)).
  • AVEA Operatör hatası (Değişken IP, Sanal IP, Bölgesel/grupsal IP verilmesi) sonucu hattına ByLock Programı yüklenmiş gözüken ve fakat Gülen Hareketi ile alakası olmayanlar (3-5).
  • Aynı internet ağına bağlı olanlardan birinin ByLock kullanması/indirmesi ile aynı ağa bağlı olanların tümünün ByLock kullanmış gözükmeleri ile oluşan listeler (3-4).
  • Gülen Hareketi Kadroları/MOSSAD/CIA/MI6/BND tarafından SİBER SALDIRI ile hattına ve telefonuna ByLock yüklenenler….

Medyaya yansıyan boyutu ile şu an ki uygulamalarda ne yazık ki, tüm bu insan unsurları, “Paralelci”/“Fetö’cu”/“Gülenci” havuzuna atılmakta ve aynı muameleye tabi tutulmaktadır. Eğer böyle devam ederse hukuka, adalete, siyasi iktidara ve devlete olan güven yıkılacak; Türkiye, büyük bir kaosa doğru sürüklenecek, korku ve güvensizlikle beraber kin ve nefret, toplumun değişik katmanlarında yaygınlaşacaktır.” (6).

18/25.08. 2017 tarihlerinde Millî Gazete’deki yazılarda “Açığa Alma Ve İhraçlarla” ilgili kriterlere ve ByLock tehlikesine bir kez daha dikkat çekilmiştir. Ağustos 2017 tarihli Umran Dergisinde ise ByLock konusu daha geniş olarak ele alınmıştır. Gayr-ı memnun üretme tuzağına Türkiye’nin düşmemesi için “ByLock Programı İçin Özel Bir İhtisas Komisyonu Kurulmalıdır” teklifi yapılarak Türkiye’yi yönetenlerin dikkatleri, bir kez daha bu tehlikeye çekilmek istenmiştir:

“Türkiye’de uzun zamandan beri ByLock programı üzerinden yürütülen bir psikolojik harekât mevcuttur. ByLock denince akan sular durmakta, hiçbir şey konuşulamamakta, ByLock’un varlığı kesin delil olarak kabul edilmektedir.

Gerçek böyle midir?

Gerçekten FETÖ’nün lider ve lider kadroları, bu programı mı kullanmaktadır?

Bir “yemleme” mi yapılmakta, dikkatler, başka tarafa mı yönlendirilmektedir? Gayr-ı memnun sayısının artması mı amaçlanmaktadır?

Medyaya yansıyan boyutu ile ByLock programının cep telefonlarındaki durumu, aşağıdaki gibi tasnif edilebilir:

  • ByLock programını şuurlu bir şekilde indirip kullanan Gülen Hareketi’nin bazı azaları (Gülen Hareketi’nin yönetici Kadroları ByLock’u değil daha başka, “CIA’nın bile çözemediği” iddia edilen “SilentCircle”, “Tango” gibi programları kullanmaktadır(1,7).
  • Gülen Hareketi’nin kadroları tarafından kendilerine dini sohbet dinlemeleri için ByLock programı tavsiye edilip verilen Gülen Hareketi’nin taraftar ve sempatizanları.
  • İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun, “2014 yılında FETÖ’nünAVEA’ya sızarak 40.000 kişinin cep telefonlarına kendi iradelerinden bağımsız olarak ByLock yerleştirilmiş olanlar; ayrıca “AVEA Operatör hatası (Değişken IP, Sanal IP, Bölgesel/grupsal IP verilmesi) sonucu hattına Bylock programı yüklenmiş gözükenler(3-5). (Bunlar, Gülen Hareketi ile hiç alâkası olmayanlardır.)
  • Aynı İnternet ağına/Wi-Fi bağlı olanlardan birinin ByLock kullanması/indirmesi ile aynı ağa bağlı olanların tümünün ByLock kullanmış gözükmeleri ile oluşan listeler (3-4).
  • Gülen Hareketi Kadroları/MOSSAD/CIA/MI6/BND tarafından SİBER SALDIRI ile hattına ve telefonuna ByLock yüklenenler.
  • İkinci el telefonlarda daha önceden ByLock programı yüklenmiş olanlar.
  • Bir iddia: Gülen Hareketinin Okullarında okuyanlara, içlerine ByLock gizlenmiş özel eğitim amaçlı paket programlar verilmiş olanlar.
  • Bir iddia: FETÖ’nünkripto mensupları, çevresi tarafından sevilen insanlarla kurdukları arkadaşlıklardan yararlanmış, telefon etmek amacıyla bu arkadaşlarının(!) telefonunu alıp telefonuna ByLock yüklenmiş olanlar.

Bugünkü pratikte, ByLock’tan dolayı tutuklanıp, 3 ay, 5 ay, 8 ay içerde yattıktan sonra suçlu bulunmayıp serbest bırakılan insanların olduğu ifade edilmektedir. Tutuklama yapılacak yerde, yurt dışı yasağı konup, gerekli inceleme yapıldıktan sonra tutuklama yoluna gidilmiş olsaydı; hem devlet bürokrasisi daha az meşgul olacak, hem gayrı memnun sayısı artırılmamış olacak ve hem de insanların sicilleri bozulmamış, lekelenmemiş olacaktır.

O nedenle, ByLock Listelerinin çok hassas bir şekilde incelenmesi, ayıklanması ve sınıflandırılması gerekir. Bu ayıklama ve sınıflandırma yapılmadan ihraç etme ve tutuklama işlemleri yapılmamalıdır.” (8-10).

Bütün bunlar, o günlerde, ciddi bir tehlikenin varlığına dikkat çekmek amaçlı olarak yazılmıştır.

SONUÇ: AŞIRI KORUMA REFLEKSİ BİR HASTALIĞIN TEZAHÜRÜDÜR

Bugün, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığının yaptığı açıklama üzerine, “İşte FETÖ’nünBylock tuzağı” diyerek yüksek sesle bağıran kardeşlerimizin büyük bir kısmı, dün; aşırı koruma refleksi(!) göstererek, FETÖ tarafından gayr-ı memnun üretmek ve asıl failleri gizlemek amaçlı kurulan ByLock tuzağına dikkat çekenleri, ihanetle ve FETÖ’cü olmakla suçlamışlardır. Karşıdakinin ne demek istediğine, tahammül gösterememişler, böylelikle ülkeyi koruduğunu, koruyabildiğini(!) zannetmişlerdir.

Her olayda tekrarlanan bu aşırı koruma refleksi(!), ülkenin “bağışıklık sisteminde” bir hastalığın var olduğunun göstergesidir. (Gelecek yazıda bu konu ele alınacaktır)

KAYNAKLAR

1- https://tr.sputniknews.com/turkiye/201712271031575232-ankara-cumhuriyet-bassavciligi-bylock/ Sputnik 27.12.2017

2- Diler, E., Bay Lock Masalı, Takvim, 25 ekim 2016.

3- Çiçek, N., http://www.memurlar.net/haber/645953

4- Eriş, M., http://www.memurlar.net/haber/641959/

5- Bakan Soylu’danBylock Açıklamaları, http://www.memurlar.net/haber, 24 Ekim 2016.

6- Can, B., Kadife Darbeden Askeri Darbeye-13: “Açığa Alma Ve İhraçlarla” İlgili Geçmişte Çıkarılan Tüm KHK’ler Yeniden Değerlendirilmeli Ve Özel Kriz Masası/Masaları Kurulmalıdır, 17.2.2017, Millî Gazete.

7- Diler, E., Dolar Darbesi, Takvim, 26.07.2016.

8- Can, B., FETÖ ile Mücadelede Dikkat Edilmesi Gereken Hususlar-2:

Fetö İle Mücadelede Merkezi Denetim Olmalı Ve Merkezi Kriterler Oluşturulup Kamuoyuna Duyurulmalıdır, 18.08.2017, Millî Gazete.

9- Can, B., FETÖ ile Mücadelede Dikkat Edilmesi Gereken Hususlar-3:

Şer İttifakının Sosyolojik Saldırılarını Etkisiz Kılmak İçin “Gayrımemnun Sayısını” Azaltmak, 25.08.2017, Millî Gazete.

10- Can, B., Sosyolojik Savaş Amaçlı 15 Temmuz İhanet Hareketinin

Bir Yıllık Döneminin Değerlendirilmesi-2: Sürecin Yönetiminde Yapılan Hatalar Ve Yapılması Gerekenler, Umran, Ağustos 2017.

1 Ocak 2018 Pazartesi

Ümmet Şuurunun Yeniden İnşası-1: “İpini Eğirdikten Sonra Çözüp Bozan Kadın” Gibi Davranan ABD ÇÖKERKEN ÜMMET AYAĞA KALKMAKTADIR

(Umran Dergisi Ocak 2018 Yazısıdır)

“Rabbimiz, bizi ve bizden önce iman etmiş olan kardeşlerimizi bağışla; kalplerimizde iman etmiş olanlara karşı bir kin bırakma.” (59/10)

Soğuk Savaşın sona ermesi ile birlikte (Sovyetlerin çöküş sonrası) ABD, dünya imparatorluğu kurmak için, gelecekte kendisine rakip olabilecek tüm güçleri tasfiye etmek amacıyla “önleyici savaş doktrinini” benimsemiş; “21. Asır ABD Yüzyılı Ana Projesi (PNAC)”ni ve bunun onlarca alt projesini dünyanın değişik bölgelerinde uygulamaya sokmak üzere provokasyonlara başlamıştır. 21. asırda insanlığın en büyük ihtiyacı olan enerji kaynaklarına el koyabilmek, enerji ihtiyacı olan tüm ülkeleri çökertmek ve kendisine bağımlı hale getirip boyunduruk altına alabilmek için ABD, 2001 yılında New York’ta bulunan ticaret merkezi “İkiz Kulelerin” sivil uçaklarla vurulmasını, uzun zamandır cilalayıp, parlatıp servis ettiği “el-Kaide”ye yıkarak, “terörle mücadele” adı altında yeni bir savaş başlatmıştır. ABD, önce Afganistan’ı, ardından da Irak’ı işgal etmiştir. Her iki ülkeyi işgal ederek hem enerji üretim sahalarını hem de enerji ulaşım yollarını kontrol etmeye çalışmıştır.

ABD’nin başlattığı bu yeni süreç, “Siyonizm’in Dünya Hâkimiyeti”, “Derin Dünya Devleti” politikaları ile örtüştüğü için, aralarında ihtilaflar olmasına karşılık yol boyu Siyonizm’le birlikte hareket etmeleri mümkün olabilmiştir. Neocon-Siyonist ittifakı ile ABD milliyetçileri WASP’çılar arasında zaman zaman çok şiddetli çatışmalar vuku bulsa bile diğer güçlere, özellikle İslâm’a karşı, yeri ve zamanı geldiğinde ittifak yapmakta, birlikte hareket etmektedirler.

İslâm coğrafyasında, geçmiş yazılarımızda isimlerini verdiğimiz 15 civarında proje birbiri ile savaşmaktadır. Bu projelerin sahipleri bazen birbirleri ile uzlaşarak bazen de çatışarak hedeflerine ulaşmaya çalışmaktadırlar. Bugün için asıl sıkıntı, savaşın müslümanlar arasında “İslâm’ın İslâm’la Savaşı” şeklinde cereyan ediyor olmasıdır. Şer İttifakının yürürlüğe sokmaya çalıştığı projelerin özü, sosyolojik savaşı esas almakta, bu coğrafyayı Kaos teorisi kapsamında, din, etnik, mezhep, aşiret ve cemaat merkezli olarak çatıştırarak bölmektir.

Trump’ın ABD büyükelçiliğini Kudüs’e taşıma kararının, İngilizlerin Kudüs’ü işgal tarihi olan 1917 yılının 100. yılına denk gelmesi bir tesadüf değildir. ABD kongresinin 1995’de aldığı bir kararı, 22 yıl sonra yürürlüğe sokmak demek,  2001 yılında ABD başkanı Bush’un ilan ettiği “100 yıl sürecek Haçlı Seferleri”nin bir ileri aşamasına geçilmiş olması demektir.

Bunu ümmetin görmesi gerekir.  Arif Nihat Asya’nın  “Aziz-i vakt idik, âda (düşman) zelil kıldı bizi” sözü üzerinde Ümmet, tefekkür etmeli ve kendi öz eleştirisini yapmalıdır. Yalnızca Şer ittifakını/Şeytanı ittifakı(ABD-İsrail-İngiltere-Siyonizm) ya da sadece dış güçleri suçlayarak meselelerimizi çözmemiz mümkün değildir.

Şeytan, Hz. Âdem’e yaptığını, tüm peygamberlerin yoluna gidenlere yapmak için yemin etmiş, tüm iman edenlere sınırsız ve topyekûn bir savaş açtığını ilan etmiştir. Bu, Hz. Âdem’in yaptığı hatayı ortadan kaldırmaz. Şeytanın başarısı, Hz. Âdem’in gösterdiği bir zafiyetin ürünüdür. Nitekim Hz. Âdem, zaaf göstererek Allah’ın koyduğu emir ve yasakları çiğnediğinden dolayı suçunu kabul edip tövbe etmiş ve Allah’tan bağışlanmasını dilemiştir.

İç dinamiklerde zafiyet olmadan dış dinamiklerin etkili ve tahrip edici olması çok zordur.

1,7 milyarlık müslüman, dünyadaki 7 milyar insanı kurtaracak bir imkâna/güce sahipken, kendi içerisinde parçalanıp birbiriyle savaşmasının ve çok kolay oyuna gelmesinin sebepleri ortaya konmadan çözüm bulmamız mümkün değildir.

Bu sebeple “Kur’ân ve Sünnetin öngördüğü Ümmet anlayışı ile bugün pratikte varolan, yaşayan ümmet arasındaki ilişki nasıldır?” sorusunun sorulup en gerçekçi bir şekilde ve adalet ölçülerine uygun olarak cevaplandırılması gerekir.  

Bugün için en acil konu Ümmet Şuurunu yeniden inşa edebilmek ve insanlığın ihtiyacı olan kurtuluşu, 7 milyar insana sunabilmektir. Bu yazı serisinde Ümmet Şuurunun yeniden inşası için yapılması gerekenler konusu, ele alınıp incelenecek ve yol boyu öz eleştiri yapılacaktır.

Fay Hatları: Birbiri ile İlişkili Olaylar Zinciri

Son günlerde dünyada, önemli gelişmeler yaşanmakta ve yeni fay hatları meydana gelmekte, varolanlar arasında gerilim derinleşmektedir. Bunları, İslâm coğrafyasını merkeze alarak iç, dış ve melez dinamikler olarak üç ana sınıfa ayırabiliriz:

Dış Dinamikler

  • ABD-İngiltere-İsrail-Siyonizm Ekseni ile Rusya-İran-Çin-Türkiye Ekseni ve BRIC arasında gittikçe derinleşen fay hattı,
  • ABD ile İngiltere arasında fay hattı,
  • ABD-Japonya ile Çin- Kuzey Kore arasındaki fay hattı,
  • ABD ile AB ülkeleri arasında, özellikle Almanya-Fransa ile fay hattı,
  • ABD’nin iç fay hatları: WASP’çılar ile Neocon-Siyonistler arasındaki fay hattı,
  • Siyonizm ile tüm dünya ülkeleri arasındaki fay hatları,
  • Türkiye ile AB ülkeleri arasındaki fay hatları,
  • İran ile ABD-İsrail-Siyonizm arasındaki fay hattı,
  • Türkiye ile ABD-İsrail-Siyonizm arasındaki fay hattı,
  • AB’nin kendi iç fay hatları,
  • Zengin ülkeler ile fakir ülkeler arasında fay hatları.

İç Dinamikler

  • Mezhepsel fay hatları: Şii yönetimlerle Sünni yönetimler arasında, Sünni yönetimlerle Sünni yönetimler arasında,
  • Kavmi fay hatları: Türk-Kürt/Arap/Pers, Arap-Kürt/Pers,
  • Laik-anti laik fay hattı,
  • Zengin-fakir fay hattı.

Melez/Hibrit Dinamikler

Bu gruptaki dinamikler, iç ve dış dinamiklerin etkileşimi ile bir ortak payda oluşması sonucu meydana gelmektedir. Melez/hibrit dinamiklerden en dikkat çekeni, İsrail-Suud-BAE-Bahreyn-Mısır-ABD ittifakı, Türkiye-Rusya, İran-Rusya-Çin ittifakıdır.

Bugün dünyada meydana gelen aşağıdaki olayları, bu üç dinamik açısından değerlendirmek gerekmektedir:

  • ABD-Suud işbirliği; Suud’un, ABD ile 10 yıllık 350 milyar $  civarında askerî anlaşma yapmış olması,
  • Suud önderliğinde bazı Arap ülkelerinin Katar’a ambargo uygulaması,
  • Katar’a uygulanan ambargoya Türkiye, İran, Pakistan, Cezayir ve Fas’ın karşı çıkması ve ekonomik yardım yapması. Türkiye ve Pakistan’ın Katar’a asker gönderme kararı alması,
  • ABD’nin Katar’la 10 adet F-16 savaş uçağı satma anlaşması imzalaması ve askeri tatbikat yapması; Katar’ın, ambargonun yumuşatılmasını talep etmesi,
  • Katar krizi ile birlikte, Şii-Sünni fay hattına, Sünni-Sünni fay hattının eklenmesi ile Sünni dünyanın fiilen ikiye bölünmesi,
  • Suud yönetiminde iç kavgaların şiddetlenmesi, yeni yönetimin Şer ittifakının “Ilımlı İslâm Projesini” benimseyip uygulamaya sokması,
  • ABD-İsrail-Mısır-Suud- Birleşik Arap Emirlikleri-Bahreyn gibi bir eksenin ortaya çıkması; buna karşılık Türkiye-İran-Irak-Katar-Pakistan-Rusya ekseninin oluşması,
  • Lübnan Başbakanı Hariri’nin Suud’da tutuklanmasının ardından başbakanlıktan istifa edeceğini açıklaması sonucu serbest bırakılması,
  • Suud’un Filistin Devlet Başkanı Mahmut Abbas’a baskı yapması,
  • Yemen’in eski Cumhurbaşkanı Ali Abdullah Salih’in öldürülmesi,
  • ABD Başkanının Pakistan’a askeri operasyon yapılabilir açıklaması, Pakistan başbakanının istifa ettirilmesi,
  • ABD’nin 4000 kişilik bir askeri birliği Pakistan’a gönderme kararı, buna Rusya ve Çin’in karşı çıkması,
  • Türkiye-İran-Rusya arasında hem başkanlar hem de askeri düzeyde ziyaret trafiğinin yoğunlaşması,
  • Türkiye’nin ABD karşıtı Vietnam ve Venezüella ile yakınlaşması,
  • Türkiye, AB ve özellikle, Almanya ile ilişkilerinin bozulması, gerilimin sürekli yükselmesi,
  • Barzani’nin 25 Eylül 2017’de bağımsız Kürdistan devleti için referandum kararı alıp uygulamasının ardından Türkiye ve İran’ın, merkezi Irak yönetimine destek vererek Barzani’nin referanduma dâhil ettiği tüm ihtilaflı bölgeleri Irak kuvvetlerinin ele geçirmesi; Barzani’nin istifa etmesi ve referandumun iptal edilmesi. Barzani referandumuna destek veren ve teşvik eden İsrail’in Referandum sonrasında Barzani’ye herhangi bir destek vermemesi, suskunluğa bürünmesi, Kürdistan bölgesinde Barzani yönetimine karşı olaylar zincirinin başlayıp devam etmesi,
  • İspanya’da Katalonya bölgesinin Bağımsızlık Referandumuna gitmesinin ardından İspanya merkezi hükümetinin referandumu iptal etmesi ve tutuklamalar yapması; yapılan seçimlerin ardından bağımsızlık taraftarlarının seçimi kazanması,
  • Venezüella’da iç karışıklıkların meydana gelmesi,
  • ABD’nin, Irak ve Suriye düzleminde PYD/YPG’yı stratejik ortak kabul edip operasyonları, Türkiye’nin itirazlarına rağmen, birlikte yapmaları ve ABD’nin PYD/YPG’ye 60.000 kişilik düzenli bir ordu kurması ve ağır silahlarla donatması, maddi yardımda bulunması,
  • ABD’nin, Suriye’de PYD/YPG’nin hakim olduğu bölgelere “Özel birlikler” göndermesi ve Askeri üsler açması,
  •  ABD’nin, Türkiye’yi dışlayarak PYD/YPG ile birlikte Rakka operasyonunu yapması,
  • ABD’nin, DAEŞ ile savaşma yerine Suriye askeri güçlerinin ABD’nin çizdiği sınırların dışına çıkmasını engellemek için Suriye askeri birliklerine operasyon yapması,
  • ÖSO’dan ayrılan bazı birliklerin PYD/YPG ve Suriye ordusuna katılması,
  • ABD, PYD/YPG/PKK ve IŞİD işbirliğinin gerçekleştirilmesi, IŞİD’in kuşatıldığı bölgelerden ABD-PYD desteği ile uğurlanması, IŞİD’in değişik İslâm ülkelerine kamuflaj içerisinde gönderilmesi,
  • Türkiye’nin Suriye’deki hareket alanının bizzat ABD tarafından kısıtlanması,
  • Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ABD ziyaretinde Türk heyetine saldıran bir gruba, Cumhurbaşkanı korumalarının müdahale etmesinden dolayı ABD yargısının Türk korumalara mahkûmiyet vermesi,
  • ABD New York Güney Bölgesi mahkemesinin, Halk Bank  ile ilgili dava açması, Rıza Zarrab’ı ve Genel Müdür yardımcısı Mehmet Hakan Atilla’yı tutuklaması; Halk Bankası eski genel müdürü Süleyman Aslan ile eski ekonomi bakanı Zafer Çağlayan hakkında da tutuklama kararı vermesi. Rıza Zarrab için Türkiye’nin ABD’ye iki kez nota vermesi, Rıza Zarrab’ın itirafçı olup Türkiye’yi suçlaması üzerine Türkiye’nin Riza Zarrab’ı casuslukla suçlaması, Hakan Atilla’nın sanık değil tanık olması,
  • Türkiye ile ABD arasında vize krizinin çıkması ve krizin 2019 yılına kadar devam edeceğinin ABD tarafından açıklanması,
  • Gerek ABD ve gerekse AB ülkelerinde FETÖ mensuplarının koruma altına alınması,
  • Fransa, Almanya, İngiltere’den sonra İspanya’da IŞİD adına(!) yapılan terör eylemleri ve bunun üzerine İslâm coğrafyasına karşı Batıda oluşturulmaya çalışılan psikoloji,
  • ABD’nin değişik eyaletlerinde son zamanlarda meydana gelen ırkçı görüntüsü verilmiş kitlesel sokak eylemleri ve terör,
  • ABD Merkez Bankası FED’in mali operasyonları ile ABD’deki iktidarı sıkıştırması,
  • Mısır’da bir camiye yapılan saldırı sonucunda 250 civarında insanın ölmesi,
  • ABD Başkanı Trump’ın, Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak açıklaması ve ABD’nin İsrail’deki büyükelçiliğini BM’nin 478 sayılı kararına rağmen Tel Aviv’den Kudüs’e taşıma kararı alması. Buna bağlı olarak başta İslâm coğrafyası olmak üzere Dünyanın her tarafında protesto eylemlerinin meydana gelmesi, gerilimin aşırı yükselmesi; Filistin’de yeni bir intifadanın başlatılması, İsrail’in zulmünün artırması. Bu konuda da İslâm Dünyasının fiilen ikiye bölünmesi,
  • Türkiye’nin çağrısı üzerine İslâm İşbirliği Teşkilatı’nın İstanbul’da toplanıp ABD kararına karşı çıkması, Doğu Kudüs’ü Filistin devletinin başkenti kabul eden bir deklarasyon yayınlaması,
  • ABD’nin Kudüs kararını, Mısır’ın BMGK’na götürmesi, konseyde ABD kararının 1 oya karşılık 14 oyla reddedilmesi, bu kararı ABD’nin veto etmesi; Türkiye’nin ABD’nin veto ettiği kararı BM Genel Kurulu’na taşıması ve yapılan oylamada 9 oya karşılık 128 oyla ABD’nin kararının reddedilmesi, Bunun üzerine ABD’nin red oyu veren ülkeleri tehdit etmesi, Guetamala’nın Büyükelçiliğini Kudüs’e taşıyacağını açıklaması,
  • Avrupa’daki NATO tatbikatında Mustafa Kemal ve Erdoğan’ın düşman olarak  gösteren bir sahnenin yer almış olması ile Türkiye’nin NATO’yu protesto etmesi,
  • ABD’nin açıkladığı Milli Güvenlik Belgesi’nde (Trump Doktrini) Rusya ve Çin’i suçlayıp düşman sınıfında göstermesi ile tartışmaların başlaması,
  • NATO’nun Türkiye’nin çevresindeki NATO üslerine ve Türkiye’nin de üssü olan ülkelere asker yığınağı yapması,
  • Norveç’teki NATO üssünde Komutanın “savaşın yaklaştığına” ilişkin açıklamada bulunması.

Bütün bu olaylar,  Şer İttifakının (ABD-İngiltere-İsrail-Siyonizm) Ortadoğu üzerinden “Kaostan Kaynaklanan Düzen” (”Yaratıcı Savaş”/“Düzeltici Savaş”) Teorisi kapsamında, Küresel savaş çıkarmak için öngördüğü bir stratejinin(1,2) uygulanmaya sokulmuş olmasının bir sonucu olabilir.

ABD BMGK Kararını Niçin Veto Etmiş Olabilir?

ABD’nin büyükelçiliğini Kudüs’e taşıma kararının, BMGK’da, ABD’nin yalnız başına evet demesine karşılık 14 ülkenin hayır oyu ile reddedilmiş olması, gerçek anlamda ABD’ye verilen önemli bir mesajdı. Ancak bu sonuç, ABD için bir sürpriz olmamalıydı. Çünkü bu 14 ülkenin neredeyse tamamı, ABD’nin bu kararına itiraz etmişler ve bu kararın hem Ortadoğu’da hem de dünyada büyük gerilimlere ve hatta çatışmalara sebebiyet vereceğini önceden açıklamışlardı.

22 yıl önce 1995 yılında alınmış bir kararın aradan geçen bunca zamana rağmen uygulamaya sokulmamış olmasının sebebi neydi? Şimdi ne değişti de uygulamaya sokulmak istendi? Bu gün, ABD kararında neden ısrar etmiştir?  ABD’nin Kudüs kararı, BMGK tarafından 14 oyla reddedilmiş ve ABD tamamen yalnız bırakılmış olmasına rağmen ABD’nin BMGK kararını veto etmiş olmasının sebebi ne olabilir? BM Genel Kurulu’nda karar reddedilince ABD’nin ortaya koyduğu sert, kırıcı, kaba tavrın sebebi nedir? Normalde ABD ile birlikte hareket etmesi gereken birçok ülkenin çekimser kalmasının ya da hayır demesinin sebebi nedir? Bu durum doğal mıdır; yoksa bir gizli güç devreye mi girmiştir? Gizli bir stratejimi uygulanmak istenmektedir?

Bu soruların muhtemel cevaplarını aşağıdaki gibi özetleyebiliriz:

1-Allah, her şeyi bir kanuniyete tabi olacak tarzda yaratmıştır. Bu yaratılış kanununa “Sünnetullah” denmektedir. Kur’ân ve Sünnete göre helak olan kavimlerin helak olma/edilme nedeni; Şirk Koşmak-Allah’tan Başkasına Kulluk Etmek-İbadet Etmek(Nuh Kavmi: 11 Hud 26; 23 Müminûn 23), Allah’ı Önemsiz Kabul Etmek-Unutmak(Şuayb Kavmi: 11 Hud 91,92), Peygamberi Yalanlamak(Nuh Kavmi: 25 Furkan 37), Kulları Şaşırtıp Saptırmak(Nuh Kavmi: 71 Nuh 27), Eşcinsellik(Lut Kavmi:  7 A’râf 80-84; 11 Hud 77-83; Neml 54-58; 29 Ankebût 28, 30,34;  26 Şu’arâ 160-174), Yol Kesmek(Lut Kavmi: 29 Ankebût 29), İfsad Etmek(Şuayb Kavmi: 11 Hud 85; 7 A’râf 85-90; 7 A’râf 73-79;  43 Zuhruf 54; Lut Kavmi: 21 Enbiya 74; 29 Ankebût 30,34; Nuh Kavmi: 51 Zariyat 46; Semûd Kavmi: 11 Hud 85; 26 Şu’arâ 152; 11 Hud 62; Firavun Kavmi: 7 A’râf 103; 27 Neml 14; 28 Kasas 4; Karun: 28 Kasas 76-83), Terazi Mizan Bozukluğu(Şuayb Kavmi: 11 Hud 91, 92; 11 Hud 85,  7 A’râf 85-90; 7 A’râf 73-79, 43 Zuhruf 54), Zulüm-Zorbalık-Kibir-Büyüklenme, Azgınlık(Hud Kavmi: 11 Hud 59-60; 26 Şu’arâ 128-130; 41 Fussilet 15; Firavun Kavmi: 2 Bakara 49; 7 A’râf 123-127; 11 Hud 91; 43 Zuhruf 54; Karun: 28 Kasas 76-83). Nuh Kavmi: 11 Hud 37,44; 25 Furkan 37; 23 Müminûn 27; 29 Ankebût 14; 11 Hud 27-31; 53 Necm 52), Refahtan Şımarıp Azmak(Sebe Halkı: 34 Sebe’ 15-22; Karun: 28 Kasas 76-83), Bölünmüşlük(Semûd Kavmi:27 Neml 45; Firavun Kavmi: 28 Kasas 4), Ölçüsüzce Davranmak(Semûd Kavmi:26 Şu’arâ 151; Lut Kavmi: 26 Şu’arâ 166; Nuh Kavmi: 71 Nuh 27) ve Çeteleşmektir(Semûd Kavmi: 27 Neml 45-52). Şer İttifakında bunların hepsi mevcuttur. İlahi sünnete göre Şer İttifakı, kendi kendisini yok edecek bir yola girmek üzeredir:

“Gerçek şu ki, onlar hileli-düzenler kurdular. Oysa onların düzenleri, dağları yerlerinden oynatacak da olsa, Allah katında onlara hazırlanmış düzen vardır.” (14 İbrahim 46)

2- İkinci Dünya Savaşı sonrasında dünyada kurulan düzenin patronu olarak ABD, kendisini “Dünya Köyünün ağası” olarak kabul etmektedir. ABD, “Dünyanın ağası”(!) olarak söylediği her şey emirdir ve mutlaka yerine getirilmesi gerekir, psikolojisinin etkisi altındadır,

3- ABD içinde var olan zaman zaman şiddetlenen Neocon-Siyonist İttifakı ile ABD milliyetçilerinin(WASP’çılar/Pentagon) arasındaki savaşı durdurma, en azından geçici bir barış sağlamak amacıyla Siyonistlerin asırlar boyu süren arzusu gerçekleştirilmek istenmiştir,

4- 2. Dünya Savaşı sonrasında kurulan ve ABD’nin kesin hâkimiyeti olan dünya düzeninin bugün çöktüğünü, işe yaramaz olduğunu, ABD’nin hâkimiyetinin yok olmak üzere olduğunu, ABD halkına göstererek yeni bir dünya düzenine olan ihtiyacı ABD halkına kabul ettirmek, bunun için ABD halkının bedel ödemeyi kabullenmesini sağlamak,

5- 2000’li yıllardan bu yana yayınlanan ABD Milli Güvenlik belgelerinin hepsinde ABD’nin otoritesinin zayıfladığı, ekonomisinin çözülmeye doğru gittiği ve böyle devam ederse ABD’nin dağılma, parçalanma tehlikesi ile karşı karşıya kalabileceği her seferinde vurgulanmıştır. Bütün bu belgelerde Rusya ve Çin’in asıl rakip, hatta üstü kapalı düşman olduğu vurgulanmıştır. İkinci dünya savaşı sonrasında kurulan düzene karşı çıkan ve “Revizyonist” olarak nitelenen bu ülkelerle hesaplaşmanın kaçınılmaz olduğu ortaya konmaktadır. ABD’nin liderliğinde yeni bir dünyanın kurulabilmesi için “yaratıcı yıkım savaşına ihtiyaç” vardır. Bu askeri anlamda üçüncü dünya savaşı demektir. Böyle bir savaşa ABD halkını ikna etmek için ABD yönetimi sürekli gerilim ve bunalım üretmek zorundadır.

6- ABD, BM’de Kudüs kararında ısrar etmesi ile İslâm coğrafyasındaki ABD işbirlikçisi yönetimleri(Mısır, Ürdün, Suud, BAE, Bahreyn gibi), kendi halkları ile karşı karşıya getirecek bir durum meydana getirmiştir. Bu yönetimler, ABD’nin kararını onaylayacak olsalar ülkelerinde halklarının büyük protestoları ile karşı karşıya kalacaklardı. Desteklemedikleri takdirde de ABD ile karşı karşıya kalacaklardı. Eğer arkada ABD ile bir danışıklı dövüş yoksa birinciyi tercih ettikleri için ABD bu ülkelerde iç karışıklıklar çıkarmak için yeni bir strateji uygulamaya başlayacaktır. Diğer bir tabirle “İkinci Arap Baharı projesini”(4. Nesil Kadife darbeler dönemi) yürürlüğe sokup Büyük Ortadoğu projesini Mısır-Ürdün-Suud-BAE-Bahreyn ekseninde hayata geçirerek bu ülkeleri bölmek isteyecektir.

7- ABD, Büyük bir ihtimalle büyükelçiliği Kudüs’e taşıma kararının BM’de reddedileceğini bilerek hareket etmiştir. BM’de alınan red kararından sonra hem kendi Büyükelçiliğini hem de başka ülkelerin büyükelçiliklerini Kudüs’e taşıttırarak BM’nin kararını geçersiz, işlevsiz hale getirmek isteyecektir. Büyükelçiliklerin Kudüs’e taşınması ile İslâm coğrafyasındaki halklar düzeyinde gerilim yükselecek ve iç karışıklıklar meydana gelecektir. Böylece ABD, İslâm coğrafyasında meydana gelecek kaostan yararlanarak bölgeye müdahale edip Afganistan, Irak, Suriye, Libya ve Yemen’de olduğu gibi yeni bir iç savaş zinciri başlatmak isteyecektir.

8- ABD’de 22 yıl önce alınan bir kararın bugün hayata geçirilmesini birinci derecede isteyen güç Siyonizm’dir. ABD Milliyetçileri(WASP/Pentagon), böyle bir kararın bugün için uygulanmasını uygun görmemiş olabilirler. Bu nedenle dünyanın değişik ülkeleri ile teması geçip red vermelerini ya da en azından çekimser kalmalarını sağlamış olabilir. Böylece Neocon-Siyonist ittifakına büyük bir darbe indirmiş olabilir. Eğer böyle ise ABD’de iç kavga daha da derinleşecek ve bunun etkisi, dünyanın her tarafına farklı bir şekilde yansıyacaktır.

9- İslâm İşbirliği Teşkilatı’nın İstanbul toplantısında, Doğu Kudüs’ün Filistin Devleti’nin başkenti olarak kabul edilmesi kararı alınmış ve bu tüm dünyaya duyurulmuştur. ABD’nin Büyükelçiliğini Kudüs’e taşıma kararının BMGK’de görüşülmesi bundan sonradır. BMGK’nin 14’e 1 aldığı kararı ABD’nin veto etmesinin bir sebebi, BM Genel Kurulu’nda da reddedilmesini sağlamak olabilir. Bu durumda İslâm Ülkeleri İşbirliği Teşkilatı’nın Doğu Kudüs’le ilgili aldığı kararın önü kesilmiş olacaktır. İslâm Ülkeleri böyle bir kararı uygulamaya soktuklarında, ABD bunu BMGK’ne oradan da BM Genel Kurulu’na götürecek, ABD’nin Kudüs’e Büyükelçiliğini taşımayla ilgili BM Genel Kurulu’nun aldığı kararı gerekçe olarak gösterip İslâm ülkelerinin aldığı kararın reddedilmesini isteyecektir. İslâm İşbirliği Teşkilatı’nın yayınladığı bildiriden sonra Rusya’nın “Kudüs konusunda Türkiye ile aynı düşüncede değiliz” açıklamasını yapmış olması; İslâm Ülkelerinin aldığı kararın BM’de reddedilebileceğinin bir işareti olarak değerlendirilebilir.

10- Şer ittifakı, Kudüs’ün uluslararası bir yapı tarafından yönetilmesini zaman zaman seslendirmiştir. Bu son operasyonla birlikte BM’den böyle bir kararı çıkarabilmek için ABD böyle bir taktiğe başvurmuş da olabilir.

Bu ihtimallerden hangisinin doğru olduğunu zaman gösterecektir. Fakat unutulmaması gereken en önemli nokta, ABD’nin bu tavrı, uzun vadeli bir stratejide sadece taktik bir hamledir. Asıl strateji, “Kaostan Kaynaklanan Düzen”/“Yaratıcı Yıkım”/ “Düzeltici Savaş” ile ABD patronluğunda yeni bir dünya düzeninin kurulabilmesini sağlamaktır. Bunun için ABD, 3. Dünya Savaşını Ortadoğu’dan başlatmak istemektedir[1].

Ümmet buna hazır olmalıdır.

“İpini Eğirdikten Sonra Çözüp Bozan Kadın”: ABD

Günümüz dünyasında insan fıtratına karşı girişilen büyük saldırının öncülüğünü ABD yapmaktadır. İnsanı sefahate, çürümeye, sonu belirsiz bir maceraya sürüklemektedir. Tarihte helak olmuş tüm toplumların helak olmasına sebep olan tüm özellikleri kendinde toplayan sisteme sahip tek devlettir. 11 Eylül 2001 provokasyonundan (ABD’deki İkiz Kulelerin sivil uçaklar tarafından vurulması) sonra ABD, ‘Müslümanlar bizim yaşam tarzımıza karşılar’ deyip “100 yıl sürecek Haçlı Savaşlarını başlattığını” ilan etmiştir. Bu savaş ilanı, 21. yüzyılda nelerin olabileceğinin, Şer İttifakının/Şeytani İttifakın/21. Asrın Firavunlarının ağzından açık aleni söylenmiş olmasından başka bir şey değildi. Müslümanlara karşı açtığı bu savaş, gerçekte ABD için sonun başlangıcıdır. Bunu hep beraber göreceğiz inşallah.

Afganistan’dan sonra Irak’ın işgal edilmesi için BM’den karar çıkartamadığında BM’ye, dünyaya karşı sarf ettiği sözler unutulmamıştır. Özellikle Fransa ve Almanya’nın BM’deki tavrından dolayı ‘Yaşlı Avrupa’ deyip onları aşağılamıştır. Her seferinde BM’ye ayırdığı bütçeyi kesme ya da bütçede kısıtlama yapma tehdidinde bulunmuştur. ABD’nin Büyükelçiliğini Kudüs’e taşıma kararına, BMGK ve BM genel kurulunun verdiği red cevabı karşısında ABD Başkanı Trump’ın ve ABD'nin BM Daimi Temsilcisi Nikki Haley’in sarf ettiği sözler ve yaptığı tehditler, Firavunlaşmış bir zihniyetin ürünüdür:

“Trump: "Yüzlerce milyon hatta milyarlarca dolar alıp sonra bize karşı oy kullanıyorlar. Peki, bu oyları takip edeceğiz. Bırakalım aleyhimize oy kullansınlar, biz de epey (parayı) muhafaza etmiş oluruz. Umurumuzda değil." .

“Haley: "Aleyhte oy kullananların isimlerini alacağız."… "ABD, Kudüs'e büyükelçiliğini taşıyacaktır. Bunu bizden ABD halkı istiyor ve doğru olan da budur. Hiçbir oylama bunu değiştirmeyecektir ama bu oylama Amerikalıların BM'ye nasıl baktığı ve bizim bize BM'de saygısızlık yapan ülkelere nasıl baktığımız konusunda bir fark yaratacaktır."[2]

Ayrıca ABD, BM’ye ayırdığı bütçede kısıtlama yapacağını açıklamıştır.

BM’de çok farklı zamanlarda yapılan oylamalarda ABD, istediğini alamayınca karşı oy kullanan herkesi tehdit etmekle tutarsızlığını ortaya koymuştur. Dünya insanlığı açısından güvenilir olmaktan çıkmış bir ülkedir ABD. Bu durum bize, Hz. Musa’nın mücadele ettiği Mısır Firavunu’nu hatırlatmaktadır. Aradan asırlar geçmiş olmasına rağmen Firavuni düşünce ve davranış değişmemektedir; sonları da değişmeyecektir.

Şu ana kadar dünyaya önerdiği düzenin tam zıddına davranışlarda bulunmuş, tüm insanlığın birikimi ve dayanışmasının sembolü haline gelen ve dün kutsadığı tüm değer ve kurumlara bugün saldırmış, onları kendisine ayak bağı olarak görüp devirlerini tamamladıklarını ve onlara ihtiyacı olmadığını söylemiştir. Firavunlar gibi gücünü putlaştırarak “ipini eğirdikten sonra çözüp bozan kadın” gibi davranmıştır:

“Bir toplum diğer bir toplumdan (sayıca ve malca) daha çok olduğu için yeminlerinizi, aranızda bir fesat aracı edinerek ipliğini sağlamca büktükten sonra, çözüp bozan (kadın) gibi olmayın.” (16 Nahl 92)

Artık çözülen ipin tekrar eski haline gelmesi nasıl mümkün değilse, ABD’nin de dünyadaki eski konumuna yeniden dönmesi, eski güvenirliğini ve saygınlığını yeniden kazanması mümkün değildir. Belki kendisinden korkulacaktır, ancak sevilmeyecek, nefret edilecek, kendisine saygı duyulmayacak ve güvenilmeyecektir. Artık ABD, dünyanın büyük çoğunluğunun dostu ve müttefiki değildir. ABD, kendisini etkin kılan yumuşak gücünü(Soft Power) kaybetmiştir

ABD, zalim Roma imparatorluğunun girdiği yıkılış sürecine girmiştir. Yıkılışın ne zaman tamamlanacağı ya da hangi hız ve ivme ile vuku bulacağını zaman gösterecektir. Şüphesiz ki bu, bu günden yarına olmayacak fakat mutlaka vuku bulacaktır.

Sonuç: “Rabbimiz Allah'tır” Diyerek Dosdoğru İstikamet Tutturanlar Zafere Ulaşacaktır

Büyük Ortadoğu, Büyük İsrail ve 2. Sevr Projelerinin uygulanmak istendiği bir zamanda müminler, etnik, mezhep, cemaat ve hareket düzleminde parçalanmak ve birbirine düşürülerek, birbirine kırdırılarak tasfiye edilmek istenmektedir. Geçmişte birçok cemaat, yapı, kurum ve kuruluş birbirine düşürülmüş ve araya kan davası sokulmuştur. Birçok yapı, cemaat ve siyasi parti bölünmüş ve kamuoyu indinde itibarları zedelenmiştir. Bugün de “İslâm’ın İslâm’la savaşı” projesi kapsamında İslâm coğrafyasının kahir ekseriyetinde Müslümanlar birbirleri ile savaşmaktadır.

Ümmetin bu gerçeği görmesi, ona göre davranması ve insanlığa önderlik yapabilecek bir dayanışma ve organizasyonun içine girmesi gerekmektedir. Ümmetin birlik ve beraberliği, insanlık için gerek şarttır. O nedenle bu çatışmaları sonlandırmak zorundayız.

Şer İttifakının Kudüs ile ilgili kararı, bölge üzerinden çıkarmak istediği küresel savaş için bir alt yapı hazırlama süreci ile ilgili olabilir. Bu karar, belli bir stratejiye dayanmakta olup belli bir amacı vardır. Bunun için önümüzdeki günlerde İslâm dünyasının tepkileri belli bir düzeye geldiğinde ve belli bir şekil kazandığında, Şer İttifakının karşı psikolojik harekât başlatacağı göz ardı edilmemelidir. İslâm dünyasındaki birlik, beraberlik ve dayanışmayı kırmak, hatta yok etmek için bazı ülkelerle ilgili irade bozucu haberler yaymak ve değişik provokasyonlara başvurmak isteyeceklerdir. Bu, şeytani ittifakın tarih boyu başvurduğu metotlardan biridir:

“Bir kısım insanlar, müminlere: «Düşmanlarınız olan insanlar, size karşı asker topladılar; aman sakının onlardan!» dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha arttırdı ve «Allah bize yeter. O ne güzel vekildir!» dediler.” (3 Âl-i İmran 173)

ABD bu son hamlesiyle kendi işbirlikçilerini çok zor durumda bırakmıştır. ABD’nin isteği istikametinde rey kullansalar kendi halklarının hışmına uğrayacaklardı. ABD’nin kararına karşı oy kullanarak ABD’nin düşmanlığını kazanmışlardır. İslâm İşbirliği Teşkilatı’nın yayınladığı deklarasyonu imzalayan ve/veya BM Genel Kurulu’nda ABD’nin kararına karşı çıkan ülkelerle ilgili önümüzdeki günlerde her türlü operasyon yapılmak istenecektir.

İslâm Dünyasındaki işbirlikçi yönetimlerin, bundan böyle ABD ile yaşayacakları tüm gerilimler ümmetin lehine gelişmelere sebebiyet verecektir.  Bu, işbirlikçi yönetimleri Şer İttifakından koparabilmek için iyi bir fırsat olabilir. İslâm İşbirliği Teşkilatı’nın aldığı son karara bu açıdan bakılmalıdır. Dünyanın dört bir yanında Müslümanlar, yalnızca Allah'ın önünde secde ederek, ‘Rabbimiz Allah'tır’ diyerek ve korkularından arınarak büyük yürüyüşü başlatmışlardır:

“Şüphesiz, Rabbimiz Allah'tır deyip, sonra dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerine melekler iner. Onlara: Korkmayın, üzülmeyin, size vat olunan cennetle sevinin, derler.” (41/30)

Kullandıkları yöntemler birbirinden farklı, bazıları yanlış da olsa zulme başkaldırıyorlar ve direniyorlar. Kendi öz deneyimleri ile kendi coğrafyalarında en uygun mücadele yol ve yöntemlerini mutlaka bulacaklardır. Gelinen noktada, bu meşale işbirlikçi ellere teslim edilmeyecektir.

İman edenler, 200 yıllık çile ve deneyimin sonucunda Allah’ın yüklediği emaneti taşıma ehliyetini kazanmışlardır. Bu nedenle Allah'ın lütfuna, yardımına ve desteğine mazhar olacaklardır:

“Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve kendisini seven müminlere karşı alçak gönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihat ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar. Bu, Allah'ın dilediğine verdiği lütfudur.”

“Kim Allah'ı, Resûlü’nü ve iman edenleri dost edinirse (bilsin ki) üstün gelecek olanlar şüphesiz Allah'ın tarafını tutanlardır.” (5 Maide 54, 56) 

Allah’ın yardımına mazhar olabilmek için üzerimize düşen görev ve sorumluluğu, Allah’ın emrettiği şekilde yerine getirmek, Allah uğrunda gerektiği gibi cihad etmek zorundayız. 

Unutmayın;

“…Fitne ise, katilden beterdir…” (2 Bakara 217)

Merhum Mehmed Âkif, bundan bir asır evvel 27 Kanunuevvel (Ekim) 1913’de

Ümmeti çok veciz bir şekilde ikaz etmişti:

“Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez,

Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez.”

Bugün ümmetin toplumsal düzeyde, gönüllü kuruluşlar düzeyinde ve yönetimler düzeyinde birlik olma, bütünleşme ve geçmişte olanları geçmişte bırakıp ileriye bakma zamanıdır.

Henüz vakit varken!


[1] Can, B., “İslâm Coğrafyası ve Küresel Savaş-1: “Kaostan Kaynaklanan Düzen” ve “Küresel Savaş” Umran, Eylül 2017. Can, B., “İslâm Coğrafyası ve Küresel Savaş-2: “Küresel Savaş” Türkiye Üzerinden mi(!)? Çıkarılmak İsteniyor, Umran, Ekim 2017.  

[2]http://aa.com.tr/tr/dunya/kudus-tasarisi-abd-nin-tehditlerine-ragmen-bm-de-kabul-edildi/1011415

ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI HİBRİT SAVAŞLAR DÜZLEMİNDE BÖLGESEL EKSENDE BAŞLATILMIŞTIR

(Umran Dergisi)   “Eğer Hakk, onların hevalarına (istek ve tutku) uyacak olsaydı, hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herke...