24 Kasım 2017 Cuma

“Kürt sorununun” çözümü için bedel ödeyen bir lider ve bir hareket: Necmettin Erbakan ve Millî Görüş Hareketi - 1

 (Milli Gazete)

Giriş

Kuzey Irak ’ta yapılan “Bağımsız Kürdistan ” referandum sonucunun kısa, orta ve uzun vadede, özelde Kürt halkına, genelde bölgeye, daha genelde İslâm dünyasına ne getirip ne götüreceğinin; iç dinamikler, bölgesel dinamikler ve küresel dinamikler açısından, derinlemesine, duygusallıktan uzak, objektif bir şekilde tüm ayrıntıları ile çok iyi analiz edilmesi gerekmektedir. Çünkü Barzani’nin istifa etmesi ve Irak anayasasını kabul etmiş olması, meselenin kapandığı, bölgede Kürt sorununun çözüldüğü anlamına gelmemektedir, gelmemelidir de. Sorun şimdilik ertelenmiş; fakat çözülmüş değildir.

Kardeş bir halkın, Kürt halkının, zihninde yol boyu meydana gelmiş travmanın sebepleri, geçen yazıda Türkiye referans alınarak, Türkiye’nin iç dinamikleri açısından incelenmiştir.

Bu yazıda, Kürt meselesini köklü bir şekilde ele alıp gündeme taşıyan ve bundan dolayı da ciddi bir bedel ödeyen Millî Görüş hareketinin lideri Necmettin Erbakan; dolayısıyla Millî Görüş’ün Kürt sorununa koyduğu teşhis ele alınıp değerlendirilecektir.

Müslüman Kürtlerin Yanılgısı

‘Bu ülkede herkes Türk’tür.’ şeklinde 90 yıldır formatlanan neslin bir kesimi için, ülkede Türk’ten başka kavimlerden (etnik gruplardan), farklı dillerden bahsetmek; “ülkeyi bölmek istemek”, “hainlik yapmak”, “işbirlikçi olmak” demektir. Bürokrasinin tanımladığı dinin dışına çıkmak da, irtica olarak görülmüş ve arkasında yabancı parmağı aranmıştır. Bunlar yapılırken muhatabın, Türk mü, Kürt mü, Laz mı, Çerkez mi?.. olduğuna bakılmamıştır.

Müslüman Türklerin ve Kürtlerin, bu psikolojinin etkisi altında kalarak kavmiyetçiliğe kayması, Kürt ya da Türk düşmanlığı yapması ya da buna varacak bir dil kullanması; tehlikelidir, doğru değildir ve İslâmî de değildir. Küresel güçlerin ve onların yerli işbirlikçilerinin oyununa gelmek demektir.

Kürt dilinin, Kürtçe şarkı, türkünün, Kürtçe konuşmanın ve Kürtçe eğitimin yasaklanması, Kürtçe isim koymanın engellenmesi ve Kürtçe yerel isimlerin değiştirilmesi, ne İslâmî’dir ne de insanîdir.

Bu gerçeği Müslüman Türk ve Kürt’ün görmesi gerekir.

Müslüman Kürtlerin yanılgısı, zulmün sadece kendilerine uygulandığı ve buna Müslüman Türklerin hiç ses çıkarmadığı tarzındaki yanlış kanaatleridir. Cumhuriyet tarihi baştan sona incelendiğinde, Lozan’da kurulan sisteme ve yapılan “devrimlere” karşı çıkan herkes, zulümden nasibini almıştır. “Aşağılama, horlama, fakir bırakma, tehdit etme, hattâ yok etme” vb. etnik ve mezhebî ayırım yapılmadan tüm Anadolu halkına lâyık görülen sıradanlaşmış davranışlardandı. Bu gerçek göz ardı edilmemelidir.

Müslüman Kürt kardeşlerimizin belli bir kesiminde oluşan bu şuuraltı, düşünceye, dile yansımakta, amacı aşan sözler söylenmekte ve davranışlar sergilenmektedir. Bu da, gönülleri yaralamakta ve kardeşler arasına mesafe koymaktadır.

Kürt kardeşlerimizin bu yaklaşım tarzı yanlıştır ve gerçeği yansıtmamaktadır. Dinî hassasiyeti yüksek olan Müslüman Türkler, Kürt halkına yapılmış olan her türlü haksızlığın karşısına çıkmışlar ve bedelini de ödemişlerdir.

Bu bağlamda, Türkiye’deki Kürt sorununu ele alışı ve çözüm sunuşundan dolayı çok ağır bir bedel ödeyen rahmetli Erbakan’ı ve Millî Görüş hareketini örnek olarak gösterebiliriz. Kanaatimize göre 28 Şubat Postmodern Darbesi’ne giden yolda en etkin unsurlardan biri D-8’ler ise diğeri de Millî Görüş hareketinin Kürt sorununu ele alış biçimi ve çözüm teklifleridir.

Bu konu, teşhis ve çözüm olmak üzere iki kademede verilecektir.

Necmettin Erbakan Soruyor: “Niçin Bu Kanlar Akıyor?”

Millî Görüş hareketi lideri rahmetli Erbakan, 1993’de Refah Partisi 4. Büyük Kongresi’nin açış konuşmasında Kürt sorununu ele almıştır. Açış konuşmasının büyük bir kısmını bu soruna ayırmış olmasının sebebi, sorunun gittikçe tehlikeli bir hâl almasından duyduğu endişedir. Sorunu kongrede dile getirmesi, kongreyi takip edecek medya kuruluşları vasıtasıyla tehlikenin boyutlarına kamuoyunun dikkatini çekmek içindir.

Müslümanlığın, ortak tarihin, ortak coğrafyanın, ortak medeniyetin ve kader birliğinin Türklerle Kürtler arasında ortak payda olduğunu ifade eden Millî Görüş hareketi lideri, sorunu, bir soru sorarak kamuoyunun gündemine taşımak istemiştir; “Niçin bu kanlar akıyor?”:

“Bakın 1071’de Alparslan Bizans’a karşı savaş açarken Kürt kardeşlerimiz ona on bin asker verdi. Çünkü onlar da Anadolu’nun Müslümanlaşmasını istiyordu. O zaman ne Türklerin Türkçülük, ne de Kürtlerin Kürtçülük iddiası vardı. Tarih boyunca savaşlarda en büyük destek Kürtlerden alındı. Ve yine asırlar boyu aynı inancın kardeşleri olarak siperde vücutlarını birbirlerine kalkan ettiler. Bu asrın (20. asır) başlarında Musul ’da toplanan Kürt aşiretleri, Osmanlı halifesinin yanında savaşmaya karar verdiler. Ve Sevr Anlaşması’nı yırttılar. Öyle ki Osmanlı’ya karşı savaşmak için Kürtlerle görüşmeye gelen İngiliz valisine Kürt lideri Şeyh Mahmut el- Berzenci elini uzatmadı. Ve ‘Müslümanların halifesine savaş açan bir ülkenin valisinin eli necistir’ dedi. Adıyaman’da Bedir Ağa, kendisini isyana teşvik etmek için altın yüklü katırlarla gelen İngiliz görevlisine; ‘Ben halifeye isyan etmem!’ dedi ve kendisini (İngiliz’i) altınlarıyla beraber huzurundan kovdu. Aynı İngiliz görevlisi Van’daki Kürt aşiret reislerini ziyaret ettiği zaman onlar da aynı sözlerle kendisini kovdular.

Sorarım size, asırlar boyu tek vücut olarak yaşadığımız halde, ne oldu da bu husumet ortaya cıktı? Niçin bu kanlar akıyor?” (2).

Bu soruların cevaplarının açık, objektif olarak verilebilmesi için Millî Görüş hareketi, Kürt sorununun cesaretle ele alınıp tartışılmasını ve ‘konunun tabu olmaktan çıkarılması’ gerektiğini, her meselenin tartışılabileceğini, bu gün değil, 24 yıl önce 1993 yılında, çok yüksek bir şekilde seslendirmiştir:

“Kürt meselesi için her çözüm şekli konuşulabilir. Esasında meselenin bunca içinden çıkılamaz hale gelmesinin sebeplerinden biri, bu konunun bir tabu gibi her türlü tartışmanın dışında tutulmasıdır.”(2)

Üç Boyutlu Bir Sorun

Millî Görüş hareketi, “kavim kimliğinin” asimile edilmesine karşı çıkarken, sorunu, sadece bir “terör”, “askeri operasyon” ya da “Kürt sorunu” olarak görmüyordu. Millî Görüş’e göre mesele, tek boyutlu olmayıp, üç boyutludur. Her bir boyuttaki olumlu ya da olumsuzluklar diğerlerini etkilemektedir. Her üç mesele birlikte, bir bütün olarak ele alınıp çözüme kavuşturulmalıdır:

“Gerçekte mesele bir değil üçtür: 1-Terör, 2- Kürt meselesi, 3- Güneydoğu meselesi. Kürt meselesi ve Güneydoğu meselesinin çözülmemiş olması, terörün gelişmesine ortam hazırladığı gibi, terör de diğer iki meselenin çözülmesine zorluk çıkartıyor. Bu böyledir diye, üç ayrı meselenin varlığını görmemezlikten gelip veya yok farz edip, meseleyi sadece terör meselesi olarak ele alarak çözmek mümkün değildir…”(2)

Erbakan, sorunu bir bütün olarak ele almış, meselenin, sadece teröre karşı askerî operasyonlar düzenleyerek halledilemeyeceğini, sorunun kaynağına ve sebeplerine inilmesi gerektiğini belirtmiştir:

“Bu sebeplerden dolayı, terörle mücadele, sadece askeri bir hareket olarak düşünülmemelidir. Bu konu, kaynağını ve sebeplerini ortadan kaldıracak çok unsurlu ve kapsamlı bir bütün olarak ele alınmalıdır.”

“…Yaşadığımız tecrübe, bu önemli problemin, şiddet ve terörle ya da zoraki asimilasyon politikalarıyla çözülemeyeceğini göstermiştir…” (2)

Necmettin Erbakan: “Kürt Sorununun Kaynağı, Sömürü Düzeni, Taklitçi Zihniyet ve Asimilasyoncu Politikalardır”

Güneydoğu’nun geri kalmışlığı, sadece bu bölgeye has bir durum olmayıp, ülkenin birçok yöresine ilişkin bir durumdur. Rahmetli Erbakan, meseleyi ‘tabu olmaktan’ çıkarıp tartışmaya açmak için sistemin dayandığı temel politika ve stratejilere doğrudan, cepheden taarruz etmiştir. Erbakan’a göre meselenin ana sebebi, ‘sömürü düzeni’, ‘tahakküm düzeni’, ‘asimilasyoncu’, ‘materyalist, ırkçı politikalar’, ‘taklitçi zihniyetler’ ve ‘yabancılaştırma hareketidir’:

“Şikâyet olunan ve istenen nedir? Türkiye’deki Batı taklitçisi zihniyetli iktidarların yürüttükleri sömürü düzeni, tahakküm düzeni sonucunda ortaya çıkan ızdırap ve haksızlıklar. Bunlar derece derece esasen yurdumuzun her bölgesinde mevcut ve herkese aynen tatbik ediliyor…” (2)

“…Terörün gittikçe artma imkânı bulması ve Güneydoğu’daki halkımızın bugünkü acıların içine düşmesinde hiç şüphesiz taklitçi zihniyetli ANAP, SHP ve DYP iktidarlarının yanlış politikalarının büyük payı vardır.

Bunlar yıllardan beri materyalist ve ırkçı bir politika uygulamışlardır… Görüldüğü gibi taklitçi zihniyetli iktidarlar terörü önleyememişler; Kürt meselesini ve Güneydoğu meselesini çözememişler, bunu gittikçe büyüyen bir mesele haline getirmişlerdir.

Yaşanan tecrübeler, bu meselelerin taklitçi zihniyetlerin tatbik ettiği şiddet ya da zoraki asimilasyon politikalarıyla çözülemeyeceğini göstermiştir. Taklitçi iktidarlar gelip gidiyor; fakat hepsinin müşterek olan bu yanlış politikaları değişmiyor.”(2)

Bu yaklaşımla mesele, bir bütün olarak siyasette ilk defa Millî Görüş hareketi tarafından seslendirilmiştir. 90’lı yıllarda bunun çok cesur bir tavır olduğunu söylemek ve kabul etmek gerekir. Bugün bile o tarihlerde söylenenlerin çok cüz’i bir kısmı dile getirilebilmektedir.

Sonuç: “Siz Bu Ülkenin İnsanlarını Birbirine Yabancılaştırdınız”

Erbakan, 1994 yılında Bingöl’de yaptığı o meşhur konuşmasında, ülkenin insanlarının birbirine yabancılaştırılmasının ve aralarına husumet sokulmasının; okullardan besmelenin kaldırılarak yerine, ‘Türk’üm, doğruyum, çalışkanım’ andının getirilmesi ile başladığını ifade eder:

“Dedim ki, bu ülkenin evlatları asırlar boyu mektebe başlarken, besmeleyle başlar. Siz geldiniz, bu besmeleyi kaldırdınız. Ne koydunuz yerine? ‘Türk’üm, doğruyum, çalışkanım’. E sen bunu söyleyince, öbür taraftan da, Kürt kökenli bir Müslüman evlâdı; ‘ya öyle mi, ben de Kürt’üm, daha doğruyum, daha çalışkanım’ deme hakkını kazandı. Ve böylece siz, bu ülkenin insanlarını birbirine yabancılaştırdınız.”(1)

Bu yaklaşım, sistemin ana tezine, temel varsayımlarına doğrudan cephe almak, onlara savaş açmak demekti. Hem ulusal hem de küresel sistem, sorunun çözümünü istemediği için Erbakan’ı ve Millî Görüş hareketini, ciddi bir tehlike olarak görüp bertaraf etmeye karar vermiştir.

28 Şubat Postmodern Darbesi’nde bu yaklaşım tarzının çok ciddi bir etkisi vardır.

Müslüman Kürt kardeşlerimiz, bu gerçekleri görmeli, yalnız olmadıklarını ve yalnız bırakılmadıklarını bilmelidirler.

Kimlik oluşumunda temel sorun; aynileşmenin, aidiyetin hangi kavramlar etrafında olacağıdır. Irk, soy, renk ve dil eksenli bir bütünleşmenin olamadığı, tarihsel süreç içerisinde ortaya çıkan bir gerçektir. Bu, farklılıkların birlikteliğini kapsayacak evrensel bir üst kimliğin, bu kavramlar etrafında oluşamayacağı anlamındadır. Yoksa bu, bunların ayrı varlıklar olduğunun, bir alt kimlik oluşturduğunun göz ardı edilmesi değildir. Tam tersine, farklı boy, kabile, ırk ve milletlerin varlığı bir güvenlik alanı, barış ve tanışma alanı olarak görülmelidir ve bunların kimlikleri korunmalıdır.

Kavimlerin birbirlerine göre konumları, ne dilleri, ne renkleri ve ne de soyları ile belirlenmektedir. Hiçbir kavim dili, rengi ve soyundan dolayı diğerinden üstün değildir. Hiçbir kavim; soyu, dili ve kültürü yok sayılarak asimile edilemez.

Bugün yaşanan kimlik krizinin zorla, baskıyla, şiddetle ya da korkuyla tedavi edilmesi mümkün değildir. Bunun yolu, ortak değerlere olan güvenin ne sebeple yıkıldığının teşhis edilmesi, sebeplerin ortadan kaldırılarak bireylerin ikna edilmesi, kalp ve gönüllerinin fethedilmesidir. Dağa, taşa, ‘Ne mutlu Türk’üm diyene!’ yazmakla, ‘Türk’üm, doğruyum, çalışkanım’ andını söyletmekle hiçbir Kürt, Türk olmaz.

Bu nedenle, ne Türk kavmiyetçiliği ne de Kürt kavmiyetçiliği haklıdır.

Bir mümin her ikisine de eşit mesafede durmayı bilmelidir. Tavrımız berrak olmalı, ifratla tefrit arasında bocalamamalıyız.

Ey İman Edenler Unutmayın:

Hz. Muhammed (S.A.V.): “Asabiyet (kavmiyetçilik) davasına kalkan, onu yaymaya çalışan, bu dava yolunda mücadeleye girişen bizden değildir.”(3).

Hz. Muhammed (S.A.V.): “Kim de körü körüne çekilmiş (ummiyye) bir bayrak altında savaşır, asabiyet (kavmiyetçilik) için gadablanır veya asabiyete çağırır veya asabiyete yardım eder, bu esnada da öldürülürse bu ölüm de cahiliye ölümüdür.”(4)

Kaynaklar

1- Akın, K., Olay Adam Erbakan, Birey Yayıncılık, İstanbul, 2000, S:105-122.

2- Erbakan, N., Refah Partisi 4. Büyük Kongresi Açış Konuşması, 1993.

3- Ebu Davud, Edeb, 121, 5121. H. Münavi, 5, 386.

4- Müslim, İmâret 53, (1848); Nesâî, Tahrim 28, (7, 123); İbnu Mâce, Fiten 7, (3948).

 

17 Kasım 2017 Cuma

“Bağımsız Kürdistan Referandumu”-7 Ülke iç dinamikleri açısından “Kürt Sorunu”

 (Milli Gazete)

Giriş

“Bağımsız Kürdistan ” referandum sonucunun kısa, orta ve uzun vadede, özelde Kürt halkına, genelde bölgeye, daha genelde İslâm dünyasına ne getirip ne götüreceğinin, iç dinamikler, bölgesel dinamikler ve küresel dinamikler açısından; derinlemesine, duygusallıktan uzak, objektif bir şekilde tüm ayrıntıları ile çok iyi analiz edilmesi gerekmektedir.

Türkiye’de dikkat edilmesi gereken çok önemli bir nokta, ister İran , ister Irak ve isterse Suriye ’de olsun Kürt halkı ile ilgili her olay, her oluşum ve her konuşma, Türkiye’deki Kürt kardeşlerimizi, olumlu ya da olumsuz bir şekilde etkilemektedir.           Bu sebeple çizilecek her strateji, uygulanacak her taktik ve yapılacak her konuşma, bu gerçeği göz önüne alarak yapılmalı ve uygulanmalıdır.

Kürt Hareketi liderlerinin yazdığı mektuplardan ve yaptığı açıklamalardan anlaşıldığı kadarı ile “Kürt Hareketleri” birer “Truva Atı” olarak kullanılmış; yeri ve zamanı geldiğinde de “satılmış”, “kaderine terk edilmiştir”.

Kardeş bir halkın, Kürt halkının, zihninde yol boyu meydana gelmiş travmanın sebepleri üzerinde durmakta fayda vardır.

Bunun için bu yazıda, Kürt meselesinde gittikçe derinleşen zihinsel karmaşayı ya da travmayı, Türkiye ekseninde, iç dinamikler açısından ele alıp değerlendireceğiz.

Lozan’da Lağvedilen Kimlikler

Millî Mücadele sonrasında, Osmanlı’nın uzun bir tarih diliminde farklı dil, din, mezhep ve etnik yapıları bir potada eriterek, belli ortak paydalar etrafında kader birliği ettirerek inşa ettiği üst kimlik, İttihatçı kadro tarafından Lozan’da verilen sözlerle parçalanmıştır.

Avrupa delegasyonu, Lozan’da Hıristiyanlara, Musevilere ve Kürtlere azınlık statüsü tanınmasını istemiştir. Birinci Meclis, Türklerle Kürtler arasındaki “gaye ve din birliğini” gerekçe göstererek Kürtlere “azınlık statüsü” verilmesi isteğine ve Misak-ı Millî’nin yok edildiği, harpte kazanılanların kaybedildiği vb. sebeplerle Lozan’a karşı çıkmıştır (1). Birinci Meclis’in Lozan’ı onaylamayacağı anlaşılınca, çeşitli ayak oyunlarıyla feshedilmiştir.

Cumhuriyetin ilk başbakanlarından Rauf Orbay, hatıratında, Lozan’da taraflar arasında gizli bir anlaşmanın yapıldığına dikkat çekmiştir:

“İsmet Paşa anlaşıldığına göre, Lozan’da İngilizlerle gizli arabuluculuk rolü oynayan İstanbul Yahudi Hahambaşı Haim Naum Efendi’nin telkinleriyle, hilafetin artık ne şekilde olursa olsun, Türkiye’de devamına müsaade edilmeyip, derhal kaldırılması fikrini tamamen benimsemiş bulunuyordu… Daha önce Said Halim Paşa’ya halifeliği satması teklif edilmiş, o bu teklifi reddetmişti.” (1)

Ana Unsurları Bölme: İki Etnik Kimliği Karşı Karşıya Getirme

Haim Naum ve Lord Gurzon, Halifeliğin kaldırılmasında çok ısrarcı olmuşlardır. Bu nedenle Lozan’da birçok kez görüşmelerin kilitlenmesi söz konusu olmuştur. Bu kadar ısrar etmelerinin nedeni neydi? Misak-ı Millî hudutlarının dışındaki veya içindeki halklardan dolayı mı, yoksa her ikisi için mi ısrar etmekteydiler?

Türkiye’ de başta Türk ve Kürtler olmak üzere tüm etnik unsurlar için İslâm ve Halifelik en önemli bağlayıcı unsur, bir çimento idi. Kürt sorunu ile ilgili yapılan araştırmalarda Kürt kavmiyetçiliğinin başlangıç noktası olarak Hilafetin kaldırılması gösterilmektedir. Kürtlerle Türkler arasındaki kardeşliğin kırılma noktası, Halifeliğin kaldırılmasıdır. İvme kazanması, laikliğin getirilmesi; zirve noktası ise Kürt kimliğinin inkâr edilmesi ve Kürtlerin asimile edilmeye çalışılmasıdır (1):

“Martin van Bruinessen: Hilafetin kaldırılması ile birlikte, Türk-Kürt kardeşliğinin en önemli sembolü ortadan kalkmış oldu... Bu argüman, İslâm’a kuvvetle bağlı olan Kürtler için diğer herhangi bir argümandan daha etkiliydi.”

“Nader Entessar: Halifeliğin kaldırılması, Osmanlıların Müslüman ümmet kavramını zayıflattı… Türkiye Cumhuriyeti Kürt kimliğinin tüm ifadelerini yasakladı… Kürt kimliğine yönelik bu tehdit, Kürtleri birbiri ile çelişen, bazen tamamen zıt noktalarda bir araya getirerek Cumhuriyet Türkiye’sine yönelik ortak bir mücadelede birleştirdi.”

“Kemal Kirişçi-Gareth M. Winrow: Osmanlı imparatorluğunda İslâm’a dayalı sosyo-politik düzen, Türkleri ve Kürtleri bir arada tutmuştu. Türkiye’de dinin rolünü zayıflatma çabaları, bu dönemdeki Kürt ayrılıkçılığını teşvik etti.”

“David Mc Dowall: Bu (Hilafetin Kaldırılması) asıl darbe oldu… Bu, Kürtlerin, Türklere karşı duyduğu son ideolojik bağı da kopardı. Dinî okulların, yani medreselerin ve tekkelerin kapatılması ise çoğu Kürt için geriye kalan son eğitim kaynağını da ortadan kaldırmış oldu. Türkiye’nin 1912-1922 arasındaki savaş yıllarını aşmasına neden olan Kürtler, bu kez onun düşmanları haline geldiler.”

Tüm Kimliklerin Parçalanması, Yeni Türk Kimliği İnşası

Lozan’da verilmiş olan sözlerle, bu coğrafyada heterojen etnik bir yapıyı birbirine bağlayan en büyük bağ olan İslâm’a savaş açılmış oluyordu. Geriye bunun uygulanma zamanı ve nasıl uygulanacağı kalıyordu. Gerekli dış destek sağlanmıştı. Şimdi sıra iç mukavemeti kırmak ve yok etmeye gelmişti.

Çekirdek kadro, gücü tam olarak ele geçirene kadar hem Kürt önderlere, hem de Müslüman önderlere bol vaatte bulunmuş; halifeliği, İslâm’ı çok öne çekmiş ve Kürtler için özerklik bile söz konusu edilmişti (1).

Fakat çekirdek kadro, gücü ele geçirince, hem Kürt etnik kimliğini, hem İslâm kimliğini hem de İslâm kültür ve medeniyetini red ve inkâr etmiştir.

Bu uygulamalardan sonra Türkiye’de, İslâmî kimlik ve Kürt Kimliği, iki ana kimlik sorunu olarak hep var olmuştur. Batılılaşma hareketi ile hem İslâmî kimlik, hem de Türk, Kürt ve diğer kimlikler red ve inkâr edilmiştir.

Lozan sonrasında Batı kültür ve medeniyetinin tüm değerlerini, yasalarını esas alan bir sistem kurulmaktaydı. Bu sistemin, dayanacağı bir halka ihtiyaç vardı. Bunun için var olan tüm kimliklerin parçalanması ve yok edilmesi gerekiyordu. “Devrimlerle”, bir taraftan var olan tüm kimlikler parçalanırken, diğer taraftan da Batı kültür ve medeniyetinin değerlerini benimseyip inanan bir halk inşa edilmekteydi. İnşa edilecek olan yeni toplumun mevcut tarafından kabul görmesi için bir dayanak gerekliydi. O dayanak, etnik olarak çoğunlukta olan “Türklerin ismi, kanı ve dili” olarak kabul edildi.

Yeni kimlikte Türk’ün sadece ismi vardı. Kültür ve medeniyeti, tarihi, örf ve adetleri, gelenek ve görenekleri reddedilen, alfabesi değiştirilen, Kur’an’ı, ezanı ve dini yasaklanan bu Yeni Türk, nasıl bir Türk idi? Tarihten bize intikal eden Türk (Müslüman Türk) ile ilgisi olmayan ve fakat kendi tabirleri ile ‘yarattıkları’ yeni bir ulustan, Türk diye bahsetmekteydiler. Eski Türk (Müslüman Türk) öldürülmüştü. Yeni Türk (batılı Türk) ise tarihini, kültür ve medeniyetini, dinini, imanını, ecdadını ve kıblesini reddeden “mankurtlaştırılmış” bir Türk idi. Bu tanıma göre bu coğrafyada yaşayan, yeni alfabeyi kabullenen, İslâm’la ilişkili tüm tarihi, kültür medeniyeti red ve inkâr edip Batı kültür medeniyetini ve laiklik dinini benimseyip “Türk kanını”(!) taşıyan herkes Türk’tü. Bu yeni Türk, tarihten gelen ve Müslüman olan Türk’ten başka bir şeydi. Kan’ı, işin içine niçin soktukları belli değildi. Çünkü Türkçülüğün ateşli savunucularının birçoğu- İnönü, Ziya Gökalp ve Moiz Kohen v.b.- Türk soyundan gelmemekteydi. Bunun önemi yoktu; çünkü yeni Türk’e göre “tüm kavimlerin kökeni Türk”, “tüm dillerin kökeni de Türkçe” idi.

Bu Yeni Türk bir halk olarak henüz ortada yoktu. Eski Türk’ten Yeni Türk’e isim, coğrafya, kan ve dil miras olarak kalmıştı. Bu Yeni Türk’ün gözünde Eski Türk, ‘Öküz Anadolulu’ idi ve düşmandı. Bunun için eski Türk, medeni olan şehirlere girmemeli, sadece Yeni Türk’e ‘hizmet etmek ve onu ‘korumakla’ görevli olmalıydı.

Türk milletinden kast edilen; aynı coğrafyada, aynı soydan, aynı kandan ve aynı dilden olan insanlar topluluğu idi. Aynı coğrafyada yaşadığı halde aynı dil ve kandan olmayanlar ne olacaktı? Herkes yeni din-kültür ve medeniyete göre yeniden formatlanacaktı. Formatlanmaya karşı çıkanlar, hain, düşman ve tehlikeliydi. Formatlanma, asimile olmak demekti. Ya asimile olacaklar ya da yok edileceklerdi.

Cumhuriyetin çekirdek kadrosu tarafından ‘kanunen ve cebren’ formatlanma gerçekleştirilerek ‘Yeni Türk yaratılacaktı’ (!). İnönü’nün 1925 yılında yaptığı bir konuşmada bunu görebilmekteyiz:

“Vazifemiz, bu vatanın içinde bulunanları behemehâl Türk yapmaktır. Türklere ve Türkçülüğe muhalefet edecek anasırı kesip atacağız.”(1)

Onuncu Yıl Marşı, bu yeni Türk’ün marşıydı.

Bu coğrafyada yaşayan Türklerin haricindeki diğer baskın unsurlar, Kürtlerle Araplardı. Bunlar da bu yeni din, kültür ve medeniyeti benimseyerek “Türkleştirilmeli” yani asimile edilmeliydi.

Nüfus olarak Türklerden sonra en baskın unsur olmaları ve İslâm dinine bağlılıkları açısından Yeni Türkiye için tehlikeli olabilecek olan unsur, Kürtlerdi. Öncelikle bunların, öngörülen Yeni Türk’ün saflarına katılması için formatlanması ve genetik şifrelerinin yeniden düzenlenmesi gerekmekteydi. Bu noktadan hareketle Kürtler üzerinde tezler üretilerek dilleri, soyları, kültürleri yok sayıldı. “Türklerin bir boyu”, “bir kolu” olarak gösterilmek istendi.

Eski Kara Kuvvetleri Komutanı Emekli Orgeneral Aytaç Yalman’ın itirafı, Cumhuriyet döneminde nesillerin nasıl formatlandığının ibret verici bir göstergesidir:

“Cumhuriyet dönemindeki isyanlardan sonra 1938’den 1970’e kadar terör yok. Sosyal sorun dönemi dediğim, bu dönemdir. Aslında Türkiye’nin sorunu henüz sosyal boyuttayken görmesi ve doğru okuması gerekirdi. Bu yapılabilseydi sorun belki sosyal aşamadayken çözülebilirdi. …Henüz terör boyutuna gelmeden sosyal aşamada sorun çözülebilseydi çok daha iyi olurdu.

Bu açıdan baktığımızda, o aşamada sorunun ‘kendini ifade’ olarak tarif edildiğini görüyoruz. Dilini konuşmak, şarkısını, türküsünü dinlemek istiyor, kültürünü yaşamak istiyor.

Oysa bizler o dönemde, ‘Kürt yoktur’ diye eğitilmişiz… O dönemde sosyal istekleri bile biz ‘yıkıcı faaliyetler’ kapsamında görüyoruz. Biz olayın sosyal yönünü görmemişiz, dolayısıyla sorunu zamanında görmemişiz.” (2)

Eski Deniz Kuvvetleri Komutanı emekli Oramiral Salim Dervişoğlu Cumhuriyet döneminde Kürtlerin asimile edilmeye çalışıldığını, yok varsayıldıklarını itiraf etmektedir:

“… Ekonomik adımları atmadık, Kürtleri kültürel bakımdan ülkeye entegre edemedik, asimile etmeye çalıştık. Yeni bir entegrasyon politikası belirlemeliyiz. Yapamadık bunları…”(3)

1980 yılında Dönemin Devlet Başkanı Orgeneral Kenan Evren tarafından Kürt halkının anadili yok varsayılarak “konuşma yasağı” getirilmiştir. 1980 yılında böyle bir yasağın konabilmesi, ülkede nasıl bir formatlama yapıldığının önemli bir göstergesidir (2).

 Sonuç: Müslüman Türk ve Kürtlerin Yanılgısı

Lozan’da Batı kültür – medeniyet değerlerine göre kurulan bir sistemi, salt isminde Türk geçiyor diye savunmak ya da benimsemek gibi bir hatanın içerisine zaman zaman Müslüman Türkler düşmüştür. ‘Bu ülkede herkes Türk’tür’ şeklinde 90 yıldır formatlanan neslin bir kesimi için, ülkede Türk’ten başka kavimlerden (etnik gruplardan), farklı dillerden bahsetmek; ülkeyi bölmek istemek, hainlik yapmak, işbirlikçi olmak demektir. Bürokrasinin tanımladığı dinin dışına çıkmak, irtica olarak görülmüş ve arkasında yabancı parmağı aranmıştır. Bunlar yapılırken muhatabın, Türk mü, Kürt mü, Laz mı, Çerkez mi…? olduğuna bakılmamıştır.

Müslüman Türklerin ve Kürtlerin, bu psikolojinin etkisi altında kalarak kavmiyetçiliğe kayması, Kürt ya da Türk düşmanlığı yapması ya da buna varacak bir dil kullanması, tehlikelidir, doğru değildir ve İslâmî de değildir. Küresel güçlerin ve onların yerli işbirlikçilerinin oyununa gelmek demektir.

Kürt dilinin, Kürtçe şarkı, türkünün, Kürtçe konuşmanın ve Kürtçe eğitimin yasaklanması ve Kürtçe isim koymanın engellenmesi, Kürtçe yerel isimlerin değiştirilmesi, ne İslâmî’dir ne de insanîdir.

Bu gerçeği Müslüman Türk ve Kürt’ün görmesi gerekir.

Müslüman Kürtlerin yanılgısı, zulmün sadece kendilerine uygulandığı ve buna Müslüman Türklerin hiç ses çıkarmadığı tarzındaki yanlış kanaatleridir. Cumhuriyet tarihi baştan sona incelendiğinde, Lozan’da kurulan sisteme ve yapılan devrimlere karşı çıkan herkes, zulümden nasibini almıştır. “Aşağılama, horlama, fakir bırakma, tehdit etme, hatta yok etme” vb., etnik ve mezhebi ayırım yapılmadan tüm Anadolu halkına uygun görülen sıradanlaşmış davranışlardandı. Bu gerçek göz ardı edilmemelidir.

Kaynaklar

1- Tan A., Kürt Sorunu, Timaş Yayınları, İstanbul, 2009, S: 180-210.

2- Bila, F., Komutanlar Cephesi, Detay yayıncılık, İstanbul, 2007, S: 9-19; 110-116; 197-211.

3- Gündem, M., 16-17.03.2009, Zaman, Salim Dervişoğlu ile Yapılan Röportaj.

10 Kasım 2017 Cuma

“Bağımsız Kürdistan Referandumu”- 6: BABA OĞUL BARZANİLERİN BAŞINA GELENLERDEN ALINACAK DERSLER

 (Milli Gazete)

Giriş

Geçen iki yazıda, Molla Mustafa Barzani’nin, dönemin ABD başkanı Jimmy Carter’a yazdığı, iki mektuba, Henry Kissinger’in Molla Mustafa Barzani’ye yazdığı mektuba ve Mesut Barzani ile Peşmerge komutanı General Weysi’nin yaptığı açıklamalarına yer verilmişti. Bu yazıda, bu mektup ve açıklamalar değerlendirilecek ve alınması gereken dersler üzerine durulacaktır.

Üç Dinamiğin Etkileşimi

Genel olarak beşeri olayları incelerken, iç ve dış dinamikleri göz önüne almamız gerekmektedir. Olaylar, bu iki ana dinamiğe bağlı olarak vuku bulmakta, şekillenmekte ve gelişmektedir. Dış dinamikleri de, bölgesel ve küresel dinamikler olarak ikiye ayırabiliriz. Bölgesel ve küresel dinamikler önemli ve etkili olmakla beraber, kalıcı bir sonuç alabilmeleri iç dinamiklere bağlıdır. Strateji ve taktikler, bu üç ana dinamiği göz önüne alarak kurulur, yürütülür, bu dinamiklere bağlı olarak değiştirilir ya da revize edilirler.

Eğer bir olay, bir ülkenin basit bir iç meselesi değil de daha karmaşık bir mesele ise, hem bölgesel hem de küresel güçler devreye giriyorsa, her bir gücün amacının, niyetinin, hedefinin, kısa, orta ve uzun vadede ne olduğunun mutlaka göz önüne alınması gerekmektedir.

Bölgesel ve küresel güçler, bir ülkenin bölünmesini, parçalanmasını, dağılmasını istiyorsa ona uygun iç ortaklar, işbirlikçiler ararlar; eğer o ülkenin parçalanmasından öte kalkınmasını, gelişmesini de engellemek istiyorlarsa, ona uygun işbirlikçiler ararlar.

Konumuz bağlamında işbirlikçileri dört ana sınıfa ayırmamız mümkündür:

1- Gönüllü işbirlikçiler, şuurlu ve hain olanlar,

2- Bölgesel ve/veya küresel güçlerle karşılıklı menfaati olduğunu sanıp, kendine aşırı güven duyup iş tutanlar,

3- İşbirlikçilik çizgisine itilenler (Zoraki işbirlikçiler=gönülsüz işbirlikçiler; “Denize düşüp yılana sarılanlar”),

4- İşbirlikçi olduğunun farkında olmayan, saflar.

Böyle bir ayırımı yapmamızın sebebi, olaylarda karşılaştığımız çok farklı insan unsurunun varlığından dolayıdır. Birinci ve ikinci gruptakiler hariç, diğerleri genellikle içinde yaşadığı şartlardan etkilenen ve fakat şuuru, dirayeti, basireti ve stratejik aklı zayıf olanlardır. Bunların ortaya çıkmasının sebepleri özel olarak analiz edilmeli, kendilerini bu duruma sürükleyen etkenler ve ortam mutlaka göz önüne alınmalıdır.

Eğer bir ülkenin içerisinde gayrı memnun üreten bir bataklık varsa, doğal olarak sivrisinekler üreyecektir. Tek tek sivrisineklerle uğraşmak yerine bataklığı kurutmak en köklü çözümdür. Hak, hukuk ve adalet tanımayan sistemler, bataklıktır ve sivrisineklerin üremesine elverişli ortamlardır. Öyleyse farklı inanç sistemlerine ve farklı etnik yapıya sahip halkların haklarını, ilâhi yaratılış kanuniyetine uygun bir şekilde vermek, bataklığı kurutmak için gerektir.

Osmanlı ve Ortadoğu’nun tarihi bu konuda çok zengindir. Şerif Hüseyin ve oğulları, bu bağlamda güzel bir örnektir. Bunlar, Osmanlı’ya karşı İngilizlerle işbirliği yaparak Ortadoğu coğrafyasının İngiliz ve Fransız hegemonyasına girmesine sebep olan gönüllü ve şuurlu işbirlikçilerdir.

Mektupların Değerlendirilmesi

Yazılan mektupları ve yapılan açıklamaları; iç, bölgesel ve küresel dinamikler açısından incelememiz gerekmektedir.

İç Dinamikler

Molla Mustafa Barzani, yazdığı mektuplarda Kürt halkının içinde bulunduğu olumsuz şartları dile getirmekte ve bu olumsuz şartların düzeltilmesi için mücadeleye başladıklarını ifade etmektedir. Molla Mustafa Barzani’nin “Kürtler, kendilerini zorla asimile etmek isteyen işgalcilere karşı kendi ülkelerinde asgari düzeyde eşitlik ve adalete kavuşmak için sık sık kendilerini savunmaya zorlandılar.”(1) ifadesinde “asimilasyon”, “eşitlik ve adalet” kavramlarına vurgu yapmış olmakla, Kürt halkının içinde yaşadığı Irak sisteminin olumsuz temel özelliklerinden bir kısmının varlığına dikkat çekmiş olmaktadır.

Asimilasyon için uğraşan, eşitlik ve adaleti ret eden bir sistem, gayrimemnun sayısını artırır ve barışı değil, savaşı getirir. İşbirlikçi üreten bir bataklığa dönüşür.

1968 yılında Irak’ta iktidara gelen BAAS yönetimi, Barzani ile “11 Mart 1970 anlaşmasını” yaparak iç savaşı sonlandırmıştır. Bu anlaşmaya göre “Irak halkının iki aslî milletten, Araplar ve Kürtlerden, oluştuğu kabul edilmiş” ve “dört yıl içerisinde Irak Cumhuriyeti çerçevesi içinde bir özerk Kürdistan oluşturulması” öngörülmüştür.

Barzani’nin ifadesine göre “BAAS rejimi, Moskova yanlısı Irak Komünist Partisi ile Birleşik Cephe oluşturmak için” çağrıda bulunmuş ve fakat “Kürdistan Demokrat Partisi, birleşik cepheye katılmayı reddetmiştir”. Bu reddediş, hem Kürt halkına hem de Kürt liderlere baskı uygulanmasına sebebiyet vermiştir.

Bunun üzerine Molla Mustafa Barzani, kendi tabiri ile “Amerikalı ve İranlı dostlarına dönmüş”, İran ve ABD ile iş tutmayı Kürt halkının geleceği için daha avantajlı görmüştür. “Barzani’nin Dostları” ona, “Kürt devriminin, hem Birleşik Devletler’den hem de İran’dan destek göreceğini” vaat etmişlerdir.

BAAS yönetimi, 11 Mart 1970 anlaşmasında yer alan “Dört yıl sonra Kürtlere özerklik verilecektir.” maddesini, Mart 1974’de “özerklik yasası” olarak çıkarıp ilan etmiştir. Barzani ise, “dostlarının (İran ve ABD’li dostları) vaat ettikleri yardıma güvenerek onu reddetmiştir” (1). Barzani, Irak yönetimimin kendilerine verdiği özerkliği kabul etmiyor; fakat ABD ve İran’dan özerklik istiyor:

“Sayın başkan, biz, İran ile Irak arasında iyi ilişkiler kurulmasına karşı değiliz. Ama bu, bizim kurban edilişimiz pahasına mı olmalı? Biz Kürtler, ABD’ye ve İran’ın şeref sözüne güvenerek düşmana karşı koyduk ve onunla savaştık. Bize mükâfat olarak söz verilen özerklik nerede?

…Biz sizden, öylesine, yaptığımız iyiliğin iki mislini istemiyoruz. Hatta eşitini bile. Biz yalnızca Kürtlere vaat edilen özerkliğin verilmesini istiyoruz.” (1)

Barzani’nin Kürt halkı için yürüttüğü hak, hukuk, adalet ve özerklik mücadelesi, bir noktadan sonra ana amaçtan saparak, İran ve ABD’nin Ortadoğu stratejisinde kullanılacak bir araç olma hüviyetine bürünmüştür. BAAS yönetiminin Kürtlerin Özerkliğini kabul eden bir yasa çıkarıp ilan etmesi karşısında Barzani’nin bunu reddetmesi, kendi halkına karşı yapılmış bir haksızlık olmuştur. Kendisi de bunu dolaylı bir şekilde itiraf etmektedir:

“Sayın başkan, eğer Amerika’nın verdiği söze tam olarak inanmasaydım, halkımı bugün içine düştüğü felaketten kurtarabilirdim. Bu, BAAS’ın politikasını tam olarak desteklemek ve onunla güçleri birleştirmek yoluyla yapılabilirdi. Ama bu tutum Amerika’nın ilkelerine ters düşer, Irak’ın komşularına da zarar verirdi. Ancak üst dereceli Amerikan yetkililerinin teminatı üzerine bu alternatife iltifat etmedim, onun yerine, ABD ve İran’la işbirliğini tercih ettim.”(1)

Üzücü olan, Molla Mustafa Barzani’nin, ABD ve İranlı dostlarına güvenerek reddettiği 11 Mart 1970 anlaşmasının, (İran ile Irak arasında yapılan) Cezayir anlaşmasından sonra Irak yönetimi tarafından tamamıyla uygulamaya sokulması için Irak yönetimine baskı yapılmasını talep etmiş olmasıdır (1).

İç dinamikler açısından meseleye yaklaştığımızda, Molla Mustafa Barzani, asimilasyona karşı çıktığı, halklar arasında eşitlik ve adaletin sağlanması için mücadele ettiğinden dolayı çok haklıdır. 11 Mart 1970 Anlaşması ile Özerklik dâhil bu hakları almıştır. Bu anlaşmaya rağmen, kendi ifadesi ile “İranlı ve ABD’li dostlarının vaatlerine” güvenerek anlaşmayı bozması, yanlış olmuştur.

Küresel Dinamikler

1970’lı yıllarda iki küresel güç olarak SSCB ile ABD arasında veya NATO ile Varşova Paktı arasında sert bir mücadele sürmekteydi. SSCB ile ilişki kurmak isteyen ülkelerin üzerine ABD gitmekte ve darbelerle hükümetleri iktidardan düşürmekteydi.

ABD, Komünizmin yayılmasını engellemek, özellikle petrol üretim ve ulaşım yollarını kontrol etmek istemekteydi. Ortadoğu, hem ABD için hem de Sovyetler için hayati önemi haizdi. Irak hem enerji üretimi, hem de enerji nakil bölgesiydi. O nedenle Irak’ın Sovyetlerin etki alanına girmesi, Basra Körfezini ve Körfez ülkelerini tehlikeye sokardı. O nedenle ABD, Irak ile özel olarak ilgilenmekte; BAAS rejiminin devrilmesini ya da Sovyetlerden uzaklaşmasını, Batı bloğuna kaymasını istemekteydi.

1972’de Irak yönetimi, “SSCB ile dostluk ve işbirliği anlaşması” imzalamıştır. Çok önemli bir enerji bölgesinin SSCB’nin etki alanına girmesini istemeyen ABD, İran Şahı üzerinden devreye girerek Molla Mustafa Barzani ile İran Şahı Rıza Pehlevi arasında bir anlaşmanın yapılmasını sağlamıştır. ABD, Barzani’ye İran aracılığıyla para, silah yardımı yapmayı üslenmiştir.(1)

ABD için Irak içindeki Kürt hareketi, Irak yönetimini zayıflatmak, hatta iktidardan düşürmek için bir imkân, hatta bir araçtı. ABD’nin bu amacına hizmet ettiği sürece Barzani hareketinin ve Barzani’nin bir anlamı vardı. ABD’de yaşadığı dönemde kendisi ile konuşulmamış ve görüşülmemiş olmasının anlamı, ABD için artık Barzani‘nin ömrünü doldurmuş bir aktörden başka bir şey olmamasıdır. Mektubundaki sitemde, bunu görebilmekteyiz:

“Haklarını almaya çalışan Kürtler gibi sadık ve dost insanlar, belirsiz Amerikan ulusal çıkarları nedeniyle feda edildi. Birleşik Devletler yetkililerince verilmiş gizli teminatlar reddedilmiş ve daha sonra da ‘dış ilişkilere gizli kapaklı çalışma karıştırılmamalıdır’ gerekçesiyle haklı gösterilmiştir.

Bay başkan, Kürtler alt düzeydeki CIA memurlarıyla gizli olarak iş yapmıyordu. Eski Dışişleri Bakanı Henry Kissinger’in ilişikteki mesajının da kanıtladığı gibi, bizim ilişkilerimiz en yüksek düzeyde ABD yetkilileri ile olmuştur.”(1).

ABD için asıl amaç Kürtlerin özerk olması, bağımsız bir devlet kurması değildi; onların insan haklarına kavuşması, insanca yaşaması da değildi:

“…Sayın başkan, biz dostlarımızın yardım vaadine güvenerek bir savaşa girdik; fakat ansızın, savaş alanında kendimizi yalnız bulduk; Amerikan ve İran yardımından yoksun…

Biz düşmanlarımız tarafından askeri yenilgiye uğratılmış değildik. Dostlarımız tarafından yıkılmıştık.

…Bütün halklar için onur, birlik, özgürlük ve demokrasinin temel ilkelerini ilan etmiş olan Amerika Birleşik Devletleri ulusu gibi büyük bir ulus, Kürt yenilgisindeki rolünden sonra, olanlara kayıtsız kalabilir mi?”(1)

Küresel dinamikler açısından meseleye yaklaştığımızda, başta ABD olmak üzere Şer İttifakının (ABD-İsrail- İngiltere -Siyonizm) dostu ve dostluğu yoktur, değerleri de yoktur sadece çıkarları vardır. Çıkarları için Anadolu tabiri ile “ Babasını bile satar.”

Bölgesel Dinamikler: Cezayir Anlaşması(6 Mart 1975) ve “Molla Mustafa Barzani’nin Satılması”

İran Şahı, Bölgesel güç olmak ve İran ile Irak arasında Körfezde var olan sınır ihtilafının (Irak’ın Körfezdeki bir kaç küçük ada) İran’ın lehine çözülmesini istemekteydi. Bu nedenle Irak yönetiminin iç ihtilaflarla uğraşması, zayıf düşmesi, O’nun işine gelmekteydi. Onun için ABD ile birlikte Barzani’ye para ve silah yardımı yapmayı kabul etmişti. Barzani hareketinin bağımsızlık ya da özerklik kazanması, İran’ın da işine gelmemekteydi. Çünkü kendi ülkesinde de belli bir nüfusa sahip Kürt halkı yaşamaktaydı.

İran’la Irak’ın kavgası, 1975 yılına kadar sürmüştür. Bağlantısız hareketinin liderlerinden Cezayir’in devreye girmesi ile 6 Mart 1975’de “Cezayir Anlaşması” yapılarak İran’la Irak arasındaki ihtilaflar çözülmüştür.

Cezayir Anlaşmasına göre; İran, “Irak’taki Molla Mustafa Barzani hareketine her türlü yardımı kesecek”, “Amerikan yardımlarına aracılık yapmayacak”; Irak da, “Şatt’ül Arap sınır meselesinde sınırın, nehrin tam ortasından geçmesini kabul ederek üç küçük adayı İran’a verecektir”.

Bölgesel dinamikler açısından meseleye yaklaştığımızda, İran Şahi, binlerce masum insanın ölümünü sağlayarak Irak’tan istediğini alıp Molla Mustafa Barzani’yi satmıştır.

Sonuç: Şer İttifakının Menfaatleri Vardır, Değerleri Değil!

Gerek ABD, gerekse İran Şahı Rıza Pehlevi, Irak yönetiminden elde ettikleri tavizlere karşılık, “Barzani ile yaptıkları anlaşmayı bozmuşlar” ve “Molla Mustafa Barzani’yi satmışlardır”.

Gerek Mesut Barzani ve gerekse Peşmerge Komutanı General Aziz Weysi’nin açıklamalarından, Şer ittifakının, Irak’ı, İran ve Rusya safına itmemek için Mesut Barzani’yi sattıkları anlaşılmaktadır(2,3).

“Selahaddin Eyyubi’nin torunları bu duruma düşmemeli ve/veya düşürülmemeliydi”.

Şer ittifakının ne kutsalı, ne de değerleri vardır. Sadece menfaatleri vardır. Demokrasiyi ilahlaştıran Batı’nın Türkiye’deki tüm darbeleri planlamış ve desteklemiş olması da tesadüf değildir. İnsan hakları, özgürlükleri ve demokrasi sloganları ile başlattıkları ve “Arap Baharı” adını verdikleri ikinci nesil kadife darbe zincirinde, Mısır ’da bekledikleri olmayınca, Sisi darbesini demokrasi zaferi olarak kutlayan ve destekleyen, ikiyüzlü Batı’dan başkası değildi.

O nedenle Müslüman coğrafyada hiçbir halk, Batı ile işbirliği yapacak duruma düşmemeli ve de düşürülmemelidir. Kendi sorunlarımızı, kendi içimizde, en adil bir şekilde çözmenin usul ve yollarını bulmalıyız, bulmak zorundayız.

Henüz Vakit Varken!

Kaynaklar:

1- Tuşalp, E, Zehir Yüklü Bulutlar, Halepçe’den Hakkâri’ye, Bilgi Yayınevi, 2. Baskı, 1990 S: 44-55.

2- Başkan Barzani: ABD’nin gözleri önünde, onun silahlarıyla Kürdistan’a saldırdılar Kurdistan24 -Türkçe / 29.10.2017; http://www.kurdistan24.net/tr/news/900eb0c2-9249-4329-ae9a-0078adde6fc8

3- Aziz Weysi: ABD bize ihanet etti, Şiiler topraklarımızı istila etti, Kurdistan24 -Türkçe / 29.10.2017; http://www.kurdistan24.net/tr/news/b0ef05ff-182d-4f24-a9e8-ad854301 48a1

 

3 Kasım 2017 Cuma

“Bağımsız Kürdistan Referandumu”-5: Mesut Barzani’nin tarihten ders almaması

 (Milli Gazete)

“Bağımsız Kürdistan Devleti Referandumu” öncesinde herkese meydan okuyan Barzani kuvvetleri, Irak Ordusu ile karşılaşınca ciddi hiçbir çatışmaya girmeden hemen hemen tüm ihtilaflı bölgeleri, Irak ordusuna terk etmiştir ve terk etmeye de devam etmektedir.

Neden?

Mesut Barzani’nin bugün karşı karşıya kaldığı bu durum geçmişte, babası Molla Mustafa Barzani’nin karşı karşıya kaldığı durumla çok benzerdir.

Geçen yazıda, Molla Mustafa Barzani’nin, dönemin ABD başkanı Jimmy Carter’a yazdığı mektubun tam metnini verdik.

Bu yazıda, Molla Mustafa Barzani’nin, dönemin ABD başkanı Jimmy Carter’a yazdığı, ikinci mektuba, Henry Kissenger’in Molla Mustafa Barzani’ye yazdığı mektuba ve Mesut Barzani ile Peşmerge komutanı General Weysi’nin yaptığı açıklamalarına yer verilecektir.

Molla Mustafa Barzani’nin ABD Başkanı Jimmy Carter’a Yazdığı, 3 Mart 1977 Tarihli İkinci Mektubu

Tam metnini geçen hafta verdiğimiz Molla Mustafa Barzani’nin ABD Başkanı Jimmy Carter’a yazdığı, 9 Şubat 1977 Tarihli Mektup, ABD başkanı tarafından cevaplandırılmamıştır. Bunun üzerine Molla Mustafa Barzani, 3 Mart 1977’de yeni bir mektup yazarak, “ABD Başkanının sessizliğini eleştirmiş ve kendisiyle görüşme dileğini belirtmiştir”:

“Sayın başkan, dolaysız ya da dolaylı sizce bir karşılık verilmemiş olan 9 Şubat tarihli mektubuma ilaveten, Birleşik Devletlerin her taraftaki insanlar için özgürlüğün destekleyicisi olma tarihsel imajını yeniden tesis etme çabalarınıza karşı olan hayranlığımı bir kez daha ifade etmek isterim.

Önceki yönetim döneminde insan haklarının Birleşik Devletler dış politikasında hiç yeri yoktu. Dışişleri Bakanlığı aslında, Kongre önüne çoğu kez diktatörleri kötüye kullanmanın savunucusu olarak çıkıyordu.

Haklarını almaya çalışan Kürtler gibi sadık ve dost insanlar, belirsiz Amerikan ulusal çıkarları nedeniyle feda edildi. Birleşik Devletler yetkililerince verilmiş gizli teminatlar reddedilmiş ve daha sonra da ‘dış ilişkilere gizli kapaklı çalışma karıştırılmamalıdır’ gerekçesiyle haklı gösterilmiştir.

Bay Başkan, Kürtler alt düzeydeki CIA memurlarıyla gizli olarak iş yapmıyordu. Eski Dışişleri Bakanı Henry Kissenger’in ilişikteki mesajının da kanıtladığı gibi, bizim ilişkilerimiz en yüksek düzeyde U.S. yetkilileri ile olmuştur.

Bay başkan, Amerikan değerlerini gerçekten geliştiren, dış politikada meşru bir hedefe yöneliyorsunuz. Birleşik Devletlerin insan hakları üzerindeki pozisyonunu, Sovyet Bloku dışındaki ülkelere hâlihazırda yapmış olduğunuz ve Irak’ın Kürtlere karşı tutumu temel insan haklarının büyük bir ihlali olduğu için, bu yayılmanın şu sıralarda Irak’ı da içine almasının uygun olduğuna inanıyorum.

Sizin ve Başkan yardımcısı Mondale’nin, Vladimir Burkovsky ile yapmış olduğu son görüşmeler, sizin baskı altındaki insanlar için duyduğunuz büyük ilgiyi ve ‘kişilerin özgürlüğü ve görüşlerini açıklamak haklarını’ geliştirmeye yardımcı olmak konusundaki samimi arzunuzu açıkça göstermiştir. Bu hiç şüphesiz tüm Sovyet muhaliflerinin moralini güçlendirdi.

6 Mart 1975 Cezayir ihanet Antlaşmasının öncesi ve sonrası olaylarıyla maneviyatı kırılmış lrak’taki 3 milyon Kürt insanı, sizin ilgi ve dikkatinize herkesten daha çok Iâyıktır. Sizinle ve Başkan Yardımcısı Mondale ile yapılacak bir görüşme, onların moralini güçlendirmede büyük ölçüde katkıda bulunacak ve Kürt tarihindeki, bu en karanlık saatlerde, onların koşullarını tanımanıza da yardımcı olacaktır.

Sizinle görüşmeyi büyük umud ve memnunlukla bekliyorum.”(1)

Molla Mustafa Barzani, ABD başkanına yazdığı bu iki mektubu Virginia’dan yazmış; ve her ikisine de cevap alamamış, kendisi ile görüşülmemiştir.

Henry Kissenger’in Molla Mustafa Barzani’ye Mektubu

Peşmergelerin silahlarını bırakmasından bir ay önce Molla Mustafa Barzani, Amerikan Dışişleri Bakanı H. Kissinger’e 22 Ocak 1975 tarihli bir mektup yazıp yardım istemiştir. Kissenger, Molla Mustafa Barzani’ye aşağıdaki mektubu yazmıştır:

*Sayın General,

22 Ocak 1975 tarihli mektubunu almakla çok memnunum. Size, halkınıza ve yürüttüğünüz yiğitçe mücadeleye hayranlık duyduğumuzu bilmenizi isterim. Karşı karşıya bulunduğunuz güçlükler korkunçtur. Askeri ve politik durum hakkındaki değerlendirmenizi çok takdir ettim. Emin olmalısınız ki, mesajlarınıza verdiğimiz önem nedeniyle, Amerika Birleşik Devletleri Hükümetince üst düzeyde büyük bir dikkatle göz önüne alınıyor.

Eğer Amerika Birleşik Devletleri Hükümetine durum hakkında daha fazla bilgi vermek için Washington’a bir kurye göndermek isterseniz. Onu memnuniyetle kabul edeceğiz. Şimdiye kadar yapmış olduğumuzu sürdürebilmek için gizliliğin büyük önem taşıdığı kanısındayım. Yalnız bu nedenle ve özellikle sizin kişisel güvenliğinizi düşündüğümüzden, sizinle burada şahsen görüşmeyi istemekte tereddütlüyüm.

Cevabınızı bekliyorum.

İçten dileklerimle ve derin saygılarımla.» (1)

İran ve Irak’ın aralarında yaptığı Cezayir Anlaşmasının sonucunda Molla Mustafa Barzani’ye İran üzerinden gönderilen Amerikan para ve silah yardımı kesilmiş ve Barzani kuvvetleri Irak ordusu karşısında yalnızlığa terk edilmiştir. Bunun üzerine Molla Mustafa Barzani kuvvetleri, silahları bırakarak büyük bir kesimi İran’a sığınırken Molla Mustafa Barzani de ABD’ye gitmek zorunda kalmıştır.

Kissenger’in övgülerine muhatap olan ve ABD’ye sığınmak zorunda kalan Mustafa Barzani’ye, Kissenger dâhil ABD yönetimi sahip çıkmamış ve kendisi ile ABD’de görüşmemişlerdir. Bir dönem el üstünde tuttukları Barzani, ABD’de yalnızlığa terk edilmiş ve orada ölmüştür.

Molla Mustafa Barzani’nin sonu böyle mi olmalıydı?

Molla Mustafa Barzani nerede hata yapmıştır?

Molla Mustafa Barzani’nin başına gelenlerden alınabilecek dersler nelerdir?

Mesut Barzani’nin Açıklamaları

Mesut Barzani, 25 Eylül 2017 Referandumu sonrasında, Irak Ordusu karşısında aldığı acı mağlubiyetin sonucu, başta Kerkük olmak üzere “ihtilaflı bölgelerin” büyük bir kesimini kaybedince yaptığı açıklamalar, hem üzücü, hem de ibret vericidir:

“Değerli Kürdistan halkı, kahraman Peşmergeler ve şehit aileleri.

…16 Ekim gecesi Kerkük’te meydana gelen büyük bir ihanetti. Kerkük teslim edildi ve zehirli bir hançer hem halkımız, hem de Peşmerge’nin sırtına vuruldu. Bu ihanetle referanduma ‹evet› diyen 3 milyon insanın iradesi zor bir sürece sokuldu ve durum zorlaştı. Bu ihanet olmasaydı durum çok daha farklı olacaktı. Kerkük ve diğer bölgelerin korunması için daha önce çok iyi bir hazırlık yapmıştık; çünkü saldırı planı masadaydı. Ancak bu ihanet hem Peşmerge hem de halkın moralini düşürdü ve istenilen savunma yapılamadı.

…Tuhaf olan şey, ABD’nin, terörist ilan ettikleri kişilerin Abrams tanklarına binip Kürtlere saldırmalarına seyirci kalması.

…ABD’nin gözleri önünde onun silahlarını kullanarak Kürdistan’a saldırdılar. Bu bazı soruların sorulmasını zorunlu kıldı; çünkü onun silahlarıyla bize saldırıldı ve Peşmergelerimiz şehit edildi.

Burada bir sorun var. ‘Acaba ABD buna neden sessiz kaldı?” (2,3)

Mesut Barzani, yaptığı bu açıklamalarla hem Kürt Yönetimi içinden hem de dışarıdan ABD/İsrail tarafından ihanete uğradığını dolaylı bir şekilde dile getirmektedir. Babası Molla Mustafa Barzani için yukarıda sorduğumuz soruları Mesut Barzani için de sorabiliriz.

Mesut Barzani’nin sonu böyle mi olmalıydı?

Mesut Barzani nerede hata yapmıştır?

Mesut Barzani’nin başına gelenlerden alınabilecek dersler nelerdir?

General Aziz Weysi: “ABD Bize İhanet Etti”

Kürdistan Peşmerge Güçleri Zerevani Özel Birlikleri Komutanı General Aziz Weysi, Times›ta yayınlanan makalesinde hem içerden hem de dışarıdan ihanete uğradıklarını ifade etmektedir (4). “Kürdistan’daki bazı siyasi ve askeri liderlerin, İran ve Irak’la anlaşma yaparak askeri güçlerini savaşmadan geri çektiklerini” ve “Batının Irak askeri güçlerinin ilerlemesi karşısında ses çıkarmadığını”, “Barzani’yi yalnız bıraktıklarını”, bu nedenle de “Kürtlere ihanet ettiklerini” ifade etmektedir:

“…İran Devrim Muhafızları’nın bu yeni duruma verdiği yanıt, M1 Abrams tankları da dâhil olmak üzere en son teknoloji ürünü Amerikan silahlarını kullanarak, kilit bir müttefike saldırmaktı. ‘Taraf tutmayacağım’ diyen Başkan Trump ’ın, silahların teröristlerin eline geçmesine izin vermesi ve onlara halkımıza soykırım yapılmasını sağlamak için özgür bir irade tanıması kesinlikle ironidir ve tarafsızlıktan uzaktır.

…Irak’ın kaybedilmemesine yatırım yapma konusunda son derece iştahlı görünen Batı, güçlerimize asla kıyaslanabilir yatırım yapmadılar. Peşmergelerimiz için aldığımız sadece 22 milyon dolarlık direkt yardım, ABD’nin “30. Birlik” olarak bilinen başarısız bir birimde birkaç Suriyeli asiyi eğitmek için harcadığı 500 milyon dolarlık meblağla kıyaslandığında çok komik kalıyor.

…Müttefiklerimiz, kendisini uzun süre önce İran’a satan ve asla Batı’nın kollarına dönmeyecek olan Irak merkezi yönetimini kazanmak için Kürdistan’ı sattılar. Hiçbir ABD doları ya da yaşamı, Irak’ı uygar dünyaya birleşik, demokratik ve istikrarlı bir müttefik yapamaz; artık bu rüyadan vazgeçmenin ve değişim için bize şans vermenin zamanıdır.

Amerika ve Batı’nın özgürlüğün yanında durmak için, bizimle birlikte durmaktan başka çareleri yok. Bu sözlerden bazıları müttefiklerimiz için acı bir ilaçtır, ancak geçmişten ders alınmadan Irak’taki bir sonraki felaket hemen köşede bizi bekliyor.” (4)

Uğur Mumcu‘nun 7 Ocak 1993 Tarihli Yazısından

Uğur Mumcu, “son yazılarında” Mossad-Barzani ilişkisine dikkat çekmeye çalışmıştır:

“Ortadoğu’nun karanlık bir kuyu olduğu her gün biraz daha anlaşılıyor.

Kanıtlanan son ilişki Mossad-Barzani ilişkisidir.

Mossad, İsrail devletinin gizli istihbarat örgütüdür.

Bu örgütün, Kürt Lideri Molla Mustafa Barzani ile ilişkileri olduğu söylense daha önce kim inanırdı?

Barzani’nin CIA ile ilişkisi artık belgelendi. Kimse bu ilişkiye, ‘hayır olmadı’ diyemiyor.

CIA-Barzani ilişkileri biliniyordu da Mossad-Barzani ilişkileri bilinmiyordu.” (5)

Sonuç

Mesut Barzani ve General Weysi’nin bu açıklamaları, tarihten ders alamamanın en güzel örneklerini teşkil etmektedir. Şer İttifakı (ABD- İngiltere -Siyonizm-İsrail) için gerçek dost yoktur; menfaat ortaklığı vardır. “Adam satmak” onlar için sıradan işlerdendir. Tarihi süreçte Barzani’lerin başına gelenler, Şer ittifakının ihanetinin belgelendirilmesi ve Şer İttifakının kendi menfaatinden başka hiçbir menfaat düşünmediği gerçeğinin tezahüründen ibarettir. Kısa vadede Barzani harcanmış gözükmektedir. Ya bölgesel ve küresel güçler arasında arka planda yapılan bazı pazarlıkların sonucu Barzani yalnız bırakılmış; ya da yerine İslam’a ve Türkiye’ye düşman yeni bir lider getirilmek istenmektedir.

Ya da…?

Analiz edilmesi gereken bir nokta da, İslâm coğrafyasında bir kısım insanları, şer ittifakının kucağına iten sebeplerin neler olduğunun, duygusallıktan uzak, gerçekçi bir şekilde belirlenmesidir. Mevcut yönetimlerin ve Müslüman halkların bunda katkısının olup olmadığı, ortaya çıkarılmalıdır.

O nedenle “Bağımsız Kürdistan Devleti Referandumunun” sebep ve sonuçlarının kısa, orta ve uzun vadede, özelde bölgeye, genelde İslâm dünyasına ne getirip ne götüreceğinin, iç dinamikler, bölgesel dinamikler ve küresel dinamikler açısından, derinlemesine, duygusallıktan uzak, objektif bir şekilde, tüm ayrıntıları ile çok iyi analiz edilmesi gerekmektedir.

Allah’a ve Ahirete iman ettiğini söyleyen ve kendisini Müslüman kabul edenlerin, Baba ve Oğul Barzani’lerin başına gelenlerden çıkaracağı çok dersler olmalıdır.

Kaynaklar

1- Tuşalp, E, Zehir Yüklü Bulutlar, Halepçe’den Hakkâri’ye, Bilgi Yayınevi, 2. Baskı, 1990 S: 44-55.

2- A.A. 29.10.2017; http://aa.com.tr/tr/dunya/-ikby-parlamentosunda-gerginlik/951023

3- Başkan Barzani: ABD’nin gözleri önünde, onun silahlarıyla Kürdistan’a saldırdılar Kurdistan24 -Türkçe / 29.10.2017; http://www.kurdistan24.net/tr/news/900eb0c2-9249-4329-ae9a-0078adde6fc8

4- Aziz Weysi: ABD bize ihanet etti, Şiiler topraklarımızı istila etti, Kurdistan24 -Türkçe / 29.10.2017; http://www.kurdistan24.net/tr/news/b0ef05ff-182d-4f24-a9e8-ad854301 48a1

5- Vatandaş, A., Armagedon, TİMAŞ, İstanbul, 1997.

 

1 Kasım 2017 Çarşamba

TAHKİR EDİCİ BİR ÜSLUPLA VE KAVMİYETÇİ, MEZHEPÇİ YAKLAŞIMLARLA İSLÂM DÜNYASININ SORUNLARI ÇÖZÜLEMEZ


                                                   (Umran Dergisi Kasım 2017 Yazısıdır)

Bugün, basiret ve feraset sahibi olma zamanıdır. Yaklaşık 1000 yıldır kader birliği yaptığımız, kanlarımızın karışıp bu toprakların tümünü suladığı, kız alıp kız verdiğimiz, etle kemik olduğumuz bir halkın (Türk ya da Kürt) çocuklarına karşı takınılacak tavır, sevgi, saygı ve kardeşlik olmalıdır. Bunun aksi tavır ve davranışlar, kavmiyetçilik hastalığının dışa yansıması olup bedeli, hem bu dünyada hem de ahiret hayatında helak olmaktır.

Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi (IKBY) veya kısaca Barzani yönetimi tarafından, 25 Eylül 2017 tarihinde “İhtilaflı bölgeleri” de kapsayan “bağımsızlık referandumu” yapılmış ve sonuç, “evet” çıkmıştır. Bu yeni durum, Ortadoğu coğrafyasını uzun yıllar meşgul edecek ve süreç iyi yönetilemezse, belki de kaosa götürebilecek bir olgudur. “Çığ etkisi” yapabilir, “zincir reaksiyonunu” (“Fisyon olay”) başlatabilir.

Bu referandum sonucunun kısa, orta ve uzun vadede, özelde bölgeye, genelde İslâm dünyasına ne getirip ne götüreceğinin, iç dinamikler, bölgesel dinamikler ve küresel dinamikler açısından, derinlemesine, duygusallıktan uzak, objektif bir şekilde, tüm ayrıntıları ile analiz edilmesi gerekmektedir.

Türkiye, İran, Irak ve Rusya’nın referanduma karşı çıkışlarına, ABD’nin ‘zaman uygun değildir, ertele’ ısrarına rağmen Barzani Yönetimi, İsrail’in açık desteğini alarak ‘ihtilaflı bölgeleri’ de içeren ‘Bağımsız Kürdistan Referandumu’nu yapmıştır. Türkiye ve İran yönetimi, referanduma açık tavır koymuştur. Irak merkezi yönetimi, referandumu tanımadığını beyan ederek Haşdi Şabi ile birlikte Irak Ordusunu, Barzani kuvvetlerinin üzerine göndermiştir.

Referandum öncesinde herkese meydan okuyan Barzani kuvvetleri, Haşdi Şabi ve Irak Ordusu ile karşılaşınca, ciddi hiçbir çatışmaya girmeden hemen hemen tüm ihtilaflı bölgeleri, Irak ordusuna terk etmiştir.

Neden?

Barzani kuvvetlerinin takındığı bu tavır, İŞİD Irak topraklarına girdiğinde, Irak ordusunun tüm silahlarını ve bankalardaki paraları bırakarak geri çekilmesinde takındığı tavırla çok benzerdir, strateji aynıdır. “İhtilaflı bölge” olarak adlandırılan yerlerin neredeyse tamamı, IŞİD tarafından işgal edilmiştir. Daha sonra Barzani kuvvetleri gelince, ciddi bir çatışma olmadan bölge, Barzani kuvvetlerine teslim edilmiştir. Barzani kuvvetleri, Kürt olmayan halkları göçe zorlayarak bölgede adeta etnik temizlik yapmıştır. Benzer oyun, Suriye’de de oynanmıştır. Önce IŞİD gelip bölgeleri işgal etmiş, sonra da ciddi bir çatışma yapmadan PYD/YPG/PKK güçlerine işgal ettiği yerleri teslim ederek geri çekilmiştir. Kobanı-Telelyap-Afrin bu şekilde el değiştirmiştir.

Dolayısıyla süreç, aynı karanlık merkez tarafından yönetilmektedir. Öyleyse bu karanlık merkezin orta ve uzun vadede hedefinin ne olduğu mutlaka tartışılmak zorundadır.

Kısa vadede Barzani harcanmış gözükmektedir. Ya bölgesel, küresel güçler arasında arka planda yapılan bazı pazarlıkların sonucu Barzani yalnız bırakılmış ya da yerine İslâm’a ve Türkiye’ye düşman yeni bir lider getirilmek istenmektedir.

Mesut Barzani’nin bugün karşı karşıya kaldığı bu durum, geçmişte, Babası Molla Mustafa Barzani’nin karşı karşıya kaldığı durumla çok benzerdir. Bunu, Molla Mustafa Barzani’nin, dönemin ABD başkanı Jimmy Carter’a yazdığı mektupta (9 Şubat 1977) görebilmekteyiz.

Barzani’ye Referandum öncesi destek verenler, Referandum sonrasında ses çıkarmamaktadırlar.

Neden?

Hedef “Büyük Kürdistan mı” yoksa “Büyük İsrail mi”?

Hiç şüphe yok ki “Büyük İsrail”.

Şer ittifakının (ABD-İngiltere-İsrail-Siyonizm) bu bölgede çizdiği ana strateji, “Büyük İsrail Projesi”ni gerçekleştirmek üzerine kurulmuştur. Bu nedenle Şer ittifakının yeni karşı hamlelerinin olacağı göz ardı edilmemelidir. Dolayısıyla Türkiye, hem kendi içinde bütünleşmeli hem de bölgenin bütünleşmesini hedeflemelidir. Bunu sağlayacak strateji ve politikalar üretmeli, buna uygun da bir dil ve üslup kullanmalıdır.

Türkiye’nin bugünkü ortamında taban tabana zıt bir tutum, tavır ve söylem gelişmekte ve yaygınlaşmaktadır. Cumhurbaşkanı’nın ve siyasi iktidarın söylediği ve yaptığı her şeyi güzel ve doğru, muhalefetin yaptığı ve söylediği her şeyi kötü ve yanlış ya da Cumhurbaşkanı’nın ve siyasi iktidarın söylediği ve yaptığı her şeyi kötü ve yanlış, muhalefetin yaptığı veya söylediği her şeyi güzel ve doğru olarak gören ve yorumlayan bir anlayış vardır.

Her şeyi “Klasik “Aristo Mantığı”(Klasik Kümeler Teorisi”: “mutlak doğu” veya “mutlak yanlış”) çerçevesinde ele alarak değerlendirmek, yorumlamak bir alışkanlık haline gelmiştir. Böyle bir dil, üslup ve tavır, bu ülkeye ne katabilir? Dış politikayı, iç politika malzemesi olarak kullanan bir dil ve üslup, ne getirir ve ne götürür?

Farklı görüş, bakış ve yaklaşımları, “vatan hainliği”, “nankörlük”, “ihanet”, “terörist”, “işbirlikçi”, “PKK’cı”, “FETÖ’cü”, “Nemrut”, “Firavun”, “Diktatör” “Atatürk düşmanı”, “faşist”, “gerici”, “yobaz” ve buna benzer kavramlar kullanarak yorumlamak, değerlendirmek, bu ülkeye fayda değil zarar vermektedir ve de verecektir.

Bugün için bölge ve dünya şartlarını gözönüne aldığımızda Türkiye’nin önemli sorunlarından biri, sürekli gerilim ve küskün inşa eden, kutuplaştıran dil ve üslup sorunudur.

Dış politikanın iç politika için malzeme olarak kullanılması ve uluslararası ilişkilerde diploması dilinin kaybolması ciddi bir tehlikedir. Kuzey Irak Referandum sonrasında başta Cumhurbaşkanı olmak üzere Türkiye’yi yönetenlerin kullandıkları dil, halklar düzeyinde değerlendirildiği takdirde, çok sert, kırıcı ve incitici olmuştur. Bunun Türkiye’ye yansıması, uzun vadede çok daha acı olacaktır.

Kuzey Irak Referandumu ile birlikte başlayan tartışmalarda, dini hassasiyeti olan müslüman Türklerle müslüman Kürtlerin kullandıkları dil, kavmiyetçi bir dildir. “Bu Kürtler” veya “bu Türkler” diye başlayan ve işi hakarete kadar götüren bir dil, ancak kavmiyetçilik ateşi ile yanıp tutuşan bir Türkçünün ve Kürtçünün dili olabilir; Allah’a ve ahiret gününe iman eden bir müminin dili olamaz, olmamalıdır da. Kriz dönemlerinde birlik ve beraberliği öne çekecek bir dil kullanılması gerekirken, ayrıştırıcı ve krizi derinleştirici bir dil kullanılmakta, kavmiyetçi söylemler öne çıkmaktadır. O nedenle şu iki temel sorunun sorulması ve cevaplandırılması gerekmektedir:

Allah’a ve ahirete iman ettiğini söyleyen ve kendisini müslüman kabul edenlerin, kullanması gereken bir dil ve üslup ne olmalıdır?

Allah’a ve Ahirete iman ettiğini söyleyen ve kendisini müslüman kabul edenlerin, kavmiyetçiliğe ve mezhepçiliğe (mezhep taassubuna) bakışı, tutumu ne olmalıdır?

 Cevap Arayan Sorular

Kuzey Irakta, ihtilaflı bölgeler dâhil olmak üzere, Barzani yönetimi tarafından “Bağımsız Kürdistan Referandumu” yapılmış ve sonuç, “evet” çıkmıştır. İster referandum iptal edilsin, ister edilmesin bu, Ortadoğu coğrafyasını uzun yıllar meşgul edecek ve süreç iyi yönetilemezse, belki de kaosa götürebilecek bir olgudur. Çığ etkisi yapabilir. Bu nedenle aşağıdaki soruların, duygusallıktan uzak, objektif olarak cevaplandırılması gerekmektedir:

  1. Irak Merkezi Hükümeti, İran, Türkiye, Suriye, Rusya, ABD, BM ve AB ülkelerinin 25 Eylül 2017’de referandum yapılmasına karşı çıkmalarına rağmen, Barzani’nin ısrar edip referanduma gitmesine sebep nedir? Barzani yönetimi, tüm bu ülkeleri karşısına alacağını bile bile niçin referanduma gitmiştir? ABD ve AB’nin tavrı yarın değiştiğinde Türkiye ne yapmalıdır? Türkiye bu noktada daha ihtiyatlı bir dil kullanması gerekmez mi?
  2. Barzani yönetimine açık destek veren İsrail’in dışında, gizli destek veren ve teşvik eden bir gizli güç var mıdır; varsa bu güç kimdir ve bölge ile ilgili kısa, orta ve uzun vadeli stratejisi nedir?
  3. ABD ikili mi oynamaktadır? ABD’de çatışan iki güç olarak ABD milliyetçileri (WASP’çılar-Pentagon) ile Neocon-Siyonist İttifakı, bu olayda birlikte midir yoksa çatışmakta mıdır? Her iki durumda süreç nasıl etkilenir?
  4. Referandum öncesinde Barzani’ye açık ve/veya gizli destek veren bölgesel ve küresel güçler, Haşdi Şabi ve Irak merkezi güçlerinin referanduma dâhil edilen ihtilaflı bölgeleri geri almalarına karşılık hiç sesleri çıkmamaktadır. Bu, farklı ve gizli bir amacın olduğunun işareti olarak değerlendirilebilir mi?
  5. Referandum öncesinde herkese meydan okuyan ve “kanlarının son damlasına kadar savaşacağını” ilan eden Barzani’nin Irak merkezi kuvvetleri ile ciddi bir çatışmaya girmeden geri çekilmesinin anlamı nedir?
  6. İç, bölgesel ve küresel dinamikler, referanduma giden süreci nasıl etkilemiştir ve referandum sonrasını nasıl etkileyecektir/etkileyebilecektir?
  7. “Küresel savaşı Kuzey Irak üzerinden Türkiye aracılığıyla çıkarmayı” öngören “Siyonist Yüksek Meclis”in bu referandumun yapılmasında herhangi bir rolü var mıdır? Amaç “küresel savaş” için fitili ateşlemek midir?
  8. Şer ittifakı olarak nitelendirdiğimiz ABD-İngiltere-İsrail-Siyonizm, “Bağımsızlık Referandumu”nda birlikte midirler; yoksa aralarında bir paylaşım savaşı mı verilmektedir?
  9. Referandumun, bölgede bazen çatışan bazen uzlaşan projelerle bir ilişkisi var mıdır? Bu projeler, referandumla başlayan süreci nasıl etkiler?
  10. Süreçte İran ve Rusya’ya ne kadar güvenilebilir? Yarı yolda kalma durumunda Türkiye ne yapmalıdır? Ya da güvensizliği ortadan kaldırabilecek kalıcı politikalar neler olmalıdır?
  11. Suriye denklemindeki Türkiye, İran+Rusya karşıtlığı, referandum sonrası süreçte ne şekil alabilir? Taraflar, Suriye politikalarını bir kez daha gözden geçirmeli değil midir? Geçmişe takılıp kalmak ve inatlaşmayı sürdürmek, bölgeye hayır getirebilir mi?
  12. Suriye yönetiminin, Suriye’nin kuzeyinde “Kürt Özerk Bölgeleri” konusunda “PYD/YPG ile anlaşabilir ve federal bir Suriye inşa edebiliriz” tarzındaki açıklaması Türkiye’yi nasıl etkileyebilir?
  13. Irak merkezi hükümeti, Barzani ile yeni bir federal yapı konusunda; Suriye yönetimi de PYD/YPG ile federal yapı konusunda anlaşmaları durumunda Türkiye bundan nasıl etkilenir ve Türkiye bu durumda ne yapmalıdır?
  14. ABD’nin çıkardığı “vize krizinin” Irak-Suriye düzleminde olanlarla bir ilgisi var mıdır?
  15. Rusya ABD ile anlaşıp Türkiye’ye karşı tavır alabilir mi? Böyle bir durum karşısında Türkiye nasıl bir yol izlemelidir?
  16. Irak ve Suriye’nin bu duruma gelmesinde Türkiye’nin katkısı nedir? Bu konuda Türkiye kendi öz eleştirisini gerçekçi bir şekilde yapması gerekmez mi?
  17. Türkiye’nin genel olarak tüm dış olaylarda olduğu gibi, Kuzey Irak Referandumu’nda da ani, fevri, kırıcı ve itici bir dil kullanmasının sebebi hikmeti nedir? Bu dilin değişmesi gerekmez mi? Bu dilin, bu yoğunluk ve şiddette devam etmesi durumunda, Türkiye, hem içerde hem de dışarıda ne kazanır, ne kaybeder? Bunun analizi mutlaka yapılmalı değil midir?
  18. Kullanılacak dilin, halkları kucaklayıcı, yönetimleri cezalandırıcı olması gerekmez mi? Halkla yönetimi eş gören bir dil, gelecekte çok ciddi sıkıntıların ortaya çıkmasına sebebiyet vermez mi?
  19. Siyasi kadroların yukarıda kullandığı dilin aşağıya, halka yansıması, daha şiddetli, yıkıcı ve parçalayıcı olmaktadır. Siyasetin ve devlet erkânının bunu göz önüne alması gerekmez mi? Bölgede yığınla problem varken öncelikli olarak iç barışın sağlanması için bu kırıcı, ötekileştirici dilin değişmesi gerekmez mi?
  20. Kürt halkının içinde yaşadığı ülkelerde temel sorunları nelerdir? Niçin bu sorunlar çözülmemekte ya da çözülememektedir? Allah’ın kavimlere tanıdığı, verdiği doğal hakları, halkların elinden alma hakkı birilerine verilmiş midir? Asimilasyon, Allah’ın kanunlarına isyan değil midir? Kürt sorununun özünde böyle bir gasp yok mudur?
  21. İslâm coğrafyasında ümmet şuuru niçin öne çıkmamakta; herhangi bir sorun karşısında kavmiyetçilik ve mezhepçilik öne çıkmaktadır?
  22. Kuzey Irak referandumu sonrasında bazı müslüman Türkler ile bazı müslüman Kürtler, kavmiyetçiliği çağrıştıran çok kötü bir dil kullanmamışlar mıdır? Allah’a ve ahiret gününe iman ettiğini söyleyen bu kardeşlerimizin, bu kadar kolay kavmiyetçiliğe sapmasının, kaymasının sebebi hikmeti nedir?
  23. İslâm coğrafyasında niçin sürekli etnik ve mezhepsel bir çatışma zemini vardır? Aynı dinin, aynı coğrafyanın, aynı tarihin ve aynı kültür-medeniyetin çocukları niçin birbirleri ile sağlıklı ve uzun vadeli bir iletişim kuramamaktadır?
  24. İslâm ülkeleri arasında dayanışma ve güç oluşturma amaçlı kurulmuş yapılar, herhangi bir kriz anında niçin atıl kalmakta, yaraya merhem olamamaktadır? Hata nerede yapılmaktadır?
  25. İslâm coğrafyası niçin yabancı müdahalelere bu kadar açıktır? İslâm coğrafyasında, yöneten yönetilen ilişkisi niçin gerilimlidir? İslâm coğrafyasında diktatörlerin başa gelmesi ve varlıklarını devam ettirmesinin sebebi nedir?
  26. Genel olarak Batının, özel olarak Şer İttifakının İslâm coğrafyasında bu kadar çok işbirlikçi bulabilmesinin ve STK’lara sızabilmesinin sebebi hikmeti nedir?
  27. İslâm coğrafyasında terörün kaynakları nelerdir? Gençler niçin silahlı mücadeleye bu kadar kolay yönelebiliyor ya da kanalize edilebiliyorlar?

 Bölgede Çatışan Projeler

İslâm coğrafyasında hâkimiyet kurma amaçlı çatışan projeleri şöylece sınıflandırabiliriz:

  1. Büyük Ortadoğu Projesi (BOP; ABD-İsrail-İngiltere-Küresel Sermaye)
  2. Büyük İsrail Projesi (BİP; İsrail-Siyonizm, ABD destekli)
  3. 2. Sevr Projesi (AB)
  4. Büyük Ortadoğu’nun Hıristiyanlaştırılması (‘Dinler Arası Diyalog’) Projesi (Vatikan)
  5. ‘NATO’nun Evrenselleşmesi ve İslâm Coğrafyasına Yerleşmesi Projesi’
  6. “Serbest Piyasa”-“Özelleştirme projesi” (ABD-Siyonizm-Küresel Sermaye-AB)
  7. Sıcak Denizlere İnme- Eski Müttefikleri Kazanma Projesi (Rusya)
  8. Düşmanla/Rakiple Güvenlik Alanının Dışında Hesaplaşma Projesi (ABD/Çin/Rusya): Vekâlet savaşları
  9. Etnik-Mezhepsel Fay Hatları Oluşturma Projesi-Kaos Projesi (ABD/AB/Rusya/Çin(Siyonizm)
  10. İslâm'ın İslâm'la Savaştırılması Projesi (ABD, İngiltere, Siyonizm)
  11. Çok Kutuplu Ortadoğu Projesi; Ayrı, Dengeli Güç Odakları Oluşturma ve Bölge Güçlerinin Birbirini Dengelemesi Projesi (ABD).
  12. Yeni Osmanlı Projesi-Bölgesel Güç Olma Projesi (Türkiye)
  13. Şia Savunma Hattı Projesi (İran-Irak-Suriye-Lübnan)
  14. Şia Eksenini Parçalama, Yayılmasını Engelleme ve Sünni Bir Eksen Meydana Getirme Projesi (Suud Liderliğinde Bazı Sünni Arap Yönetimleri + İsrail)

   25 Eylül 2017’de Kuzey Irak’ta yapılan “Bağımsız Kürdistan Devleti” referandumunu bu projeler açısından özel olarak ele alıp değerlendirmek gerekmektedir.

“Bağımsız Kürdistan Devleti” Referandumu Bir Tesadüf müdür?

   II. Dünya Savaşı’nda ABD başkanı F.D. Roosevelt’in, “Politikada hiçbir şey tesadüf değildir. Bir şey vuku buluyorsa, o hadisenin bu şekilde zuhur edeceğinin önceden planlandığından emin olabilirsiniz.”[1] demiş olmasını göz önüne aldığımızda; 25 Eylül 2017’de Kuzey Irak’ta “Bağımsız Kürdistan Devleti” referandumunun yapılmış olması bir tesadüf değildir. Son zamanlarda dünyada olan, aşağıdaki olaylarla ilişkisi vardır ve “Küresel Savaş Projesi”nin bir parçasıdır:


  1. ABD-Suud işbirliği, Suud’un ABD ile 10 yıllık 350 milyar $  civarında anlaşma yapmış olması.
  2. Suud önderliğinde bazı Arap ülkelerinin Katar’a ambargo uygulaması.
  3. Katar’a uygulanan ambargoya Türkiye, İran, Pakistan, Cezayir ve Fas’ın karşı çıkması ve ekonomik yardım yapması. Türkiye ve Pakistan’ın Katar’a asker gönderme kararı alması.
  4. ABD’nin, Katar’la 10 adet F-16 savaş uçağı satma anlaşması imzalaması ve askeri tatbikat yapması, ambargonun yumuşatılmasını talep etmesi.
  5. Katar Krizi ile birlikte, Şii-Sünni Fay hattına, Sünni-Sünni Fay hattının eklenmesi ile Sünni dünyanın fiilen ikiye bölünmesi,
  6. Suud yönetiminde iç kavgaların şiddetlenmesi ve yönetimin “Ilımlı İslâm”a(!) geçme kararını alması, “radikal hareketlere” savaş ilan etmesi,
  7. Sünni dünyanın ikiye bölünmesi ile İran’ın yayılmacı politika uygulamaya dolaylı olarak teşvik edilmesi; uzun vadede Türkiye ile İran’ın karşı karşıya getirilip savaştırılması,
  8. ABD Başkanının Pakistan’a askeri operasyon yapılabilir açıklaması,
  9. ABD’nin 4000 kişilik bir askeri birliği Afganistan’a gönderme kararı, buna Rusya ve Çin’in karşı çıkması,
  10. ABD ile Kuzey Kore arasında gerilimin sürekli artması, ABD’nin Asya pasifik bölgesine sürekli askeri yığınak yapması,
  11. İran ve Türkiye Genel Kurmay başkanlarının karşılıklı ziyaret yapması,
  12. Türkiye ve İran’ın Cumhurbaşkanları düzeyinde görüşme yapması ve çok ciddi kararlar alması,
  13. Türkiye-İran-Rusya arasında askeri ziyaret trafiğinin yoğunlaşması,
  14. Türkiye’nin, ABD karşıtı Vietnam ve Venezüella ile yakınlaşması,
  15. Türkiye, AB, özellikle Almanya ilişkilerinin bozulması, gerilimin sürekli yükselmesi,
  16. Barzani’nin 25 Eylül 2017’de bağımsız Kürdistan devleti için referandum kararı alması; ardından Haşdi Şabi ve Irak ordusunun “İhtilaflı bölgeleri” Barzani kuvvetlerinden geri almak üzere operasyon yapması ve birçok bölgeyi geri alması,
  17. İspanyada Katalonya bölgesinin bağımsızlık referandumuna gitmesi,
  18. ABD’nin Irak ve Suriye düzleminde PYD/YPG’yı stratejik ortak kabul edip operasyonları, Türkiye’nin itirazlarına rağmen, birlikte yapmaları ve ABD’nin PYD/YPG’ye 60.000 kişilik düzenli bir ordu kurması, ağır silahlarla donatması ve eğitmesi,
  19. ABD’nin Suriye’de PYD/YPG’nin hâkim olduğu bölgelere özel birlikler göndermesi ve askeri üsler açması,
  20. İsrail’in Kuzey Irak’ta askeri üs kurması,
  21.  ABD’nin Rakka’yı yerle bir ederek PKK/PYD/YPG’ye teslim etmesi,
  22. ABD’nin DAEŞ ile savaşma yerine Suriye askeri güçlerinin ABD’nin çizdiği sınırların dışına çıkmasını engellemek için Suriye askeri birliklerine operasyon yapması,
  23. ÖSO’dan ayrılan bazı birliklerin PYD/YPG ve Suriye Ordusuna katılması,
  24. Türkiye’nin Suriye’de hareket alanının bizzat ABD tarafından kısıtlanması,
  25. Türkiye’nin İdlib’e asker gönderip operasyon yapması, Afrin’i güneyden kuşatması,
  26. Türkiye’de FETÖ operasyonlarında yapılan “tutuklama, ihraç ve açığa almalarda” FETÖ’cü olmayan kesimlerin mağdur edilmesi,
  27. Enis Berberoğlu’na MİT Tırları davasından dolayı 25 yıl mahkûmiyet verilmesi ve bunun üzerine CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun Ankara’dan İstanbul’a kadar yürümesi ve bununla ilgili gerilim yükseltici tartışmaların yapılması,
  28. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ABD ziyaretinde Türk heyetine saldıran bir gruba, Cumhurbaşkanı korumalarının müdahale etmesinden dolayı ABD yargısının Türk korumalara mahkûmiyet vermesi,
  29.  New York Güney Bölgesi mahkemesinin, Halk Bankası ile ilgili dava açması, Rıza Zarrab’ı, Genel Müdür yardımcısı Mehmet Hakan Atilla’yı tutuklaması, Halk Bankası eski genel müdürü Süleyman Aslan ile eski ekonomi bakanı Zafer Çağlayan hakkında da tutuklama kararı vermesi,
  30. Gerek ABD ve gerekse AB ülkelerinde FETÖ mensuplarının koruma altına alınması,
  31. Fransa, Almanya, İngiltere ve İspanya’da IŞİD adına(!) yapılan terör eylemleri ve bunun üzerine İslâm coğrafyasına karşı Batıda oluşturulmaya çalışılan psikoloji,
  32. ABD’nin değişik eyaletlerinde son zamanlarda meydana gelen ırkçı görüntüsü verilmiş kitlesel sokak eylemleri ve terör eylemlerinin yapılması,
  33. Venezuela’da sokak eylemlerinin yaygınlaşması,
  34. Arakan olayı,
  35. Hamas, el-Fetih ilişkisi ve Mısır’ın arabuluculuğu,
  36. Türkiye ile ABD arasında “vize krizinin” çıkması,
  37. Papaz Brunson’un casusluktan dolayı Türkiye’de tutuklanması.

İman Edenlerin Dil ve Üslubunu “İlahi Mizan” Belirler

Hayatın ve kâinatın huzur içerisinde idame etmesi, fesadın ortaya çıkıp yaygınlaşmaması,   “mizan”, “adl” ve “kıst” kavramlarının esas alınması ile mümkündür. Allah insanlara gönderdiği kitap ve peygamberlerle bunların muhtevasını açıklamış ve insanlığın ancak mizan ve adaletle ayakta durabileceğini bildirmiştir (57/25). Kur’ân-ı Kerim’e göre hayat ve kâinat, mizan ve adalet üzerine kurulmuştur. Onun için mizanın bozulmaması, adaletin korunması, ana bir görev ve sorumluluk olarak insanın omuzlarına yüklenmiştir (55/7-9).

İnsanoğluna halifelik görev ve sorumluluğu, bu çerçevede yüklenmiştir (38/ 26). Mizan ve adaletin bozulması, toplumları ifsat etmekte ve de helaklerine sebep olmaktadır (7/81-85; 10/83, 11/84-85).

Türkiye’de yaklaşık 150 yıldır devam eden kargaşanın, istikrarsızlığın, bunalımın ve kavganın nedeni, mizanın bozulmuş olmasıdır. Dolayısıyla Türkiye’de kullanılan dil ve üslubun bozuk olmasının ana nedeni, bu mizan bozulma tarihine dayanır.

Dil bir iletişim aracıdır. Kullanılan kelimeler, kavramlar, muhataplar arasındaki ilişkiyi ya kuvvetlendirir ya da bozar. Birçok kötülüğün, şerrin kaynağı yanlış, kötü dildir. Hz. Peygamber (s.), “Bir kişiye dilindeki fazlalıktan daha şerli bir şey verilmiş değildir!”[2] diyerek bu tehlikeye dikkat çekmiştir. İnsanı ateşe, ülkeyi, toplumu kargaşaya sürükleyen, etrafa kin ve nefret saçan kötü bir dilden başkası değildir. Hz. Peygamber (s.)’in, “İnsanları burunları üzerine ateşe sürükleyen, dillerin mahsulünden başka ne olabilir?” tarzındaki değerlendirmesi[3], dil ve üslup konusundaki ölçülerin ne kadar hayati öneme haiz olduğunun bir göstergesidir. O nedenle dil güvenliği müslümanın temel özelliklerinden biridir: “Hz. Peygamber (s.): "Müslüman, diğer müslümanların elinden ve dilinden zarar görmediği kimsedir.  Mümin de, halkın, can ve mallarını kendisine karşı emniyette bildikleri kimsedir."[4]

 İnsanın bütün uzuvlarını etkileyen, onların üzerinde baskı kuran önemli  azalardan biri insanın dilidir.[5] Ve en çok birbirini etkileyen iki organ ise kalp ve dildir.[6] Kalp ve dilin bu ilişkisinden dolayı bir müminle mümin olmayanın kalpleri ve dilleri birbirlerinden farklı olmak zorundadır: “Hz. Peygamber (s.): Mümin bir kimsenin dili kalbinin arkasındadır. Konuşmak istediği zaman kalbiyle o şeyi düşünür, sonra diliyle onu geçiştirir; münafığın dili kalbinin önündedir. Bir şeyi kastettiğinde diliyle söyler, kalbiyle düşünmez.”[7]

Dil aynı zamanda müminin dışa yansıyan ve dışta etkili olan, olması gereken yönüdür. Mümin, İslâm’ı şahsında temsil eden ya da temsil etmek zorunda olan insandır. Bundan dolayı Hasan Basrî, 'Dilini korumayan bir kimse dinini hakkıyla bilmiş değildir.' demiştir.

Değerler Sistemi Arasındaki Mücadele ve Dil

Değer sistemleri arasındaki mücadele, sınırsız ve topyekûndur ve farklı mücadele şekillerini ihtiva eder. Değerler arası mücadelede, ben ‘müslümanım’ diyenlerin izleyecekleri yol, uygulayacakları yöntem, bizzat Allah tarafından resûlleri aracılığıyla insanlara bildirilmiştir: “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel bir biçimde mücadele et.” (16/125)

Müslüman açısından mücadelenin gayesi, insan fıtratının bir ifadesi olan İslâmi değerleri insanlara kabul ettirmek, zihinleri ve kalpleri fethetmektir, işgal etmek değildir. Fetihte rahmet ve bereket vardır, işgalde zulüm ve yok etme vardır. Fetihte dengede oluş, kararlı oluş vardır; işgal ve zorbalıkta kaos ve kararsızlık vardır. Biri yeşertir, diğeri ise kurutur. Biri meyvesini verir, öteki meyveleri kurutur. Bunun için Kur’ân-ı Kerim, kullanılacak dili, güzel bir ağaçla ve güzel bir bitki ile ilişkilendirmektedir (14/24-27; 7/58).

Mücadelede “güzel dil” kullanımı, 14/24-27 ayetlerinde “bir ağaçla” temsil edilirken; 7/58’de “bir şehrin bitkisine” benzetilmektedir. Bu benzetmelerle güzel bir dil kullanmanın, hem bireysel boyutuna (14/24-27) hem de toplumsal boyutuna (7/58) dikkat çekilmektedir.

 Müminin Dili Şahısları Değil, Zihniyeti ve Yapılanları Hedef Alır

“Kötülükleri iyiliklerle uzaklaştırmak”, bugünün en önemli sorumluluklarından biridir (11/114-115; 23/96). Kötülüğü en güzel, en estetik bir tarzda uzaklaştırmak, müminlerin taşıması gereken temel bir vasıftır (28/54-55). Kötülük yapanlara iyilik yaparak, onların kalplerini yumuşatmak ve hatta dostluğunu kazanmak mümkündür (41/34; 60/7).

İnsanın yapısında hem iyi özellikler hem de kötü özellikler iç içedir. Şeytan ve yolundan gidenler insanın kötülük cephesine hitap ederek hep kötü meziyetlerini öne çıkarmaya çalışırlar. İman edenler ise her şeyi ters yüz edilmiş ve kafası karmakarışık olan insanları uyarabilmek için insanın iyilik cephesine, açık/berrak, etkileyici, nazik bir dil ve bir üslup ile hitap ederler. Onun için Kur’ân, “Onlara öğüt ver ve onlara nefislerine ilişkin açık ve etkileyici söz söyle.” (4/63) demektedir.

Bu ilke, sadece mazlumlar için değil, aynı zamanda zalimler için de geçerlidir.  Allah, Hz. Musa ile kardeşi Harun’u, Firavun’u uyarmak için gönderirken, “yumuşak” davranmalarını öğütlemesine bu ilke açısından bakılmalıdır (20/43-47).

Bugün, Kuzey Irak Referandumu’ndan dolayı Türkiye’nin kullandığı dil, bu ilkeye uymamaktadır. Türkiye’nin dili,  Hz. Peygamber’in, "Sevindirin, nefret ettirmeyin, kolaylaştırın, zorlaştırmayın." , "Uyumlu olun, ihtilâf etmeyin, teskin edin, nefret ettirmeyin.”[8] ilkesine uygun olmalıdır. Türkiye’nin dili, sözün en güzelini kullanmayı hedeflemelidir (17/53).

İslâmi mücadele, yanlışlıklara ve kötülüklere karşıdır. O nedenle iman edenler, şahısların yaptığı kötülüklerden dolayı onlara değil yaptıklarına karşıdırlar; buğzederler. İnsanları kaybetmeye değil kazanmaya taliptirler. Sahabe döneminde müslümanlar arasında geçen bir olay, en güzel tarz bir dil ve mücadeleden ne anlamamız gerektiği konusunda çok güzel bir örnektir[9]Ebudderda günah işlemiş bir adama rastladı. Oradakiler bu günah işlemiş adama sövüp sayıyorlardı. Ebudderda: ‘Hey, onu bir kuyuya düşmüş görseniz çıkarmayacak mısınız?’ diye seslendi. Onlar: ‘Çıkarırdık elbet’ dediler.  Ebudderda: ‘Öyleyse kardeşinize sövmeyin de size sıhhat ve afiyet veren Allah’a hamd edin’ dedi. Ebudderda’ya: ‘Ona sen kızmıyor musun?’ dediler.  Ebudderda: ‘Ben onun yaptığı işe kızıyorum. Yaptığını terk ettiği zaman, o yine benim kardeşimdir.’ demiştir.”

 Farklı Renk, Dil ve Soyların Varlık Sebebi

Kur’ân-ı Kerim’e göre, renk ve dil farklılaşması,“Allah’ın ayetlerindendir” (30/22). Öyleyse farklı dile sahip olan kavimlerin, dillerini her alanda kullanabilmeleri, onların en doğal haklarıdır. Bu, pazarlık konusu edilemez, edilmemelidir de. Bu hak, birileri tarafından gasp edilmiş ise bunun geriye iadesi bir lütuf değildir. Hakların iade edilmesi için de bir “aracı örgüte” ve “3. göze” ihtiyaç yoktur.

Aynı anne-babanın (Adem ile Havva) çocuklarının farklı renk ve dile sahip olması, Allah’ın koyduğu kanunun bir sonucu ise; Hz. Âdem’in çocuklarının çoğalmaları ile farklı soy, oymak, kabile ve şa’blara (kavimulus, ehl-i millet ve ümmet) ayrılması da sünnetullahın bir sonucudur (49/13).

“Şaab”, “kabilelerin ittifakı” ile meydana gelen daha büyük bir topluluktur[10]. Farklı kavimlerin ittifakı, yeni bir şaabdır (kavimlerin ittifakı). Bu durumda farklı renk, dil, soy, değer sistemi, kültür, müzik, örf, adet, gelenek, görenekler vardır. Ana sorun, bunlar arasında bir dengenin nasıl kurulacağıdır?

Kavimlerin oluşturduğu üst şaabda ittifak yapan kavimler, birbirine göre farklı nicelikte olabilir. Sayısal olarak baskın olan kavim, zamanla diğerlerini yok etmek, asimile etmek isteyebilir. Ya da kültür ve medeniyet olarak daha gelişkin olan bir kavim, diğerlerinin kültürlerini, dillerini yok etmeye kalkabilir veya diğerlerini sömürebilir. Bu ve buna benzer tehlikeler, kavimler ittifakında karşılaşılabilecek muhtemel tehlikelerdir. 

Burada sorulacak ana soru, bir kavim bir başka kavmin kimliğini yok etme hakkına sahip midir? Bu adil bir tavır mıdır? Buna hakkı var mıdır? Var olduğunu iddia ediyorsa bu hakkı nereden almaktadır?

Allah’ın insanları farklı boy, kabile, kavimlere ayırmasında ki esrar nedir? Kur’ân’da bunun nedeni, “tanışma ve kaynaşma” (49/13) olarak ifade edilmektedir. Sünnetullaha göre farklı akraba, soy, kabile, kavim, ulus/millet ve ümmetler şeklinde bir yapılanış, insanlık evrensel kümesi içerisinde birer denge unsuru olarak görev ifa etmektedir/etmelidir. Farklı her örgütsel yapı, kendi müntesipleri arasında özel bir sevgi, saygı, şefkat, aidiyet, sadakat ve dayanışma duygusu meydana getirmektedir. Bu şekilde meydana gelen güçler dengesi, insanların birbirlerinin hak ve hukukuna riayet etmesine yardımcı olmaktadır. Bunlar, insan fıtratına yerleştirilmiş özelliklerdir.

Bir insanın akrabasını ve kavmini sevmesi, en doğal hakkı olup fıtri bir özelliktir (4/1; 47/22-23; 2/204-205). Bu, yadırganacak ya da kınanacak bir durum değildir. Kur’ân’da peygamberlerin soylarına sık sık atıfta bulunulmakta, peygamberlerin nesillerine-zürriyetlerine dua etmeleri istenmekte ve nesillerine peygamberlik verilerek kendilerine lütufta bulunulduğu belirtilmektedir (3/33-34; 29/27). Hz. İbrahim’in ve Hz. Meryem’in anasının yaptığı dualarda bunu görebilmekteyiz (2/127-128; 3/36). Kur’ân bize tevbe edip salih amelde bulunanların soylarına dua etmeleri gerektiğini haber vermektedir (25/74). Hz. Peygamber’in kendisini Taif’te taşlayan kavmine karşı; “Allah’ım sen kavmime hidayet eyle, onlar hakkı bilmiyorlar.”(10)  şeklinde dua etmesini, Hz. Peygamber’in, amcası Ebu Talib’in hidayete kavuşması için gösterdiği gayreti ve Hz. İbrahim’in dua için babasına söz vermiş olmasını (60/4) bu bağlamda değerlendirmek gerekmektedir.

Hz. Peygamber’den tebliğe önce akrabasından başlaması istenmiştir (26/214-216). Bu akrabalık bağının oluşturduğu sevgi, şefkat ve merhamet bağının tebliğe karşı reaksiyonları kısmen azaltabileceği ihtimalinden dolayı olsa gerekir. Ayrıca tebliğle birlikte yeni değerlerin akrabalar tarafından benimsenmiş olması halinde, kan bağının yanında değer bağının var olması ile daha güçlü bir aidiyet ve dayanışma ortaya çıkmaktadır. Hz. Peygamber, yaptığı tebliğin karşılığında “akrabalık sevgisinden” başka bir şey istemediğini söylemesi çok dikkat çekicidir (42/23).

Diğer taraftan yardım önceliğinin müslüman akrabaya yapılması, akrabalık ve soy ilişkilerine İslâm’ın verdiği önemi göstermektedir (8/75; 33/6). Cuma hutbesinde okunan ve akrabalara yardım yapılmasını içeren ayeti kerime, akrabalığın müslümanlar açısından ne kadar önemli olduğunun bir göstergesidir (16/90). İnfakın kimlere yapılacağına ilişkin ayetlerde yer alan sıralanış, akrabaya verilen önemi göstermektedir (2/215). Benzer bir sıralanış, insanlara güzel davranma konusunda da vardır (4/36).

 Kavmiyetçilik, Irkçılık Nedir?

Akrabayı, soyu, kavmi sevmek, onlara yardım etmek ve dua etmek, meşru olduğuna göre kavmiyetçilik, ırkçılık nedir?

Eşler arasına konulan sevgi ve merhamet, nasıl Allah’ın ayeti ise akraba, kabile ve kavmin bireyleri arasındaki sevgi ve merhamet de, Allah’ın bir ayetidir. Sorun sevgi, merhamet ve şefkatin olmasında değildir. Sorun, kavme ya da soya olan sevginin, bir tutku ve şehvet boyutuna ulaşması ile bir başka kavmin, soyun, hakkının, hukukunun çiğnenmesi, adaletin ortadan kalkması ve zulmün icra ediliyor olmasıdır. 

Asabiye konusu Hz. Peygamber’e sorulmuştur. Hz. Peygamber’in verdiği cevap, “asabiye” ile sevgi ve zulüm arasındaki ilişkiyi ortaya koyarak asabiyeden ne anlaşılması gerektiğine açıklık getirmiştir:

“Vâsile İbnu'l-Eskâ: "Ey Allah'ın Resûlü, kişinin kavmini sevmesi, (merdud olan) asabiye midir?" "Hayır, asabiye, kişinin zulümde kavmine yardımcı olmasıdır."[11]

Hz. İbrahim, soyundan da peygamber gelmesi için dua ettiğinde, Allah’ın verdiği cevapta, «Zalimler benim ahdime erişemez» (2/124) denilmiş olması, kavmiyetçiliğin gizli şifresinin, bir başka kavme zulüm yapmak olduğunu ortaya koymaktadır.

Kavmiyetçilik ile zulüm arasındaki bu ilişkiyi, Kur’ân’da, Hz. Musa’nın kavga eden iki kişi arasında haklı ile haksızı ayırt etmeden, herhangi bir sorgulama yapmadan, kendi kavminden olana yardım etmiş olmasında da görmekteyiz (28/15-19). Bu ayetlerde geçen Hz. Musa’nın “Bu şeytanın işindendir”, “ben kendi nefsime zulmettim”,  “suçlu- günahkârlara destekçi olmayacağım” demiş olmasının sebebi, kavga eden taraflardan haklı haksız sorgulamasını, araştırmasını yapmadan, kendi kavminden olduğu için birine sahip çıkmış olmasının yanlışlığını görüp pişman olmuş olmasından dolayıdır. Keza ikinci gün kavminden olmayan bir başka şahsın, Hz. Musa’ya, “Sen yeryüzünde yalnızca bir zorba olmak istiyorsun, ıslah edicilerden olmak istemiyorsun.” demiş olması da, Hz. Musa’nın sadece kavminden olduğu için birine yardıma kalkmış olmasının, yanlışlığını ortaya koymuş olması bağlamında değerlendirilmelidir.

“Kavmiyetçilik İçin Savaşanlar Allah Yolunda Değillerdir ve Yerleri Cehennemdir”

Milletin/ümmetin dayanışmasını yıkıp, birlik ve beraberliği parçaladığından dolayı kavmiyetçiliğe neden olan her türlü tutum ve tavır, İslâm tarafından yasaklanmış ve “cahili bir davranış” olarak nitelendirilmiştir[12]. Böyle bir dava güdenler, Hz. Peygamber’in "Asabiyyet (kavmiyyetçilik) davasına kalkan, onu yaymaya çalışan, bu dava yolunda mücadeleye girişen bizden değildir."[13] ifadesiyle İslâm kültür ve medeniyetinin inşa ettiği ümmettin/milletin/cemaatin dışına çıkarılmışlardır/çıkarılmalıdırlar. 

Bir mümin için soy, renk ve genetik yapı bir ayırımcılık aracı olmadığına göre, bir kavmin bir başka kavme zulmetmesi, onun yaratılıştan kendisine bahşedilmiş haklarını gasp etmesi ya da onun asimile edilmesi için mücadele etmesi, Allah’ın rızasına uygun olmayıp Allah yolunda bir eylem de değildir[14]. Kavmiyetçilik için ölenler, “cahiliye ölümü ile ölmüşlerdir”: "Resûlüllah (s.a.s.): " Kim de körükörüne çekilmiş (ummiyye) bir bayrak altında savaşır, asabiyet (ırkçılık) için gadablanır veya asabiyete çağırır veya asabiyete yardım eder, bu esnada da öldürülürse bu ölüm cahiliye ölümüdür."[15]

Bunların mekânları, cehennemdir; namaz kılıp oruç tutmuş olmaları, bu sonucu değiştirmemektedir[16].

İslâm, bir taraftan akrabalık, soy bağının korunmasını isterken, diğer taraftan da bunun, İslâm’ın değer sistemine zarar vermemesini de istemektedir. O nedenle Allah, Hz. Nuh’un ve Hz. Lut’un eşlerini küfredenlere; Firavun’un karısını da, iman edenlere örnek olarak göstermektedir (66/10-11).

Bir baba olarak Hz. Nuh, oğlunun tufanda kurtulabilmesi için Allah’a yalvarmıştır. Hz. Nuh’un iman etmemiş oğlunun kurtuluşu için Allah’a dua etmesi Allah tarafından kınanmış olup oğlu konusunda uyarılmıştır (11/46). Hz. Nuh’un öz oğlu, seçtiği yoldan dolayı Hz. Nuh’un “ehli olmaktan” Allah tarafından çıkarılmıştır. Hz. Nuh’un uyarılmasında kullanılan ‘cahillerden olmayasın’ ifadesi ise, asabiye ile cahiliye arasında yukarıda ifade edilen ilişkiyi kuvvetlendiren önemli bir delildir.

Türkiye’nin Dili Savaşı Değil Barışı Hedeflemelidir

25 Eylül 2017’de Kuzey Irak’ta “Bağımsız Kürdistan Devleti” için yapılan referandumun temelleri, Şer ittifakının birinci körfez operasyonunda (1992), Saddam’a 36. Paralelin kuzeyinde getirilen uçuş yasağından sonra “Kuzeyde Kürtler, Ortada Sünniler ve Güneyde Şiiler” şeklinde başlatılan psikolojik harekâtla birlikte atılmıştır.

Bugün meseleyi Kürt etnisitesi üzerinden izaha kalmak, savunmak ya da karşı çıkmak, büyük fotoğrafı görememek demektir. İttihatçıların, Şerif Hüseyin ve oğullarının, 100 yıl önce göremeyip düştükleri tuzağa ve Molla Mustafa Barzani’nin düştüğü tuzağa, bugün müslüman hassasiyeti olan hiç kimse düşmemelidir. Ortadoğu, 100 yıl önceki gibi,  yeniden bölünmek, daha küçük parçalara ayrılarak kolay yutulmak istenmektedir. Bunun için de yeni düşmanlıklar ihdas edilmeye çalışılmaktadır, bütün stratejiler, operasyonlar, kaoslar, çatış(tır)malar, yakıp yıkmalar, katliamlar buna yöneliktir.

Bu nedenle gerek bölgesel ve gerekse iç barışın sağlanabilmesi için, başta Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan olmak üzere tüm devlet ricalinin ve siyaset erbabının dili, yukarıda dikkat çekilen hassas ilkelere/üsluplara uygun olacak tarzda gözden geçirilmelidir; daha titiz, yapıcı, sakinleştirici/soğukkanlı olmalıdır! Yani Türkiye önce düşünmeli sonra konuşmalıdır. Türkiye’nin dili, kin ve nefretle bozulmamalı; sözün en güzelini içermelidir:

“Kullarıma söyle, sözün en güzel olanını konuşsunlar. Çünkü şeytan aralarını açıp bozmaya çalışmaktadır.” (17/53)

Türkiye’nin görevi, paramparça edilmek istenen İslâm coğrafyasına sakinleştirci, toparlayıcı önderlik etmek olmalıdır. Türkiye’nin böyle bir tarihi, jeopolitik, konjonktürel sorumluluğu vardır. Türkiye, İslâm ülkeleri ile arasında olan birtakım sorunları, bu sorumluluk çerçevesinde ele alarak çözmek zorundadır. Geçmişe takılıp kalmak, bugün için yapılabilecek en büyük hatadır.

Bugün Türkiye, kötülükleri iyilikle uzaklaştırabilmeyi öncelemelidir.  Bugün,  Türkiye; kendisini öldürmek isteyen kardeşlerine karşı Hz. Yusuf gibi davranmalı ve O’nun gibi, “Bugün size karşı sorgulama-kınama yoktur.” diyebilmelidir. Bugün, basiret ve feraset sahibi olma zamanıdır. Yaklaşık 1000 yıldır kader birliği yaptığımız, kanlarımızın karışıp bu toprakların tümünü suladığımız, kız alıp kız verdiğimiz, etle kemik olduğumuz bir halkın (Türk ya da Kürt) çocuklarına karşı takınılacak tavır, sevgi, saygı ve kardeşlik olmalıdır. Bunun aksi tüm tavır ve davranışlar, kavmiyetçilik hastalığının dışa yansıması olup bunun bedeli, hem bu dünyada hem de ahirette helak olmaktır.

Bugün, birr ve takva konusunda yardımlaşma, konuşma ve dayanışma içerisinde olma zamanıdır (5/2; 58/9).  Bugün, Ortadoğu’nun içine girdiği süreçte kendisini müslüman olarak kabul eden, Allah’a ve ahiret gününe iman eden herkesin, özellikle, müslüman Türk, Kürt, Arap ve Fars kardeşlerimizin takınacakları ortak tavır, adalet ekseninde bir barış ortamının sağlanması için duruş ortaya koymak, nemelazımcılığı terk etmek olmalıdır (49/9-10).

Ey iman edenler unutmayın! Hz. Peygamber (s.) buyurmuştur ki: “Kim haksızlıkta kavmine yardım ederse, kuyuya düşüp, kurtarılmak için kuyruğundan  çekilen deveye benzer."

Henüz vakit varken, “Ey iman edenler, hepiniz topluca İslâm'a girin ve şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o, size apaçık bir düşmandır.” (2/208)

Henüz vakit varken; “Ey iman edenler, Allah'a, Resûlü’ne, Resûlü’ne indirdiği Kita’a ve bundan önce indirdiği kitaba iman edin. Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse, kuşkusuz uzak bir sapıklıkla sapıtmıştır.” ( 4/136)

Henüz vakit varken; Bölge sorunlarını birlikte, adaletle çözebilmek için bölge ülkelerini ve halklarını temsil eden ortak bir kriz masası kurulmalıdır.

Henüz vakit varken; “Hepiniz Allah'ın ipine sımsıkı yapışın. Dağılıp ayrılmayın. Ve Allah'ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O, kalplerinizin arasını uzlaştırıp-ısındırdı ve siz O'nun nimetiyle kardeşler olarak sabahladınız. Yine siz, tam ateş çukurunun kıyısındayken, oradan sizi kurtardı. Umulur ki hidayete erersiniz diye, Allah, size ayetlerini işte böyle açıklar.” (3/103)


[1] Allen, G., Gizli Dünya Devleti, Milli Gazete, İstanbul, 1996, s. 4-10.

2] Deylemî

[3] İbn Mâce, Hâkim.

[4] Tirmizî, İman 12, (2629); Nesâî, İman 8, (8, 104, 105).

[5] Tirmizî

[6] Harâitî

[7] Harâitî

[8] Ebû Dâvud, Edeb 20, (4835); Müslim, Cihâd 6, (1737); (1998).  

[9] Kandehlevi, Y., Hadislerle Müslümanlık, Kalem Yayınevi, İstanbul, c.3 (1980) s.1029

[10] Yazır, E., Hak dini Kur’ân Dili,  Azim Dağıtım, İstanbul, Cilt 7, s. 212-213.

[11] Ebu Davud, Edeb 121, (5519).

[12] Müslim, Cenâiz 9, hadis no: 934

[13] Ebu Davud, Edeb, 121, 5121. H. Münavi, a.g.e., 5, 386).

[14] Buharî, Cihad 15, Hums 10, İlm 35, Tevhid 28; Müslim, İmâret 149, (1904); Tirmizî, Fedâilu'l-Cihâd 16, (1646); Ebu Dâvud, Cihâd 26, (2517); Nesâî, Cihâd 21; İbnu Mace, Cihâd 13, (2783).

[15] Müslim, İmâret 53, (1848); Nesâî, Tahrim 28, (7, 123); İbnu Mâce, Fiten 7, (3948).

[16] Hakim, Müstedrek, 4, 298.

ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI HİBRİT SAVAŞLAR DÜZLEMİNDE BÖLGESEL EKSENDE BAŞLATILMIŞTIR

(Umran Dergisi)   “Eğer Hakk, onların hevalarına (istek ve tutku) uyacak olsaydı, hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herke...