27 Ekim 2017 Cuma

“Bağımsız Kürdistan Referandumu”-4: Molla Mustafa Barzani’nin ABD Başkanı Jımmy Carter’a Yazdığı Mektup

 (Milli Gazete)

Giriş

Molla Mustafa Barzani’nin, dönemin ABD başkanı Jimmy Carter’a Virginia’da iken, 9 Şubat 1977’de yazdığı mektubun tamamı, aşağıda verilmiştir. Mektubun değerlendirilmesi, bir sonraki yazıda yapılacaktır.

Cevaplanmayan Mektup

“Başkanlık seçimini kazanmanızdan dolayı sizi yeniden kutlarım. Başkanlık seçiminiz sırasında, dünyanın her yerindeki halkların temel insan haklarını açıkça destekleyeceğinizi defalarca belirtmeniz beni çok sevindirdi ve yüreklendirdi.

İşte bu umutladır ki size, Kürt halkının yenilgisine ve bunu izleyen dağılmasına yol açan sorun ve olayların nedenlerini kısaca belirtmek için yazıyorum.

Birinci Dünya Savaşından sonra Osmanlı imparatorluğunun çöküşüyle, Güney Kürdistan, “İki Nehir Arası Ülke” olarak bilinen yerle birleştirilerek Irak oluşturuldu ve İngiltere ’nin yönetimine verildi. Müttefik Devletler, özerk bir Kürdistan’ın kurulmasını vaat etmişlerdi. Çünkü Kürtler, Araplar, Türkler ve Perslerden sonra dördüncü büyük etnik grubu oluşturuyorlardı.

1920’de yapılan Sevr Antlaşması geniş Osmanlı İmparatorluğu’nun diğer halklarıyla eşit temeller üzerinde, Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkını içeriyordu. Ama uluslararası çıkarlar, antlaşmanın gerçekleşmesine olanak vermedi. Böylece Kürt halkının durumu bir çözüme ulaşmadan olduğu gibi kaldı. Ondan sonra Kürtler, kendilerini zorla asimile etmek isteyen işgalcilere karşı kendi ülkelerinde asgari düzeyde eşitlik ve adalete kavuşmak için, sık sık kendilerini savunmaya zorlandılar.

Irak’ta monarşik sisteme son veren ve General Kasım liderliğinde bir askeri yönetim oluşturan 1958 darbesinden sonra Kürt halkının ulusal haklarının tanınacağı vaat edildi.

Yeni rejim Sovyet etkisi altına girer girmez, komünistlerin Irak’ta yarattıkları kargaşa içinde vaatler unutuldu.

Demokrasi ve özgürlük konusunda Kürtlere düşen sorumluluk nedeniyle, Irak komünistlerinin yaptıkları kitle halindeki katliamlara karşı seyirci kalamazdım. Ancak General Kasım ve diğer yüksek rütbeli subaylara durumun ciddiyetini anlatınca, onların öfkelerine maruz kaldım. Yerel komünistlerin desteği ve Sovyetler Birliği’nin cesaret vermesi ile Irak Hükümeti 1961 yılında silahlı kuvvetlerini, silahsız Kürt halkına karşı hücuma geçirdi. Kürt halkının kendisini kurtarmak için başlattığı devrim, o zamandan beri devam ediyor.

Bu süre içinde Irak’ta 9 hükümet ve 5 rejim değişti. Bu zulümlerin her aşamasında, ilişkileri yeniden düzeltmek için, çok mütevazı bir dille ricada bulunduk. Ancak bizim tekrarlanan ricalarımıza yalnızca tekrarlanan hakaretlerle karşılık verildi.

Bizim acılarımız, sayın başkan, sizin dedelerinizin acılarından farklı değildir. Ki, onları değerli Amerikalı Thomas Jefferson, en iyi şekilde dile getirmiş, belgelendirmişti.

Son olarak 1968 yılında, bugünkü BAAS rejimi iktidara gelir gelmez, bize savaş ilan etti. Fakat amacına savaş yoluyla ulaşamayacağını anlayınca 1970’te barış görüşmelerine başvurmak zorunda kaldı ve bu görüşmeler aynı yıl 11 Mart Antlaşması’yla sonuçlandı.

Antlaşma, Irak halkının iki asli milliyetten, Araplar ve Kürtlerden oluştuğunu kabul ediyordu. Antlaşma aynı zamanda Kürt milliyetinin haklarını sayıyordu ki bunlar arasında en önemlisi, dört yıl içerisinde Irak Cumhuriyeti çerçevesi içinde bir özerk Kürdistan oluşturulmasıydı.

Antlaşmayı imzalamaya istekli oluşumuz, yalnızca, onun şartlarının bizi derinden tatmin ettiği için değildi, fakat aynı zamanda Irak’ta barışın sağlanmasını istiyor ve Kürtlerin hükümete katılmasının, BAAS’ın Irak halkına ve komşu ülkelere karşı sert ve uzlaşmaz politikasını değiştirebileceğini umuyorduk.

Fakat çok geçmeden, bu antlaşmanın, BAAS’in zaman kazanmak için başvurduğu bir taktik olduğunu fark ettik. Onların iç barışa ihtiyaçları vardı ve Irak’ın komşularına karşı giriştikleri yeni harekelerde, Kürtlerin desteğini almayı umuyorlardı. İran , Kuveyt, Suudi Arabistan ve Suriye ile yaratılan sürtüşmelerde bizi savaşa sürüklemek istiyorlardı.

Biz bir araç olmayı reddedince, bu kez Kürt bölgesini özellikle zengin petrol sahalarını- ki bu sahalar Irak petrol üretiminin yüzde 65’ini, petrol rezervlerinin yüzde 70’ini kapsamaktadır- Araplaştırma politikasını başlattılar. Aynı zamanda barışı, ülke içindeki politik düşmanlarını tasfiye için kullandılar. Demokratik partiler kapatıldı ve onların yüzlerce üyesi kitle halinde katledildi ya da işkence ile öldürüldü. Arkasından dört yıllık sürenin bitiminde antlaşma tüm hükümleri ile uygulanacağına, bize karşı yeni bir savaşın hazırlığına geçildi. Bağdat’la Moskova’nın bağları, 1972 başlarında imzalanan 20 yıllık Dostluk Antlaşması’yla daha da güçlendirildi. Büyük miktarda, geliştirilmiş Sovyet silahları, askeri uzmanlar ve teknisyenlerle birlikte Irak’a ulaşmaya başladı. Buna paralel olarak Irak’taki Sovyet nüfuzu da arttı. BAAS rejimi hemen Moskova yanlısı Irak Komünist Partisi ile Birleşik Cephe oluşturmak için çağrıda bulundu. Bizim Kürdistan Demokrat Partisinin de katılması istendi. Liberal milli partilerin cephe dışında bırakıldıklarını göz önüne alarak, en iyimser bir yargıyla bile katılmayı reddettik. Bu da BAAS liderlerinin husumetini arttırdı. Siyasal cinayetler düzenlemeye ve Kürt halkını zorla yerinden sürmeye başladılar. Bana karşı iki kez suikast teşebbüsü yapıldı. BAAS rejimi ile bir arada barış içinde yaşamamız imkânsız hale geldi. Böylece biz de Amerikalı ve İranlı dostlarımıza döndük. Onlara durumu ve BAAS’ın politikası böyle devam ederse, yalnız bizim açımızdan değil, bölgedeki diğer uluslar için de, doğacak sonuçların ciddiyetini izah ettik. Aynı zamanda Sovyetler Birliği tarafından desteklenen bir rejime karşı tek başımıza duramayacağımızı belirttik. Onlar düşüncelerimizi tümüyle haklı buldular.

Bize Kürt devriminin, hem Birleşik Devletler’den hem de İran’dan destek göreceği söylendi, o şekilde ki, Kürtler için gerçek bir özerkliği ve Irak için demokratik bir cumhuriyeti gerçekleştirmek için mücadele eden Kürtlerin, Irak rejimi karşısında dayanabilmeleri mümkün olsun.

Bunu ilgili taraflar arasında heyetlerin gidiş gelişi izledi ve bizimle dostlarımız arasında koordinasyon sağlandı.

Asgari Kürt ulusal haklarını tanımayan özerklik yasası, 1974 Mart’ında Irak Hükümeti tarafından kasıtlı bir biçimde ilan edildiği zaman, dostlarımızın bize vaat ettikleri yardıma güvenerek onu reddettik.

Irak ordusunun 8 tümeni, yüzlerce tankı ve yüzden fazla modern savaş uçağıyla karşılaşınca –bunlardan bir kısmı Rus ve Hintli pilotlar tarafından yönetilmekteydi- böylesine iyi donanmış bir orduya karşı etkin biçimde savaşabilmek için, dostlarımızın bize yaptığı yardımın hem miktar, hem de kalite bakımından düşük olduğunu çok geç de olsa fark ettik. Üstelik, yardımlar daima ‘çok az ve çok geç’ti.”

Bütün bu güçlüklere rağmen halkımız kahramanca savaştı. Birçok zafer kazandı ve Irak silahlı kuvvetlerine ve donatımına büyük kayıplar verdirdi; Sovyetlerden anında gelen yardımlar olmasaydı, bu kayıplar Irak tarafından doldurulamaz cinstendi.

1975 kışına halkımız, dondurucu soğuk ve kara rağmen, düşmana bir karşı taarruz başlatınca, Irak rejimi çok umutsuz bir duruma düştü. Moskova’nın öğüdü üzerine, bir kez daha hile ve ikiyüzlülük yöntemine başvurdu.

Cezayir Devlet Başkanı Bumedyen vasıtasıyla İran Şahıyla temas kurulmuştu. Ayrıca, Kürt sorunu sona erdiği takdirde, BAAS’ın komşularına karşı politikasını değiştirmeye ve Moskova ile olan ilişkilerini kısmaya hazırlıklı olduğu, dolaylı yollardan Amerika’ya duyuruldu.

6 Mart 1975’te İran Şahı ile Devrim Komite Konseyi Başkanı Saddam Hüseyin Takriti arasında Cezayir İhanet Antlaşması imzalandı. Antlaşma, yiğitçe savaşmış ve böylece bu görüşmeleri mümkün kılmış olan İran’ın Kürt müttefikleri yararına hiçbir şey içermiyordu.

Sayın başkan, biz, İran ile Irak arasında iyi ilişkiler kurulmasına karşı değiliz. Ama bu, bizim kurban edilişimiz pahasına mı olmalı? Biz Kürtler, ABD’ye ve İran’ın şeref sözüne güvenerek düşmana karşı koyduk ve onunla savaştık. Bize mükâfat olarak söz verilen özerklik nerede?

İran mülteci kamplarında mı? Kürt halkının kitle halinde Güney Irak’a sürülmesinde mi? Batılı ülkelere doğru dağılmada mı? Ailelerin, kadın, çocuk ve yaşlıların bölünmesinde mi? İşkence altında ölümde mi? Kürt mültecilerinin İran makamlarınca ansızın sürülme ve geri gönderilme korkusunda mı?

Bütün halklar için onur, birlik, özgürlük ve demokrasinin temel ilkelerini ilan etmiş olan Amerika Birleşik Devletleri ulusu gibi büyük bir ulus, Kürt yenilgisindeki rolünden sonra, olanlara kayıtsız kalabilir mi?

Biz sizden, öylesine, yaptığımız iyiliğin iki mislini istemiyoruz. Hatta eşitini bile. Biz yalnızca Kürtlere vaat edilen özerkliğin verilmesini istiyoruz.

Sayın başkan, biz dostlarımızın yardım vaadine güvenerek bir savaşa girdik; fakat ansızın, savaş alanında kendimizi yalnız bulduk; Amerikan ve İran yardımından yoksun, arkamızda kapalı bir İran sınırı ve karşımızda durmadan akan son model Sovyet silahlarıyla donanmış modern bir ordu.

Kötüleşen ekonomik koşullar, ihanete uğrama duygusunun yarattığı düşük moral ve bunların yanı sıra, İran’da mülteci olarak 250 bin kadın çocuk ve yaşlının bulunuşu yüzünden, istemeyerek ve acı içinde İran’a çekilmekten ve yurdumuzu BAAS’a terk etmekten başka çaremiz yoktu.

Biz düşmanlarımız tarafından askeri yenilgiye uğratılmış değildik. Dostlarımız tarafından yıkılmıştık.

Sayın başkan, Kürt halkının son perdesi henüz yeni başlıyor. O, ya bir trajedi ile bitecek veya onun sonu, yeni bir başlangıç olacak. Bu size bağlı.

Kürt halkının bir düşü var, belki sizin Thomas Jefferson’unki kadar büyük değil; ama bir özerklik düşü bu. Onlar, onun için savaştılar, onun için öldüler ve daima onun özlemini duydular. Onlar, inançlarını ve yüreklerini ona bağladılar ve inandılar ki Amerika’nın verdiği söz, ister yazılı, ister sözlü olsun, demir bir zırh gibi sağlamdır. Onlar söz verilen mükâfatın verilmesini benden bekliyorlar. Ben de sayın başkan, sizden bekliyorum.

Sayın başkan, halkımın uğradığı felaketin nedeni, onların demokrasiye olan inançları, batı ile olan dostlukları, Amerika’nın prensiplerine olan güvenleri, bu prensiplerin, zayıf ulusların korunması ve onların temel insan haklarına kovuşmaları için destek sağlanmasını öngördüğüne dair kanılarıdır.

Biz hiçbir zaman başka ülkeleri işgal etmeyi veya başka halklara baskı yapmayı düşünmedik. Biz, yalnızca, kendi ülkemizde barış içerisinde ve özgür olarak yaşadığımız halklar gibi adil ve eşit biçimde davranılmasını istiyoruz. Biz Irak’ın yeni sakinleri ya da göçmeni değiliz. Atalarımız binlerce yıldan beri bu ülkede yaşamışlar.

Sayın başkan, eğer Amerika’nın verdiği söze tam olarak inanmasaydım, halkımı bugün içine düştüğü felaketten kurtarabilirdim. Bu, BAAS’ın politikasını tam olarak desteklemek ve onunla güçleri birleştirmek yoluyla yapılabilirdi. Ama bu tutum Amerika’nın ilkelerine ters düşer, Irak’ın komşularına da zarar verirdi. Ancak üst dereceli Amerikan yetkililerinin teminatı üzerine bu alternatife iltifat etmedim, onun yerine, ABD ve İran’la işbirliğini tercih ettim. Böylece biz kendi hedefimizi-özerkliği- ve Irak halkının hedefini-demokrasiyi- gerçekleştirmiş olacaktık ki, bu da tüm bölgenin çıkarına olacaktı.

Sizin de seçim kampanyanızda birçok kereler belirttiğiniz gibi, sizden önceki Amerikan yönetiminin dost ve müttefik uluslara karşı izlediği politika, hem bu uluslara, hem de Amerika’ya zarar verici cinstendi. Bu politika, dostlarının Amerika’ya güvenlerini yitirmelerine, bunun sonucu olarak Amerika’nın etkisinin azalmasına neden oldu; böylece Amerika’nın saygınlığını dünya ölçüsünde tehlikeye sokucu nitelikteydi.

Sayın başkan, Amerikan halkı güvenini size belirtti; çünkü onlar, sizin bu güvensizlik havasını değiştireceğinize ve Amerika’nın geleneksel insani prensiplerini gerçekleştirmek için çalışacağınıza derinden inanmaktadırlar.

Kendisini daima Amerika için güvenilir bir dost saymış olan Kürt halkı, yüklü çalışma programınıza rağmen, onların geleceği üzerinde düşünmeye zaman bulacağınız ve sorunlarının çözümü için çaba göstereceğiniz umudundadır.

Sayın başkan, Kürt sorunu, Ortadoğu’nun diğer önemli sorunlarıyla yakından ilişkilidir ve sizin ihtimamla ilgilenmenize değerdir. Ümit ediyoruz ki, bu sorun, sizin Ortadoğu’ya yönelik ve giderek önem kazanan dış politika müzakerelerinizde özel bir yer tutacaktır.

Yine derinden ümit ediyoruz ki, Irak Hükümetinin temel insan haklarına saygı göstermesi, Kürtlere karşı gayri insani politikasını değiştirmesi, Güneye sürülmüş Kürtleri yeniden kuzeydeki anayurtlarına döndürmesi ve 11 Mart 1970 Antlaşmasına tam olarak uyması hususlarında ikna edilmesi için Amerikan Hükümeti, bölgedeki dost ulusları etkinliklerini kullanmaya zorlayacaktır.

Kürt sorunu sükût etmemiştir ve Kürt devrimi yok edilmemiştir. Bunu Irak Hükümeti iyi bilir. Her türden saldırgana karşı yüzyıllar boyu direnmiş olan Kürt ulusu, öyle kolayca yok edilemez. Acı olayların üstünden daha bir yıl bile geçmeden halkımız ve partimiz yeniden örgütlenmiş ve öncesine oranla daha dar bir alanda da olsa devrim yeniden başlamıştır. Bu durum Iraklı yöneticilere çok uykusuz geceler yaşatacaktır.

Bu arada, ümit ediyoruz ki, İran’daki Kürt mültecilerinin Amerika’ya gelmelerine müsaade edilecek ve onlara makul bir maddi yardım tahsis edilecektir; daha önceleri başka ülkelerden gelen mültecilere tahsis edildiği gibi.

Sayın başkan, dilerim ki, halkımın yaralarına deva bulmak için çaba göstereceksiniz ve onların yurtlarına dönmesi ve temel insan haklarına kavuşmalarını sağlayan kahraman siz olacaksınız. Bir zamanlar onların da sizin için kahramanlık yaptıkları gibi.

Yarım asırdan fazla bir zamandır halkım bütün güvenini, umudunu bana bağladı. Şimdi ben bu umudu size devrediyorum.

İçten dilekler ve derin kişisel saygılarımla.”(1)

Sonuç

Allah’a ve Ahirete iman ettiğini söyleyen ve kendisini Müslüman kabul eden herkesin, bu mektuptan çıkaracağı çok dersler olmalıdır.

Kaynaklar

Tuşalp, E, Zehir Yüklü Bulutlar, Halepçe’den Hakkâri’ye, Bilgi Yayınevi, 2. Baskı, 1990 S: 44-55.

20 Ekim 2017 Cuma

“Bağımsız Kürdistan Referandumu”-3 Kavmiyetçi Ve Mezhepçi Yaklaşımlarla İslam Dünyasının Sorunları Çözülemez

 (Milli Gazete)

Giriş

“Bağımsız Kürdistan Referandumu” ile birlikte başlayan tartışmalarda, dini hassasiyeti olan Müslüman Türklerle Müslüman Kürtlerin kullandıkları dil, kavmiyetçi bir dildir. “Bu Kürtler” veya “bu Türkler” diye başlayan ve işi küfretmeye kadar götüren bir dil, kavmiyetçilik ateşi ile yanıp tutuşan bir Türkçünün ve Kürtçünün dili olabilir; Allah’a ve Ahret gününe iman eden bir müminin dili olamaz, olmamalıdır da.

O nedenle şu temel sorunun sorulması ve cevaplandırılması gerekmektedir:

Allah’a ve Ahirete iman ettiğini söyleyen ve kendisini Müslüman kabul edenlerin, kavmiyetçiliğe ve mezhepçiliğe (mezhep taassubuna) bakışı, tavrı ve tutumu ne olmalıdır?

Bu yazıda, kavmiyetçilik konusu, ana hatları ile ele alınıp incelenecektir.

Farklı Renk, Dil ve Soyların Varlık Sebebi

Kur’an-i Kerim’e göre, renk ve dil farklılaşması, “Allah’ın ayetlerindendir” (30 Rum Süresi 22). Öyleyse farklı dile sahip olan kavimlerin, dillerini her alanda kullanabilmeleri, onların en doğal haklarıdır. Bu pazarlık konusu edilemez, edilmemelidir de. Bu hak, birileri tarafından gasp edilmiş ise bunun geriye iadesi, bir lütuf değildir. Hakların iade edilmesi için de bir “aracı örgüte” ve “3. göze” ihtiyaç yoktur.

Aynı anne babanın çocuklarının farklı renk ve dile sahip olması, Allah’ın koyduğu kanunun bir sonucu ise; Hz. Âdem’in çocuklarının çoğalmaları ile farklı soy, oymak, kabile ve Şa’b’a (kavim, ulus, ehl-i millet ve ümmet) ayrılması da Sünnetullahın bir sonucudur (49 Hucurat 13).

“Şaab”, “kabilelerin ittifakı” ile meydana gelen daha büyük bir topluluktur (1). Farklı kavimlerin ittifakı, yeni bir şaabdır (Kavimlerin İttifakı). Bu durumda farklı renk, dil, soy, değer sistemi, kültür, müzik, örf, adet, gelenek, görenekler vardır. Ana sorun, bunlar arasında bir dengenin nasıl kurulacağıdır?

Kavimlerin oluşturduğu üst şaabda (Kavimler ittifakı) ittifak yapan kavimler, birbirine göre farklı nicelikte olabilir. Sayısal olarak baskın olan kavim, zamanla diğerlerini yok etmek, asimile etmek isteyebilir. Ya da kültür ve medeniyet olarak daha gelişkin olan bir kavim, diğerlerinin kültürlerini, dillerini yok etmeye kalkabilir veya diğerlerini sömürebilir. Bu ve buna benzer tehlikeler, kavimler ittifakında karşılaşılabilecek muhtemel tehlikelerdir.

Burada sorulacak ana soru, bir kavim bir başka kavmin kimliğini yok etme hakkına sahip midir?

Bu adil bir tavır mıdır? Buna hakkı var mıdır?

Var olduğunu iddia ediyorsa bu hakkı nereden almaktadır?

Farklı Boy, Kabile, Kavimlerin Var olmasında ki Sır Nedir?

Allah’ın insanları farklı boy, kabile, kavimlere ayırmasındaki esrar nedir? Kur’an’da bunun nedeni, “tanışma ve kaynaşma” (49/13) olarak ifade edilmektedir. Sünnetullah’a göre farklı akraba, soy, kabile, kavim, ulus/millet ve ümmetler şeklinde bir yapılanış, insanlık evrensel kümesi içerisinde birer denge unsuru olarak görev ifa etmektedir/etmelidir. Farklı her örgütsel yapı, kendi müntesipleri arasında özel bir sevgi, saygı, şefkat, aidiyet, sadakat ve dayanışma duygusu meydana getirmektedir. Bu şekilde meydana gelen güçler dengesi, insanların birbirlerinin hak ve hukukuna riayet etmesine yardımcı olmaktadır.

Bunlar, insan fıtratına yerleştirilmiş özelliklerdir.

Kavmini Sevmek, Kavmine Dua Etmek, Kavmine Yardım Etmek

Bir insanın akrabasını ve kavmini sevmesi, en doğal hakkı olup fıtri bir özelliktir (4 Nisa 1; 47 Muhammed 22-23; 2 Bakara 204-205). Bu, yadırganacak ya da kınanacak bir durum değildir. Kur’an’da peygamberlerin soylarına sık sık atıfta bulunulmakta, peygamberlerin nesillerine –zürriyetlerine- dua etmeleri istenmekte ve nesillerine peygamberlik verilerek kendilerine lütufta bulunulduğu belirtilmektedir (3 Al-ı Imran 33-34; 29 Ankebut 27). Hz. İbrahim’in ve Hz. Meryem’in anasının yaptığı dualarda bunu görebilmekteyiz(2 Bakara 127-128; 3 Al-ı Imran 36). Kur’an bize tevbe edip salih amelde bulunanların soylarına dua etmeleri gerektiğini haber vermektedir (25 Furkan 74). Hz. Peygamberin kendisini Taif’te taşlayan kavmine karşı; “Allah’ım sen kavmime hidayet eyle, onlar hakkı bilmiyorlar.”(2) şeklinde dua etmesini, Hz. Peygamberin amcası Ebu Talib’in hidayete kavuşması için gösterdiği gayreti ve Hz. İbrahim’in dua için babasına söz vermiş olmasını (60 Mümtehine 4), bu bağlamda değerlendirmek gerekmektedir.

Hz. peygamberden tebliğe önce akrabasından başlaması istenmiştir (26 Şuara 214-216). Bu akrabalık bağının oluşturduğu sevgi, şefkat ve merhamet bağının tebliğe karşı reaksiyonları kısmen azaltabileceği ihtimalinden dolayı olsa gerekir. Ayrıca tebliğle birlikte yeni değerlerin akrabalar tarafından benimsenmiş olması halinde, kan bağının yanında değer bağının var olması ile daha güçlü bir aidiyet ve dayanışma ortaya çıkmaktadır. Hz. Peygamber, yaptığı tebliğin karşılığında “akrabalık sevgisinden” başka bir şey istemediğini söylemesi çok dikkat çekicidir:

“De ki: “Ben, buna karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum, ancak akrabalık sevgisi hariç.””(42 Şura 23).

Diğer taraftan yardım önceliğinin Müslüman akrabaya yapılması, akrabalık ve

soy ilişkilerine İslam’ın verdiği önemi göstermektedir (8 Enfal 75, 33 Ahzab 6). Cuma hutbesinde okunan ve akrabalara yardım yapılmasını içeren ayeti kerime, akrabalığın Müslümanlar açısından ne kadar önemli olduğunun bir göstergesidir (16 Nahl 90). İnfakın kimlere yapılacağına ilişkin ayetlerde yer alan sıralanış, akrabaya verilen önemin düzeyini göstermektedir (2 Bakara 215). Benzer bir sıralanış, insanlara güzel davranma konusunda da vardır (4 Nisa 36).

Kavmiyetçilik, Irkçılık Nedir?

Akrabayı, soyu, kavmi sevme, onlara yardım etme ve dua etme meşru olduğuna göre kavmiyetçilik, ırkçılık nedir?

Eşler arasına konulan sevgi ve merhamet, nasıl Allah’ın ayeti ise akraba, kabile ve kavmin bireyleri arasında ki sevgi ve merhamet de, Allah’ın bir ayetidir. Sorun sevgi, merhamet ve şefkatin olmasında değildir. Sorun, kavme ya da soya olan sevginin, bir tutku ve şehvet boyutuna ulaşması ile bir başka kavmin, soyun hakkının, hukukunun çiğnenmesi, adaletin ortadan kalkması ve zulmün icra ediliyor olmasıdır.

Asabiye konusu Hz. Peygambere sorulmuştur. Hz. Peygamberin verdiği cevap, “asabiye”, sevgi ve zulüm arasında ki ilişkiyi ortaya koyarak asabiyeden ne anlaşılması gerektiğine açıklık getirmiştir:

“Vâsileİbnu’l-Eskâ: “Ey Allah›ın Resulü dedim, kişinin kavmini sevmesi, (merdud olan) asabiye midir?”

“Hayır buyurdular, asabiye, kişinin zulümde kavmine yardımcı olmasıdır.”(3)

Hz. İbrahim, soyundan da peygamber gelmesi için dua yaptığında, Allah’ın verdiği cevapta, “Zalimler benim ahdime erişemez” denmiş olması (2 Bakara

124), kavmiyetçiliğin gizli şifresinin, bir başka kavme zulüm yapmak olduğunu ortaya koymaktadır.

Kavmiyetçilik ile zulüm arasındaki bu ilişkiyi, Kur’an’da, Hz. Musa’nın kavga yapan taraflar arasında haklı ile haksızı ayırt etmeden, herhangi bir sorgulama yapmadan, kendi kavminden olana yardım etmiş olmasında da görmekteyiz (28 Kasas 15-19). Bu ayetlerde geçen Hz. Musa’nın “Bu şeytanın işindendir”, “ben kendi nefsime zulmettim”, “suçlu- günahkârlara destekçi olmayacağım” demiş olmasının sebebi, kavga eden taraflardan haklı haksız sorgulamasını, araştırmasını yapmadan, kendi kavminden olduğu için birine sahip çıkmış olmasının yanlışlığını görüp pişman olmuş olmasından dolayıdır. Keza ikinci gün kavminden olmayan bir başka şahsın Hz. Musa’ya “Sen yeryüzünde yalnızca bir zorba olmak istiyorsun, ıslah edicilerden olmak istemiyorsun.”” demiş olması da, Hz. Musa’nın sadece kavminden olduğu için birine yardıma kalkmış olmasının, yanlışlığını ortaya koymuş olması bağlamında değerlendirilmelidir.

Kavmiyetçilik İçin Savaşanlar Allah Yolunda Değiller Ve Yerleri Cehennemdir

Milletin/Ümmetin dayanışmasını yıkıp birlik ve beraberliği parçaladığından dolayı kavmiyetçiliğe neden olan her türlü tutum ve tavır, İslam tarafından yasaklanmış ve “cahili bir davranış” olarak nitelendirilmiştir (4). Böyle bir dava güdenler, Hz. Peygamber’in “Asabiyyet (kavmiyyetçilik) davasına kalkan, onu yaymaya çalışan, bu dava yolunda mücadeleye girişen bizden değildir.” (5) ifadesiyle İslam kültür ve medeniyetinin inşa ettiği ümmettin/milletin/cemaatin dışına çıkarılmışlardır/çıkarılmalıdırlar.

Bir mümin için soy, renk ve genetik yapı, bir ayırımcılık aracı olmadığına göre, bir kavmin bir başka kavme zulmetmesi, onun yaratılıştan kendisine bahşedilmiş haklarını gasp etmesi ya da onun asimile edilmesi için mücadele etmesi, Allah’ın rızasına uygun olmayıp Allah yolunda bir eylem de değildir (6). Kavmiyetçilik için ölenler, “cahiliye ölümü ile ölmüşlerdir”:

“Resûlullah (sas): “ Kim de körü körüne çekilmiş (ummiyye) bir bayrak altında savaşır, asabiyet (ırkçılık) için gadablanır veya asabiyete çağırır veya asabiyete yardım eder, bu esnada da öldürülürse bu ölüm de cahiliye ölümüdür.” (7)

Bunların mekânları, cehennemdir; namaz kılıp oruç tutmuş olmaları, bu sonucu değiştirmemektedir (8).

İslam bir taraftan akrabalık, soy bağının korunmasını isterken, diğer taraftan da bunun, İslam’ın değer sistemine zarar vermemesini de istemektedir. O nedenle Allah, Hz. Nuh’un ve Hz. Lut’un eşlerini küfredenlere; Firavun’un karısını da, iman edenlere örnek olarak göstermektedir(66 Tahrim 10-11).

Bir baba olarak Hz. Nuh, oğlunun tufanda kurtulabilmesi için Allah’a yalvarmıştır. Hz. Nuh’un iman etmemiş oğlunun kurtuluşu için Allah’a dua etmesi, Allah tarafından kınanmış olup oğlu konusunda uyarılmıştır(11 Hud 46). Hz. Nuh’un öz oğlu, seçtiği yoldan dolayı Hz. Nuh’un “ehli olmaktan” Allah tarafından çıkarılmıştır. Hz. Nuh’un uyarılmasında kullanılan ‘cahillerden olmayasın’ ifadesi ise, asabiye ile cahiliye arasında yukarıda ifade edilen ilişkiyi kuvvetlendiren önemli bir delildir.

Sonuç: Ey İman edenler Unutmayın! Ahiret Var, Hesap Var

Bugün, basiret ve feraset sahibi olma zamanıdır. Yaklaşık 1000 yıldır kader birliği yaptığımız, kanlarımızın karışıp bu toprakların tümünü suladığı, kız alıp kız verdiğimiz, etle kemik olduğumuz bir halkın ( Türk ya da Kürt) çocuklarına karşı takınılacak tavır, sevgi, saygı ve kardeşliktir. Bunun aksi tüm tutum, tavır ve davranışlar, kavmiyetçilik hastalığının dışa yansıması olup bedeli, hem bu dünyada hem de ahret hayatında helak olmaktır.

Bugün, Birr ve takva konusunda yardımlaşma, konuşma, bu yolda dayanışma içerisinde olma zamanıdır (5 Maide 2; 58 Mücadele 9 ).

Bugün, Ortadoğu’nun içine girdiği süreçte kendisini Müslüman olarak kabul eden, Allah’a ve Ahret gününe iman eden herkesin, özellikle, Müslüman Türk, Kürt, Arap ve Fars kardeşlerimizin ortak takınacakları tavır, adalet ekseninde bir barış ortamının sağlanması için duruş ortaya koymak, nemelazımcılığı terk etmek olmalıdır (49 Hucurat 9-10).

Ey İman edenler unutmayın!

“ Hz. Peygamber (sas): Kim haksızlıkta kavmine yardım ederse, kuyuya düşüp, kurtarılmak için (beyhude yere) kuyruğundan çekilen deveye benzer.”

Henüz vakit varken;

“Ey iman edenler, hepiniz topluca İslam’a girin ve şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o, size apaçık bir düşmandır.” (2 Bakara 208)

Henüz vakit varken;

“Ey iman edenler, Allah’a, Resulüne, Resulüne indirdiği Kitaba ve bundan önce indirdiği kitaba iman edin. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse, kuşkusuz uzak bir sapıklıkla sapıtmıştır.” (4 Nisa 136)

Henüz vakit varken;

“Hepiniz Allah’ın ipine sımsıkı yapışın. Dağılıp ayrılmayın. Ve Allah’ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O, kalplerinizin arasını uzlaştırıp-ısındırdı ve siz O’nun nimetiyle kardeşler olarak sabahladınız. Yine siz, tam ateş çukurunun kıyısındayken, oradan sizi kurtardı. Umulur ki hidayete erersiniz diye, Allah, size ayetlerini işte böyle açıklar.” (3 Al-ı Imran 103)

Kaynaklar

1- Yazır, E., Hak dini Kuran Dili, Azim dağıtım, İstanbul , Cilt 7, S: 212-213.

2- Buharî, İstitâbe 4, Enbiya 50; Müslim, Cihâd 105, (1792).

3- Ebu Davud, Edeb 121, (5519).

4- Müslim, Cenâiz 9, hadis no: 934

5- Ebu Davud, Edeb, 121, 5121. H. Münavi, a.g.e., 5, 386).

6- Buharî, Cihad 15, Hums 10, İlm 35, Tevhid 28; Müslim, İmâret 149, (1904); Tirmizî, Fedâilu›l-Cihâd 16, (1646); Ebu Dâvud, Cihâd 26, (2517); Nesâî, Cihâd 21; İbnuMace, Cihâd 13, (2783).

7- Müslim, İmâret 53, (1848); Nesâî, Tahrim 28, (7, 123); İbnuMâce, Fiten 7, (3948).

8- Hakim, Müstedrek, 4, 298.

13 Ekim 2017 Cuma

Kuzey Irak Referandumu - 2: Türkiye'nin dil ve üslup sorunu

 (Milli Gazete)

Giriş

Barzani yönetimi ( Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi/IKBY) tarafından, 25 Eylül 2017 tarihinde “İhtilaflı bölgeleri” de kapsayan “Bağımsızlık referandumu” yapılmış ve sonuç, “evet” çıkmıştır. Bu yeni durum, Ortadoğu coğrafyasını uzun yıllar meşgul edecek ve süreç iyi yönetilemezse, belki de kaosa götürebilecek bir olgudur. “Çığ etkisi” yapabilir, “zincir reaksiyonunu” (“Fisyon olay”) başlatabilir.

Bu referandum sonucunun kısa, orta ve uzun vadede, özelde bölgeye, genelde İslâm dünyasına ne getirip ne götüreceğinin, iç dinamikler, bölgesel dinamikler ve küresel dinamikler açısından, derinlemesine, duygusallıktan uzak, objektif bir şekilde, tüm ayrıntıları ile analiz edilmesi gerekmektedir.

Türkiye’nin bugünkü ortamında taban tabana zıt bir tutum, tavır ve söylem gelişmekte ve yaygınlaşmaktadır. Cumhurbaşkanının ve siyasi iktidarın söylediği ve yaptığı her şeyi güzel ve doğru, muhalefetin yaptığı ve söylediği her şeyi kötü ve yanlış; ya da Cumhurbaşkanının ve siyasi iktidarın söylediği ve yaptığı her şeyi kötü ve yanlış, muhalefetin yaptığı veya söylediği her şeyi güzel ve doğru olarak gören ve yorumlayan bir anlayış vardır.

Her şeyi “Klasik “Aristo Mantığı” (Klasik Kümeler Teorisi”: “mutlak doğru” veya “mutlak yanlış”) çerçevesinde ele alarak değerlendirmek, yorumlamak bir alışkanlık haline gelmiştir. Böyle bir dil, üslup ve tavır, bu ülkeye ne katabilir? Dış politikayı, iç politika malzemesi olarak kullanan bir dil ve üslup, ne getirir ve ne götürür?

Farklı görüş, bakış ve yaklaşımları, “vatan hainliği”, “nankörlük”, “ihanet”, “terörist”, “işbirlikçi”, “ PKK ’cı”, “ FETÖ ’cü”, “Nemrut”, “Firavun”, “Diktatör” “Atatürk düşmanı”, “faşist”, “gerici”, “yobaz” ve buna benzer kavramlar kullanarak yorumlamak, değerlendirmek, bu ülkeye fayda değil zarar verecektir.

Bugün için bölge ve dünya şartlarını göz önüne aldığımızda Türkiye’nin önemli sorunlarından biri, sürekli gerilim ve küskün inşa eden, kutuplaştıran dil ve üslup sorunudur.

Diş politikanın iç politika için malzeme olarak kullanılması ve uluslararası ilişkilerde diploması dilinin kaybolması, şu an için çok ciddi bir tehlikedir. Kuzey Irak Referandumu sonrasında başta Cumhurbaşkanı olmak üzere Türkiye’yi yönetenlerin kullandıkları dil, halklar düzeyinde değerlendirildiği taktirde, çok sert, kırıcı ve incitici olmuştur. Bunun Türkiye’ye yansıması, çok daha acı olabilir.

Kuzey Irak Referandumu ile birlikte başlayan tartışmalarda, dini hassasiyeti olan Müslüman Türklerle Müslüman Kürtlerin kullandıkları dil, kavmiyetçi bir dildir. “Bu Kürtler” veya “bu Türkler” diye başlayan ve işi küfretmeye kadar götüren bir dil, kavmiyetçilik ateşi ile yanıp tutuşan bir Türkçünün ve Kürtçünün dili olabilir; Allah’a ve Ahiret gününe iman eden bir müminin dili olamaz, olmamalıdır da.

Kriz dönemlerinde birlik ve beraberliği daha da öne çekecek bir dil kullanılması gerekirken; ayrıştırıcı ve krizi derinleştirici bir dil kullanılmaktadır.

O nedenle şu temel sorunun sorulması ve cevaplandırılması gerekmektedir:

Allah’a ve ahirete iman ettiğini söyleyen ve kendisini Müslüman kabul edenlerin, kullanması gereken bir dil ve üslup ne olmalıdır?

Bu yazıda, bu konu ele alınacaktır.

İman Edenlerin Dil Ve Üslubunu “İlahi Mizan” Belirler

Hayatın ve kâinatın huzur içerisinde idame etmesi, fesadın ortaya çıkıp yaygınlaşmaması, genel olarak, “mizan”, “adl” ve “kıst” kavramlarının, esas alınması ile mümkündür. Allah insanlara gönderdiği kitap ve peygamberlerle bunların muhtevasını açıklamış ve insanlığın ancak mizan ve adaletle ayakta durabileceğini bildirmiştir (57 Hadid 25). Kur’an-ı Kerim’e göre hayat ve kâinat, mizan ve adalet üzerine kurulmuştur. Onun için mizanın bozulmaması, adaletin korunması, ana bir görev ve sorumluluk olarak insanın omuzlarına yüklenmiştir (55 Rahman 7-9).

İnsanoğluna halifelik görev ve sorumluluğu, bu çerçevede yüklenmiştir (38 Sad 26). Mizan ve adaletin bozulması, toplumları ifsad etmekte ve de helaklerine sebep olmaktadır. (7 Araf 81-85, 10 Yunus 83, 11 Hud/84-85).

Türkiye’de yaklaşık 150 yıldır devam eden kargaşanın, istikrarsızlığın, bunalımın ve kavganın nedeni, mizanın bozulmuş olmasıdır. Dolayısıyla Türkiye’de kullanılan dil ve üslubun bozuk olmasının ana nedeni, bu mizan bozukluğudur.

Dil bir iletişim aracıdır. Kullanılan kelimeler, kavramlar, muhataplar arasındaki ilişkiyi ya kuvvetlendirir ya da bozar. Birçok kötülüğün, şerrin kaynağı yanlış, kötü dildir. Hz. Peygamber (sav), “Bir kişiye dilindeki fazlalıktan daha şerli bir şey verilmiş değildir!” (1) diyerek bu tehlikeye dikkat çekmiştir. İnsanı ateşe, ülkeyi, toplumu, kargaşaya sürükleyen, kin ve nefret etrafa saçan kötü bir dilden başkası değildir. Hz. Peygamberin (s.a.s): “İnsanları burunları üzerine ateşe sürükleyen, dillerin mahsulünden başka ne olabilir?” (2) tarzındaki değerlendirmesi, dil ve üslup konusundaki ölçülerin ne kadar hayatı öneme haiz olduğunun bir göstergesidir. O nedenle dil güvenliği, Müslüman’ın temel özelliklerinden biridir:

Hz. Peygamber (sas): “Müslüman, diğer Müslümanların elinden ve dilinden zarar görmediği kimsedir. Mü’min de, halkın, can ve mallarını kendisine karşı emniyette bildikleri kimsedir.” (3)

İnsanın bütün uzuvlarını etkileyen, onların üzerinde baskı kuran önemli azalardan biri insanın dilidir (4). Ve en çok birbirini etkileyen iki organ ise kalp ve dildir (5). Kalp ve dilin bu ilişkisinden dolayı bir müminle mümin olmayanın kalpleri ve dilleri birbirlerinden farklı olmak zorundadır:

“Hz. Peygamber (sas): Mü’min bir kimsenin dili, kalbinin arkasındadır. Konuşmak istediği zaman kalbiyle o şeyi düşünür, sonra diliyle onu geçiştirir; münafığın dili kalbinin önündedir. Bir şeyi kastettiğinde diliyle söyler, kalbiyle düşünmez.” (5)

Dil aynı zamanda müminin dışa yansıyan ve dışta etkili olan, olması gereken yönüdür. Mümin, İslam’ı şahsında temsil eden ya da temsil etmek zorunda olan insandır. Bundan dolayı Hasan Basrî, ‘Dilini korumayan bir kimse dinini hakkıyla bilmiş değildir.’ demiştir.

Değerler Sistemi Arasındaki Mücadele ve Dil

Değer sistemleri arasındaki mücadele, sınırsız ve topyekûndur ve farklı mücadele şekillerini ihtiva eder. Değerler arası mücadelede, ben Müslüman’ım diyenlerin izleyecekleri yol, uygulayacakları yöntem, bizzat Allah tarafından resulleri aracılığıyla insanlara bildirilmiştir:

“Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel bir biçimde mücadele et.” (16 Nahl 125).

Müslüman açısından mücadelenin gayesi, insan fıtratının bir ifadesi olan İslami değerleri insanlara kabul ettirmek, zihinleri ve kalpleri fethetmektir, işgal etmek değildir. Fetihte rahmet ve bereket vardır. İşgalde zulüm ve yok etme vardır. Fetihte dengede oluş, kararlı oluş vardır; işgal ve zorbalıkta kaos ve kararsızlık vardır. Biri yeşertir diğeri ise kurutur. Biri meyvesini verir öteki meyveleri kurutur. Bunun için Kuran-ı Kerim, kullanılacak dili, güzel bir ağaçla ve güzel bir bitki ile ilişkilendirmektedir:

“Görmedin mi ki, Allah nasıl bir örnek vermiştir: Güzel bir söz, güzel bir ağaç gibidir ki, onun kökü sabit, dalı ise göktedir. Rabbinin izniyle her zaman yemişini verir. Allah insanlar için örnekler verir; umulur ki onlar öğüt alır-düşünürler.

Kötü (murdar) söz ise, kötü bir ağaç gibidir: Onun kökü yerin üstünden koparılmış, kararı (yerinde durma, tutunma imkânı) kalmamıştır. Allah, iman edenleri, dünya hayatında ve ahirette sapasağlam sözle sebat içinde kılar.”(14 İbrahim 24-27).

“Güzel şehrin bitkisi, Rabbinin izniyle çıkar; kötü olandan ise kavruktan başkası çıkmaz.”(7 Araf 58).

Mücadelede “güzel bir dil” kullanımı, 14/24-27 ayetlerinde “bir ağaçla” temsil edilirken; 7/58 de “bir şehrin bitkisine” benzetilmektedir. Bu benzetmelerle güzel bir dil kullanmanın, hem bireysel boyutuna (14/24-27), hem de toplumsal boyutuna (7/58) dikkat çekilmektedir.

Müminin Dili, Şahısları Değil, Zihniyeti Ve Yapılanları Hedef Alır

“Kötülükleri iyiliklerle uzaklaştırmak”, bugünün en önemli görevlerinden biridir (11 Hud 114-115; 23 Muminun 96). Kötülüğü en güzel, en estetik bir tarzda uzaklaştırmak, müminlerin taşıması gereken bir vasıftır (28 Kasas 54-55). Kötülük yapanlara iyilik yaparak, onların kalplerini yumuşatmak ve hatta dostluğunu kazanmak mümkündür:

“İyilikle kötülük eşit olmaz. Sen, en güzel olan bir tarzda (kötülüğü) uzaklaştır; o zaman, (görürsün ki) seninle onun arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost(un) oluvermiştir.” (41/34, bak: 60/7).

İnsanın yapısında hem iyi özellikler, hem de kötü özellikler iç içedir. Şeytan ve yolundan gidenler, insanın kötülük cephesine hitap ederek hep kötü meziyetlerini öne çıkarmaya çalışırlar. İman edenler ise her şeyi ters yüz edilmiş ve kafası karmakarışık olan insanları uyarabilmek için insanın iyilik cephesine açık, etkileyici, nazik bir dil ve bir üslup ile hitap ederler. Onun için Kuran, “Onlara öğüt ver ve onlara nefislerine ilişkin açık ve etkileyici söz söyle.” (4 Nisa 63) demektedir

Bu ilke, sadece mazlumlar için değil aynı zamanda zalimler için de geçerlidir. Allah, Hz. Musa ile kardeşi Harun’u, Firavun’a, uyarmak için gönderirken, “yumuşak” davranmalarını onlara öğütlemesine bu ilke açısından bakılmalıdır:

“«İkiniz Firavun’a gidin, çünkü o, azmış bulunmaktadır.» «Ona yumuşak söz söyleyin, umulur ki o öğüt alıp-düşünür ya da içi titrer-kokar.»” (20/43-47)

Bugün, Kuzey Irak Referandumundan dolayı Türkiye’nin kullandığı dil, bu ilkeye uymamaktadır. Türkiye’nin dili, Hz. Peygamberin, “Sevindirin, nefret ettirmeyin, kolaylaştırın, zorlaştırmayın.” “Uyumlu olun, ihtilâf etmeyin, teskin edin, nefret ettirmeyin.” (6) ilkesine uygun olmalıdır. Türkiye’nin dili, sözün en güzelini kullanmayı hedeflemeli (17 İsra 53) ve başkalarının kutsallarına saygı göstermelidir (6 Enam108).

İslami mücadele, yanlışlıklara ve kötülüklere karşıdır. O nedenle İman edenler, şahısların yaptığı kötülüklerden dolayı onlara değil yaptıklarına karşıdırlar; onlara değil yaptıklarına buğzederler. İnsanları kaybetmeye değil kazanmaya taliptirler. Sahabe döneminde Müslümanlar arasında geçen bir olay, en güzel tarz bir dil ve mücadeleden ne anlamamız gerektiği konusunda çok güzel bir örnektir (7):

“Ebudderda günah işlemiş bir adama rastladı. Oradakiler bu günah işlemiş adama sövüp sayıyorlardı.

Ebudderda:- Hey, onu bir kuyuya düşmüş görseniz çıkarmayacak mısınız, diye seslendi.

Onlar: Çıkarırdık elbet, dediler.

Ebudderda: -Öyleyse kardeşinize sövmeyin de size sıhhat ve afiyet veren Allah’a hamdedin” dedi.

Ebudderda’ya - Ona sen kızmıyor musun? dediler.

Ebudderda: -Ben onun yaptığı işe kızıyorum. Yaptığını terk ettiği zaman, o yine benim kardeşimdir.” demiştir.”

Sonuç: Türkiye’nin Dili Savaşı Değil Barışı Hedeflemelidir

Büyük Ortadoğu Projesi (BOP), Büyük İsrail Projesi (BİP), 2. Sevr Projesi, Büyük Ortadoğu’nun Hıristiyanlaştırılması Projesi, NATO’nun Evrenselleşmesi ve İslâm Coğrafyasına Yerleşmesi Projesi, Etnik-Mezhepsel Fay Hatları oluşturma Projesi-Kaos Projesi, İslâm’ın İslâm’la Savaştırılması Projesi, Çok Kutuplu Ortadoğu Projesi(Ayrı, Dengeli Güç Odakları Oluşturma ve Bölge Güçlerinin Birbirini Dengelemesi Projesi) kapsamında ümmet, tamamen etnik ve mezhebi parçalara bölünmek ve çatıştırılmak istenmektedir.

Bu nedenle gerek bölgesel ve gerekse iç barışın sağlanabilmesi için öncelikle başta Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan olmak üzere tüm devlet ricalinin ve siyaset erbabının dili, yukarıda ifade edilen ilkelere uygun olacak tarzda değişmelidir.

Türkiye önce düşünmeli sonra konuşmalıdır.

Türkiye’nin dili, kin ve nefretle bozulmamalı; sözün en güzelini içermelidir:

“Kullarıma, sözün en güzel olanını söylemelerini, söyle. Çünkü şeytan aralarını açıp bozmaya çalışmaktadır.” (17/53)

Türkiye’nin görevi, paramparça edilmek istenen İslam coğrafyasına önderlik etmek olmalıdır. Türkiye’nin böyle bir sorumluluğu vardır. Türkiye, İslam ülkeleri ile arasında olan sorunları, bu sorumluluk çerçevesinde ele alarak çözmek zorundadır. Geçmişe takılıp kalmak, bugün için yapılabilecek en büyük hatadır. Bugün Türkiye, kötülükleri iyilikle uzaklaştırabilmeyi öncelemelidir. Bu gün, Türkiye; kendisini öldürmek isteyen kardeşlerine karşı Hz. Yusuf gibi davranmalı; Yusuf gibi, «Bugün size karşı sorgulama-kınama yoktur.” diyebilmelidir.

Kaynaklar

1- Deylemî

2- İbn Mâce, Hâkim.

3- Tirmizî, İman 12, (2629); Nesâî, İman 8, (8, 104, 105)).

4- Tirmizî

5- Harâitî

6- Ebû Dâvud, Edep 20, (4835); Müslim, Cihâd 6, (1737); (1998).

7- Kandehlevi, Y., Hadislerle Müslümanlık, Kalem Yayınevi, İstanbul, c.3 (1980) s.1029

6 Ekim 2017 Cuma

Kuzey Irak Referandumu - 1: Cevaplandırılması gereken sorular ve savaşan projeler

 (Milli Gazete)

Giriş

Barzani yönetimi (Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi/IKBY) tarafından, 25 Eylül 2017 tarihinde “İhtilaflı bölgeleri” de kapsayan “Bağımsızlık referandumu” yapılmıştır. Bu referandumun sonucunun yürürlüğe konulup konulmamasını ayrı bir sorun olarak şimdilik bir tarafa bırakalım. Ancak böyle bir referandum yapılması, özelde bölgeye, genelde İslâm dünyasına ne getirip ne götürecektir? Bu konunun objektif bir şekilde tüm ayrıntıları ile tartışılması gerekmektedir.

Bu yazı serisinde bu konu ele alınıp değerlendirilecektir.

Cevap Arayan Sorular

Kuzey Irakta, ihtilaflı bölgeler dâhil olmak üzere, Barzani yönetimi tarafından “Bağımsız Kürdistan Referandumu” yapılmış ve sonuç, “evet” çıkmıştır. İster referandum iptal edilsin, ister edilmesin bu, Ortadoğu coğrafyasını uzun yıllar meşgul edecek ve süreç iyi yönetilemezse, belki de kaosa götürebilecek bir olgudur. Çığ etkisi yapabilir. Bu nedenle aşağıdaki soruların, duygusallıktan uzak, objektif olarak cevaplandırılması gerekmektedir:

* Irak Merkezi Hükümeti, İran , Türkiye, Suriye, Rusya, ABD, BM ve Avrupa ülkelerinin 25 Eylül 2017’de Referandum yapılmasına karşı çıkmalarına rağmen, Barzani’nin ısrar edip Referanduma gitmesine sebep nedir? Barzani yönetimi, tüm bu ülkeleri karşısına alacağını bile bile niçin referanduma gitmiştir? ABD ve AB’nin tavrı yarın değiştiğinde Türkiye ne yapmalıdır? Türkiye bu noktada daha ihtiyatlı bir dil kullanmalı değil midir?

* Barzani yönetimine açık destek veren İsrail’in dışında, gizli destek veren ve teşvik eden bir gizli güç var mıdır; varsa bu güç kimdir ve bölge ile ilgili kısa, orta ve uzun vadeli stratejisi nedir?

* ABD ikili mi oynamaktadır? ABD’de çatışan iki güç olarak ABD milliyetçileri (WASP’çılar-Pentagon) ile Neocon-Siyonist İttifakı, bu olayda birlikte midir; yoksa çatışmakta mıdır? Her iki durumda süreç nasıl etkilenir?

* İç, Bölgesel ve Küresel Dinamikler, Referanduma giden süreci nasıl etkilemiştir ve referandum sonrasını nasıl etkileyecektir/etkileyebilecektir?

* “Küresel savaşı Kuzey Irak üzerinden Türkiye aracılığıyla çıkarmayı” öngören “Siyonist Yüksek Meclis”in bu referandumun yapılmasında herhangi bir rolü var mıdır? Amaç “Küresel savaş” için fitili ateşlemek midir?

* Şer ittifakı olarak nitelendirdiğimiz ABD-İngiltere-İsrail-Siyonizm, Bağımsızlık Referandumunda birlikte midirler; yoksa aralarında bir paylaşım savaşımı verilmekte midir?

* Referandumun bölgede bazen çatışan ve bazen uzlaşan projelerle bir ilişkisi var mıdır? Bu Projeler, Referandumla başlayan süreci nasıl etkiler?

* Süreçte İran ve Rusya’ya ne kadar güvenilebilir? Yarı yolda kalma durumunda Türkiye ne yapmalıdır? Ya da güvensizliği ortadan kaldırabilecek kalıcı politikalar neler olmalıdır?

* Suriye denklemindeki Türkiye, İran+Rusya karşıtlığı, Referandum sonrası süreçte ne şekil alabilir? Taraflar, Suriye politikalarını bir kez daha gözden geçirmeli değil midir? Geçmişe takılıp kalmak ve inatlaşmayı sürdürmek, Bölgeye hayır getirebilir mi?

* Suriye yönetiminin, Suriye’nin kuzeyinde “Kürt Özerk Bölgeleri” konusunda “PYD/YPG ile anlaşabilir ve Federal bir Suriye inşa edebiliriz” tarzındaki açıklaması, Türkiye’yi nasıl etkileyebilir?

* Irak merkezi Hükümeti, Barzani ile yeni bir federal yapı konusunda; Suriye Yönetimi de PYD/YPG ile federal yapı konusunda anlaşmaları durumunda Türkiye bundan nasıl etkilenir ve Türkiye bu durumda ne yapmalıdır?

* Irak ve Suriye’nin bu duruma gelmesinde Türkiye’nin katkısı nedir? Bu konuda Türkiye, kendi öz eleştirisini gerçekçi bir şekilde yapması gerekmez mi?

* Türkiye’nin genel olarak tüm dış olaylarda olduğu gibi, Kuzey Irak Referandumunda da ani, fevri, kırıcı ve itici bir dil kullanmasının sebebi hikmeti nedir? Bu dilin değişmesi gerekmez mi? Bu dilin, bu yoğunluk ve şiddette devam etmesi durumunda, Türkiye hem içerde, hem de dışarıda ne kazanır ve ne kaybeder? Bunun analizi mutlaka yapılmalı değil midir?

* Kullanılacak dilin, halkları kucaklayıcı, yönetimleri cezalandırıcı olması gerekmez mi? Halkla yönetimi eş gören bir dil, gelecekte çok ciddi sıkıntıların ortaya çıkmasına sebebiyet vermez mi?

* Yukarıda siyasetin kullandığı dilin aşağıya halka yansıması, daha şiddetli, yıkıcı ve parçalayıcı olmaktadır. Siyasetin ve devlet erkânının bunu göz önüne alması gerekmez mi? Bölgede yığınla problem varken öncelikli olarak iç barışın sağlanması için bu kırıcı, ötekileştirici dilin değişmesi gerekmez mi?

* Kürt Halkının içinde yaşadığı ülkelerde temel sorunları nelerdir? Niçin bu sorunlar çözülmemekte ya da çözülememektedir? Allah’ın kavimlere tanıdığı, verdiği doğal hakları, halkların elinden alma hakkı birilerine verilmiş midir? Asimilasyon, Allah’ın kanunlarına isyan değil midir? Kürt sorununun özünde böyle bir gasp yok mudur?

* İslâm Coğrafyasında Ümmet şuuru niçin öne çıkmamakta; herhangi bir sorun karşısında kavmiyetçilik ve mezhepçilik öne çıkmaktadır?

* Kuzey Irak Referandumu sonrasında bazı Müslüman Türkler ile Bazı Müslüman Kürtler, kavmiyetçilik bataklığına dalarak, çok kötü bir dil kullanmamışlar mıdır? Allah’a ve Ahiret Gününe iman ettiğini söyleyen bu kardeşlerimizin, bu kadar kolay kavmiyetçiliğe sapmasının, kaymasının sebebi hikmeti nedir?

* İslâm coğrafyasında niçin sürekli etnik ve mezhepsel bir çatışma zemini vardır? Aynı dinin, aynı coğrafyanın aynı tarihin ve aynı kültür-medeniyetin çocukları niçin birbirleri ile sağlıklı ve uzun vadeli bir iletişim kuramamaktadır?

* İslâm ülkeleri arasında dayanışma ve güç oluşturma amaçlı kurulmuş yapılar, herhangi bir kriz anında niçin atıl kalmakta, yaraya merhem olamamaktadır? Hata nerede yapılmaktadır?

* İslâm coğrafyası niçin yabancı müdahalelere bu kadar açıktır? İslâm coğrafyasında yöneten yönetilen ilişkisi niçin gerilimlidir? İslâm coğrafyasında diktatörlerin başa gelmesi ve varlıklarını devam ettirmesinin sebebi nedir?

* Genel olarak Batının, özel olarak Şer İttifakının İslâm coğrafyasında bu kadar çok işbirlikçi bulabilmesinin ve STK’lara sızabilmesinin sebebi hikmeti nedir?

* İslâm coğrafyasında terörün kaynakları nelerdir? Gençler niçin silahlı mücadeleye bu kadar kolay yönelebiliyor ya da kanalize edilebiliyorlar?

Bölgede Çatışan Projeler

İslâm Coğrafyasında hâkimiyet kurma amaçlı çatışan projeleri aşağıdaki gibi sınıflandırabiliriz:

* Büyük Ortadoğu Projesi (BOP; ABD-İsrail –İngiltere-Küresel Sermaye)

* Büyük İsrail Projesi (BİP; İsrail-Siyonizm, ABD destekli)

* 2. Sevr Projesi (AB)

* Büyük Ortadoğu’nun Hıristiyanlaştırılması (‘Dinler Arası Diyalog’) Projesi (Vatikan)

* ‘NATO’nun Evrenselleşmesi ve İslâm Coğrafyasına Yerleşmesi Projesi’

* “Serbest Piyasa”-“Özelleştirme projesi” (ABD-Siyonizm-Küresel Sermaye-AB)

* Sıcak Denizlere İnme- Eski Müttefikleri Kazanma Projesi (Rusya)

* Düşmanla/Rakiple Güvenlik Alanının Dışında Hesaplaşma Projesi (ABD/ Çin /Rusya): Vekâlet savaşları

* Etnik-Mezhepsel Fay Hatları oluşturma Projesi-Kaos Projesi (ABD/AB/Rusya/Çin/Siyonizm)

* İslâm’ın İslâm’la Savaştırılması Projesi (ABD, İngiltere, Siyonizm)

* Çok Kutuplu Ortadoğu Projesi; Ayrı, Dengeli Güç Odakları Oluşturma ve Bölge Güçlerinin Birbirini Dengelemesi Projesi (ABD).

* Yeni Osmanlı Projesi-Bölgesel Güç Olma Projesi (Türkiye)

* Şia Savunma Hattı Projesi (İran-Irak-Suriye-Lübnan)

* Şia Eksenini Parçalama, Yayılmasını Engelleme ve Sünni Bir Eksen Meydana Getirme Projesi (Suud Liderliğinde Bazı Sünni Arap Yönetimleri + İsrail)

25 Eylül 2017’de Kuzey Irak’ta yapılan “Bağımsız Kürdistan Devleti” Referandumunu bu projeler açısından özel olarak ele alıp değerlendirmek gerekmektedir.

25 Eylül 2017’de Kuzey Irakta “Bağımsız Kürdistan Devleti” referandumunun yapılması bir tesadüf müdür?

2. Dünya savaşında ABD başkanı F.D. Roosevelt’in “Politikada hiçbir şey tesadüf değildir. Bir şey vuku buluyorsa, o hadisenin bu şekilde zuhur edeceğinin önceden planlandığından emin olabilirsiniz.” (1) demiş olmasını göz önüne aldığımızda; 25 Eylül 2017’de Kuzey Irakta “Bağımsız Kürdistan Devleti” referandumunun yapılması bir tesadüf değildir. Son zamanlarda dünyada olan, aşağıdaki olaylarla ilişkisi vardır ve “Küresel Savaş Projesinin” bir parçasıdır:

1- ABD Suud işbirliği, Suud’un ABD ile 10 yıllık 350 Milyar $ civarında anlaşma yapmış olması,

2- Suud önderliğinde bazı Arap ülkelerinin Katar’a ambargo uygulaması,

3- Katar’a uygulanan ambargoya Türkiye, İran, Pakistan , Cezayir ve Fas’ın karşı çıkması ve ekonomik yardım yapması. Türkiye ve Pakistan’ın Katar’a asker gönderme kararı alması,

4- ABD’nin, Katar’la 10 adet F-16 savaş uçağı satma anlaşması imzalaması ve Askeri tatbikat yapması, ambargonun yumuşatılmasını talep etmesi,

5- Katar Krizi ile birlikte, Şii-Sünni Fay hattına, Sünni-Sünni Fay hattının eklenmesi ile Sünni dünyanın fiilen ikiye bölünmesi,

6- Suud yönetiminde iç kavgaların şiddetlenmesi,

7- Sünni dünyanın ikiye bölünmesi ile İran’ın yayılmacı politika uygulamaya dolaylı olarak teşvik edilmesi; uzun vadede Türkiye ile İran’ın karşı karşıya getirilip savaştırılması,

8- ABD Başkanının Pakistan’a askeri operasyon yapılabilir açıklaması,

9- ABD’nin 4000 kişilik bir askeri birliği Afganistan’a gönderme kararı, buna Rusya ve Çin’in karşı çıkması,

10- ABD ile Kuzey Kore arasında gerilimin sürekli artması, ABD’nin Asya pasifik bölgesine sürekli askeri yığınak yapması,

11- İran ve Türkiye Genelkurmay başkanlarının karşılıklı ziyaret yapması,

12- Türkiye ve İran’ın Cumhurbaşkanları düzeyinde görüşme yapması ve çok ciddi kararlar alması

13- Türkiye-İran-Rusya arasında askeri ziyaret trafiğinin yoğunlaşması,

14- Türkiye’nin, ABD karşıtı Vietnam ve Venezüella ile yakınlaşması,

15- Türkiye, AB, özellikle, Almanya ilişkilerinin bozulması, gerilimin sürekli yükselmesi,

16- Barzani’nin 25 Eylül 2017’de bağımsız Kürdistan devleti için referandum kararı alması; ABD’nin referandumu erteleme isteği, Türkiye ve İran’ın referanduma karşı çıkmasına rağmen referandumu yapması, referanduma İsrail’in açık destek vermesi,

17- İspanyada Katalonya bölgesinin Bağımsızlık Referandumuna gitmesi,

18- ABD’nin Irak ve Suriye düzleminde PYD/YPG’yı stratejik ortak kabul edip operasyonları, Türkiye’nin itirazlarına rağmen, birlikte yapmaları ve ABD’nin PYD/YPG’ye 60000 kişilik düzenli bir ordu kurması, ağır silahlarla donatması ve eğitmesi,

19- ABD’nin Suriye’de PYD/YPG’nin hâkim olduğu bölgelere Özel birlikler göndermesi ve Askeri üsler açması,

20- İsrail’in Kuzey Irakta askeri üs kurması

21- ABD’nin Türkiye’yi Rakka operasyonuna dâhil etmemesi,

22- ABD’nin DAEŞ ile savaşma yerine Suriye askeri güçlerinin ABD’nin çizdiği sınırların dışına çıkmasını engellemek için Suriye askeri birliklerine operasyon yapması,

23- ÖSO’dan ayrılan bazı birliklerin PYD/YPG ve Suriye Ordusuna katılması,

24- Türkiye’nin Suriye’de hareket alanının bizzat ABD tarafından kısıtlanması,

25- Türkiye’de FETÖ operasyonlarında yapılan “tutuklama, ihraç ve açığa almalarda” FETÖ’cü olmayan kesimlerin mağdur edilmesi,

26- Enis Berberoğlu’na MİT TIR’ları davasından dolayı 25 yıl mahkûmiyet verilmesi ve bunun üzerine CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun Ankara’dan İstanbul’a kadar yürümesi ve bununla ilgili gerilim yükseltici tartışmaların yapılması,

27- Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ABD ziyaretinde Türk heyetine saldıran bir gruba, Cumhurbaşkanı korumalarının müdahale etmesinden dolayı ABD yargısının Türk Korumalara mahkûmiyet vermesi.

28- New York Güney Bölgesi mahkemesinin, Halk Bankası ile ilgili dava açması, Rıza Zarrab’ı, Genel Müdür yardımcısı Mehmet Hakan Atilla’yı tutuklaması, Halk Bankası eski genel müdürü Süleyman Aslan ile eski ekonomi bakanı Zafer Çağlayan hakkında da tutuklama kararı vermesi,

29- Gerek ABD ve gerekse AB ülkelerinde FETÖ mensuplarının koruma altına alınması,

30- Fransa, Almanya, İngiltere ve İspanya’da İŞİD adına(!) yapılan terör eylemleri ve bunun üzerine İslâm coğrafyasına karşı Batıda oluşturulmaya çalışılan psikoloji,

31- ABD’nin değişik eyaletlerinde son zamanlarda meydana gelen ırkçı görüntüsü verilmiş kitlesel sokak eylemleri ve terör eylemlerinin yapılması,

32- Venezuela’da sokak eylemlerinin yaygınlaşması,

33- Arakan olayı,

34- Hamas, El Fetih İlişkisi ve Mısır’ın arabuluculuğu,

35-Papaz Brunson’un Casusluktan Dolayı Türkiye’de tutuklanması.

Sonuç: Büyük Fotoğrafa Bakmak

25 Eylül 2017’de Kuzey Irak’ta “Bağımsız Kürdistan Devleti” için yapılan referandumun temelleri, Şer ittifakının birinci körfez operasyonunda (1992), Saddam’a 36. Paralelin kuzeyinde getirilen uçuş yasağından sonra “Kuzeyde Kürtler, Ortada Sünniler ve Güneyde Şiiler” şeklinde başlatılan psikolojik harekâtla birlikte atılmıştır.

O nedenle bugün meseleyi, Kürt etnisitesi üzerinden izaha kalmak, savunmak ya da karşı çıkmak, büyük fotoğrafı görememek demektir. İttihatçıların, Şerif Hüseyin ve oğullarının, 100 yıl önce göremeyip düştükleri tuzağa, bugün Müslüman hassasiyeti olan hiç kimse düşmemelidir. Ortadoğu, 100 yıl önceki gibi, yeniden bölünmek, daha küçük parçalara ayrılarak daha kolay yutulmak istenmektedir.

Şer İttifakının, bölgede “Kaostan Kaynaklanan Düzen” (”Yaratıcı Savaş”/“Düzeltici Savaş”) Teorisini uygulayarak haritaları yeniden çizmek, 100 yıllık bir düşmanlığı İslâm coğrafyasında yeniden canlandırmak istedikleri gerçeğini görerek, sükûnetle davranmalı, maksadı aşacak bir dil kullanmamalı, gereksiz eylemlerde bulunulmamalıdır.

Öncelikle yapılması gereken, bölge sorunlarını birlikte, adaletle çözebilmek için bölge ülkelerini ve halklarını temsil eden ortak bir kriz masası kurulmalıdır.

Kaynaklar

1-Allen, G., Gizli Dünya Devleti, Milli Gazete, İstanbul, S: 4-10, 1996

1 Ekim 2017 Pazar

KÜRESEL SAVAŞ TÜRKİYE ÜZERİNDEN Mİ ÇIKARILMAK İSTENİYOR

(Umran Dergisi Ekim 2017 Yazısıdır)

   “Savaşta asıl hüner, her muharebeyi kazanmak değildir; düşmanı daha  savaşmadan mağlup etmektir.”  Sun Zi

2000-2017 döneminde yayınlanmış belgelerde, ABD’nin, “kaostan kaynaklanan düzen”/(“yaratıcı yıkım”/”düzeltici savaş”) teorisine uygun olarak kendi toprakları dışında olmasını öngördüğü “küresel bir savaşa” hazırlandığı görülmektedir.

Geçen yazıda, şer ittifakının, özellikle Siyonizm, Büyük Ortadoğu coğrafyasında ki 22 ülkenin sınırlarını değiştirmek amacıyla Kaostan kaynaklanan düzen”/“yaratıcı yıkım”/”düzeltici savaş” teorisi kapsamında küresel bir savaş çıkarmak istediği konusu, “Dünya Hâkimiyeti: Tek Dünya Devleti, Tek Dünya Hükümeti, “Tek Dünya Güvenlik Örgütü”, “Tek Dünya Dini” ve “Tek Merkezi Dünya Ekonomisi”“, “Dünya Hâkimiyeti ve “Kaostan Kaynaklanan Düzen”“, “2015 Yılına Doğru Küresel Trendler Adlı ABD Raporu (2000)”, “ABD’nin Ulusal Güvenlik Stratejisi (2002) (Bush Doktrini)”, “ABD Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi 2015” kapsamında ele alınıp incelenmiştir[1].

Bu yazıda, “küresel savaşın” “nerede”, “nasıl” ve “kimler aracılığıyla” çıkarılmak istendiği konusu ele alınıp değerlendirilmektedir.

İsrail’in Bölge Stratejisi

İsrail bölgede “Kaostan Kaynaklanan Düzen” teorisine uygun bir strateji izlemektedir. Bölge ülkelerini birbiri ile savaştırarak bölmeyi ve bir güç olmaktan çıkarmayı hedeflemektedir. Aşağıda, konu ile ilgili iki dökümana yer verilmektedir.

Birincisi: Dünya Siyonist Örgütü tarafından Kudüs’te yayınlanan Kivunim (Yönelişler) dergisinde (sayı no: 14, 5742, Şubat 1982) “80’li Yıllar İçin İsrail’in Stratejik Planları”  adlı uzun bir makale.

Makalede(kısaltılmış şekli), “böl,  parçala, savaştır ve yok et” Siyonist stratejinin ana hatları özetlenmektedir[2]:

 “Bu ülkenin (Mısır) ayrı coğrafî eyaletlere bölünmesi, bizim Batı cephesi üzerinde, 1990’lı yıllar için siyasî hedefimiz olmalıdır. Böylece Mısır bir kere parçalandıktan ve merkezî iktidardan yoksun bırakıldıktan sonra, Libya, Sudan ve diğer uzak ülkeler aynı çözülmenin içine gireceklerdir. Yukarı Mısır’da bir Kıptî devletinin kurulması ve daha az öneme sahip bölgesel kimliklerin oluşturulması, barış anlaşması yüzünden şimdilik geciktirilmiş, fakat uzun vadede kaçınılmaz olan bir gelişmenin anahtarıdır.

Lübnan’ın beş eyalete bölünmesi... Arap dünyasının bütününde meydana geleceklerin müjdesini veriyor.

Suriye ve Irak’ın etnik veya dinî kıstaslar bazında belli bölgelere ayrılması,  uzun vadede, İsrail için öncelikli gaye olmalıdır. Bunun birinci safhası ise, söz konusu devletlerin askerî güçlerinin imha edilmesidir.

Suriye’nin etnik yapıları, kendisini parçalanmaya hazır hale getiriyor. Suriye’nin deniz sahili boyunca bir Şiî devleti, Halep’te ve Şam’da birer Sünnî devleti kurulabilir.

Her hâlükârda Huran’la birlikte Ürdün’ün kuzeyinde -belki de bizim Golan’ımız üzerinde- kendi devletini oluşturmayı ümit eden bir Dürzi kimliği de ortaya çıkabilecektir...

Petrolce zengin ve iç mücadelelerin pençesindeki Irak, İsrail’in nişan çizgisindedir.  Onun dağılması bizim için Suriye’ninkinden daha önemlidir, zira Irak, yakın vadede İsrail için en ciddî tehlikeyi temsil etmektedir.”[3]

“80’li Yıllarda İsrail’in Stratejisi Ne Olmalıdır” belgesi, bugün değerlendirildiğinde, stratejiye uygun olarak Libya, Sudan ve Irak’ın fiilen bölündüğü; Suriye’de ise bölünmek üzere haritanın yeniden çizilmeye çalışıldığı görülebilir. Libya, Suriye ve Irak’ın orduları, İsrail için tehlike olmaktan çıkarılmış ve her üç ülke, iç savaşın neden olduğu bir kaosu yaşamaktadır.

25 Eylül 2017’de Kuzey Irak’ta “Bağımsız Kürdistan Devleti”nin kurulması için yapılan referandum, “80’li Yıllar İçin İsrail’in Stratejik Planı”na uygundur.

İkincisi:  Emekli amiral ve İsrail gizli servisi MOSSAD eski başkanı Ami Ayalon’un, 2012 yılında Carlie Rose'a verdiği röportaj.[4] Ayalon, İsrail’in ana ve gerçek düşmanının, şimdilik İran olduğu ve İran’ın güçlenmesinin mutlaka durdurulması gerektiğini belirtmektedir:

“Nükleer ve askeri bir güce sahip, batıya yaklaşmış bir İran bölgede lider ülke konumuna gelebilir. Nükleer ve askeri açıdan güçlü bir İran karşısında İsrail olarak ayakta kalamayız… İran ile ilgili durumun Gazze meselesinden daha önemli olduğu algısı oluşturulmalıdır.”[5]

Ayalon röportajında “fazla zamanımız yok” diyerek uygulanması gereken politikaları, ana hatları ile şöyle özetlemektedir[6]:

“Eğer biz Amerika'nın ya da bölgede başka ülkelerin desteğini almadan İran'a karşı koyarsak sadece basit bir tepkiyle karşılaşmaz çok daha büyük tehlikelerle karşı karşıya kalırız. Ancak belli ülkeleri Sünni koalisyon gibi bir güç birliği kurmaya yönlendirir ve böyle bir koalisyonun parçası olabilirsek, bu durum ABD'nin de dikkatini çeker ve uluslararası tepkileri de bertaraf ederiz.

Temel problemin bölgede lider bir ülke olabilecek Şii İran'ın olduğunu kabul ettirebilirsek o zaman istediğimizi yaptırabiliriz. Böyle bir koalisyon için en uygun ülkeler, Sünni yapıya sahip Türkiye, Mısır, Ürdün ve Suudi Arabistan'dır… 'Sünnileri İran'ın üzerine salacak politikalar üretmeliyiz.”

  Aralarında diplomatik temas bulunmayan İsrail ve Suudi Arabistan'ın gizli toplantılar yaptığı ve İsrail Dış ilişkiler direktörü Dore Gold ile Suudi Arabistan'ın hükümet danışmanı Enver Eşki'nin, 2014-2016 döneminde 5 kez gizlice görüştüğü medyaya yansımıştır.[7] Bu görüşmelerin uzantısında 2016 yılında, Suudi Arabistan liderliğinde, aralarında Türkiye'nin de bulunduğu ülkeler, 'Teröre Karşı İslâm İttifakı' adıyla yeni ittifak kurmuşlardır. Dikkat çeken nokta, bu koalisyonda İran, Irak ve Suriye’ye yer verilmemiş olmasıdır. Dolayısıyla İsrail’in projesinin bu şekilde hayata geçirildiğini söyleyebiliriz. 3 milyon askerin yer alacağı bu yeni bir koalisyona Türkiye de asker göndereceğini açıklamıştır.[8]

İsrail, İran’a karşı güçlü bir “Sünni İttifak” oluşturup elini kuvvetlendirirken, bir taraftan Filistin’de çok rahat hareket etme imkânına kavuşmuş; diğer taraftan da bölgeyi 100 yıl sürecek bir kaosa sürüklemenin alt zeminini oluşturmuştur. Ancak 2017 yılında Trump’ın Suud görüşmesinden sonra “Katar Krizi” çıkarılmış ve İran’a karşı oluşan Sünni blok parçalanmış, Suud önderliğinde Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri, Mısır gibi bazı ülkelerin yer aldığı bir “Arap İttifakı” meydana getirilmiştir. Bu yeni durumun süreci nasıl etkileyeceği, bölge ülkelerinin özellikle, Türkiye ve İran’ın izleyeceği politikalara bağlı olacaktır.

Türkiye’nin Katar’da Askeri Üs Kurması ve Katar Krizi

Türkiye, yaklaşık 100 yıl sonra İslâm coğrafyasında askeri boyutlu bir açılım içerisine girmiştir. Türkiye, Katar ve Somali’de askeri üs açma kararı almış, Katar yönetimiyle gerekli anlaşmaları yapmıştır. Türkiye ile Katar arasında 2007’de “savunma sanayi işbirliği anlaşması”, 2012 yılında “askeri eğitim anlaşması” ve 2015’te “Türkiye-Katar Askeri İşbirliği anlaşması” imzalanmıştır. Anlaşmaya uygun olarak hava, deniz ve özel birliklerden oluşan 3000 asker, eğitim ve ortak tatbikatlar için Katar’da yer alacak; iki ülke, karşılıklı istihbarat paylaşımında bulunacak ve Türkiye, “Katar’ı dış tehditlere karşı koruyacaktır.”[9] Suudi Arabistan, Türkiye’nin Katar’da üs kurmasını, genişleyen İran etkisini frenleyebilmesi açısından başlangıçta memnuniyetle karşılamıştır.

Medyada yer alan bilgilere göre Türkiye’nin, “Katar’ı dış tehditlere karşı korumasına” karşılık Katar da, “Türkiye- Rusya ilişkilerinin düzelmesi”, “Rus Turizmi nedeniyle Türkiye’nin zarara uğramaması” ve “Rus doğal gazının kesilmemesi” için Türkiye’ye yardımcı olacaktır[10].

Cumhurbaşkanı Erdoğan: “Bir oyun oynanıyor, arkasındakileri henüz tespit edemedik”. Katar krizi ortaya çıkar çıkmaz Cumhurbaşkanı Erdoğan, bölgede oynanan kirli oyunun, karanlık yüzüne dikkat çekecek bir açıklama yapmıştır:

“Terör örgütlerine karşı etkin bir mücadele verdiğini yakinen bildiğimiz Katar'ın bu şekilde izole edilmeye çalışılması hiçbir sorunun çözümüne katkı sağlamayacaktır. …Katar'ın bir terör zanlısı olarak tavsif edilmesini çok ağır bir itham olarak görüyorum. Burada farklı bir oyun oynanıyor. Bu oyunun arkasında kimler var şu anda henüz onu tespit edebilmiş değiliz. Bölgenin daha da karışması, için fırsat kollayanların umutlarını boşa çıkarmalıyız.[11]

Katar dolayısıyla, Pakistan, İran, Türkiye ve Fas bir safta yer almışlardır. Böylelikle 'Teröre Karşı İslâm İttifakı', Katar Krizi ile birlikte “Arap İttifakı”na dönüşmüş; Sünni-Şii fay hattına Sünni Dünya iç fay hattı eklenerek bölgede ABD’nin/Siyonizm’in/İsrail’in eli daha da kuvvetlendirilmiştir. İslâm coğrafyasındaki ülke yönetimlerinin birbirlerine karşı olan güven sorunu böylelikle daha da derinleşmiştir.

Katar krizinin bir manası, Siyonizm/ABD/İsrail, bir taraftan Türkiye’nin, İran karşıtı blokta yer almasını isterken; diğer taraftan da, bölgede kuvvetlenmesini istememektedir. Katar krizi ile bir taraftan Türkiye’nin Suud’un önderliğini yaptığı “Arap İttifakı” ile arası açılmış olacak; diğer taraftan, süreç iyi yönetilemezse, Katar, Türkiye’den koparılmış olacaktır.

Belki de dün Saddam’a oynanan oyunun bir benzeri, bugün Suud üzerinden Türkiye’ye oynanmak istenmektedir. Saddam önce İran’la savaştırılmış, ardından Kuveyt’e saldırması için teşvik edilmiştir. Kuveyt’e girer girmez de ABD, Irak’a savaş ilan etmiş, 1992 körfez operasyonunu başlatmıştır.

Bugün Türkiye, hem İran’la, hem Arap ittifakı ile ve hem de Barzani ile karşı karşıya getirilerek bir bataklığa doğru çekilmek, “eli kirletilmek”(!)/sanki bir savaşa sokulmak isteniyor olabilir!

“Türkiye’nin Ellerini Kirletmesi Gerekiyor”(!)

Stratfor Düşünce Kuruluşu’nun Başkanı, “Pentagon’la içli dışlı”, George Friedman ile 2011’de “Amerika’nın Sesi” radyosu, uzun bir röportaj yapmıştır[12]. Burada Friedman, “Türkiye’nin ABD ile Avrasya ittifakı arasında bir tercih yapma mecburiyetinde” olduğunu ve normal olarak da “Türkiye’nin ABD safında olması gerektiğini” ifade etmektedir. Friedman’a göre Türkiye, ABD ittifakını tercih ettiği takdirde, ABD ile birlikte İran’la savaşmak zorundadır[13]:

“Türkiye’nin karmaşadan uzak durması değil, karmaşanın parçası olması gerekiyor. Türkiye enerji konusunda Rusya’ya bağımlı. Rusya da tarihi olarak Türkiye’nin rakibi. Şu anda böyle görünmeyebilir; ama tarihsel gerçek bu. Rusya, Ermenistan’ı destekliyor. Azerbaycan ve Gürcistan’a baskı yapıyor. Bu nedenle Türkiye’nin diğer enerji kaynaklarına ihtiyacı var; bu kaynaklardan biri Azerbaycan ve Gürcistan’dan geçen boru hattı. …Burada “Türkiye’nin dünyanın en büyük petrol üreten ülkelerinden biri olan Irak’la ilgili politikası nedir?” sorusu öne çıkıyor. Elbette bu sorunun cevabı Kürt özerk bölgesi ve Türkiye’nin bu konudaki politikasıyla, Türk-İran ilişkileri ve Türk-Amerikan ilişkileriyle de kesişiyor. Mesele burada daha da karmaşık bir hal alıyor. Çünkü Irak’ın sunduğu her fırsat, bir karmaşa içeriyor. Bu da Türkiye’ye sorunu çözmesi için bir fırsat sunuyor. Ama Türkiye’nin bu denklemi çözmesi için ellerini kirletmesi gerekiyor.”[14]

Friedman, “Türkiye’nin ellerini” İran’la “kirletmesi”(!), yani İran’la savaşması gerektiği teklifini, 6 yıl önce yaparken; ABD/Siyonizm tarafından çizilmiş bir strateji ya da yol haritasında Türkiye’ye biçilen rolün ne olduğunu da ortaya koymuştur.  25 Eylül 2017’de Kuzey Irak’ta “Bağımsız Kürdistan Devleti”nin kurulması için yapılan referandum, Friedman’ın öngördüğü bu stratejiye uygundur ve “Türkiye’nin elini kirletmesi”(!) istenmektedir.

Şu an Ortadoğu coğrafyasında vuku bulan olaylar, önceden çizilmiş olan bir stratejinin uygulanmasının sonuçlarıdır ve oynanan oyun ve aktörleri de bellidir. Siyonizm’in politikaları açısından meseleye baktığımızda, “Siyon Önderlerinin Yedinci Protokolü”nde öngörüldüğü şekilde bölgenin bir kaosa doğru sürüklenmek istendiğini söylememiz abartı olmayacaktır:

“Bize muhalefet eden devletlere, komşuları tarafından harp açtırabilecek  durumda olmalıyız. Eğer bu komşu devletlerde bize karşı birleşirlerse, bir dünya savaşı çıkarmalıyız.”[15]

“Yüksek Meclisin Kararı”(!): Yaratıcı Yıkım”/”Düzeltici Savaş”(!)

Küresel Stratejiler Konseyi Şirketine” (Global Strategies Council Inc.) ait olduğu söylenen ve 2009 yılında YouTube’da yayınlanan üç videoda, “Yüksek Meclisi”(!) temsilen konuştuğunu söyleyen konuşmacı, “mevcut küresel sistemin iflas ettiğini”, “yeniden doğması” için “bugün ölmesi gerektiğini” ve bunun için de, “küresel bir savaşın Türkiye’den” çıkarılması gerektiğinin izahını yapmaktadır[16]:

“…Sorun, sistemin doğal ömrünü tamamlamış olması ve liberal düzenin moral değerleri unutarak kendi yarattığı döngüler içinde kendi sahip olduğu mekanizmayı içinden çıkılamayacak kadar karmaşık hale getirmesindedir. …Sonunda sistem, yaşam periyodunu tamamlayarak çökmenin eşiğine gelmiştir…

On altıncı ve on sekizinci yüzyıllar arasında hüküm sürdükten sonra yıkılan mekanizma, Birinci Dünya Savaşı’ndan İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar süren korumacılık ve ardından gelen Bretton Woods sistemi buna birer örnektir. İşte bugün yaşadığımız kriz de, yetmişlerde başlayan kontrolsüz küreselleşme döneminin kaçınılmaz sonunu simgeliyor. Bizim sistemimiz de, artık bu nihai noktaya varmıştır ve ölmek üzeredir. İşte tam da bu gerekçeyle, dünyamızın daha uzun ve acı dolu bir çöküş dönemi yaşamaması için, sistemi bizim, kendi inisiyatifimizle çökertmemiz gerekmektedir.

…Sistemin yeniden doğmadan önce tamamen yıkılması gerektiği yeni bir tez değil. Yaklaşık yetmiş sene önce büyük iktisatçı Joseph Schumpeter, yaratıcı yıkım teorisini ortaya attığında tam da bu konudan bahsediyordu.

Bu teoriye göre, kapitalist düzende yeni değerler, kurumlar ve yöntemler, işlevini bitirenleri acımasızca yok ederek onların yerini alır. Schumpeter, bu sürece “yaratıcı yıkım” adını verir. Bu öyle bir yıkımdır ki, kendinden önceki sistemi bütün hataları ile beraber tarihe gömerek yeni bir sistem yaratır. Bizim Schumpeter’den farkımız ise, sistemin evrim yoluyla değil, devrim yoluyla yıkılması gerektiğine inanmamızdır

…Sistemi yeniden ve daha sağlam olarak kurmak için tamamen yıkmaktan başka çaremiz yok. Bu gerçeklerden hareket ettiğimiz zaman ise, sistemi tümden yıkmak için sadece bir yol olduğunu görüyoruz: Küresel Savaş!

Gerek ben, gerek Konsey içindeki pek çok yönetici, çöken sistemin, ancak çok büyük bir savaştan sonra oluşturulacak farklı düzenlemelerle yeniden yapılandırılabileceğini düşünüyoruz. …Bu düzeltici bir savaş olacaktır.

Peki, düzeltici savaş nedir? Bu da yeni bir kavram değil. Düzeltici savaş, aslında büyük siyaset felsefecisi Rosa Luxembourg ve onun düşünce okuluna mensup kişilerin kullandığı bir tanımdır. Anlamı da, dejenere olmuş bir sistemi yıkarak yerine yeni ve sağlam bir sistemi kurmaya yarayan bir savaştır. İşte bugün bize gereken savaş budur. Bu savaşın nerede, ne zaman ve kimler arasında çıkabileceği, Konseyin karar vericileri arasında tüm ayrıntılarıyla, çok uzun süre tartışılıyordu.

…Konseyin karar mercii olan yüksek meclis, tüm sistemi yıkarak yapılandıracak olan savaşın, uygarlık tarihi boyunca savaşlara sahne olan Ortadoğu’dan çıkmasını uygun görmüştür. Çatışmanın patlak vereceği ülke ise Türkiye olacaktır. Hiç kuşkusuz bu, tesadüfi olarak yapılmış bir seçim değildir. Bizim planlarımızda rastlantılara yer yok.

Düzeltici savaşın ilk saldırısını, Kuzey Iraktaki terör örgütü içine yerleştirdiğimiz özel fraksiyon gerçekleştirecek. Konsey, yaklaşık üç yıldır Kuzey Iraktaki terör örgütünün içine yuvalanmış özel bir birliği yönetiyor. Bu birliğin varlık amacı, örgütün başaramadığı eylemleri gerçekleştirmek, onlara eğitim ve istihbarat sağlamak. Tamamen yabancı, paralı askerlerden oluşan bu gizli birlik, terör örgütü ile birlikte, çok yakında Türkiye’ye karşı düzenlenilecek olan büyük bir kışkırtma eyleminde kullanılacak. …Bunun Türkiye’deki kentlere yönelik, 11 Eylül benzeri bir saldırı olacağını söyleyebilirim.

Bu saldırı üzerine, ikinci aşamada, Türkiye’de Kuzey Irak topraklarına karşı geniş çaplı bir harekata girişecek ve çatışma kısa sürede kontrolden çıkarak merkezi Irak yönetimini de içine alacak. Eşzamanlı olarak, terör örgütünün İran’la çatışmakta olan diğer fraksiyonu, bizim sağlayacağımız silah ve lojistik destekle İran’a saldıracak ve çatışmaya Tahran da dahil olacak…

Üçüncü aşamada, Konseyin Suudi Arabistan’da bulunan bağlantıları sayesinde, bu ülkedeki Sünni liderler, Iraktaki merkezi Sünni yönetime (?!!) destek verecek ve kısa sürede kuvvetlerini çatışmaya sokacak. Bu noktada, savaşın bir tarafında Kürtlere karşı toprak bütünlüğünü korumaya çalışan Türkiye, İran ve ileri safhalarda muhtemelen Suriye; diğer tarafında ise Kuzey Irak Kürt yönetimi, onun arkasındaki Irak merkezi hükümeti(?) ve her ikisini de Suudi Arabistan olacak. İsrail de kısa sürede İran’la olan kutuplaşması nedeniyle savaşın içine çekilecek.

Bu çatışmaya, ABD asla karışmayacaktır. Washington’a bu aşamada düşen görev, Irak-Kürt-Suudi-İsrail koalisyonunu destekleyerek karşı tarafın üstünlüğünü dengelemeye çalışmaktır.

Böylece savaşın dördüncü safhasına girilecektir ki, bu safhada İran’la sıkı ekonomik ilişki içerisinde olan Çin ve Rusya’da çatışmaya taraf olmak zorunda kalacaklardır. Bu da tarafların arkasındaki süper güçleri karşı karşıya getirerek, nihai savaşa giden yolun açılmasını sağlayacak…

Beşinci ve son safhada, birinci bloğu destekleyen ABD, ikinci bloğun arkasındaki Çin ve Rusya ile kaçınılmaz sıcak çatışmaya girecek. Bu durumda tüm fikir ayrılıklarına rağmen AB ülkelerinin de Washington’ın yanında yer almaktan başka çaresi olmayacaktır. Bütün tahminler ve hesaplar, bu oluşuma karşın, Orta Asya Türk cumhuriyetlerinin de diğer bloğa katılacağı yönündedir. Böylece, ABD-AB-Merkezi Irak Hükümeti(?)- İsrail- Kürdistan-Arabistan bloğu ile Rusya-Çin-İran-Türkiye-Orta Asya Cumhuriyetleri bloğu çatışmaya girecek.

Geniş çaplı bu dünya savaşı sonunda, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan uluslararası sistem, bütün ideolojik, siyasi ve ekonomik bileşenleri ile külliyen çökecektir. Bu savaşın herhangi bir galibi olmayacak. Çatışma yeterli yıkım düzeyine eriştikten sonra durdurulacak, taraflar arasında karşılıklı müzakereler başlayacak, tarafsız kalmış ülkelerin arabulucuğuyla bloklar arasında ateşkes sağlanacak. Tarafların kendi topraklarına çekilmelerinin ardından Ortadoğu’da bazı sınırlar değişecek, yeni devletler oluşacak.

Suudi Arabistan’daki krallık rejiminin çökmesi ve İran’daki şeriat devletinin tarihe karışması, gerçekleşecek olan bu değişimlerden sadece ikisi; en az bunun kadar önemli bir değişim daha olacak ki,  o da Türkiye, Irak ve Kürdistan’la ilgili. Savaşın sonunda Irak resmen üçe bölünecek, kuzeyinde bağımsız Kürdistan kurulacak. Kürtlerin tarih boyunca yaşadığı bölgeleri incelersek, bu yeni ülkenin Türkiye’nin güneydoğusunu da alması gerektiği sonucuna varabiliriz. Türkler ve Kürtler arasında yıllardır süren siyasi, askeri ve sosyal çatışmaların da bu şekilde sona ereceği muhakkaktır. Zaten bölgedeki Kürt sorunu için bulunabilecek başka hiçbir formül, iki toplum arasında kalıcı bir barış ve toplumsal uzlaşma sağlayamaz.

İran ve Suriye’deki Kürt toplulukları da sonradan Kürdistan’a katılacaklar. Bölgedeki nüfus dağılımını gösteren haritalara dikkatli bakacak olursanız, Kürt nüfus bölgelerinin zaten Türkiye’nin güneydoğusunu, İran’ın kuzey batısını ve Suriye’nin doğusunu kapsadığını görürsünüz. Türkiye’de ve diğer ülkelerde bu plana itiraz edecek sesler çıkacaktır. Ancak savaş sonrası oluşan konjonktür nedeniyle, Türkler klasikleşmiş kırmızı çizgilerini değiştirmek ve Kürdistan’a toprak vermek zorunda kalacaklar. Bu kaos ortamında Türkiye’nin Güneydoğu topraklarından vazgeçmekten başka çaresi olmayacaktır.

Savaşın en önemli sonucu, elbette barış anlaşmalarından sonra yeniden kurulacak olan küresel ekonomik sistemdir. Yeni dünya düzeninin temelinde, yetkileri artırılmış bir IMF ve Dünya Bankası, bir küresel merkez bankası, küresel tek para birimi ve uluslararası denetime dayalı bir ekonomi politikası olacağını söyleyebilirim. Ayrıca savaşın ekonomiyi canlandırma etkisi de olacaktır. Federal Reserve ve diğer merkez bankaları savunma giderlerini finanse edebilmek için sıkı para politikalarını terk edip muazzam ölçülerde para basmaya başlayacaklardır.

…Yıllar önce aramızdan ayrılan ünlü siyaset felsefecisi Leo Strausss’un dediği gibi  “bazen toplumları yönetmek için onları şok edecek olaylara ihtiyaç vardır; eğer bunlar kendiliğinden oluşmuyorsa, amacımıza hizmet edecek şok olayları kendiniz yaratırsınız.” 

Bu nedenle şimdi bize düşen, sistemi yıkmak ve yenisini kurmak. Yaratıcı bir yıkım ve düzeltici bir savaş ile. …

Sistem yarın yeniden doğmak için bugün ölmek zorunda.”

Evet, 25 Eylül 2017’de Kuzey Irak’ta “Bağımsız Kürdistan Devleti”nin kurulması için yapılan referandum, “Yüksek Meclis”in öngördüğü bu stratejiye uygundur ve “Türkiye’nin elini kirletmesi”(!) istenmektedir.

Video ile İlgili İhtimaller

Bu videodaki konuşmanın gerçek olup olmadığı ile ilgili ihtimalleri, aşağıdaki gibi tasnif edebiliriz:

1.    Hayalperest, maceracılar, iş olsun, şamata olsun, gırgır olsun, nostalji olsun diye başkaları ile dalga geçmek amacıyla böyle bir videoyu doldurup servis etmişlerdir.

2.    “Gizli Dünya Devleti”(GDD) olarak nitelenen ve “Bir Dolar” üzerindeki piramide göre yapılanmış Siyonist merkezin, “Yüksek Meclis”inin(“Üç yüzler”, “otuz üçler ya da “On üçler meclisi”) yaptığı gizli bir toplantıda yapılan bir konuşmadır. Bu konuşma, küresel bir başka güç(ABD WASP’çılar/Rusya/Çin …) tarafından kayda alınmış ve dünya kamuoyuna servis edilmiştir.

3.    “Gizli Dünya Devleti”nin(GDD) “Yüksek Meclisi” tarafından kayda alınmış, bilerek, istenerek servis edilmiştir.

4.    ABD Milliyetçileri (WASP’çılar), çökmeye, iflasa doğru giden ve liderliği zayıflayan ABD’yi tekrar lider yapmak ve tek kutuplu bir dünya inşa etmek için öngörülen bir stratejinin tartışıldığı bir toplantıda kayda alınmıştır. ABD Milliyetçilerine(WASP’çılar) karşı olan “Neocon-Siyonist İttifakı” ya da Rusya/Çin/İngiltere/İsrail tarafından gizlice kaydedilip dünya kamuoyuna servis edilmiştir.

5.    ABD Milliyetçileri(WASP’çılar), çökmeye, iflasa doğru giden ve liderliği zayıflayan ABD’ni tekrar lider yapmak ve tek kutuplu bir dünya inşa etmek için öngörülen bir stratejinin tartışıldığı bir toplantıda kayda alınmıştır ve bizzat kendileri tarafından kaydedilip dünya kamuoyuna servis edilmiştir.

6.    Hem Gizli Dünya Devleti hem de ona karşı olan ABD milliyetçileri, dünyaya verilecek yeni şekil konusunda anlaşmışlar ve bu konuşma metnini bilerek, isteyerek birlikte dünya kamuoyuna servis etmişlerdir.

   Konuşmada tarihe yapılan atıflar ve savaşın tarafları noktasında ortaya konan iki eksen ve Ortadoğu coğrafyasında vuku bulan olaylar göz önüne alındığında, yukarıdaki birinci ihtimal çok zayıf bir ihtimaldir.

   2. ve 4. ihtimaller söz konusu ise taraflar birbirlerinin oyunu bozmak amacıyla dünya kamuoyunu kendi saflarına çekmek, küresel bir ittifak kurmak için bunu yapmış olabilirler. Ya da birbirlerini birlikte hareket etmeye razı etmek için de bunu yapabilirler.

   3., 5. ve 6. ihtimaller söz konusu ise o zaman böyle bir konuşma metnini bilerek, isteyerek yayınlamaktaki maksadın, çok gerçekçi bir şekilde tespit edilmesi gerekmektedir.

   6. ihtimal en güçlü ihtimal olabilir. Konu ile ilgili yazdığımız önceki yazılardaki belgeleri göz önüne aldığımızda, dünyaya verilecek şekil konusunda, ABD Milliyetçileri ile Neocon-Siyonist ittifakının menfaatleri birçok konuda örtüşmektedir. Bu nedenle anlaşmış olabilirler.

18 Kaynağın/Belgenin/Dökümanın Özeti

Birbirinin devamı olan iki yazıda 18 Kaynak/Belge/Döküman incelenmiştir. Bunlardaki işlenen ana konuyu/ana fikri aşağıdaki gibi özetleyebiliriz:

1- ABD’nin küresel hâkimiyetine ve liderliğine itiraz edilmektedir:

·        “Avrupa ve Doğu Asya’da ABD’nin küresel üstünlüğüne ve ABD liderliğindeki küreselleşmeye karşı siyasi bir direniş ortaya çıkmaktadır.”

·        “Çin, Hindistan ve Rusya, ABD’nin liderliğini kırmak için fiilî bir jeostratejik ittifak kurma çabası içerisindedir.

2- ABD’nin liderliğine itiraz, kaos getirir ve kaos’un üç kaynağı vardır:

- “Mevcut kurulu dünya düzenini değiştirmek isteyen, “revizyonist” olarak nitelenen güçler”; “Çin, Rusya ve Türkiye”.
- “Ciddi güvenlik kaygılarına neden olan ülkeler”; İran ve Kuzey Kore.
- “Devlet-altı yapılanmalar, şiddete başvuran aşırı örgütler”.

3- ABD ekonomisinin durumu iyi değildir:

·       “ABD ekonomisi önce yavaşlayacak, sonra durgunlaşacak ve ABD kendi içine kapanacaktır.”

·       “Büyük Asya ülkeleri, bir Asya Para Fonu, bir Asya Ticaret Örgütü kurarak IMF(Uluslararası Para Fonu) ve WTO(Dünya Ticaret Örgütü) gibi kuruluşlara zarar verecektir.”

·       ABD,  “Dünya Bankası ve IMF'yi yeniden yapılandırarak, BRICS Bank ve Çin'in Asya Altyapı Yatırım Bankası gibi, Batı kontrolünde olmayan alternatif kuruluşların yükselişini” durdurmak zorundadır.

4- Lider olarak ortaya çıkma ihtimali olan ülkeler tecrit edilecek ve onlara destek veren ülke yönetimleri devrilecektir.

·       Mevcut düzen, ABD ve benzer değerleri savunan ülkeler tarafından 2. Dünya Savaşı sonrasında kurulmuştur ve bu düzenin korunmasında ABD’nin sorumluluğu daha fazladır.”

·       Küresel ittifak sistemi ile Rusya ve Çin kuşatılıp tecrit edilecektir.

·       ABD, Kafkasya'daki ülkelerle bağları geliştirecektir.

·        Balkanlar ve Doğu Avrupa'daki ülkelerin Avrupa ve Avrupa-Atlantik entegrasyonu kararlılıkla desteklenecektir.

·       ABD, “Güneydoğu Asya Devletleri Ortaklığı (ASEAN)” ile Çini kuşatacaktır.

·       Vekâlet savaşları ve Kadife darbelerle “küreselleşme değerlerini benimsemeyen ve bunlara saygılı olmayan ülkelerin ve Rusya ve Çin ile iyi ilişkileri olan ülkelerin yönetimleri devrilecek; “yeni doğan demokrasiler desteklenecektir.”

·        “ABD değerlerini paylaşmayan ülkelerde, genç liderlerle ve STK’larla ilişki kurulacak; liderleri”  belirlenerek, “birbiriyle koordinasyonları sağlanacaktır.”

·       Libya, Mısır, Suriye, Irak, İran, Ürdün, Lübnan, Suudi Arabistan, Sudan, Nijerya, Alt-Sahra Afrika’sı, Ortadoğu, Orta ve Güney Asya ve And Bölgesi içinde ve etrafında iç çatışmalar, şiddetli siyasi karışıklıklar ortaya çıkacak,  ciddi dini ya da etnik bölünmeler meydana gelecektir.

·       Latin Amerika’da özellikle de Kolombiya, Küba, Meksika, Panama, Guatemala, El Salvador, Honduras, “Haiti ve onun “öteki Kârayip komşuları ülkeler, yeniden inşa edilecektir.

·       ABD, “Türkiye ile olan ilişkilerini dönüştürmeye devam edecektir.”

·       Türkiye, Kafkasya, Orta Asya, Suriye, Irak ve İran ile ve kendi iç çatışmalarıyla meşgul olacaktır.

5- Hiçbir ülkenin askeri gücünün ABD’nin askeri gücünden daha üstün olmasına müsaade edilmeyecek.

·       “Revizyonist ülkeler, ekonomik ve siyasal yaptırım mekanizmalarıyla cezalandırılacak; gerekirse bunlarla savaşılacaktır.”

·       “ABD Stratejisi, ABD’nin gücünü aşma ya da ona denk olma ümidiyle yeniden askeri yapılanmaya giden potansiyel düşmanları caydıracak şekilde yeniden yapılandırılacaktır.”

·       “ABD’nin büyük güçlerden biriyle askeri çatışmaya girme riski artmaktadır.” 

·        “Dünya, 3.  bir paylaşım savaşına doğru yol almaktadır”.

      6-  “Varolan küresel sistem, yaşam periyodunu tamamlayarak çökmenin eşiğine gelmiştir”; kurucu gücün kendi inisiyatifiyle, “yaratıcı yıkım teorisi”/“düzeltici savaş teorisinin” uygulandığı “küresel bir savaşla çökertilmelidir.”

·       “Yüksek Konsey”, savaşın Ortadoğu’dan çıkmasını uygun görmüş ve çatışmanın patlak vereceği ülke olarak Türkiye seçilmiştir.”

·       Düzeltici savaş beş aşamalı/safhalı bir savaş olacaktır.

·       Dünyada iki büyük bloklaşma meydana gelecek ve çatışma küreselleşecektir: 1. Eksen; Rusya-Çin-İran-Türkiye-Orta Asya cumhuriyetleri; 2. Eksen:  ABD-AB- Irak- İsrail- Kürdistan-Arabistan.

7- Küresel savaşın sonunda Ortadoğu’da yeni devletler oluşacaktır.

- Suudi Arabistan’daki krallık rejimi çökecek.

- İran’daki şeriat devleti yıkılacak.

- Irak resmen üçe bölünecek.

 - Türkiye’nin güneydoğusunu, İran’ın kuzey batısını, Irak’ın Kuzeyi ve Suriye’nin doğusunu kapsayan “Büyük Kürdistan” kurulacaktır.

       8- “Yeni  küresel ekonomik sistemde, yetkileri artırılmış bir IMF ve Dünya Bankası, bir küresel merkez bankası, küresel tek para birimi ve uluslararası denetime dayalı bir ekonomi politika olacaktır.”

“Politikada Hiçbir Şey Tesadüf Değildir”

   Video’daki Konuşmacının, “Bizim planlarımızda rastlantılara yer yok.”  demesi ile 2. Dünya Savaşı’nda ABD başkanı F. D. Roosevelt’in, “Politikada hiçbir şey tesadüf değildir. Bir şey vuku buluyorsa, o hadisenin bu şekilde zuhur edeceğinin önceden planlandığından emin olabilirsiniz.”[17] demiş olması arasındaki örtüşmeyi göz önüne aldığımızda; videodaki konuşmanın muhtevasının şer güçler tarafından öngörülen bir stratejinin varlığına işaret ettiğini ve konuşmanın ciddiye alınarak karşı bir stratejinin geliştirilmesinin zorunlu olduğunu söyleyebiliriz.

Kuzey Irak’taki “Bağımsız Kürdistan Devleti” Referandumu Tesadüf Değildir

“Politikada hiçbir şey tesadüf” olmadığına göre Barzani’nin, 25 Eylül 2017 tarihinde Kuzey Irak’ta “Bağımsız bir devlet” için referanduma gitmesi de tesadüfî değildir. Olayın zamanlaması, iç, bölgesel, küresel dinamikler ve bölgede çatışan 15 proje açısından ele alınıp özel olarak incelenmesi gerekmektedir. Bu bir başka yazının konusudur. Bununla beraber 25 Eylül’deki referandumunun, yukarıda ele alınan 18 belgenin ana felsefesi ve stratejisi ile uyum halinde olduğunu söyleyebiliriz.

25 Eylül 2017’de Kuzey Irak’ta “Bağımsız Kürdistan Devleti”nin kurulması için yapılan referandum;

·       “80’li yıllar için İsrail’in stratejik planları”na uygundur ve “Türkiye’nin elini kirletmesi”(!) istenmektedir.

·       Emekli amiral ve İsrail gizli servisi MOSSAD eski başkanı Ami Ayalon’un öngördüğü stratejiye uygundur ve “Türkiye’nin elini kirletmesi”(!) istenmektedir.

·       George Friedman’ın öngördüğü stratejiye uygundur ve “Türkiye’nin elini kirletmesi”(!) istenmektedir.

·       “Yüksek Meclisin” öngördüğü stratejiye uygundur ve “Türkiye’nin elini kirletmesi”(!) istenmektedir.

Şer ittifakının birinci körfez operasyonunda, 1992 yılından sonra,  Saddam’a 36. Paralelin kuzeyinde getirilen uçuş yasağından sonra başlatılan psikolojik harekâtta, “Kuzeyde Kürtler, ortada Sünniler ve güneyde Şiiler” şeklinde yapılan sloganlaştırma, 25 Eylül 2017’de Kuzey Irak’ta “Bağımsız Kürdistan Devletinin” kurulması için yapılan referandum içindi. O günlerde CIA şefi Graham Fuller’in yaptığı seslendirme de, bugünler içindi[18]:

“Kürtlerin bu üç ülkede (Irak, İran, Türkiye) girişeceği özerklik, ardından gelebilecek bağımsızlık ve hatta birlik arayışları bölgeyi istikrarsız kılacaktır. Böyle bir eğilim artık en azından Irak’ta önüne geçilmez bir hal almıştır. Sadece zaman, bölgesel olaylar ve izlenilecek politikalar bu sorunun cevabını verebilecektir.

…Eğer Ankara bu süreci durdurmaya çalışırsa ortaya çıkacak sonuç tehlikeli ve masraflı olabilir. Böyle bir deneme sadece Türkiye’nin önemli bir parçasını kaybetmesine yol açmayıp, kaçınılmaz olarak Türkiye’nin diğer bölgelerine dağılmış Kürt topluluğun da istikrarsızlığına sebep olacaktır. Kürt sorunu, Türkiye’nin gelecekteki istikrarı, bölgedeki rolü, Batı ve ABD ilişkileri için büyük önem taşımaktadır.”

Tekrar vurgulamak gerekirse, belki de dün Saddam’a oynanan oyunun bir benzeri, bugün Kuzey Irak Referandumu üzerinden Türkiye’ye oynanmak istenmektedir. Hatırlanacağı üzere Saddam önce İran’la savaştırılmış, ardından Kuveyt’e saldırması için teşvik edilmiştir. Kuveyt’e girer girmez de ABD Irak’a savaş ilan etmiş ve 1992 körfez operasyonunu başlatmıştır. Belki de benzer yolla, önce “Türkiye’nin elini kirletmesi”(!) sağlanacak; sonra da,  Saddam’a yapıldığı gibi Türkiye’ye operasyon çekilecektir.

Türkiye, İran, Irak yönetimleri, bu referandumu tasvip etmemişlerdir. Referandumun kesin olarak iptal edilmesini istemişlerdir. Buna rağmen Referandum yapılmıştır. Irak, İran ve Türkiye askeri operasyon dâhil her türlü ihtimale karşı hazırlık yapmakta ve Referandumda alınan kararın geçersiz kılınmasını istemektedirler. Meseleyi, Kürt etnisitesi üzerinden izaha kalkmak, savunmak ya da karşı çıkmak, büyük fotoğrafı görememek demektir. İttihatçıların, Şerif Hüseyin ve oğullarının, 100 yıl önce göremeyip düştükleri tuzağa, bugün müslüman hassasiyeti olan hiç kimse düşmemelidir.

Bugün bölge yönetimleri, bölgede Şer İttifakının “Kaostan Kaynaklanan Düzen”(“Yaratıcı Savaş”/”Düzeltici Savaş”) Teorisini uygulayarak haritaları yeniden çizmek, 100 yıllık bir düşmanlığı İslam coğrafyasında yeniden canlandırmak istedikleri gerçeğini görmelidirler.

Şer İttifakı(ABD-Siyonizm-İngiltere-İsrail) tarafından başlatılan “Irak işgalinin”, “Suriye operasyonunun” ve “Arap Baharı”nın ana hedefi, İran-Türkiye-Irak-Suriye yönetimleri tarafından zamanında gereğince anlaşılamamış ve bugün bölgede gelinen aşamaya, doğrudan ve/veya dolaylı bir şekilde katkıda bulunmuşlardır. Bu nedenle bölge ülke yönetimleri, öncelikle kendi öz eleştirilerini gerçekçi bir şekilde yapmalı ve gerekli dersleri çıkarmalıdırlar. Eş zamanlı olarak, süreci çözümsüzlüğe itecek ve maksadı aşacak bir dil kullanmaktan kesinlikle kaçınmalı, sükûnetle davranmalı, riskli eylemlerde bulunmamalıdırlar.  Acilen, bölge sorunlarını birlikte, adaletle çözebilmek için bölge ülkelerini temsil eden ortak bir kriz masası kurulmalıdır; ilgili ülkeler doğrudan sürekli iletişim halinde olmalıdırlar!

Şer İttifakı, Siyonizm ve Küresel Savaş

Küresel Stratejiler Konseyi Şirketine” ait videolarda, “Küresel Savaş çıkartmak” isteyen gücün, “Yüksek Konsey”/”Yüksek Meclis” olduğu ifade edilmektedir. Bu kavram, Siyonizm’in “Üç Yüzler”, “Otuz Üçler” ya da “On Üçler Meclisi” için kullanılmaktadır[19]. “13’ler Meclisi”, “33’ler Meclisi” ve “300’ler Meclisi”, “SANHEDRİN”, “En Üst Yönetim Meclisi” olarak isimlendirilmekte ve 1 $ üzerindeki piramitte yer almaktadırlar.

Öyleyse küresel savaş çıkarmak isteyen ana karanlık gücün, Siyonizm olduğunu söyleyebiliriz. Siyonizm’in politikaları açısından “Yüksek Konseyin Kararları”, “Siyon Önderlerinin Yedinci Protokolü” ile de örtüşmektedir[20]:

Bu konuşma metninde geçen provokatör eylemlerin birçoğu, 2009’dan beri bu ülkede ve bu coğrafyada icra edilmiştir, edilmektedir de. Türkiye, “Kürt Koridoru”nun oluşmasını engellemek için Suriye’ye (Carablus-Elbab) girmek zorunda kalmıştır. Afrin’e girmek zorunda da kalabilir. Barzani’nin Kuzey Irak’ta 25 Eylül 2017’de bağımsızlık için yapılan referandumda bağımsızlık kararının çıkması, bölgede yeni ve derin bir istikrarsızlığın ve yeni çatışmaların kaynağı olacaktır.

Irak ve Suriye sorununun çözümü için Türkiye, Rusya, İran birlikte çalışmaktadır. S-400 Füze Sisteminden dolayı ABD ile saflar ayrışırken Rusya ile yakınlaşma meydana gelmektedir. Dolayısıyla konuşma metninde geçen “iki Eksen”in ayak sesleri duyulmaya başlamıştır.

Konumuz bağlamında önemli gelişmelerden biri de, ABD Başkanı Ronald Reagan ve Sovyet lideri Mikhail Gorbaçov tarafından 8 Aralık 1987’de imzalanan “Orta Menzilli Nükleer Güç (INF) Washington Antlaşması”nın(ABD ile Sovyetler Birliği arasında, kısa ve orta (500 ile 5500 kilometre arası) menzilli füzeleri devreden çıkarma ve üretimlerini yasaklama), ABD tarafından fesh edilmek ve üretilecek yeni füzeleri Avrupa’ya yerleştirmek istemesidir[22]. Böylece ABD-Rusya eksenli yeni kamplaşma olacak, yeni soğuk savaş başlayacaktır. Muhtemelen öngörülen, Asya, Avrupa, Afrika ve Latin Amerika’yı içine alan yeni bir küresel savaştır.

Bugün Şer İttifakı(ABD-Siyonizm-İngiltere-İsrail) tıpkı 2. Cihan savaşı öncesinde olduğu gibi 1- Rusya- Çin-Kuzey Kore- İran- Suriye-Türkiye-Orta Asya Cumhuriyetleri ile 2-  ABD-AB- Japonya-Güney Kore-İsrail- Kürdistan-Arabistan arasında derin fay hatları açmaya ve bu fay hatlarını enerji ile doldurmaya çalışmaktadır.

Şer ittifakının bu stratejisine karşı daha üst bir strateji ortaya koyabilmek, şer ittifakına karşı şuurlu geniş bir cephe kurmak zorunlu hale gelmiştir. Bunun için öncelikle ülke içinde, sonrada bölgede birlik ve beraberliği sağlayacak politikalar üretip uygulamaya sokmalıyız. Bütün bu gelişmeler karşısında, işte unutmamamız gereken ilahi düstur:

“Gerçek şu ki, onlar hileli-düzenler kurdular. Oysa onların düzenleri, dağları yerlerinden oynatacak da olsa, Allah katında onlara hazırlanmış düzen vardır.” (İbrahim 46)

“O müminler öyle kimselerdir ki, kendilerine: "İnsanlar size karşı toplandılar/güç birliği yaptılar, onlardan korkun!" denildiğinde bu onların imanlarını artırdı ve: "Allah bize yeter, O ne güzel vekildir" dediler.” (Âl-i İmran 173)


[1] Foster, J.B., “Emperyalizmin Yeni Çağı”, Cosmo Politik, sayı:6, Sonbahar 2003, S: 12-22. 2015’e doğru Global Trendler,  Umran, sayı 90, 91, Şubat, Mart 2002 Ek; “Global Trend 2015: Dialog  About the Future With Nongoverment Experts, 2000.” National Security Strategy, February 2015);http://www.whitehouse.gov/sites/default/files/docs/2015_national_security_strategy_2.pdf .   Can. B., “Kaostan Kaynaklanan Düzen” ve “Küresel Savaş”, Umran, Eylül 2017.

[2] Çebi, H.Y., İsrail’in Şifresi, Pegasus Yayınları, İstanbul, 2006, s.52-66.

[3] Çebi, H.Y., İsrail’in Şifresi, Pegasus Yayınları, İstanbul, 2006, s.52-66.

[4] Kılıç, A., Haberdar (Analiz), 04.01.2016.  “MOSSAD 4 Yıl Önce Planladı, Türkiye ve Arabistan Harfiyen Uyguladı!”;

http://www.haberdar.com/gundem/mossad-4-yil-once-planladi-turkiye-ve-arabistan-harfiyen-uyguladi-h12239.html?mnst=3541. Ami Ayalon’un Konuşma Videosu;  https://www.youtube.com/watch?v=PxlN5NKv8so

[5] Kılıç, A., Haberdar (Analiz), 04.01.2016.  “MOSSAD 4 Yıl Önce Planladı, Türkiye ve Arabistan Harfiyen Uyguladı!”;

http://www.haberdar.com/gundem/mossad-4-yil-once-planladi-turkiye-ve-arabistan-harfiyen-uyguladi-h12239.html?mnst=3541 Ami Ayalon’un Konuşma Videosu;  https://www.youtube.com/watch?v=PxlN5NKv8so

[6] Kılıç, A., Haberdar (Analiz), 04.01.2016.  “MOSSAD 4 Yıl Önce Planladı, Türkiye ve Arabistan Harfiyen Uyguladı!”;

http://www.haberdar.com/gundem/mossad-4-yil-once-planladi-turkiye-ve-arabistan-harfiyen-uyguladi-h12239.html?mnst=3541 Ami Ayalon’un Konuşma Videosu;  https://www.youtube.com/watch?v=PxlN5NKv8so

[7] Kılıç, A., Haberdar (Analiz), 04.01.2016.  “MOSSAD 4 Yıl Önce Planladı, Türkiye ve Arabistan Harfiyen Uyguladı!”;

http://www.haberdar.com/gundem/mossad-4-yil-once-planladi-turkiye-ve-arabistan-harfiyen-uyguladi-h12239.html?mnst=3541

[8] Kılıç, A., Haberdar (Analiz), 04.01.2016.  “MOSSAD 4 Yıl Önce Planladı, Türkiye ve Arabistan Harfiyen Uyguladı!”;

http://www.haberdar.com/gundem/mossad-4-yil-once-planladi-turkiye-ve-arabistan-harfiyen-uyguladi-h12239.html?mnst=3541

[9] “Türkiye Katar’a Askeri Tehditlere Karşı Koruma Sözü Vermiş”,

Washingtonhatti.Com 06.06.2017; https://washingtonhatti.com/2017/06/06/turkiye-katara-askeri-tehditlere-karsi-koruma-sozu-vermis/

[10] “Türkiye Katar’a Askeri Tehditlere Karşı Koruma Sözü Vermiş”,

Washingtonhatti.Com 06.06.2017; https://washingtonhatti.com/2017/06/06/turkiye-katara-askeri-tehditlere-karsi-koruma-sozu-vermis/

[11] 07.06.2017 Tarihli Gazeteler; http://odatv.com/bir-oyun-oynaniyor-arkasindakileri-henuz-tespit-edemedik-0706171200.html

[12] 07.06.2017 Tarihli Gazeteler; http://odatv.com/bir-oyun-oynaniyor-arkasindakileri-henuz-tespit-edemedik-0706171200.html

[13] Avar, B., 26. 5. 2017.

[14] Avar, B., 26. 5. 2017.

[15] Yaman K., İhanet Planları, Belgeler, Otağ Yayınları, İstanbul, 1971.

[16] Part 1- http:// www.youtube.com/watch?v=cXFj2MbwSyU

Part 2- http:// www.youtube.com/watch?v=86XCCB0Dc5k

Part 3- http:// www.youtube.com/watch?v=MSa8NCfSEdl Say, Z., Kontratak Şener Çelik Berkman 1; www.youtube.com

[17] Vatandaş, A., Armagedon, Timaş, İstanbul, 1997,  s.83-84.

[18] Vatandaş, A., Armagedon, Timaş, İstanbul, 1997,  s.83-84.

[19] Allen, G., Gizli Dünya Devleti, Milli Gazete Yayınları, İstanbul, s. 4-10, 1996.

[20] Yaman K., İhanet Planları, Belgeler, Otağ Yayınları, İstanbul, 1971.

[21] Allen, G., Gizli Dünya Devleti, Milli Gazete, İstanbul, s. 4-10, 1996.

[22] Stern, J., “Washington Avrupa’da Nükleer Savaşa Hazırlanıyor”, Süddeutsche Zeitung, 12 Eylül 2017; https://www.wsws.org/tr/articles/2017/09/12/nato-s12.html

ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI HİBRİT SAVAŞLAR DÜZLEMİNDE BÖLGESEL EKSENDE BAŞLATILMIŞTIR

(Umran Dergisi)   “Eğer Hakk, onların hevalarına (istek ve tutku) uyacak olsaydı, hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herke...