31 Mart 2017 Cuma

İhtilâf Ahlâkını İnşa Etme Sorumluluğu - 4: Kulluk ahlâkının yeniden inşası

 (Milli Gazete)

Giriş

İhtilafların tefrikaya dönüştürülmesindeki ana sebep, genellikle ahlâkîdir. Geçen yazılarda bu konu incelenmiştir. Bu yazıda, tüm ahlâk alanını şekillendiren kulluk ahlâkı konusu ana hatları ile ele alınıp, değerlendirilecektir.

İhtilâfları Tefrikaya Dönüştüren Ahlâkî Sebepler

İhtilâfların uzlaşmaz hale gelmesinde kişilik zaafları etkilidir. Ancak bundan daha da etkili olan ahlâkî zaaflardır. İhtilâfları tefrikaya dönüştüren ahlâkî sebepleri, aşağıdaki gibi özetleyebiliriz:

1- Kişinin düşünce ve davranışları üzerinde heva ve hevesin hâkim olması,

2- Kişinin sadece kendi görüşünü beğenip gururlanması, kibir, enaniyet, müstekbirlik,

3- Dünyevileşme, sekülerleşme ve laikleşmenin neden olduğu melez değer sistemine sahip olunması sonucu ortaya çıkan sosyal şizofreni, 

4- Kişinin belli bir teşkilâta, cemaate, harekete, siyasi partiye, hizbe, fırkaya, mezhebe, ekole, lidere, şeyhe, âlime, müçtehide veya kendi şahsî görüşüne taassupla bağlanması, diğerlerine karşı ön yargılı davranması, su-i zan ile hareket etmesi, bağy etmesi,

5- Hiç kimsenin ilmine, fikrine ihtiyaç hissetmemesi; kendini, kendine yeter görmesi, müstağnileşme,

6- Kelâm, tasavvuf, mantık, felsefe ve fıkhî ekoller için bir değerlendirme yapılırken, bunların bir bütün olarak eksikleri ve kusurları ile benimsenip kabul edilmesi, tefrit. Bunun zıddına; bunların tümünün reddedilmesi, bunların hepsinin İslâm’a sonradan girdiğini,

tuzaklarla dolu olduğunu ve bunların zararının, faydasından çok olduğunun kabullenilmesi, çarpıtarak değerlendirilmesi, yorumlaması, istismar, ifrat. 

7- İfrat ve tefritin neden olduğu adaletsizlik.

Ahlâk Kavramının Anlam Alanı

“Ahlâk: 1- Huylar, tabiatlar. 2- İnsanın yaratılışından gelen ve cemiyet içinde yaşanarak kazanılan iyi ve güzel huylar, etik. 3- İnsanın yaratılışından gelen hususiyetler ile Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet-i Şerifte sınırları çizilen, insanların iyiliğini ve mutluluğunu hedef alan hayata geçirilmesi ile kazanılan iyi ve güzel davranışların bütünü” (1,2). İslâm âlimleri arasında yaygın olan tarif: “Ahlâk, nefiste yerleşen bir melekedir ki, fiil ve davranışlar fikri bir zorlamaya ihtiyaç olmadan, bu meleke sayesinde kolaylıkla ortaya çıkar.” (3)

Ahlâkın temel fonksiyonu, değerler sisteminin ön gördüğü hayat tarzının korunmasıdır. Ahlâkın ön gördüğü koruma, herhangi bir kanun gücü içermemektedir. Sergilenen bir söz, davranış ve bir fiil karşısında fertlerin, içselleştirilmiş olarak kendiliğinden, olumlu ya da olumsuz bir tarzda tepkisini ortaya koyması, ahlâkın kullandığı güçtür. Burada yergi ya da övgü vardır. Toplum tarafından içselleştirilme ve kendiliğindenlik, ahlâkı etkili kılan ana unsurdur. Toplumun ya da fertlerin böylesi bir tepki verebilmesi, ortak bir tavır belirlemesi, toplumun fertleri arasında değerlere dayanan güçlü ortak paydanın olması ile mümkündür. Zaten ortak payda yoksa toplum, kimliğini kaybetmekte ve kalabalıklara dönüşmektedir.

Ahlâk Sisteminin Temel Unsurları ve Alt Ahlâk Alanları

Toplumun ortak paydası, çok geniş bir alanı kapsamasına rağmen; ahlâkın alanına giren kısımlar, daha ziyade toplumsal dayanışmayı ve güveni yıkabilecek, toplumun birlik, beraberlik ve saadetine zarar verebilecek alanlarla ilgilidir. Bu alanlarla ilgili geliştirilen kurallar, hükümler vardır. Bunlara “ahlâk kuralları” denilmektedir.

Ahlâk sistemini oluşturan unsurlar, değer sistemi, niyet, görev ve sorumluluk, müeyyide, fiil ve içselleştirme-kendiliğindenliktir. Ahlâk sistemlerinin kökeninde değer sistemleri vardır; ahlâk sistemleri, değer sistemlerinin hayata tatbik edilip yaşanabilmesini sağlayan birer koruma mekanizmalarıdır. Değer sistemleri içerisinde, kural koyucu üst otoriteden gelen değerler ile o toplumun yüzyıllar içerisinde oluşturduğu örf, adet, gelenek, görenek ve töreler vardır. Örf, adet, gelenek, görenek ve törelerin yöresel özellikler içermesi durumunda, ana iskelet sabit kalmak şartıyla; ahlâkî kurallar, yöreden yöreye değişiklik gösterebilir.

Değer sistemi, toplumun bütününü kuşatan emir ve yasakları ihtiva ettiği gibi, toplumdaki farklı yapılara, birimlere ilişkin bazı özel emir ve yasakları da ihtiva eder. Bu da, genel görev ve sorumluluklara ilâve olarak daha özel görev ve sorumlulukların varlığını ön görür. Ferdin, farklı görev ve sorumluluk alanlarını, ana değer sistemini ihdas eden yüksek otoriteye, kendine, ailesine, akrabasına, komşusuna, topluma, tabiat ve diğer canlılara karşı ve ferdin yöneticilere, yöneticilerin de topluma karşı görev ve sorumlulukları olarak sınıflandırabiliriz. Bu farklı, özel görev ve sorumluluk alanları, özel ahlâk kurallarının ortaya çıkmasına sebebiyet vermiştir. Bu durumda ahlâk sistemleri, genel olarak, aşağıdaki 8 alt ahlâk alanını bünyelerinde barındırır:

• Kulluk Ahlâkı/Dinî ahlâk: Değerleri koyan yüksek otoriteye karşı uyulacak ahlâkî kurallar.

• Ferdi ahlâk: Ferdin bizzat kendisine karşı uyması gereken ahlâkî kurallar.

• Aile ahlâkı: aile hukukuna ilişkin ahlâkî kurallar.

• Akrabalık ahlâkı: Akrabalık hukukuna ilişkin ahlâkî kurallar.

• Komşuluk ahlâkı: Komşuluk hukukuna ilişkin ahlâkî kurallar.

• Sosyal ahlâk: Topluma ilişkin ahlâkî kurallar.

• Devlet ahlâkı: Yöneten ve yönetilenlerle ilgili ahlâkî kurallar.

• Ekolojik ahlâk- çevre ahlâkı: Tabiatla ve diğer canlılarla ilgili ahlâkî kurallar.

Bu alt alanlar için ihdas edilen kurallar, özele vurgu yapmış olmasına rağmen birbirlerini karşılıklı olarak etkiler. Fakat kulluk ahlâkı, diğer tüm ahlâk alanlarını derinden etkiler ve şekillendirir.

İlk Ahlâk Sistemleri

Ahlâk sistemleri, ilk insanın yaratılışı ile birlikte İblis ile Hz. Âdem arasındaki mücadele sürecinde ortaya çıkmıştır. Hz. Âdem ve eşi cennete yerleştirildiklerinde, kendilerine va’z edilen emir yasaklarla belirlenen bir hukuk ve bir ahlâk sistemi vardır. Kur’ân-ı Kerim’de yaratılışı anlatan ayetlerde, bunu çok rahat bir şekilde görebilmekteyiz. Dolayısıyla yaratılış olayından günümüze güzel ve kötü ahlâk olmak üzere iki ahlâk sistemi, iki ayrı kaynaktan beslenerek, nesilden nesle intikal ederek gelmiştir.

Peygamberler, Allah’tan vahiy aracılığıyla bilgiyi alıp insanlığa ulaştırarak güzel ahlâkı ihya etmek ve yerleştirmek için çalışmışlardır. Hz. Âişe’nin (r.a.) “Rasûlullah’ın ahlâkı Kur’ân›dır.» demesi, peygamberin getirdiği ahlâk sisteminin tamamen vahye dayandığı anlamına gelmektedir. Peygamberler Allah’ın takdir ettiği aralıklarla insanlığa gönderilerek güzel ahlâk sisteminin nesilden nesile intikali sağlanmıştır. Kur’ân-ı Kerim’de, Peygamberimizle ilgili olarak; “Ve şüphesiz sen, pek büyük bir ahlâk üzerindesin.” (68/4) denmesi, bu silsilenin varlığına bir işarettir. Nitekim Hz. Muhammed (sas), peygamberler silsilesinin getirdiği ahlâk sistemini tamamlamak için gönderildiğini ifade etmiştir: “Ben, ahlâkî prensipleri tamamlamak üzere gönderildim.”

İblis’in ihdas ettiği değer sistemine dayanan ahlâk sistemi, kötü ahlâk sistemidir. Çünkü insan fıtratına zıttır ve de İblis, insanın helak olmasını istemektedir. Tarihi süreç içerisinde İblis’in yolundan gidenler/Tağutlar/İblis’in elçileri, peygamberlerin inşa ve ihya ettiği ahlâk sistemlerini bozmuşlar ve kötü ahlâkı inşa etmeye çalışmışlardır/çalışmaktadırlar.

Güzel Ahlâk Sistemi: İslâm Ahlâk Sistemi

İslâm ahlâk sisteminde, üst otorite Allah’tır. Bu ahlâk sistemi, tevhidî değerleri merkeze alarak inşa edilmiştir. Amacı, tevhidî değerlerin ön gördüğü bir hayat tarzını inşa ve ihya etmek ve de korumaktır. İslâm ahlâkındaki niyet unsuru, Allah rızası, fiil unsuru ise sâlih ameldir. İslâm ahlâk sisteminde niyet, çok önemli bir unsurdur. Hz. Peygamber’in(sas): “Muhakkak ki, ameller, niyetlere göredir. Herkese niyet ettiği şey vardır.”(4) sözü, amelle niyet arasında ciddi bir bağın var olduğunu ortaya koymaktadır.

İslâm ahlâk sisteminin dayandığı temelleri ortaya koyan birçok anahtar kelime vardır. Bu kavramların tümü, iman kavramı ile yakından ilişkilidir:  Allah Rasûlü (sas): “Müminler arasında imanca en kâmil olanı, ahlâkça en güzel olanıdır.”… “Hayâ da imanın bir bölümüdür.” Buyurmuştur (5).

İslâm âlimlerine göre İslâm dininin gayesi, beş temel esası koruma altına almaktır: Dini, nefsi, aklı, nesli ve malı korumak. Bu beş temel esasın, ahlâkı ilgilendiren sekiz alt alanla doğrudan ya da dolaylı bir ilişkisi vardır. O nedenle güzel ahlâkın gayesi, bu beş temel alanın korunmasıdır. Bu beş temel esasın korunması için tevhidî değerler, birçok emir ve yasak ihtiva etmektedir. Ahlâk evrensel kümesindeki sekiz alt kümede en etkin olan ve diğerlerinin tümüne şekil veren, kulluk ahlâkıdır.

Kulluk Ahlâkı

Kulluk Ahlâkı, insanın; yaratıcısı, âlemlerin Rabbi olan Allah ile arasındaki ilişkiyi belirleyen ahlâkî kuralların tümüdür. İnsanın Allah ile olan ilişkisi, insanın tüm davranışlarını şekillendirir. Bu noktada meydana gelen kırılma, sapma veya hastalık, ahlâkın diğer yedi alanını derinden etkiler. 

İnsanın Allah’a karşı olan görev ve sorumlulukları, kanun ve kural koyucu üst otorite olan Allah tarafından bizzat ortaya konmuştur. Kulluk ahlâkının kapsamı; Allah’a, Allah’ın tanımladığı şekilde iman etmek (Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, ahiret gününe, Allah’ın her şeyi bir kanuniyete göre yarattığına) (4/136; 2/177), ibadet etmek (29/45; 4/103; 3/96), dua etmek (Allah’ı zikretmek, Allah’ı tespih etmek, korku ve ümitle yakarmak) (25/77; 33/41-42;  7/55; 4/60), Allah’a itaat etmek (4/16, 80), Allah’ı sevmek (2/165; 5/54), Allah’tan korkmak (64/16; 7/96), Allah’a gerektiği gibi teslim olmak (tevekkül etmek, imtihanlara karşı sabırlı olmak, rahmetinden ümit kesmemek, her işi onun iradesine bağlamak, kendini güvende hissetmek) (29/2, 3; 2/214, 155, 156; 3/160; 9/129; 39/38; 4/81; 12/87; 15/56; 7/97-99; 18/23-24), şükretmek (2/172; 30/46; 36/73; 42/33; 45/12), ahdine sadık kalmak (3/77; 9/77; 2/224, 225; 16/91; 35/42, 43), Allah’ı düşünmek/Allah’ı hiçbir zaman unutmamak (zâtı, kelâmı, eserleri, peygamberleri, kitapları, melekleri, hesap günü, verdiği nimetleri) (38/29; 47/24; 4/82; 20/113; 39/27; 43/3; 59/21; 51/20-21; 30/8; 7/184; 34/46; 16/53; 56/63-72; 28/71; 43/12-14; 16/78; 56/68-70), dinine ve diline sahip çıkmak(6/68, 108) olarak tanımlanabilir. 

Sonuç: Allah’ın ve Ahiretin Unutulması ve/veya Önemsiz Addedilmesi

İnsanın bütün ilişkilerini belirleyen, şekillendiren kulluk ahlâkında meydana gelen kırılma, bozulma, çözülme, sapma, diğer yedi alt ahlâk alanını olumsuz etkilemektedir. Allah’a kullukta meydana gelen bir kırılma, insanın hevasını ilâhlaştırıp, ona kulluk yapmasına sebebiyet vermektedir. Dolayısıyla hevanın ilâhlaştırılması, bütün beşeri ilişkileri olumsuz etkileyerek ihtilafların tefrikaya dönüşmesine; tefrikanın da fırkalaşmaya vücut vermesine imkân sağlamaktadır. 

Bu noktada ana soru; kulluk ahlâkında nerede ve nasıl bir kırılma olmaktadır ki böyle bir durum ortaya çıkmaktadır. Ya da insan ne zaman, hangi şartlarda hevasını ilâhlaştırmaktadır? 

Hevanın ilâhlaştırılmasının ana sebebi, Allah’ın unutulması ve/veya önemsiz addedilmesi(59/19; 9/67), Allah’ı zikretmenin unutulması ve/veya önemsiz addedilmesi (4/36; 13/28), Ahiretin unutulması ve veya önemsiz addedilmesi (38/26; 32/14; 45/ 34,35), Allah’ın ayetlerinin unutulması ve/veya önemsiz addedilmesi (20/126), meleklerin unutulması ve veya önemsiz addedilmesi, insanın yaptığı amelleri unutması(18/57) ve insanın kendi yaratılışını(36/78) unutmasıdır. Kısacası insanın dünyevileşmesi, sekülerleşmesi ve laikleşmesidir.

İhtilafların, tefrikaya; onun da fırkalaşmaya dönüşmemesi için hayatın her anında Allah’ın ve Ahiret Gününün/Hesap Gününün hatırlanması ve önemli olduğunun asla unutulmaması gerekmektedir:

“Ve kendileri Allah’ı unutmuş, böylece O da onlara kendi nefislerini unutturmuş olanlar gibi olmayın.  İşte onlar, fasık olanların ta kendileridir.”(59/19).

“«Ey Davud, gerçek şu ki, biz seni yeryüzünde bir halife kıldık. Öyleyse insanlar arasında hak ile hükmet, hevaya uyma; sonra seni Allah’ın yolundan saptırır. Şüphesiz Allah›ın yolundan sapanlar, hesap gününü unutmalarından dolayı onlar için şiddetli bir azab vardır.»”(38/26)

Kaynaklar:

1- Dini Kavramlar Sözlüğü, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 2006.

2- TDV İslâm Ansiklopedisi, “Ahlâk” Maddesi, İstanbul.

3- İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, İstanbul.

4- Buhâri, Bed’ü’l-Vahy 1, Itk 6, Menâkıbu’l-Ensâr 45, Nikâh 5, Eymân 23, Hiyel 1; Müslim, İmâret 155, (1907); Ebu Dâvud, Talâk 11, (2201); Tirmizi, Fedâilu›I-Cihâd 16, (1647); Nesâî, Tahâret 60, (1, 59, 60).

5- Tirmizî, Rad 11, (1162); Ebu Dâvud, Sünnet 16, (4682).

 

24 Mart 2017 Cuma

İhtilâf Ahlâkını İnşa Etme Sorumluluğu - 3: Tefrikaya dönüşmeyen ihtilâflar rahmettir

 (Milli Gazete)

“Bârika-i hakikat, müsâdeme-i efkârdan doğar”.  (Hakikat kıvılcımı, fikirlerin çatışmasından doğar) Namık Kemâl

Giriş

Geçen yazıda, ihtilâfların tefrikaya dönüşmesinin ana nedeni olan heva’nın ilâhlaştırılması konusu ele alınmıştı.

Bu yazıda, tefrikaya dönüştürülmeyen ihtilâfların, gelişim ve değişimin esasını meydana getiren bir rahmet olduğu konusu ele alınıp değerlendirilecektir.

“İhtilâf/Farklı Oluş, Genişlik ve Rahmettir”

İnsanların genetik kodlaması, içinde yaşadıkları sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik çevre ve kendi okuyup öğrendikleri, insanın düşünce ve davranışları üzerinde etkili olmaktadır. Bu üç ana faktörde meydana gelen değişim ve bunun insanlar üzerindeki etkilerinin farklı oluşu, doğal olarak insanlar arasında etkileşimi farklılaştırmaktadır. Genetik kodlarımızda var olan farklılıklar, aynı derinlikte, aynı hassasiyette ve eşdeğer hassasiyette düşünmemize manidir. Bu da, ihtilâfların/farklılıkların doğal olarak meydana çıkmasına sebebiyet vermektedir. Dolayısıyla dinin tabiatı, dilin yapısı, insanların tabiatının, yeteneklerinin, iradelerinin, becerilerinin, içinde yaşadıkları sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel çevrenin farklı oluşu, onların düşüncelerinin ve düşünce üretme kapasitelerinin farklı oluşuna/ihtilâfına neden olmaktadır. Bu nedenle insanlar arasındaki ihtilâf/farklı düşünme, yaradılış kanunlarının/ilâhî sünnetin doğal bir sonucudur. 

İnsanlarda yaradılıştan gelen bu farklı oluş, bir boyutu ile insanlığı daha iyiye, güzele, doğruya götürebilirken; diğer boyutu ile kin, nefret ve düşmanlık girdabında felakete de sürükleyebilir. Sorun, ihtilâfların/farklılıkların var olmasında değil; ihtilâfların tefrikaya; onun da, fırkalaşmaya/hizipleşmeye, kavgaya, savaşa ve kaosa dönüştürülmesindedir.

Bünyemize yaradılıştan yerleştirilen ihtilâf etme eğilim ya da yeteneği, bizi, hangi durumlarda iyiye, güzele, doğruya, gerçeğe, hakka, kardeşliğe yönlendirir; hangi durumlarda kötüye, çirkine, yanlışa, batıla, kaosa, düşmanlığa götürür. İkinci ihtimalin vuku bulması, heva’nın ilâhlaştırılmasının bir sonucudur. Geçen haftaki yazıda bu konu ele alınmıştı.

İnsanlar arasındaki ihtilâf/farklı düşünme, ilâhi yasanın bir sonucu ise, bundaki sır ve hikmet nedir? Suyuti’nin, Camiu’s-Sağir’inde zikrettiği “Ümmetimin ihtilâfı rahmettir.” (1) hadisi, yasanın sırrını açıklamaktadır. Nevevi’nin ‘Kırk Hadis’inde zikrettiği aşağıdaki hadis, ihtilâfın rahmet olarak nitelendirilmiş olmasına bir açıklık kazandırmaktadır (1):

“Allah bazı sınırlar çizmiştir ki, o sınırları aşmayın. Bazı şeyleri farz kılmıştır, onları terk edip ihmal etmeyin. Bazı şeyleri haram kılmıştır, onlara el uzatmayın. Bazı şeyler hakkında –unutmaksızın yalnızca size rahmet olması için sükût etmiştir. Onların da ardına çok düşerek karıştırmayın.” 

Yukarıdaki iki hadisi anlam olarak destekleyen diğer bir hadis de, Ebu Derda tarafından rivayet edilmiştir. Bu hadis, ihtilâfı, Allah’ın bir “lütfu ve bağışlaması” olarak nitelendirmektedir (1):

“Allah Resulü: Allah’ın kitabında helâl kıldıkları helâl, haram kıldıkları da haramdır. Hakkında hiçbir hüküm bildirmeyip sükût ettiği şeyler ise O’ndan bir lütuf ve bağışlamadır. Allah’tan afiyetini isteyin, zira Allah hiçbir şey unutmaz” buyurdu ve şu ayeti okudu: “Senin Rabbin unutkan değildir.” (Meryem. 64).

Bu hadislerde Allah tarafından konulara açıklık getirme noktasında üç farklı durumun var olduğu görülmektedir: 1- Helâl sınırları belirtilmiş, 2-Haram sınırları belirtilmiş, 3- Allah’ın hüküm bildirmediği, açıklık getirmediği bazı konuların varlığı. 

Dikkat çekici olan, açık hüküm olmayan konularla ilgili olarak Hz. Peygamberin “rahmet”, “lütuf ve bağışlanma” kavramlarını kullanmış olmasıdır. Allah, ana konularda, ana frekanslarda, helâl-haram, hak-batıl, tayyip-habis, hasene-seyyie, maruf-münker ve adalet-zulüm düzleminde, olmazsa olmazları açıklamış; geri kalanlar konusunda, ana frekanslarla çatışmayacak, tezat teşkil etmeyecek şekilde fikir ve düşünce üretmeyi insanlara bırakmıştır. Böylece insanlık tarihi boyunca değişen, şartlara uygun olarak insanların fikir geliştirmesine, çözüm bulmasına, âlimlerin içtihat yapmasına imkân vererek insanlara “lütufta” bulunmuştur. Ömer b. Abdulaziz’in sahabe ile ilgili; “Sahabe ihtilâf etmeseydi, ben buna sevinmezdim. Onlar ihtilâf etmeselerdi, bize ruhsat kapıları da kapanmış olurdu.” (1) demiş olmasının manası da bundan başka değildir.

Allah’ın Kâinat Ayetlerini İnsanların Farklı Anlaması

İnsanların, âlimlerin, düşünürlerin farklı bakış açılarına sahip olması, bir zenginliktir. Bu, daha iyiye, güzele, doğruya gidişi sağlayabilir; değişen şartlara uyum imkânı verebilir. Ayrıca herkes, bir olayı aynı şekilde anlama, hatta anlayabilme imkânına ve kapasitesine sahip değildir. Kur’an’ın değişik vesilelerle insanlara sunduğu bazı ayet ve kıssalarda, bu durumu rahatlıkla görebilmekteyiz. Rum süresinin 20’den 32’ye kadar olan ayetlerinde, Allah kâinatta var olan bazı durumların Allah’ın birer ayeti olduğunu belirtirken, bunların anlamada, insanlarla ilgili özel bir sınıflandırma yaptığı görülmektedir. 20. ayette ‘insanların topraktan yaratılmış’ olması, ‘Allah’ın ayetlerindendir’ denilmektedir. 21. ayette, insanların ‘sükûn bulup-durulması için, kendi nefislerinden eşler yaratılması ve aralarında bir sevgi ve merhamet kılması da, O›nun ayetlerinden’ olduğu ifade edilmektedir. Devamında, ‘hiç şüphe yok bunda, düşünebilmekte olan bir kavim için gerçekten ayetler vardır.’ denilerek ayetin anlaşılabilmesini, düşünebilen insanlara hasretmektedir.

Düşünmeyenlerin bundaki sırrı anlama imkânı söz konusu değildir. 22. ayette, ‘Göklerin ve yerin yaratılması ile dillerin ve renklerin farklı ve değişik olması da’, Allah’ın bir ayeti olduğu belirtilmektedir. Ancak bunu âlimlerin anlayabileceklerine vurgu yapılmaktadır. 23. ayette, insanların ‘gecede, gündüzde uyuması ve lütfundan nasip araması Allah’ın bir ayeti’ olduğu belirtildikten sonra; bunu anlayabileceklerin, ‘ işitenler’/işitebilenler’ olduğu ifade edilmektedir. 24. ayette Allah’ın ‘bir korku ve umut (unsuru) olarak şimşeği göstermesi ile gökten su indirmek suretiyle ölümünden sonra yeri onunla diriltmesinin’  bir ayet olduğu; fakat bunu, ‘aklını kullanabilecek olanların’ anlayabileceği ifade edilmektedir. 25. ayette, ‘Göğün ve yerin Allah’ın emriyle bir düzen içerisinde ayakta durması da, Allah’ın bir ayeti’ olduğu belirtilmektedir.

Bütün bunların devamında 28. ayette Allah’ın, ‘aklını kullanabilen bir kavim için ayetleri birer birer açıkladığına’ özel bir vurgu yapılmaktadır. Ayetler incelendiğinde ayetlerin konusuna uygun olarak bunları anlayabilecek insanlar da özel olarak zikredilmektedir: 1- Düşünebilenler, 2- Âlimler, 3- İşitenler/işitebilenler,    4-Aklını kullanabilecek olanlar. 

Dolayısıyla farklı konuları farklı insanların anlayabilmesi, ihtilâfın/farklılığın doğasını oluşturmaktadır. Böyle bir tasnif yapılmış olmasının nedeni, ayetlerin konusu ile ilgili kişilerin gerekli bilgiyi edinme veya üretme kapasitesinden dolayı olabilir. Nitekim bir sonraki ayette; zalimlerin, herhangi bir bilgiye dayanmayıp, gerçeği saptırmalarının nedeninin, hevaya uymaları olduğuna vurgu yapılmaktadır (30 Rum 29).  Hevaya uymamak için fıtrata, fıtrat dinine yönelinmesi Allah tarafından emredilmektedir:

“O halde (Ey Peygamber ve Peygamber’e uyanlar) yüzünü samimiyetle ve tamamen bu dine çevir, Allah’ın fıtratına çevir ki, O, insanları bu fıtrat üzerine yaratmıştır. Allah’ın yaratması değiştirilemez. İşte doğru din (budur); fakat insanların çoğu bilmezler.”(30 Rum 30).

Ancak Allah, fıtrat dinine yönelme noktasında bir sonraki ayette (30 Rum 31) dört noktaya dikkat çekmektedir: 1-’Gönülden katıksız bağlılar’ olunması, 2-Allah’tan korkup-sakınılması, 3- Namazın dosdoğru kılınması, 4- Müşriklerden olunmaması. Aksi takdirde ihtilâflar, tefrikaya; tefrika fırkalaşmaya;  fırkalaşma da dini paramparça etmeye sebep olacaktır.

“Kendi dinlerini fırkalara ayıranların kendileri de parça parça olmuşlardır; her grup kendi elindekiyle övünüp-sevinç duymaktadır.” (30 Rum 32).

Sosyal Hadiseleri Anlamada Farklı İnsan Unsurunun Mevcudiyeti

Tabiat olaylarını anlama, değerlendirme ve yorumlamada insanlar nasıl farklılık gösteriyorsa; sosyal hadiseleri de anlama, değerlendirme ve yorumlamada da farklıdırlar. Bu konuda Kur’an’da verilen ilginç örneklerden biri de, Karun olayıdır (28 Kasas 76-84). 

Karun, Musa›nın kavminden olup, aşırı zenginlikten dolayı azgınlaşmış, müstekbir ve müstağnileşmiş biriydi (28 Kasas 76). Karun’un bu tavrı, halkı tarafından iyi karşılanmadığı için ona «Şımararak sevinme, çünkü Allah, şımararak sevince kapılanları sevmez.» «Allah›ın sana verdiğiyle ahiret yurdunu ara, dünyadan da kendi payını (nasibini) unutma. Allah›ın sana ihsan ettiği gibi, sen de ihsanda bulun ve yeryüzünde bozgunculuk arama/arzulama. Çünkü Allah, bozgunculuk yapanları sevmez.» şeklinde nasihatte bulunmuştur (28 Kasas 76, 77). Karun, halkının kendisine yaptığı bu nasihatlere; «Bu, bende olan bir bilgi dolayısıyla bana verilmiştir.» tarzında bir cevap vermiş, şımarıklığında ve müstekbirliğinde ısrarcı olmuştur (28 Kasas 78).

Ayetlere göre Karun’un bu aşırı zenginliğini, anlama, yorumlama ve değerlendirmede iki farklı insan unsurunun varlığına Kur’an dikkat çekmektedir (28 Kasas 79-80): 1- “Dünya hayatını istemekte olanlar”, 2- Kendilerine ilim verilenler.

“Dünya hayatını istemekte olanlar”, Karun gibi olmayı arzu ederlerken (28 Kasas 79); “kendilerine ilim verilenler” ise bu şekilde bir zenginliğin hayırlı olmadığını ve sahibine hayır getirmeyeceğini ifade etmektedirler (28 Kasas 80). Karun’un elindeki tüm imkânlarla birlikte helâk edilmesi durumunda, “Dünya hayatını isteyenlerin büyük pişmanlık duymaları; sosyal hadiseleri anlama, yorumlama ve değerlendirme noktasında insanların doğal olarak farklılık göstereceği anlamına gelmektedir. İlim erbabının yorumları ve değerlendirmeleri ile dünya hayatını isteyenlerin yorumlama ve değerlendirmeleri ihtilâflı/farklı olacaktır. Bu olayda ilim verilenler ile dünya hayatını isteyenler arasındaki ihtilâfın nasıl seyrettiğine ilişkin bir bilgi verilmemektedir. Ancak Karun’un helâk edilmesi ile birlikte, dünya hayatını isteyenlerin kanaatleri değişerek ilim verilenlerin kanaatlerine gelmiştir. Bu durumda, ihtilâfların, tefrikaya dönüşmeyerek, gerçeğe ulaşıldığı söylenebilir. O gün yaşayanlar için, Karun olayında fiilen vuku bulan helâk olayı söz konusudur. O günü yaşamayanlar için, bu tür Kur’an kıssalarının hatırlatılması ile ihtilâfların, tefrikaya dönüşmesi engellenebilir. Dünya hayatını isteyenler ile ilim verilenler arasındaki ihtilâf, gelecek nesillerin daha dikkatli davranıp ders almaları anlamında hem bir rahmet, hem de Allah’ın bir lütuf ve bağışlaması olarak yorumlanabilir.  

Sonuç:

İhtilâfların, tefrikaya dönüştürülmemesi için; iman edip sâlih amellerde bulunan, sabreden (28 Kasas 80), büyüklenmeyen, şımarmayan, fesatçı olmayan, iyilik yapan muttaki olan, insanlara/topluma, özellikle de ulemaya ihtiyaç vardır (28 Kasas 83, 84). 

Bu konuda İmam Malik ile Abbasi Halifesi Ebu Cafer Mansur arasında geçtiği rivayet edilen bir görüşme, hayatî önemi haiz olup, ihtilâf ahlâkının inşa edilmesinde bir usul ortaya koymaktadır: “Abbasi Halifesi Ebu Cafer Mansur, İmam Malik’in yazmış olduğu Muvatta’nın, Abbasi devletinin kanun kitabı olmasını,  bütün tebasınınMuvatta’daki hüküm ve görüşlerle amel etmesini, diğer tüm içtihat ve reylerin lağvedilmesini istemiş ve bu konuda İmam Malik’e, “Ben, yazmış olduğun kitabı çoğaltarak tüm Müslüman şehirlere gönderip, insanların bu kitaptakilerle amel etmelerini, diğer kitapları terk etmelerini istiyorum” demişti. İmam Malik, Mansur’a, “Bunu yapma, ey müminlerin emiri! İnsanlara daha önceden pek çok görüş aktarılmış, değişik hadis ve rivayetler gelmiştir. Tüm kavimler kendilerine gelen nasslara göre davranıyor. Her millet kendine gelen içtihat, rey ve görüşlere göre amel etsin. Onları bırak, rahatça istedikleri görüşe devam etsinler!” demiştir” (1). 

Bu hadisenin, biraz daha farklı bir şekilde İmam Malik ile Halife Harun Reşid arasında geçtiğine ilişkin bir rivayet daha vardır. Harun Reşid, Muvatta’nın Kâbe’nin duvarına asılmasını ve insanların bu kitabın içindekilerle amel etmesini istiyordu. İmam Malik ise ona, “Böyle yapma! Çünkü Peygamberin ashabı, teferruatta ihtilâf etmiş ve her biri değişik beldelere sünneti taşımışlardır” demiştir. Bunun üzerine Harun Reşid de ona  “Allah seni muvaffak kılsın” demiştir. (1) 

Önemli olan, ihtilaflı konularda nefsî davranmamaktır. İçinde bulunulan şartları göz önüne alarak hareket etmektir. Farklılıkları tezada dönüştürüp, tefrikaya ve fırkalaşmaya sebebiyet vermemektir. Halk arasında ciddi kargaşaya, tefrikaya sebebiyet verecek tutum ve davranışlardan kaçınmak ve yeni tefrika konuları ortaya çıkarmamaktır.

Ve;

“Namık Kemâl: Çıkar asar-ı rahmet, ihtilâfı-ı rey-i ümmetten”. 

(Hayırlı eserler, ümmetin fikir ayrılığından ortaya çıkar). 

Kaynaklar

1- Karadâvî, Y., İhtilaf ve Tefrikalar Karşısında İslâmi Tavır, Nida Yayıncılık, İstanbul,        2014, ss. 68-80.

17 Mart 2017 Cuma

İhtilâf Ahlâkını İnşa Etme Sorumluluğu- 2: İhtilâfı tefrikaya dönüştüren ahlâki sebepler

 (Milli Gazete)

Giriş

İfrat ve tefrit insanlığın iki uç yaklaşımıdır. O nedenle İslâm ümmeti “vasat”, “mutedil”, “orta” bir ümmet olarak tanımlanmaktadır. “Vasat”, “mutedil”, “orta” bir ümmet olarak tanımlanan İslâm ümmetinin mensuplarının bir kısmı, bugün hemen hemen her türlü ihtilâfı tefrikaya, kavgaya dönüştürebilmekte; ümmet içerisinde kaosa neden olabilmektedir. 

Bunun sebebi hikmeti nedir? 

Bu hastalıklı durumdan kurtulmak için ne yapılmalıdır?

Geçen yazıda ihtilâf ve tefrika kavramlarının anlam alanları ile İslâm dünyasındaki muhtelif önemli ihtilâf çeşitlerini ve ihtilâfın ana sebeplerini inceledik.

Bu yazıda ihtilâfı, tefrikaya dönüştüren ahlâki sorunlar ele alınıp değerlendirilecektir.

İhtilâfların Tefrikaya Dönüştüren Ahlâkî Sebepler

İhtilâfların uzlaşmaz hale gelmesinde kişilik zaafları etkilidir. Ancak bundan daha da etkili olan ahlâkî zaaflardır. Hatta ihtilâfların tefrikaya dönüşmesinin ana nedeni, ahlâkî’dir desek, yanlış söylemiş olmayız. İhtilâfları tefrikaya dönüştüren ahlâkî sebepleri, aşağıdaki gibi özetleyebiliriz:

Kişinin düşünce ve davranışları üzerinde heva ve hevesin hâkim olması,

Kişinin sadece kendi görüşünü beğenip gururlanması, kibir, enaniyet, müstekbirlik,

Başkası hakkında su-i zan ile hareket edip, elde delil olmadan karşısındakini itham etmesi (1),

Dünyevileşme, sekülerleşme ve laikleşmenin neden olduğu melez değer sistemine sahip olması sonucu ortaya çıkan sosyal şizofreni, Kişinin bir şehri, bölgeyi, grubu, tarikatı, cemaati, lideri, şeyhi vb. fanatizm derecesinde sevmesinden dolayı önyargılı davranması (1), Kişinin belli bir teşkilâta, cemaate, harekete, siyasi partiye, hizbe, fırkaya, mezhebe, ekole, lidere, şeyhe, âlime, müçtehide veya kendi şahsî görüşüne taassupla bağlanması,  Kendi şahsî görüşüne taassupla bağlanması sonucunda, at gözlüğü takarak farklı hiçbir şey görmemesi, görememesi, görmek istememesi, körlük, Hiç kimsenin ilmine fikrine ihtiyaç hissetmemesi; kendini, kendine yeter görmesi, müstağnileşme, Kişinin; inanıp bağlandığı teşkilatı, cemaati, hareketi, siyasi partiyi, hizbi, fırkayı, mezhebi, ekolü, lideri, şeyhi, âlimi, müçtehidi ve kendi şahsî görüşü dışındakilerinin tümüne karşı kin nefret ve haset içeren bir tavır sergilemesi, bağyetme, Fikri/Fıkhı görüşleri, bilerek/kasti olarak, benimsediği siyasi düşüncelerine hizmet edecek şekilde çarpıtarak değerlendirmesi, yorumlaması, istismar. 

Kelâm, tasavvuf, mantık, felsefe ve fıkhî ekoller için bir değerlendirme yapılırken, bunların bir bütün olarak eksikleri ve kusurları ile benimsenip kabul edilmesi, tefrit, Bunun zıddına; bunların tümünün reddedilmesi, bunların hepsinin İslâm’a sonradan girdiğini, tuzaklarla dolu olduğunu ve bunların zararının, faydasından çok olduğunun kabullenilmesi, ifrat. Dolayısıyla ihtilâfların tefrikaya dönüşmesinde önemli ahlâkî sebeplerden biri, ifrat ve tefritin neden olduğu adaletsizliktir.

İhtilâfların Tefrikaya Dönüştürülmesinde Ana Neden: Hevanın İlâhlaştırılması.

İhtilâfları, tefrikaya dönüştüren yukarıdaki ahlâkî sebepler içerisinde en temel, en baskın etken, heva’nın ilâhlaştırılmasıdır. Diğerlerinin neredeyse tamamının, bunun sonucu olarak ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Heva meselesi, insan yapısı ve davranışlarının gerçek anlamda anlaşılamamasından kaynaklanan en temel meseledir. İnsan düşünce ve davranışlarını, tıpkı bilgisayar virüsleri gibi, sürekli tahrip eden, insanın kötülük cephesinin en baskın bir unsurudur. Heva sorununun daha iyi anlayabilmek için Kur’an’ın “heva” diye isimlendirdiği ve insandaki karar merkezlerini daima olumsuz olarak etkilemeye çalışan yapıyı göz önüne almamız gerekir.

Heva, Kur’ân-ı Kerim’deki anahtar kavramlardan biridir. Yaklaşık olarak 30 yerde geçmektedir, insandaki mevcut karar merkezlerinden nefsin, genel olarak, ana çalışma frekansıdır. Bireysel ve toplumsal çürümenin motoru olarak değerlendirilebilir. 

Heva, “benliğin, şehvete meyli ve keyfiliği tercih etmesidir.” (1). İnsanın yücelikten basitliğe düşmesini sağlayan, zan ve tahmine dayalı bilgilerle insana hükmeden, hayatı yalnızca kendi ekseninde şekillendirmek isteyen bir nefsin, düşünme ve davranma halini ifade eder; insan bencilliğinin etkin unsur olarak dışavurumu ve hayatı tanzim girişimidir. Heva, insan nefsinin cehalet ve/veya kibre dayalı olarak oluşturduğu ve ilâhi bilgiye dayalı değerler sisteminin karşısında olan bir değerler topluluğu olup, insan fıtratının bozulmasını ifade eder.

Heva Sapıklığa ve Yıkıma Götürür

Hevanın etkisindeki bir insanın şeytanla irtibatı artar ve zamanla şeytanın oyuncağı olur (6/En’am 71). Bu durumdaki insanlar, gerçekleri göremez ve duyamazlar. Hoşlarına gitmeyen, çıkarlarına engel olan her şeyi ret ve inkâr ederler (53Necm 23). Heva, zan, tahmin, bilgisizlik ve istikbar (kendini beğenmişlik), bağy (başkası aleyhine sınırı aşmak, kıskançlık, ezme, saldırı, horlama, zulüm ve bozgunculuk) ile iç içedir (2 Bakara 19, 90, 120, 145, 213; 5 Maide 48; 6 En’am 119; 30 Rum 29; 13 Ra’d 37; 45 Casiye 17, 18; 53 Necm 23; 38 Sad 20-25; 49 Hucurat 9; 42 Şura 14). Cehaletle gururun ona refakat etmesi hevayı, insan ve toplum hayatında daha tahripkâr yapar. 

Heva, hayatı birey nefsine indirger. Hayatın tümüyle kişiye indirgenmesi ve yalnızca kişinin ihtiyaçlarının ya da çıkarlarının aşırı bir şekilde öne çekilmesi, insan nefsinin doymazlığını azdırıp insanı sapıklığa sürükler: “Allah’tan bir kılavuz olmaksızın, hevasına uyandan daha sapık kimdir.” (28 Kasas 50). Toplumsal sermayenin hevaya dayalı olarak inşa edilmesi; kişiyi sapıklığa sürüklerken, kaçınılmaz bir şekilde toplumun, çevrenin, kısaca her şeyin bozulmasına ve nihayetinde yıkılıp yok olmasına sebebiyet vermektedir:  “Eğer hak, onların hevalarına uyacak olsaydı, hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herkes ve her şey bozulmaya uğrardı.” (23 Müminun 71)

Hevanın bu tahripkâr gücünden dolayı bütün peygamberler uyarılmış, dikkatleri çekilmiştir (20Taha 16). Bu noktada çok daha önemli olan bir husus da, hevaya uyan insanın görünür kimliği ne olursa olsun, sonucun (yıkım) değişmemiş olmasıdır. Bu noktada hevasını ilâhlaştıran bir ateist ile hevasını ilâhlaştıran bir Müslüman arasında ayırım yapılmamaktadır. Bu tür insanların tümü; gerçeği ters yüz eden zalimler olarak, hevalarına uyarlar ve hevalarını hayatın merkezi yapmaya gayret ederler: “Zulmetmekte olanlar, hiçbir bilgiye dayanmaksızın kendi hevalarına uymuşlardır…” (30Rum 29).

Heva Bireysel Çıkarlarda Sınır Tanımaz

İnsanın her istediğini yapma yetkisini kendinde görmesi, bireysel çıkarların sınır tanımazlığı ve bu konudaki aşırı özgürlük bir müstağnileşmedir. Kibir, müstağnileşme, bağy, hevanın ilâhlaştırılmasının bir sonucudur. İnsanın kendini, kendine yeter görmesi ve bir başkasına ihtiyaç hissetmemesi, toplumsal dayanışma ve değerlerin çözülmesi demektir. Arkasından kaçınılmaz olarak kirlenme ve çürüme gelir. Bu nedenle Allah, insana her arzu ettiği şeyin (bireysel çıkarlar) verilmesinin yanlış olduğuna dikkat çekmektedir:

“Onlar, yalnızca zanna ve nefislerinin heva olarak arzu ettiklerine uymaktadırlar. Oysa and olsun, onlara Rablerinden yol gösterici gelmiştir. Yoksa insana “her arzu edip dilekte bulunduğu’’ şey mi var? (53 Necm 23, 24)

Hevasını ilâh edinmiş Müslüman bir düşünür veya bir bilim insanı, kendi düşüncesini, en doğru ve diğer düşünceleri de en yanlış olarak görme eğilimindedir. Kibir, müstağnileşme ve bağy, başkalarının fikrine ve düşüncesine karşı her türlü saygısızlığın, kabalığın, karalamanın ve suçlamanın yapılmasını kişinin kafasında meşrulaştırır. 

Heva İnsanı Kör, Sağır ve Akılsız Yapar

İhtilâfların tefrikaya, onun da fırkalaşmaya dönüşmesinin ana nedeni, hevanın insan üzerinde yaptığı bu karmaşık etkilerdir. Hevanın vücut verdiği çekim alanına giren ve kendi iradi kontrolünü kaybeden insanlar, bilgisi ne olursa olsun, zanları, tahminleri ve kibirlerinin neden olduğu bir körlük ve sağırlıkla gerçekleri görememekte ve duyamamaktadır:

“Şimdi sen, kendi hevasını ilâh edinen ve Allah’ın bir ilim üzere kendisini saptırdığı, kulağı ve kalbi üzerine damga vurduğu ve gözü üstüne de bir perde çektiği kimseyi gördün mü? Artık Allah’tan sonra ona kim hidayet verecektir? Siz yine de öğüt alıp düşünmüyor musunuz?” (45 Casiye 23; bak: 25 Furkan 43,44)

Hevalarını İlâhlaştıranlar, Başkalarını Saptırmak İçin Mücadele Ederler

Bu noktada unutulmaması gereken bir başka gerçek de; hevalarını ilâhlaştıranlar, başkalarının fikri ve fıkhî düşüncelerinin yanlış olduğunu inatla iddia ederler. Yapılan her türlü açıklamayı, getirilen her türlü delili, baştan reddederek ihtilâfları tefrikaya dönüştürerek haddi aşarlar: “Kuşkusuz çoğu, bir ilim olmaksızın kendi hevalarıyla başkalarını saptırıyorlar. Şüphesiz senin Rabbin haddi aşanları en iyi bilendir.” (6En’am 119)

Sonuç: Hevanın Hâkimiyetini Kırmanın Yolu, Dosdoğru Bir İstikamet Üzere Olmaktır

Hevasını ilâhlaştıranlar, tarih boyu iyiyi, güzeli, temizi, doğruyu arayanlara, hak-hukuk ve adalet isteyenlere, hep baskı uygulamış, onları kötülemişler ve suçlamışlardır. İman edenler, İslâm coğrafyasına, aydınlığın gelmesini, adaletin hâkim olmasını, birlik ve dayanışma ruhunun yeniden inşa edilmesini istiyorlar ve zulüm altında ezilip yok olmayı istemiyorlarsa, hep birlikte, hevalarını ilâhlaştıranlara karşı onurlu bir mücadele vermek zorundadırlar(18 Kehf 28).

Hevanın hâkim olmadığı bir dünyayı, bugün Müslümanlar inşa edebilirler. Bu imkân ve şansları vardır. Bugün, ya bunu başaracaklar, ya da hem bu dünyada hem de öteki dünyada zillet içinde yaşayacaklardır. Üçüncü bir yol yoktur.

Hevanın hiçbir şekilde kendisine bulaşmadığı vahyi bilgiye sahip olan Müslümanlar, ellerindeki cevherin kıymetini bilmeli ve tarihi sorumluluklarını yerine getirmelidirler. (5 Maide 48, 49)

Bugünün Müslümanları, bu kutsal görev için öncelikle zihinlerini, kalplerini ve nefislerini temizlemelidirler. Cennete giden yolun, zihinlerini, kalplerini ve nefislerini hevadan arındırmaktan geçtiğini görmelidirler(79 Naziat 40,41).

O nedenle Müslümanlar, sapmış bir topluluğun hevalarına uymamalıdırlar (5Maide 77).

O nedenle Müslümanlar, her türlü şer hareketine karşı onurlu bir duruşla karşı çıkmalıdırlar. Aksi takdirde, Allah’ın her türlü yardımının kesileceğini ve Allah’ın dostluğunun kaybolacağını görmelidirler (2 Bakara 120).

Tarihi süreçte insanlığın en büyük düşmanlarından birisi de hevanın bir özelliği olan “bağy” duygusudur. Bu duygu, göz ardı edilip önemsenmediğinde, her türlü ihtilâfın tefrikaya dönüşmesi ve ardından fırkalaşmanın vuku bulması kaçınılmazdır. Ümmet, millet ve cemaatler bu fırkalaşmanın sonucunda bölünmektedir:  

“İnsanlar tek bir ümmetti. Allah, müjdeciler ve uyarıcı-korkutucular olarak peygamberler gönderdi ve beraberlerinde, insanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda, aralarında hüküm vermek üzere hak kitaplar indirdi. Oysa kendilerine apaçık ayetler geldikten sonra, birbirlerine karşı-olan ‘azgınlık ve kıskançlıkları yüzünden anlaşmazlığa düşenler, o, (Kitap) verilenlerden başkası değildir.” (2 Bakara 213; bak: 45 Casiye 17; 42 Şura 13-14 )

Bu nedenle Hz. Muhammed (sav), bağy duygusunu tahrik edecek mal, mülk, makam ve ırk ile övünmeyi, ümmetin birlik ve beraberliği için tehlikeli görerek cahiliye davranışı olarak nitelendirmiştir(3). 

Hevasını ilâh edinmeyen, bağy hastalığına yakalanmayanlar, azınlık bir grup olan iman edip salih amel işleyenlerdir (38 Sad 21-24). İman edip salih amel işleyenler, insanlar arasında hak ile hükmettikleri, adalet ve fıtratı merkeze alan bir dili ve hayat tarzını savundukları sürece Allah’ın yardımı gelecek, ihtilâfları tefrikaya dönüşmeyecek ve karanlıklar aydınlığa dönecektir( 38 Sad 26).

Öyleyse iman edip salih amel işleyenler, Allah’ın kendilerine emrettiği, gösterdiği ve hevanın etkili olmadığı dosdoğru bir istikamet tutturmalıdırlar:

“Şu hâlde, sen bundan dolayı davet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru bir istikamet tuttur. Onların hevalarına uyma. Ve deki: Allah’ın indirdiği her kitaba inandım. Aranızda adalet yapmakla emrolundum. Allah, bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim amellerimiz bizim, sizin de amelleriniz sizindir. Bizimle sizin aranızda bir tartışma konusu yoktur. Allah, bizi bir arada birleştirip-toplayacak ve dönüş de O’nadır” (42 Şura 15)

Kaynaklar

1- Kardâvî, Y., İhtilâf Ve Tefrikalar Karşısında İslâmi Tavır, Nida Yayıncılık, İstanbul, 2014, S: 15-25.

2-Öztürk, Y.N., Kuran’ın Temel Kavramları, Yeni Boyut, İstanbul, (1991), s:172-174.

3- Müslim, Cenâiz 9, Hadis No: 934.


10 Mart 2017 Cuma

İhtilaf ahlakını inşa etme sorumluluğu-1

 (Milli Gazete)

Bugün Türkiye’nin ve İslam dünyasının en ciddi sorunlarından biri, farklı düşünce ve bakış açılarına karşı gösterilen tahammülsüzlüktür. En basit konudan en karmaşık konuya kadar olan her şeyde, insanların tümünün aynı düşünmesi mümkün değildir. İnsan yapısına da uygun değildir. Düşünme sistemini körelten, gelişmeyi engelleyen bir durumdur. Farklı düşünenlerin, farklı fikir söyleyenlerin, tekfirle, ihanetle suçlanması, onlara hakaret edilmesi, yanlış bir yaklaşımdır. 

İfrat ve tefrit insanlığın iki uç yaklaşımıdır. O nedenle İslam ümmeti “vasat”, “mutedil”, “orta” bir ümmet olarak tanımlanmaktadır. “Vasat”, “mutedil”, “orta” bir ümmet olarak tanımlanan İslam ümmetinin mensuplarının bir kısmı, bugün hemen hemen her türlü ihtilafı tefrikaya, kavgaya dönüştürebilmekte; ümmet içerisinde kaosa neden olabilmektedir. 

Bunun sebebi hikmeti nedir? 

Bu hastalıklı durumdan kurtulmak için ne yapılmalıdır?

Bu yazı serisinde bu konu ana hatları ile ele alınıp değerlendirilecektir.

İhtilaf ve Tefrika Kavramları

İhtilafın sözlük anlamı, “bir konuda farklı düşünme, ayrılık, uyuşmazlıktır.” “İhtilafa düşmek” ise, “farklı görüşlere sahip olmak, uyuşamamak, anlaşamamaktır.” (1). 

İhtilaf kelimesi, “halefe”(mastarı half) kelimesinden türetilmiştir. Half, “önün, önde olanın zıddı”, yani “arka, arkada olan”  demektir. Bunun yanı sıra,  “Halefe”-“half”, “geride kalmak, geride kalan, sonradan gelen” anlamını da taşımaktadır. “İhtilaf” ve “muhalefet”, “her birinin söz ve halinde yekdiğerine zıt bir yol tutması” demektir(2).

Tefrika, “iki şey arasını ayırmak, yol çatallanmak anlamındaki ‘f-r-k’ kökünden türemiş olup parçalara ve bölüklere ayırmak, bölücülük ve ayrıcalık yapmak” demektir(3). “Fırka”, sözlükte “insanlardan ayrılan topluluk”, “bölüm”, “parti”, “tümen” anlamında kullanılırken; terim/ıstılahı olarak “İslam fikir tarihinde siyasi düşünce veya itikadî telakkilere sahip bulunan mezhep anlamındaki düşünce akımı ve grupları” anlamında kullanılmaktadır. Kuran’da “tefrik”, “teferruk” olarak geçen bu kavram, “dinde ve sosyal hayatta bölünmeyi, parçalanmayı, dağılıp çözülmeyi” ifade etmektedir(3).

Tefrika, insan bünyesinde var olan heva-heves cephesinin, insan bünyesi üzerinde etkin olması, fıtratı bastırması, örtmesi sonucu tezahür eden bir ifrat halidir.

İhtilaf Çeşitleri 

Kur’an’da geçtiği ayetlere bakıldığı zaman ihtilaf kavramının, iki farklı boyutu ile karşılaşılmaktadır: 1-Kâinatın işleyişinde var olan ihtilaflar (2 Bakara 164), 2- İnsanların hayatlarında var olan fikri/fıkhı ihtilaflar. 

Dişi-erkek, aydınlık-karanlık, gece-gündüz, elektron-pozitron şeklindeki bir yaratılış, zevciyat (çift, eş) yasası olarak kâinatın işleyişindeki ihtilaf olup temel yasalardan biridir:

“Yerin bitirmekte olduklarından, kendi nefislerinden ve daha bilmedikleri nice şeylerden bütün çiftleri yaratan Allah çok yücedir.” (36/36; Bak:51/49; 4/1; 16/72; 30/20, 21; 22/5; 40/67; 6/95-98; 75/39; 78/8; 35/11; 42/11).

Parçacık fiziğinde önemli bir yeri olan Schrödinder denkleminin, her uygulandığı alanda daima çift, eş çözümü olması, bu yasanın farklı bir şekilde ifade edilişinden başka bir şey değildir. Zevciyat (çift, eş) yasasına göre eşler arasında bir cazibe, çekim kuvveti vardır. Zıt işaretli parçacıklar/varlıklar birbirlerini çekerken; aynı işaretli olanlar, birbirlerini iterler. Elektronlar birbirlerini iterken, pozitronları çekerler. Mıknatısın N kutbu, S kutbunu çekerken; N kutbunu iter. Aynı durum, insan için de geçerlidir: 

“Onda ‹sükûn bulup-durulmanız› için, size kendi nefislerinizden eşler yaratması ve aranızda bir sevgi ve merhamet kılması da, O’nun ayetlerindendir.” (30/21).

O nedenle meşru olan evlilik kadın erkek arasındaki evliliktir. Bunun aksi durum yaratılış yasalarının, ilahi yasaların ihlalidir ki; bunalımdan başka bir şey meydana getirmez. 

Keza dillerin ve renklerin ihtilafı/farklı oluşu da, İlahi sünnetin bir sonucudur: “Göklerin ve yerin yaratılması ile dillerinizin ve renklerinizin ayrı (farklı ve değişik) olması da, O’nun ayetlerindendir…”(30/22).

İnsanlar arasında bazı renkleri ve dilleri üstün kabul edip bazılarını ret ve inkâr etmek, ilahi yasanın inkârıdır. Bunun doğal sonucu, ihtilafın/farklı oluşun, tefrika halında ortaya çıkması, çatışmaya, kavgaya sebebiyet verecek bir fırkalaşmaya neden olmasıdır.

İnsanların genetik kodlaması, içinde yaşadıkları sosyokültürel ve sosyoekonomik çevre ve kendi okuyup öğrendikleri, insanın düşünce ve davranışları üzerinde etkili olmaktadır. Bu üç ana faktörde meydana gelen değişim ve bunun insanlar üzerindeki etkilerinin farklı oluşu, doğal olarak insanlar arasında etkileşimi farklılaştırmaktadır. Genetik kodlarımızda var olan farklılıklar, aynı derinlikte, aynı hassasiyette ve eşdeğer hassasiyette düşünmemize manidir. Bu da, ihtilafların/farklılıkların doğal olarak meydana çıkmasına sebebiyet vermektedir. Tıpkı yeryüzündeki bitkilerin aynı sudan beslenmiş olmasına karşılık farklı ürün vermeleri gibi(13/4).

Öyleyse insanların yeteneklerinin, iradelerinin, becerilerinin, arzu, istek ve düşüncelerinin farklı oluşu/ihtilaf, yaratılış kanunlarının/İlahı sünnetin doğal bir sonucudur. İnsanlarda yaratılıştan gelen bu farklı oluş, bir boyutu ile insanlığı daha iyiye, güzele, doğruya götürebilirken; diğer boyutu ile kin, nefret ve düşmanlık girdabında felakete de sürükleyebilir. Sorun, ihtilafların/farklılıkların var olmasında değil; ihtilafların tefrikaya; onun da, fırkalaşmaya/hizipleşmeye, kavgaya, savaşa ve kaosa dönüştürülmesindedir.

Bünyemize yaratılıştan yerleştirilen ihtilaf etme eğilim ya da yeteneği, hangi durumlarda bizi iyiye, güzele, doğruya, gerçeğe, hakka, kardeşliğe yönlendirir; hangi durumlarda da bizi, kötüye, çirkine, yanlışa, batıla, kaosa, düşmanlığa doğru yol almamıza neden olur? Bunun için muhtemel fikri-fıkhı ihtilaf çeşitlerinin neler olduğunu, nelerden/nerelerden kaynaklandığını göz önüne almamız gerekmektedir.

Yusuf El-Karadâvî, ümmet içerisinde var olan ihtilafları, belli ana başlıklar altında toplayarak sınıflandırmıştır. Ana konulara göre yapılan tasnif, aşağıda verilmektedir(4):

* Temizlik Sahasındaki İhtilaflar,

* Namaz Konusundaki İhtilaflar,

* Zekât Konusundaki İhtilafla,

* Oruç Konusundaki İhtilaflar,

* Hac Konusundaki İhtilaflar,

* Ziynet Ve Süslenme Konularındaki İhtilaflar, 

* Yiyecek Ve İçecekler Alanındaki İhtilaflar,

* Oyun Ve Eğlence Konusundaki İhtilaflar,

* Mal Ve Alışverişteki İhtilaflar,

* Siyasi, Anayasal Ve Uluslararası Sahalardaki İhtilaflar.

Yusuf El-Karadâvî, bu başlıklar altında topladığı ana ihtilaf konularına ilişkin alt ihtilaf konularını da, özlü bir şekilde vermektedir(4). Bunlar, daha da genişletilebilir. 

Herhangi bir mesele ile ilgili ihtilaflar, düşüncenin önünü açan, düşünceyi zenginleştirip geliştiren, düşüncenin donmasına engel olan, onun teori ve model olmasına imkân veren imkânlardır. Bu tür ihtilaflar, uzlaşılabilir ihtilaflar olup insanlığı iyiye, güzele, doğruya, hakka, gerçeğe doğru götürür. Sorun, böylesi ihtilafların var olması değil; ortaya çıkan ihtilafların uzlaşılamaz bir şekle sokulması, ihtilafların tefrikaya dönüştürülmesi sonucu olarak fırkalaşmanın ortaya çıkıp birlik, beraberlik ve dayanışma ruhunun ölmesi, öldürülmesidir: 

“Sizden önceki kuşaklardan onlardan kurtardığımızdan pek azı dışında yeryüzünde bozgunculuğu önleyecek fazilet sahibi kişiler bulunmalı değil miydi? Zulmedenler ise, içinde bulundukları refahın peşine düştüler...” (11/116).

“Halkı, ıslah eden kimseler iken, senin Rabbin o ülkeleri zulm ile helak edecek değildi.”(11/117).

“Eğer Rabbin dileseydi, insanların elbette tek bir ümmet kılardı. Oysa, onlar, anlaşmazlığı sürdürmektedirler.”(11/118).

116. ayette bozgunculuk, fazilet ve zulüm arasında, 117. ayette ıslah, zülüm ve helak arasında ve 118. ayette ise tek ümmetin bölünmesi ile ihtilafların inatla sürdürülmesi arasında bir ilişki kurulmaktadır. Toplumun, ümmetin fırkalaşması, ihtilafta inat edilmesi ve böylelikle ihtilafın tefrikaya dönüşmesi sonucunda ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla bu ayetlerde, ihtilaflarda aşırı inatlaşmanın, tefrikaya, fesada ve zulme sebebiyet verdiği ortaya konulmaktadır. 

İhtilaf Sebepleri

İnsanlar, aynı yetenekte olmadıkları için analiz ve sentez yetenekleri de aynı olamamaktadır. Dolayısıyla herhangi bir konuyu ele alıp inceler veya değerlendirirlerken, her zaman aynı ya da benzer sonuçlara ulaşmamaları doğaldır. Araştırma ve iş tutma tarzında farklılık doğal olarak ortaya çıkacaktır. Genel olarak farklılıkların meydana geliş sebeplerini, aşağıdaki gibi özetleyebiliriz:

* Konuya bağlı olarak farklı değer sistemi, farklı bilgi kaynakları, farklı düşünce metodu, farklı hareket metodu, farklı strateji ve teşkilatlanma modellerinin benimsenmiş olması. 

* “Ekollerin nasları anlama konusunda farklı metotlarının olması, hakkında nas olmayan konularda farklı yorum yapmaları, meseleyi geniş veya dar olarak ele almaları”(4),

* Meselelere esnek olarak bakılıp bakılmaması,

* Nass (rivayet) ve re’y (içtihat) ekolünün farklı üsluplar kullanması(4),

* Bir mezhebin taklit edilmesini savunanlar ile karşı çıkanların olması(4),

* Mezheplerin taklidiyle alakalı orta yolu tutanlar; avam tabakası için taklidin şart olduğunu, ancak ilim ehli için taklidin vacip olmadığını savunmaları(4),

* “Herhangi bir mezhebin görüşünün taklit edilip edilmemesi, ikisi arasında orta yolun tutulması, avam tabakasındaki birinin bir ekolü taklit etmesi” (4), 

* “İlim ehli olan kişinin, ilmi konularda eksik noktaları tamamlayarak nakledilen görüşler arasından bir tercih yapması ve zor konularda içtihatta bulunması”. (4)

Burada ana sorun, farklı değer sistemi, farklı bilgi kaynakları, farklı düşünce metodu, farklı hareket metodu, farklı strateji/teşkilatlanma modellerinin benimsenmiş olması, farklı dil ve üslubun kullanılmış olması değildir. Ana sorun, bunların mutlak doğru olduğuna ve kendi bakış açısı ile uyuşmayan, farklı tüm bakış açılarının da mutlak yanlış olduğuna inanılması, hatta iman edilmesidir. Farklı liderlerin, şeyhlerin, düşünürlerin, âlimlerin, müçtehitlerin, ekollerin ve mezheplerin ürettiği fikirlerin, verdiği fetva veya kararların, hangi zamanda, hangi mekânda, hangi şartlarda ve hangi bilgi kaynaklarını kullanarak verdiğini göz önüne almadan; hatta bildiği halde gizleyerek, sadece şekline göre yorumlayıp eleştirmek, itham etmek, suçlamak, hakaret etmek, tekfir etmek, hain ilan etmek, ihtilafların tefrikaya dönüşmesine, sebep olmaktadır. Bu yol, müstekbirleşme ve müstağnileşme yoludur.

Sonuç: Ey İman Edenler Fırkalaşmayın

Böyle bir tutum/tavır ve bunda ısrar ya da inat, hem dinin hem de ümmetin bölünmesine sebebiyet vermektedir:

“Dinlerini parçalayan ve bölük bölük olanlardan olmayın. Bunlardan her fırka, kendi elindekiyle övünüp sevinç duymakta, böbürlenmektedir.”(30/32) 

Bu ayette dikkat çeken noktalardan biri de, dini parçalayıp fırkalaşanların birbirlerine karşı övünmeleri, böbürlenmeleri ve bundan da sevinç duymuş olmalarıdır. 

İhtilafları tefrikaya çeviren, fırkalaşan ve böylece dini ve ümmeti parçalayanlardan uzak durmak ve onlara karşı kesin bir tavır almak, tarihi bir sorumluluktur: 

“Gerçek şu ki, dinlerini parça parça edip kendileri de gruplaşanlar, sen hiç bir şeyde onlardan değilsin…”(6/159)

“Kendilerine apaçık belgeler geldikten sonra, parçalanıp ayrılan ve anlaşmazlığa düşenler gibi olmayın.”(3/105).

Bu kesin tavır konmadıkça, bunda ısrarcı olmadıkça, vuku bulacak olan yılgınlaşmak ve çözülmektir:

“Allah’a ve Resulüne itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin, çözülüp yılgınlaşırsınız, gücünüz gider. Sabredin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle beraberdir.”(8/46)

Öyleyse yapmamız gereken, temiz kalp ve temiz akıl sahibi olarak Allah’a ve fıtrat dinine yönelmek, tefrika ve fırkalaşmaktan uzak durmaktır(30/30-31).

Kaynaklar

1-Doğan, M, Büyük Türkçe Sözlük, Pınar yayınları, İstanbul, 18. Baskı, 2005

2-Ünal, A., Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları,İstanbul, 1990, S: 401-411.

3- Karaman, F., Karagöz, İ., Paçacı, İ. ve diğerleri, Dini Kavramlar Sözlüğü, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 2006, S: 185, 642

4- Karadâvî, Y., İhtilaf Ve Tefrikalar Karşısında İslami Tavır, Nida Yayıncılık, İstanbul, 2014, S: 15-25.

 

3 Mart 2017 Cuma

Türkiye’deki Fitnenin Perde Arkası - 10: 28 ŞUBAT POSTMODERN DARBESİNİN DIŞ BEYNİ ŞER İTTİFAKI, İÇ BEYNİ MASON-SABETAYİST İŞBİRLİKÇİLER, TAŞERONLAR BATI ÇALIŞMA GRUBU-BEŞLİ ÇETE

 (Milli Gazete)

Önceki yazılarda, Millî Görüş’ün 1-Değer Sistemi/Kimlik/Kültür ve Medeniyet boyutu, 2-Bağımsız Dış Politika boyutu, 3-Bağımsız Ekonomi, Kalkınma ve Sanayileşme Politika boyutu ve 4-İslâm Birliği boyutu göz önüne alınarak 28 Şubat Postmodern Darbesi değerlendirilmiştir. Bu yazıda, 28 Şubat Postmodern Darbesi’nin iç ve dış beyin takımı ele alınıp değerlendirilecektir.

‘Başarısızlığın İslâmileştirilmesi’ Projesi ve Şer İttifakının Hayal Kırıklığı

Şer İttifakı’nın (ABD-İsrail/Siyonizm-İngiltere) başlangıçta benimsediği ana strateji, RP’nin iktidarda “başarısız” kılınarak itibarsızlaştırmasıydı (‘Başarısızlığın İslâmileştirilmesi Projesi’). Böylece, RP, halkın gözünden düşürülmüş olacaktı. Bu durumda halka, RP yöneticilerinin şahsında, ‘İslâm’ın çağdışı bir düşünce’ olduğu ve sorunları çözemeyeceği propagandası yapılacaktı. Bu amaca hizmet edecek şekilde, eş zamanlı olarak, Fadime Şahin’ler, Ali Kalkancı’lar ve Müslim Gündüz’ler piyasaya sürülmüştü. Onların şahsında “RP ve İslâm yıpratılmak, itibarsızlaştırılmak istenmekteydi”(1).

Refah-Yol Hükümeti, içte ve dışta büyük bir muhalefetle karşılaşmış olmasına, medya ve sivil görüntülü örgütlerin (Beşli Çete) ve de askeri bürokrasinin (Batı Çalışma Grubu) yoğun propagandasına-engellemesine rağmen ABD politikalarını sarsacak önemli atılımlarda bulunmuş ve başarılı olmuştur(2, 3).

“Sol-Alevi-Sabatayist- Masonik Cuntanın” Yükselişi

Ordu içerisinde değişik renkte cuntalar, Şer İttifakı işbirlikçisi olarak var olmuştur. 1987’den itibaren ordu içerisinde oluşan sol cunta, kimine ‘gerici’, kimine ‘faşist’, kimine de ‘Amerikancı’ diyerek ciddi subay tasfiyesi yapmıştır. 28 Şubat sürecine gelindiğinde bu cuntanın (Batı Çalışma Grubu) bir özelliği, solcu olması iken, diğer bir özelliği de Alevi- sabatayist ittifakına dayanmasıydı. Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu; “...Türkiye, etnik veya mezhep özelliklerine dayalı bir Suriye rejimi de hiçbir zaman olmayacaktır.”(4) diyerek cuntanın bu özelliğine dikkat çekmeye çalışmıştır. 

Diğer taraftan Atilla İlhan’a göre Batı Çalışma Grubu’nun lideri gözüken Org. Çevik Bir, “sabatayisttir ve 28 Şubat Darbesi de, sabatayist ve masonik bir darbedir”. “Ordu içerisinde üst düzey subaylar arasında güçlü mason bir kadro mevcuttu”(5). Sol–Alevi-Sabatayist-Masonik Cunta, aynı zamanda İsrail’le ilişkilerin de başını çekmekteydi(6). 

Millî Güvenlik Kurulu (MGK) Genel Sekreterliği’nde 30 yıl baş müşavirlik yapan ve kurumun “karakutusu” olarak adlandırılan Mustafa Ağaoğlu, 28 Şubat döneminde arka planda rol almış önemli masonlardan birisi olup; “Askerlerin ağırlıkta olduğu bir kurumda mason olduğu için sıkıntı yaşamadığını” övünerek söylemektedir(7).

“Meclis Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu” belgeleri içerisinde yer alan, “Fransa Yüce Konseyi’nin” “Türkiye Büyük Mason Locası” Üstadı Necip Arıduru’ya gönderdiği, 14 Şubat 1997 tarihli bir belgede, Türk masonlarının siyasi iktidarı düşürmeleri için gerekeni yapmaları istenmektedir(8): 

“İsrail Yüce Konseyi, RP hükümetinin cemiyetimize karşı bir tavır koyduğunu belirtti. Biz de aynı düşünceyi paylaşıyoruz. Hükümet, localarımıza baskı uygulayarak, adli tahkikat açarak ve polisi arşivlerimizi aramayla görevlendirerek, düşmanca tavrını belli etmiştir. Bu baskıyı, derhal ortadan kaldırmak kaçınılmaz görülmektedir. Ilımlı bir hükümetin kurulması elzemdir. …Refah Partisi’ni iktidarı bırakmaya mecbur etmek için gerekli diğer bütün tedbirleri alınız. …RP’ye mensup İslâmcı basını ekonomik, siyasi ve adli baskı yoluyla görevini yapamaz hale getirin…”

Bütün bunlardan görülebileceği gibi ordu içerisinde Sol–Alevi-Sabatayist- Masonik Cunta’nın öne çıkması, bir tesadüf değildi. Şer ekseni, tedbir alarak ordu içerisinde Sol- Alevi-Sabatayist- Masonik Cunta’nın önünü açmaktaydı(6, 9, 10). 

Şer İttifakı, Sol-Alevi-Sabatayist-Masonik Cunta ve Tekelci/Rantiyeci Sermaye arasında Refah-Yol’un iktidardan gitmesi, İslâmi yükselişin durdurulması, yok edilmesi ya da hedefinden saptırılması için bir ortak payda meydana gelmişti. Taşeron olarak BÇG ve “Beşli Çete” seçilmişti. Şimdi sorun, RP iktidardan nasıl düşürülecekti?

Şer İttifakının Erbakan Hükümetinden Kurtulmak İçin Hazırlık Yapması

Şer İttifakı, Türkiye’deki sivil ve askeri bürokrasi içerisinde gerekli tedbirleri alırken; diğer taraftan da ‘İslâmcı yaşlı lider Erbakan’ın’, Türkiye’yi farklı bir eksene kaydırmasına mani olmak için gerekli dış hazırlıkları yapmakta; Türkiye, sürekli bir şekilde ABD’nin gündeminde tutulmaktaydı (11):

“Alan Makovsky: Türkiye ilk defa, ABD hükümetinde sürekli üst düzey dikkatlerin odağı olmuştur; çünkü İslâmcı Başbakan’ın Türkiye’yi Batı yörüngesinden çıkarabileceğinden korkulmuştur. (ABD) Hükümetin her dalından yüksek düzeyli bürokratlar düzenli toplantılar yapmış, Türkiye’nin İslâmcı bir yönetim altına girmesi ile ABD çıkarlarının ne olacağını değerlendirmeye çalışmışlardır... Türkiye’ye böyle çok daha üst düzeylerde odaklanılması, sık rastlanan bir şey değildir...”

Diğer taraftan Amerikan Kongresi’nin, “Ortadoğu masası Şefi”, Carol migdalovitz tarafından “Toparlanamayan Türkiye’nin Politik Krizi ” adlı bir rapor hazırlanmıştır(12). 

Rapora göre ABD, “Refah’ı istemiyor”, “uzaklaşmasını” istiyor; fakat “zorla uzaklaştırılmasına”, “İslâmi siyaset aşırılaşabilir” endişesi ile karşı çıkıyordu. “Mevcut seçim sistemi ile Refah, ilk seçimde %21 ile %30 arasında oy alacaktı.” ABD, bundan çok rahatsızdı. Buna mani olmak için raporda, Türkiye’ye, 1-“Seçim sistemi reformu yapılabilir”, 2-“Başkanlık sistemine geçilebilir”. “Türkiye’nin kaostan çıkması için en iyi yol olarak başkanlık sistemi”(12) teklif edilmekteydi. 

Aynı dönemde Türkiye’deki Sol-Alevi-Sabatayist-Masonik Cunta ve Tekelci/Rantiyeci Sermaye grubu, “böyle giderse” RP’nin “2000’de yüzde 35, 2005’te yüzde 66 oy alabileceğini” tartışmaktaydı(13).  Erbakan Hoca da, Makovsky’nin “RP’nin 2000’de yüzde 45, 2005’te yüzde 68 oy alabileceğine” ilişkin bir raporunun, darbenin gerekçesi olduğunu ifade etmiştir(14).

Raporda dikkat çekilen diğer önemli bir konu da, “Erbakan’dan sonra nelerin olabileceğidir”. Erbakan’dan sonra lider seçiminde “Oğuzhan Asiltürk, Fehim Adak, Şevket Kazan, Recai Kutan”dan oluşan “iç kabinenin etkili olacağı” kabul edilmekteydi. Bununla birlikte “genç radikallerin neler yapabileceği” sorusu, ”Amerikan’ın kafasını kurcalamaktaydı.”(12).

Bu rapor, yalnızca dönemin Cumhurbaşkanı ile Genelkurmay Başkanı’na verilmişti (12). O dönemde Demirel tarafından “başkanlık sisteminin” hemen tartışmaya açılması bir rastlantı değildi. 

Şer İttifakının Askeri Darbeyi, Postmodern Darbeye Dönüştürmesi

ABD’nin asıl korkusu, ‘İslâmi siyasetin aşırılaşması’ ile bir halk hareketinin başlamasıydı. ABD’ye göre Türkiye’deki laik çevreler, bunu göremiyor ve yanlış işler yapıyorlardı: 

“Gerçekte Türkiye’nin –askerlerin ağır baskısı altındaki– laik köktencilerinin, RP’nin önünü kesmek için başvurdukları bu manevranın geri tepmesi ve İslâmcı akıma desteğin artması olasılığı daha da yüksek... Laik seçkinler, inançlı Müslümanları kendilerine düşman etmekle kalmıyor, dar görüşlü politikaları ile RP’nin saygınlığını artırıyorlar.”(15)

Alman Dışişleri’nden Herr Lamers; “Sizler işleri hep kestirmeden, sertlikle çözmek yanlısısınız.... Daha ince, daha gelişmiş siyasi yöntemlere ihtiyaç vardır” diyerek askeri darbeye karşı çıkmaktaydı(16).

28 Şubat’ın güçlü generallerinden Özkasnak, Refah-Yol Hükümeti’ni bir askeri darbe ile yıkmanın, o günün şartlarında mümkün olmadığını, 18 Nisan 1999 seçimleri sonrasında basına verdiği bir beyanatta açıklamıştır.

Askeri darbenin yapılmasına mani olan diğer bir etken de, ordunun içerisinde “Türkiye-İran-Rusya-Çin eksenini” savunanların güçlü olmasıydı. Dolayısıyla bir darbe hareketinin ne getireceği ve nasıl sonlanacağı meçhuldü. Ortaya çıkacak kargaşada Türkiye, ayrı bir eksene kayabilirdi. ABD, bu riski göze alamamaktaydı(17).

Amerika’daki bir toplantıda, zamanın Genel Kurmay 2. Bşk. Org. Çevik Bir, Amerikalı yetkililere, “Ben ve arkadaşlarım bu Hükümet’e karşı mücadelede kararlıyız... Yaptığımız da, demokrasinin balans ayarıdır” deyince; zamanın Amerikan Dışişleri Bakanı Madeleine Albright kendisine, “Ancak, her ne yaparsanız, Meclis aritmetiği yoluyla yapınız!” demiş ve ABD’nin bir askeri darbeye kesin karşı olduğunu ifade etmiştir(18). 

15.07.1997-08.01.1999 tarihleri arasında Başbakanlık Müsteşarlığı yapan Yaşar Yazıcıoğlu’na göre, 15 Ekim 1996’da Amerika Dışişleri Bakanlığı tarafından ABD’nin Ankara Büyükelçiliği’ne gönderilen çok gizli bir yazıyla, 28 Şubat süreci başlatılmıştır:

“…Evrak tarihi 15 Ekim 1996’dır. Evrakta açıkça şu ifadeler yazılıydı: ‘Refah-Yol Hükümeti’yle birlikte Erbakan artık Batı’dan iyice kopmuştur. İslâm ülkeleriyle ciddi adımlar atmaya başlamıştır. Erbakan D-8 ile birlikte büyük bir İslâm birliğine doğru ilerlemektedir. Tüm bunlar ABD’nin çıkarlarının zıddına olan gelişmelerdir. Size söylediklerimizi başaramadınız. Artık Erbakan bir şekilde uzaklaştırılmalıdır.’ (19).

Askeri darbe ile yapılabilecek kanlı bir operasyon engellenince, askerlerin önderliğinde, yargının desteğinde, “Beşli Çete’nin” taşeronluğunda ve Demirel’in koordinatörlüğünde, postmodern bir darbe yapılmıştır. Dönemin Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş, Fazilet Partisi’nin (FP) haksız bir şekilde kapatılmasını sağlayarak Millî Görüş hareketinin bölünmesi noktasında görevini yerine getirmiştir (20). 

28 Şubat Postmodern Darbesi ile Erbakan, siyasetten men edilerek, RP ve FP hukuksuz bir şekilde kapatılarak Millî Görüş hareketinin bölünmesi sağlanmıştır. 

Sonuç: Müslümanlar, 28 Şubat Postmodern Darbe Sürecinden Bu Güne Dersler Çıkarmalıdırlar

28 Şubat Post-modern Darbesi, 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül’de olduğu gibi, İç ve Dış Şer İttifakı’na ‘hayır’ diyebilen bir yönetimin devrilmesi vakasıdır. Refah-Yol’un bazı yanlış icraatının olması, bu gerçeği değiştirmez. Hatalar, meşru zeminlerde rahatlıkla düzeltilebilirdi. En büyük meşruiyet ortamı seçimdi, parlamento idi. Bu zeminlerde halk, isterse, iktidarları değiştirebilir ve partileri cezalandırabilirdi. 

28 Şubat Postmodern Darbe sürecinde amaç, sadece RP’nin iktidardan uzaklaştırılması değildi.

Amaç, Millî Görüş hareketinin ve diğer şuurlu İslâmi hareketlerin iğdiş 

Edilerek, halkın umudu olmaktan çıkarılması ve önceki darbelerde olduğu gibi, halka gerekli gözdağının verilmesi idi. 

Amaç, Millî Görüş tabanında ve İslâmi hareketlerde kaos meydana getirmek, fay hatları oluşturmak, ana damarı membaından saptırmaktı. 

Amaç, ABD’ye, AB’ye, Siyonizm’e, Batı kültür ve medeniyetine, Türkiye’deki cari sisteme, faize, sömürüye, tüketime ve müstekbirlere karşı olan büyük yürüyüşü durdurmak ve mecrasından saptırmaktı. 

Amaç, yükselen Anadolu sermayesini bölmek, parçalamak ve yok etmekti. Müslümanları ve Müslüman iş adamlarını, faiz ile tanıştırmak, banka sistemi ile çalıştırmaktı. Amaç, özelleştirmelerle küresel sermayenin bu ülkenin ekonomik gücünü ele geçirmesini sağlamaktı.

Amaç, “Ilımlı İslâm Projesi” çerçevesinde, Müslümanları sistemin ağırlık merkezine çekip liberalleştirmek, dünyevileştirmek, sekülerleştirmek, laikleştirmek ve mevcut sistemi savunmalarını sağlamaktı. 

Amaç, bütün kurumlar arasına kin, nefret ve fesat tohumları ekerek güveni yıkmaktı.

Amaç, ordu ile halkın arasını açmak ve ülkeyi yağmalattırmaktı.

Amaç, halkı, İslâm kültür ve medeniyet kavgasından vazgeçirmekti. Amaç, Türkiye’yi “model ülke”(!), “model ortak”(!) yaparak İslâm coğrafyasını değiştirmek ve İslâm coğrafyasında jandarmalık yaptırmaktı.

Amaç, içerdeki zalimlerin zulmünden dışarıdaki efendilerine sığındırmaktı.

Bunların ne oranda gerçekleştiğini, bu ülkede yaşayan her Müslüman fert, her hareket, her yapı, her cemaat ve her parti değerlendirerek karar vermeli, kendi nefis muhasebesini yapmalıdır.

Bugün amacımız, uygulanan bir mankurtlaştırma hareketinin kendi milletinden kopardığı, yabancılaştırdığı evlatlarını kazanmak; fay hatlarındaki enerjiyi boşaltıp bu ülke insanın birlik ve beraberliğini sağlamak olmalıdır.

Kaynaklar

1- Can. B.,  Psikolojik Savaş Günleri Susurluk ve Tarikatler, Umran, sayı: 35 İst., 1997

2- Yeni Şafak,  8.2 1997, Frankfurter Allgemeine’den alıntı

3-  Can. B., “Psikolojik Savaşta Yeni Bir Boyut: Tehdit”, Umran, sayı: 36,  1997, 

4- Akit, 13.6.1997.

5-Coşkun, M.; Çakmak N., Attilâ İlhan’la çeşitli konulardan… Millî Gazete 22-23-24.03.2003 

6-Vatandaş, A., Armagedon Türkiye–İsrail Gizli Savaşı, Timaş yay., İstanbul, 1997, S;22, 28, 33-34, 46,55. 

7- Şanlı, U., Doğan, İ.,  Aksiyon, Sayı: 638, 26.02.2007

8- 28 Şubat’ta Mason Belgesi; Yeni Şafak,  07.02.2013

9- Koru,  F.,  Ne değişti, Y. Şafak, 25.8.2000

10- Akit Gazetesi, 10.6 1997. ST Petersburg Times’dan alıntı

11- Makovsky, A., Eksen Ülkeler – Gelişen Dünyada ABD Politikalarının Yeni Hatları, Sabah Yayınları, S;109,112.

12- Donat, Y., Öncesi ve sonrasıyla 28 Şubat, Bilgi Yayınevi, 1999, S: 467-471; “İşte Rapor”, Millîyet, 2.5.1997; “Darbesiz Çözüm”,  Millîyet, 3.5.1997.

13-Uğur, F., Aksiyon Sayı: 638 - 26.02.2007.

14- Zaman 27.02.2007:

15- Alpay, Ş., Yanlış Düşman, Millîyet, 9. 9. 1997 (4.9.1997 tarihli Chicago Tribune’den alıntı)

16- Livaneli, Z., Millîyet, 18.1. 1998.

17-Çongar, Y., “ABD, Ordu, Orakoğlu”,  7 Temmuz 1997, Millîyet.

18- Selahaddin Çakırgil, S., Vakit, 14.02.2007.

19- Utku, M.,  Yeni Şafak 06.02.2007.

20- Savaş, V., 10.1 2001,  Gazeteler

 

Prof. Dr. Burhanettin Can TV5 Ekranlarında 2.bölüm


 

Prof. Dr. Burhanettin Can TV5'de Bölüm 3


 

Prof. Dr. Burhanettin Can TV5 Ekranlarında 1.bölüm


 

1 Mart 2017 Çarşamba

İhtilaf Ahlakının İnşası Tarihi Bir Sorumluluktur

(Umran Dergisi)

Bugün Türkiye’nin ve İslâm dünyasının en ciddi sorunlarından biri, farklı düşünce ve bakış açılarına karşı gösterilen tahammülsüzlüktür. En basit konudan en karmaşık konuya kadar olan her şeyde, insanların tümünün aynı düşünmesi mümkün değildir. İnsan yapısına da uygun değildir. Düşünme sistemini körelten, gelişmeyi engelleyen bir durumdur. Ama farklı düşünenlerin, farklı fikir söyleyenlerin, tekfirle ihanetle suçlanması, onlara hakaret edilmesi de, yanlış bir yaklaşımdır. İfrat ve tefrit insanlığın iki uç yaklaşımıdır. O nedenle İslâm ümmeti “vasat”, “mutedil”, “orta” bir ümmet olarak tanımlanmaktadır. “Vasat”, “mutedil”, “orta” bir ümmet olarak tanımlanan İslâm ümmetinin mensuplarının bir kısmı, bugün hemen hemen her türlü ihtilafı tefrikaya, kavgaya dönüştürebilmekte; ümmet içerisinde kargaşaya neden olabilmektedir. Bunun sebebi hikmeti nedir? Bu hastalıklı durumdan kurtulmak için ne yapılmalıdır? Burada bu konu ana hatları ile ele alınıp değerlendirilecektir. 

İhtilaf ve Tefrika Kavramları 

İhtilafın sözlük anlamı, “bir konuda farklı düşünme, ayrılık, uyuşmazlıkdır.” “İhtilafa düşmek” ise, “farklı görüşlere sahip olmak, uyuşamamak, anlaşamamak” demektir1 . İhtilaf kelimesi, “halefe”(mastarı “half”) kelimesinden türetilmiştir. Half, “önün, önde olanın zıddı”, yani “arka, “arkada olan” demektir. Bunun yanı sıra “Halefe”-“half”, “geride kalmak, geride kalan, sonradan gelen” anlamını da taşımaktadır. “İhtilaf” ve “muhalefet” ise, “her birinin söz ve halinde yekdiğerine zıt bir yol tutması” demektir2 . Tefrika, “iki şey arasını ayırmak, yol çatallanmak anlamındaki “f-r-k” kökünden türemiş olup parçalara ve bölüklere ayırmak, bölücülük ve ayrıcalık yapmak” demektir3 . “Fırka”, sözlükte “insanlardan ayrılan topluluk”, “bölüm”, “parti”, “tümen” anlamında kullanılırken; terim/ıstılahı olarak “İslâm fikir tarihinde siyasi düşünce veya itikadî telakkilere sahip bulunan mezhep anlamındaki düşünce akımı ve grupları” anlamında kullanılmaktadır. Kur’ân’da “tefrik”, “teferruk” olarak geçen bu kavram, “dinde ve sosyal hayatta bölünmeyi, parçalanmayı, dağılıp çözülmeyi” ifade etmektedir4 . Tefrika, insan bünyesinde var olan heva-heves cephesinin, insan bünyesi üzerinde etkin olması, fıtratı bastırması, örtmesi sonucu tezahür eden bir ifrat halidir.

İhtilaf Çeşitleri ve Sebepleri 

Kur’ân’da geçtiği ayetlere bakıldığı zaman ihtilaf kavramının iki farklı boyutu ile karşılaşılmaktadır: 1- Kâinatın işleyişinde var olan ihtilaf(2 Bakara 164), 2- İnsanların hayatlarında var olan fikri/fıkhi ihtilaf. Sünnetullahın sonucu olan her şeyin “zevciyyât”(çift, eş) olarak yaratılmış olması, kâinatın işleyişinde var olan ihtilaf şeklidir: Dişierkek, aydınlık-karanlık, gece-gündüz, elektron, pozitron şeklindeki yaratılış. Keza dillerin ve renklerin ihtilafı/farklı oluşu da, İlahi sünnetin bir sonucudur(30 Rum 22). Bu iki ihtilaf türü bu yazıda ele alınmayacaktır. İnsanların yeteneklerinin, iradelerinin, becerilerinin, arzu, istek ve düşüncelerinin farklı oluşu/ihtilaf, yaratılış kanunlarının/İlahi sünnetin doğal bir sonucudur. İnsanlarda yaratılıştan gelen bu farklı oluş, bir boyutu ile insanlığı daha iyiye, güzele, doğruya götürebilirken; diğer boyutu ile kin, nefret ve düşmanlık girdabında felakete sürükleyebilir. İhtilafı tefrikaya çevirebilir. Sorun, ihtilafların var olmasında değil; ihtilafların tefrikaya; onun da, fırkalaşmaya/hizipleşmeye, kavgaya, savaşa ve kaosa dönüştürülmesindedir. Bünyemize yaratılıştan yerleştirilen ihtilaf etme eğilim ya da yeteneği, hangi durumlarda bizi iyiye, güzele, doğruya, gerçeğe, hakka, kardeşliğe yönlendirir; hangi durumlarda da bizi, kötüye, çirkine, yanlışa, batıla, kaosa, düşmanlığa doğru yol almamıza neden olur? Bunun için muhtemel fikri-fıkhi ihtilaf çeşitlerinin neler olduğunu, nelerden/nerelerden kaynaklandığını göz önüne almamız gerekmektedir. Yusuf El-Karadâvî, ümmet içerisinde var olan ihtilafları, belli ana başlıklar altında toplayarak sınıflandırmıştır. 

Ana konulara göre yapılan tasnif, aşağıda verilmektedir5 : · Temizlik sahasındaki ihtilaflar, · Namaz konusundaki ihtilaflar, · Zekât konusundaki ihtilaflar, · Oruç konusundaki ihtilaflar, · Hac konusundaki ihtilaflar, · Ziynet ve süslenme konularındaki ihtilaflar, · Yiyecek ve içecekler alanındaki ihtilaflar, · Oyun ve eğlence konusundaki ihtilaflar, · Mal ve alışverişteki ihtilaflar, · Siyasi, anayasal ve uluslararası sahalardaki ihtilaflar. Yusuf El-Karadâvî, bu başlıklar altında topladığı ihtilaflar ile ilgili alt ihtilaf konularını da, özlü bir şekilde vermektedir. Bunlar, daha da genişletilebilir. Herhangi bir mesele ile ilgili ihtilaflar, düşüncenin önünü açan, düşünceyi zenginleştirip geliştiren, donmasına engel olan, onun teori ve model olmasına imkân veren imkânlardır. Bu tür ihtilaflar, uzlaşılabilir ihtilaflar olup insanlığı iyiye, güzele, doğruya, hakka, gerçeğe doğru götürür. Sorun, böylesi ihtilafların var olması değil; ortaya çıkan ihtilafların uzlaşılamaz bir şekle sokulması, ihtilafların tefrikaya dönüştürülmesi sonucu olarak fırkalaşmanın ortaya çıkıp birlik beraberlik ve dayanışma ruhunun ölmesi, öldürülmesidir. 

İhtilaflar, bir mevzu etrafındaki farklı bakış açılarından kaynaklanmaktadır. Bu farklı bakış açılarının meydana geliş sebebini aşağıdaki gibi özetleyebiliriz: · Konuya bağlı olarak farklı değer sistemi, farklı bilgi kaynakları, farklı düşünce metodu, farklı hareket metodu, farklı strateji ve teşkilatlanma modellerinin benimsenmiş olması. · “Ekollerin nasları anlama konusunda farklı metotlarının olması, hakkında nass olmayan konularda farklı yorum yapmaları, meseleyi geniş veya dar olarak ele almaları, · Meselelere esnek olarak bakılıp bakılmaması, · Nass (rivayet) ve re’y (içtihat) ekolünün farklı üsluplar kullanması, · Bir mezhebin taklit edilmesini savunanlar ile karşı çıkanların olması, · Mezheplerin taklidiyle alakalı orta yolu tutanlar; avam tabakası için taklidin şart olduğunu, ancak ilim ehli için taklidin vacip olmadığını savunmaları, · “Herhangi bir mezhebin görüşünün taklit edilip edilmemesi, ikisi arasında orta yolun tutulması, avam tabakasındaki birinin bir ekolü taklit etmesi”, · İlim ehli olan kişinin, ilmi konularda eksik noktaları tamamlayarak nakledilen görüşler arasından bir tercih yapması ve zor konularda içtihatta bulunması”.6 

Burada ana sorun, farklı değer sistemi, farklı bilgi kaynakları, farklı düşünce metodu, farklı hareket metodu, farklı strateji-teşkilatlanma modellerinin benimsenmiş olması, farklı dil ve üslubun kullanılmış olması değildir. Ana sorun, bunların mutlak doğru olduğuna ve kendi bakış açısı ile uyuşmayan, farklı tüm bakış açılarının da mutlak yanlış olduğuna inanılması, hatta iman edilmesidir. Farklı liderlerin, şeyhlerin, düşünürlerin, âlimlerin, müçtehitlerin, ekollerin ve mezheplerin ürettiği fikirlerin, verdiği fetva veya kararların, hangi zamanda, hangi mekânda, hangi şartlarda ve hangi bilgi kaynaklarını kullanarak verdiğini göz önüne almadan, hatta bildiği halde gizleyerek, sadece şekline göre yorumlayıp eleştirmek, itham etmek, suçlamak, hakaret etmek, tekfir etmek, hain ilan etmek, ihtilafların tefrikaya dönüşmesine, sebep olmaktadır. 

İhtilafların Tefrikaya Dönüştüren Ahlaki Sebepler 

Yukarıdaki yaklaşım, tutum ve davranış şekli, çok ciddi ahlaki bir sorundur. Bu bağlamda, ihtilafların tefrikaya dönüşmesinin ana nedeni, ‘ahlaki nedenlerdir’ desek yanlış söylemiş olmayız. İhtilafları tefrikaya dönüştüren ahlaki sebepleri şöylece özetleyebiliriz: 

1- Kişinin sadece kendi görüşünü beğenip gururlanması, kibir, enaniyet, müstekbirlik 

2- Başkası hakkında su-i zan ile hareket edip elde delil olmadan karşısındakini itham etmesi, 

3- Kişinin düşünce ve davranışları üzerinde heva ve hevesin hâkim olması, 

4- Dünyevileşme, sekülerleşme ve laikleşmenin neden olduğu melez değer sistemine sahip olması sonucu ortaya çıkan sosyal şizofreni, 

5- Kişinin bir şehri, bölgeyi, grubu, tarikatı, cemaati, lideri, şeyhi fanatizm derecesinde sevmesinden dolayı önyargılı davranması, 

6- Kişinin belli bir teşkilata, cemaate, harekete, siyasi partiye, hizbe, fırkaya, mezhebe, ekole, lidere, şeyhe, âlime, müçtehide veya kendi şahsı görüşüne taassupla bağlanması, 

7- Kendi şahsi görüşüne taassupla bağlanması, at gözlüğü takarak farklı hiçbir şey görmemesi, görememesi, görmek istememesi, körlük 

8- Hiç kimsenin ilmine, fikrine ihtiyaç hissetmemesi, kendini kendine yeter görmesi, müstağnileşme, 

9- Kişinin inanıp bağlandığı teşkilatı, cemaati, hareketi, siyasi partiyi, hizbi, fırkayı, mezhebi, ekolü, lideri, şeyhi, âlimi, müçtehidi ve kendi şahsi görüşü dışındakilerinin tümüne karşı kin, nefret ve haset içeren bir tavır sergilemesi, bağyetme, 

10- Fikri/fıkhi görüşleri, bilerek/kasti olarak benimsediği siyasi düşüncelerine hizmet edecek şekilde çarpıtarak değerlendirmesi, yorumlaması, istismar. 

11- Kelam, tasavvuf, mantık, felsefe ve fıkhi ekoller için bir değerlendirme yapılırken, bunların bir bütün olarak eksikleri ve kusurları ile benimsenip kabul edilmesi; tefrit. Yahut tam tersine, bunların tümünün reddedilmesi, hepsinin İslâm’a sonradan girdiğini, tuzaklarla dolu olduğunu ve bunların zararının faydasından çok olduğunu kabullenme; ifrat. Dolayısıyla ihtilafların tefrikaya dönüşmesinde önemli ahlaki sebeplerden biri, ifrat ve tefritin neden olduğu adaletsizliktir. 

İhtilafları Tefrikaya Dönüştürmemek İçin Ne yapmalı? 

İnsanın kendisi, ailesi, akrabası, komşusu, milleti, devleti, ümmeti ve tüm insanlıkla ilişkilerini belirleyen ana unsur, ana, etken/faktör/özellik, Allah ile arasındaki ilişkidir. Biz buna kulluk ahlakı demekteyiz. Allah’ın ihlaslı/muhlis kullarının sahip olduğu ahlaktır. İhlas, bir şeyi sadece Allah için, hak için yapmak, heva ve hevesin esiri, kölesi olmamak, fıtrat istikametine hareket etmek ve davranmak demektir. İblis ve İblis’in yolundan gidenlerin etki edemediği tek insan unsuru, Allah’ın muhlis kullarıdır(15/39-42; 38/83). Bunlar, başkalarının haklarına tecavüz etmeyen, iman edip salih amellerde bulunan, bunda da ısrarcı ve kararlı davranan insanlardır(38/24). İhtilafların tefrikaya dönüştürülmesinde, bireysel ve toplumsal bencillik ve enaniyet vardır. 

Bencillik ve enaniyetin fırkalaşmaya neden olmasının sebebi, hevanın ilahlaştırılmasıdır. Bu ise insanı kör ve sağır eder ve dine en büyük zararı verir: “Hz. Muhammed (s.a.s.): İki aç kurdun bir koyun sürüsüne dalıp da verdiği zarar, kişinin malı, şerefi, mevkisi uğruna, dini kullanarak verdiği zarardan daha fazla değildir.”7 Allah ile ilişkileri kulluk ahlakının çerçevesi içerisinde tutabilmek, ihlâstan ayrılmamak, tam anlamıyla ihlaslı olabilmek için şahsı, şahıs, grup, parti, cemaat, ekol, mezhep, tarikat, âlim, şeyh, lider taassubundan kurtulmak, bunlara körü körüne bağlanmamak gerekmektedir. Muhlis kullardan olabilmenin en temel özelliği, delillere dayalı olarak tercih etmek, bu noktada taassup göstermemek, hak ve adaletten ayrılmamakla mümkün olabilmektedir. İhtilafları tefrikaya dönüştürmeden çözmenin en doğru yolu muhlis kulların yaklaşım tarzıdır(4 Nisa 58,59; 24 Nur 54). Şahıs, grup, parti, cemaat, ekol, mezhep, tarikat, âlim, şeyh, lider taassubu ile hareket edip bunların menfaatine çalışarak başkalarına zarar vermek, Hz. Peygamber‘in ifadesi ile “Başkasına dünyalık bir menfaat sağlamak için ahiretini satmaktır”: [3:114; 2884]Hz. Peygamber (s.a.s.): “İnsanların en şerlisinin kim olduğunu söyleyeyim mi? ...Başkasına dünyalık bir menfaat sağlamak için ahiretini satandır. Bundan daha şerlisi ise Dini âlet ederek dünyalık kazanç peşinde koşandır.” Taassup, kişinin kendini beğenmesi, heva ve hevesine uyması halidir. Taassup insanı ve insanlığı helake götüren etkenlerdendir. Kur’ân-ı Kerim, taassupla inançlarına bağlı olan fert ya da toplumlarla ilgili örnekler vermekte, gidişatlarının yanlış olduğunu söylemekte ve müslümanları benzer hataya düşmeme noktasında uyarmaktadır(2 Bakara 91, 170-171). 

İhtilafların tefrikaya dönüşmesine neden olan şahsi, şahıs, grup, parti, cemaat, ekol, mezhep, tarikat, âlim, şeyh, lider taassubunun tezahürlerini aşağıdaki gibi özetleyebiliriz: · Benimsediği şahıs ya da grupların mutlak hak ve doğru olduğuna inanmak, · Benimsediği şahıs ya da grupların hep iyiliklerini ve üstün özelliklerini görmek, anlatmak; diğerlerinin hep ayıp ve günahlarını söylemek, dile getirmek, · Benimsemiş olduğu kişi ya da yapıları, hep büyük görmek; diğerlerini, ilim ve amelde üstün olsalar bile hep küçümsemek, · Benimsemiş olduğu kişi ya da yapıların hatalarını hiç görmemek; diğerlerinin aynı konudaki hatalarına sevinmek, çirkin bulmak, etrafta yaygınlaştırmak, ·Benimsemiş olduğu yapıların kurallarını, kaidelerini, ilkelerini, disiplinini, Kur’ân ve Sünnete aykırı bile olsa, her şeyin üzerinde görmek, tabulaştırmak; diğerlerinin benzer/aynı özelliklerine şiddetle karşı çıkıp tekfir etmek, suçlamak. Kişinin taassup hastalığından kurtulabilmesi için aşağıdaki “ahlaki ilkeler” konusunda hassasiyet göstermesi gerekmektedir: • Bir söz, kimin söylediğine göre değil; muhtevasına/ne söylendiğine bakılarak değerlendirmelidir. Başkalarının ilminden ve hikmetinden yararlanmalıdır. Bu noktada İmam Şafii’nin; “Hak, benim ağzımdan da düşmanımın ağzından da çıksa bunu önemsemeden kabul ederim.” sözü8 , bir ilke olarak benimsenmeli, ilişkilerde daima göz önüne alınmalıdır. 

İbni Teymiye, “bazı meselelerde kendi mezhebinin görüşünü terk edip başka mezhep görüşünü benimsemiş kişilerin”, “yanardöner bir tip olmakla” itham edilmesine karşı çıkmıştır: “Bir kişi Hanefi, Maliki, Şafii veya Hanbeli mezhebinin müntesibi olsa da bazı meselelerde kendi mezhebinin dışındaki mezheplerin görüşlerini daha kuvvetli bularak bu görüşü alsa güzel bir iş yapmış olur. Bu durum o kişinin dinine de adaletine de hiçbir şekilde zarar vermez. Üstelik bu durum hakkı bulma konusunda daha faziletli olur. …Hatta bir kimse sadece bir imamın sözünün doğru olduğuna inanır, bu görüşün uygulanmasının gerekli olduğunu düşünürse tevbe etmesi gerekir. Yani avam tabakasındaki bir kişinin bir mezhep imamını taklit etmesi demek sadece tek bir imama uyup öteki imamların görüşünü kabul etmemesi anlamına gelmez. “Sadece bir mezhebe, bir imama uyulması gerekir” demek, bir müslümanın söyleyeceği söz değildir. Mezhep imamlarını seven, dost edinen kişilerden her birinin sünnete açıkça uyan görüşlerini taklit etmesi normaldir, hatta daha güzeldir. Bu kişi yanardönerlikle itham edilemez. Yanardöner kelimesi ne müslümanlar için ne de kâfirler için kullanılır. Bu tabir münafıklarla alakalı kullanılmıştır”(4 Nisa 143)(6,7). 

 • Kişi “çuvaldızı kendine iğneyi başkalarına batırmalıdır.” Kişi öncelikle kendi hatalarına bakmalı ve görmelidir. Kendi öz eleştirisini yaparak hatalarını itiraf edebilmelidir. Başkalarının nasihatini, tenkidini olumlu ve hoş karşılamalı; ıslah edici ve yapıcı görüşlerini kabul edip almakta hassas davranmalıdır. Başkalarını değerlendirirken insaf ve adalet çizgisinden ayrılmamalı; dedikodu, gıybet yapmamalıdır. 

• Farklı şahıs, grup, parti, cemaat, ekol, mezhep, tarikat, âlim, şeyh ve liderlerin yapmış oldukları iyilikler, güzellikler övülmeli, takdir edilmelidir. Onlarda olmayan özellik ve meziyetlerle, yapmadıkları şeylerle suçlanırlarsa ya da haksızca saldırıya uğrarlarsa, o zaman onlar savunulmalı, müdafaa edilmelidir. · Farklı şahıs, grup, parti, cemaat, ekol, mezhep, tarikat, âlim, şeyh, liderler değerlendirilirken adalet ölçü olmalı, adaletten asla ayrılınmamalıdır (4 Nisa 135; 5 Maide 8) 

· Farklı şahıs, grup, parti, cemaat, ekol, mezhep, tarikat, âlim, şeyh, liderler hakkında güzel düşünülmelidir(Hüsn-ü Zan). Diğer müslüman kişi ve yapılar için hüsn-ü zanda bulunmak çok önemli İslâmi bir ilkedir. Kendimizi tertemiz görüp başkalarının kusurlarını aramak, Kur’ân’da kınanan bir durumdur(53 Necm 32; 4 Nisa 49). Su-i zan, kesin bir delil yokken insanlar hakkında kötü ve olumsuz düşünmektir. Su-i zan, gerek Kur’ân ve gerekse sünnete göre kötü kabul edilen huylardan birisidir. Zan ile konuşmak, karar vermek ve hareket etmek, tasvip edilen bir durum değildir(49 Hucurat 12; 24 Nur 12). O nedenle müminler daima hüsn-ü zan ile hareket etmeli, sui zandan kaçınmalıdır. Bunun tersini yapmak demek cehaletin, cahillerin ve nefsinin heva ve hevesine tabi olmak demektir(53 Necm 23; 28 Kasas 50; 38 Sad 26; 45 Casiye 18; 5 Maide 49). İhtilafların tefrikaya dönüşmesinin sebebi, hüsn-ü zan ile değil su-i zan ile hareket edilmiş olmasıdır. 

· Farklı şahıs, grup, parti, cemaat, ekol, mezhep, tarikat, âlim, şeyh ve liderler karalanmamalı, alay edilmemelidir. Taassupla bir şahıs ya da yapıya bağlanmak, genelde aklı ve şuuru baskı altına alarak insanın özgür irade ile düşünmesine, hareket etmesine ve karar vermesine mani olmaktadır. Taassup, zamanla kişinin heva ve hevesini ilahlaştırarak köleleşmesine sebebiyet vermekte, basiret ve feraset kaybolmakta, körlük her şeye hâkim olmaya başlamaktadır. Bu yaklaşımın doğal sonucu, kendi bağlandığı kişi ve yapıların haricinde olanlar, ayıplanmakta, alaya alınmakta, kınanmakta, iftira atılmakta, lakap takılmakta ve onlar hakkında yalan söylenerek halkın gözünden düşürülmeleri, itibarsızlaştırılmaları sağlanmaya çalışılmaktadır. Kuran’a göre bunlar, fasıklara has davranışlardır(49 Hucurat 11). Taassubun bu tezahür şekli, ihtilafları tefrikaya çeviren temel davranışlardandır. Bu noktada unutulmaması gereken husus, âlimler, liderler, şeyhler, düşünürler birer insandır/beşerdir. Bu nedenle de her düşünce, kanaat ve kararları isabetli olmayabilir, yanlış olabilir. Amel boyutunda kusuru olabilir. İyi niyetle, unutkanlıkla yapılan bir hata, verilen yanlış bir karar, tüm yapıp ettiklerinin yok varsayılmasına, bu nedenle de karalanmasına, ayıplanmasına ve alaya alınmasına sebep olmamalıdır. Bundan dolayı, bidat ehli olmakla, sapkınlıkla, hainlikle suçlanmamalı, tekfir edilmemelidir. İslâmî düşüncede tevbe etmek-affetmek yasası gibi bir yasa vardır. Allah, hata yapıp tövbe eden kullarını affedeceğini müjdelerken(8, 42 Şura 30; 4 Nisa 31, 40; 53 Necm 32; 2 Bakara 286; 33 Ahzâb 5); heva ve hevesini ilah edinmiş, kalplerinde hastalık bulunan bazı müslümanlar, “pire için yorgan yakmak” gibi ifrat bir davranış sergileyip ihtilafları, tefrikaya dönüştürebilme becerisini gösterebilmektedirler. Bu davranışı sergileyenlerin kahir ekseriyeti, niyet okuyuculuğu yapmaktadırlar. Oysa insanların gerçek niyetlerini, kalplerinde olanı ancak Allah bilir. 

· Farklı şahıs, grup, parti, cemaat, ekol, mezhep, tarikat, âlim, şeyh ve liderler hakkında yapılan tartışmalarda ifrata gitmekten kaçınılmalıdır. İslâm en güzel tarz denilen bir mücadeleyi ilke olarak benimsemiştir. Bundan dolayı da tartışma ve münakaşaya hoş bakmamıştır. İslâm’da hoş karşılanmayan tartışma, “her yolu mübah sayarak hiçbir değere bağlı kalmadan, taraflar arasında dengeyi sağlayacak müşterek kriterler olmadan, sırf muhatabına galip gelme düşüncesiyle yapılan tartışmadır”9 . İnsanın heva cephesinin temel özelliklerinden birisi de “insanın çok tartışmacı olmasıdır”(18 Kehf 54). Heva cephesine ait olan bu özellik, tartışmalarda, hayırdan çok şerre sebebiyet vermektedir. Kur’ân, müşrik ve kâfirler arasında Allah konusunda vuku bulan bir kısım tartışmalara yer vermekte ve bu tartışmaları kınamaktadır(22 Hacc 8-9; 18 Kehf 56; 2 Bakara 258; 43 Zuhruf 58). Hz. Peygamber, müslümanlar arasında yapılan tartışma ve münakaşaları pek hoş karşılamamış, müslümanların tartışma ve münakaşadan uzak durmasını emretmiş10; tartışmanın saptırıcı ve düşmanlık ihdas edici bir özelliğe sahip olduğuna dikkat çekmiştir(43 Zuhruf 58),11. Hz. Peygamber’in tartışma ve düşmanlıkta ifrata varanların Allah indinde en iğrenç insanlar olduğunu ifade etmiş olması, tartışmaların neden olduğu kötü sonuçlardan dolayıdır12. 

İhtilafları Tefrikaya Dönüştürmemek İçin “En Güzel Tarzda Mücadele” 

İnsanların değerlerini değiştirerek İslâmlaşmasını sağlamak, İslâm’ın birinci önceliğidir. İnsanları Allah’ın yoluna çağırırken tutulacak yol, takınılacak tavır ve kullanılacak üslubun en güzel tarzda olması, İslâm’ın olmazsa olmaz şartlarındandır. Bu tavır genel olarak insanlar arasında, özelde de, müminler arasında geçerlidir. İhtilafları tefrikaya dönüştürmemek için mesele, bu düzlemde ele alınmalıdır. O nedenle bir ihtilaf ahlakının inşa edilmesi şarttır. İhtilaf ahlakı, mücadeleye estetik bir hüviyet kazandırmakla inşa edilebilir. Bunun için olaylar, meseleler, iyilikle, güzellikle ele alıp tartışma boyutuna vardırmadan müzakere edilebilinmelidir. En güzel tarz bir mücadele, en güzel bir şekilde Kur’ân-ı Kerim’de Nahl suresi 125’de formüle edilmiştir: “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel bir biçimde mücadele et. Şüphesiz senin Rabbin yolundan sapanı bilendir ve hidayete ereni de bilendir.” (16 Nahl 125). 

Bu ayette “hikmet”, “güzel öğüt” ve “en güzel tarzda mücadele”(cedel) olmak üzere üç ana kavram yer almakta, ihtilaflı konular müzakere edilirken buna göre davranılması, istenmektedir. Nasihatte güzellikle ve hoşlukla davranmak yeterli iken; mücadelede güzel yöntemlerle muamele etmek gereklidir13. Nasihat genelde aynı düşünen, aynı fikir ve ilkelere bağlı insanlara karşı yapılırken; mücadele genelde muhalif düşünenlere karşı yapılmaktadır. En güzel tarz mücadele, kalpleri inceltir, pasları giderir ve düşüncelerin birbirine yakınlaşmasına sebebiyet verir. Böylelikle anlaşma ve barış sağlanabilir. 

htilaf Ahlakının En Güzel Tarzda İnşa Edilmesi İmanı Bir Zorunluluktur 

Yaşadığımız ahlaki sebeplerin tümü, İslâm dünyasında yetişen insan unsurunun kalbi hastalıklarının doğal sonucudur. Bunlar tedavi edilmeden İslâm dünyasındaki ihtilafların tefrikaya dönüşmesine mani olmak mümkün gözükmemektedir. O nedenle İslâm dünyası, “vasat” ümmetin inşası için Kur’ân ve Sünnetin tanımladığı bir müslüman insan tipine ilişkin asgari müşterekleri belirlemek ve de yetiştirmek zorundadır. Bu bir kimlik inşası sorunudur. İslâm, değerler sistemi arasındaki mücadelenin her aşamasında şartlar ne olursa olsun iyiliği ve güzelliği esas alır. Şeytani değerlerin kullandığı usul ve vasıtaların çirkinliği, vahşiliği, kabalığı ve gayrı insaniliği bu olguyu, bu prensibi hiçbir zaman değiştiremez. Müslüman açısından mücadelenin gayesi, insan fıtratının bir ifadesi olan İslâmi değerlerin insanlara kabul ettirilmesidir. Bu amaç, mücadelenin tüm aşamalarını şekillendirir. Müslümanlar arasındaki ihtilafları tefrikaya dönüştürmeden halletmenin yolu, böyle bir yaklaşımla mümkündür. İslâm’ın amacı, insanların zihnini ve kalbini fethetmektir, işgal etmek değildir. Fetihte rahmet ve bereket vardır; işgalde zulüm ve yok etme. Fetihte dengede oluş, kararlı oluş vardır; işgal ve zorbalıkta kargaşa ve kararsızlık vardır. Biri yeşertir, diğeri kurutur. Biri meyvesini verir, öteki meyveleri kurutur. Kur’ân-ı Kerim en güzel tarz mücadelenin bu özelliğini, bir ağaçla/bir bitki ile ilişkilendirerek açıklamaktadır(7 A’raf 58). “Güzel bir söz”, “güzel bir ağaca”; “kötü bir söz” ise “kötü bir ağaca” benzetilmektedir. 

Güzel ağacın kökleri sabit ve yerin derinliklerine doğru ilerleyip hem kendini sağlamlaştırır hem de gerekli gıdayı topraktan sağlar. Bu dengeli, sağlam yapısından dolayı dallarını göğe doğru genişletip meyvesini verir. Kötü ağaç ise kökleri yerden kopmuş, tutunma imkânı kalmamış, dengesini kaybetmiş ve yerden beslenemediği için meyve vermesi de söz konusu değildir. Bu benzetmeden çıkarılacak sonuç, ihtilaf ahlakı, bir denge, kararlılık, bolluk ve bereket halidir. Bir inşa, bir fıtrata dönme hareketidir. En güzel tarz mücadele, 14/24-27 ayetlerinde bir ağaçla temsil edilirken; 7/58 de bir şehrin bitkisine benzetilmektedir. Bu benzetmelerle en güzel tarz mücadelenin birinde bireysel boyutuna(14/24-27), diğerinde(7/58) toplumsal boyutuna dikkat çekilmektedir. Öyleyse ihtilaf ahlakı, ister bireysel tabanda olsun isterse toplumsal tabanda olsun uygulanması gereken zorunlu bir ahlaki tarzdır. Olsa da olur olmasa da olur denebilecek keyfi bir hareket şekli değildir. İhtilaf ahlakı, kötülüklerin iyiliklerle giderilmesi ilkesini esas alan bir ahlaki sistemdir(11/114-115; 23/96; 41/34-36; 60/7). Kötülük yapanlara iyilik yaparak onların kalplerini yumuşatmak ve hatta dostluğunu kazanmak mümkün olabilir. Kötülüğe kötülük yaparak cevap vermek, müminlere öğütlenen bir davranış şekli değildir. 

Çünkü müminin amacı, İslâmi değerlerin benimsetilmesi, yaygınlaştırılması; müminlerin birlik ve beraberliğinin sağlanması ve korunmasıdır. İhtilaf ahlakı, nefsaniyete, enaniyete, taassuba yer vermez. Canı yanan insanlara, şeytan, her türlü vesveseyi verir. Kendisine kötülük yapana daha fazla kötülük yapmayı telkin eder. Bütün bu iğvalara karşı ancak Allah’a sığınarak büyük bir sabır ve irade gösterebilenler ve şeytanın yolundan gidenleri öğretmen olarak kabul etmeyenler, bu zorlu görevi başarabilir(41/34-36; 28/54-55).

İhtilaf ahlakı, af ve kolaylık yoludur. İnsanın yapısında hem iyi özellikler hem de kötü özellikler iç içedir. Şeytan ve yolundan gidenler, insanın kötülük cephesine hitap ederek hep kötü meziyetlerini öne çıkarmaya çalışırlar. Rahmanın yolundan gidenlerin, kendi değerlerini en iyi bir şekilde özümseyerek, ona şek ve şüphe taşımayan bir içtenlikle sarılarak, insanlarla olan ilişkilerini af ve kolaylık merkezli olacak tarzda en güzel bir şekilde düzenleyerek, ihtilaflara çözüm bulmaları mümkündür ve bu, tarihi bir sorumluluktur(7/145). 

Cendereye sıkıştırılmış, her şeyi ters yüz edilmiş ve kafası karmakarışık olan insanları uyarabilmek için açık, etkileyici, nazik bir dil ve bir üslup kullanmak ihtilaf ahlakının esasıdır, olmalıdır(4/63). Bu ilke, sadece mazlumlar için değil aynı zamanda zalimler için de geçerlidir. Allah, Hz. Musa ile kardeşi Harun’u Firavun’a uyarmaları için gönderirken, yumuşak davranmalarını onlara öğütlemesi anlamlı, düşündürücü ve dikkat çekicidir(20/43-47). Nefsaniyeti işin içine sokmadan yapılacak bir müzakerenin ihtilafları çözmede etkili olma ihtimali yüksektir. Kimin neden etkilenebileceğini ve ruhunda fırtınalar oluşturup tefekkür edebileceğini bilebilmek her zaman mümkün değildir. Onun için davetimiz, tebliğimiz, nasihatimiz ve mücadelemiz yumuşak, etkileyici ve kuşatıcı olmalıdır. İhtilaf ahlakı, Hz. Peygamber’in, “Kolaylaştırın zorlaştırmayın. Müjdeleyin nefret ettirmeyin.”14 emrini merkeze alan en güzel ahlak sisteminin(İslâm ahlak sistemi) bir alt ahlak sistemidir(17/53). 

Müzakerelerde, başkalarının kutsallarına saygı gösterilmesini ister(6/108). En güzel tarz bir mücadeleyi esas alan ihtilaf ahlakı, karanlıklar içerisinde bocalayan insanlığa ve bir kargaşa yaşayan ümmete ışığı gösterme, onları aydınlığa çıkarma refleksidir. Dolayısıyla karanlıklar içerisinde el yordamı ile yol bulmaya çalışanların yaptığı hata ve kötülüklere karşı affedici olmayı öğütler(7/198-199). İhtilaf ahlakı savaşı değil barışı hedefler. İhtilaf ahlak sisteminde, söylenmesi gerekeni, yapılması gerekeni, en estetik, en hikmetli ve en basiretli bir şekilde, muhatabın kalbini etkileyebilecek ve etkilenip öğüt alabilecek bir üslupta, bir tarzda ifade etmek gerekmektedir. Muhatabın kalbinde, vicdanında titreme meydana getirebilmek, düşünmesini sağlayabilmek hedeftir. Bedduacı değil duacı olmaktır. Sabrıyla dağ devirmektir. Dengeli ve kararlı olmaktır. Kur’ân ve Sünnetin emrettiği bir ihtilaf ahlakını benimsemiş olanların mücadelesi, yanlışlıklar ve kötülüklere karşı olmaktır. Biz, şahısların yaptığı kötülüklerden dolayı onların şahsına değil yaptıklarına karşıyız. Biz, onlara değil yaptıklarına buğzederiz. Onlara karşı -olur ki hidayete erişirler umuduylu- şefkat ve merhametle davranmak, bizim inancımızın, ahlakımızın bir gereğidir. Biz, insanları kaybetmeye değil kazanmaya talibiz. “Allah’ım!... Senden doğruyu konuşan bir dil, eğriliklerden uzak bir kalb diliyorum.”15 diyen Peygamber’in duasını, biz de aynen tekrarlıyoruz. 

ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI HİBRİT SAVAŞLAR DÜZLEMİNDE BÖLGESEL EKSENDE BAŞLATILMIŞTIR

(Umran Dergisi)   “Eğer Hakk, onların hevalarına (istek ve tutku) uyacak olsaydı, hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herke...