(Umran Dergisi)
Bugün Türkiye’nin ve İslâm
dünyasının en ciddi sorunlarından biri, farklı düşünce ve
bakış açılarına karşı gösterilen
tahammülsüzlüktür. En basit
konudan en karmaşık konuya
kadar olan her şeyde, insanların
tümünün aynı düşünmesi mümkün değildir. İnsan yapısına da
uygun değildir. Düşünme sistemini körelten, gelişmeyi engelleyen bir durumdur. Ama farklı düşünenlerin, farklı fikir söyleyenlerin, tekfirle ihanetle suçlanması,
onlara hakaret edilmesi de, yanlış bir yaklaşımdır.
İfrat ve tefrit insanlığın iki uç yaklaşımıdır. O
nedenle İslâm ümmeti “vasat”, “mutedil”, “orta”
bir ümmet olarak tanımlanmaktadır. “Vasat”,
“mutedil”, “orta” bir ümmet olarak tanımlanan
İslâm ümmetinin mensuplarının bir kısmı, bugün
hemen hemen her türlü ihtilafı tefrikaya, kavgaya
dönüştürebilmekte; ümmet içerisinde kargaşaya
neden olabilmektedir. Bunun sebebi hikmeti nedir? Bu hastalıklı durumdan kurtulmak için ne
yapılmalıdır? Burada bu konu ana hatları ile ele
alınıp değerlendirilecektir.
İhtilaf ve Tefrika Kavramları
İhtilafın sözlük anlamı, “bir konuda farklı
düşünme, ayrılık, uyuşmazlıkdır.” “İhtilafa düşmek” ise, “farklı görüşlere sahip
olmak, uyuşamamak, anlaşamamak” demektir1
. İhtilaf kelimesi,
“halefe”(mastarı “half”) kelimesinden türetilmiştir. Half, “önün,
önde olanın zıddı”, yani “arka,
“arkada olan” demektir. Bunun
yanı sıra “Halefe”-“half”, “geride
kalmak, geride kalan, sonradan
gelen” anlamını da taşımaktadır.
“İhtilaf” ve “muhalefet” ise, “her
birinin söz ve halinde yekdiğerine zıt bir yol tutması” demektir2
.
Tefrika, “iki şey arasını ayırmak, yol çatallanmak anlamındaki “f-r-k” kökünden türemiş olup
parçalara ve bölüklere ayırmak, bölücülük ve
ayrıcalık yapmak” demektir3
. “Fırka”, sözlükte
“insanlardan ayrılan topluluk”, “bölüm”, “parti”,
“tümen” anlamında kullanılırken; terim/ıstılahı
olarak “İslâm fikir tarihinde siyasi düşünce veya
itikadî telakkilere sahip bulunan mezhep anlamındaki düşünce akımı ve grupları” anlamında
kullanılmaktadır. Kur’ân’da “tefrik”, “teferruk”
olarak geçen bu kavram, “dinde ve sosyal hayatta
bölünmeyi, parçalanmayı, dağılıp çözülmeyi” ifade etmektedir4
.
Tefrika, insan bünyesinde var olan heva-heves
cephesinin, insan bünyesi üzerinde etkin olması,
fıtratı bastırması, örtmesi sonucu tezahür eden bir
ifrat halidir.
İhtilaf Çeşitleri ve Sebepleri
Kur’ân’da geçtiği ayetlere bakıldığı zaman
ihtilaf kavramının iki farklı boyutu ile karşılaşılmaktadır: 1- Kâinatın işleyişinde var olan ihtilaf(2
Bakara 164), 2- İnsanların hayatlarında var olan
fikri/fıkhi ihtilaf.
Sünnetullahın sonucu olan her şeyin
“zevciyyât”(çift, eş) olarak yaratılmış olması,
kâinatın işleyişinde var
olan ihtilaf şeklidir: Dişierkek, aydınlık-karanlık,
gece-gündüz, elektron, pozitron şeklindeki yaratılış.
Keza dillerin ve renklerin
ihtilafı/farklı oluşu da, İlahi
sünnetin bir sonucudur(30
Rum 22). Bu iki ihtilaf türü
bu yazıda ele alınmayacaktır.
İnsanların yeteneklerinin, iradelerinin, becerilerinin, arzu, istek ve düşüncelerinin farklı oluşu/ihtilaf,
yaratılış kanunlarının/İlahi
sünnetin doğal bir sonucudur. İnsanlarda yaratılıştan gelen bu farklı oluş, bir
boyutu ile insanlığı daha
iyiye, güzele, doğruya götürebilirken; diğer boyutu
ile kin, nefret ve düşmanlık
girdabında felakete sürükleyebilir. İhtilafı tefrikaya
çevirebilir. Sorun, ihtilafların var olmasında değil;
ihtilafların tefrikaya; onun
da, fırkalaşmaya/hizipleşmeye, kavgaya, savaşa
ve kaosa dönüştürülmesindedir.
Bünyemize yaratılıştan yerleştirilen ihtilaf
etme eğilim ya da yeteneği, hangi durumlarda bizi
iyiye, güzele, doğruya, gerçeğe, hakka, kardeşliğe yönlendirir; hangi durumlarda da bizi, kötüye,
çirkine, yanlışa, batıla, kaosa, düşmanlığa doğru
yol almamıza neden olur? Bunun için muhtemel
fikri-fıkhi ihtilaf çeşitlerinin neler olduğunu, nelerden/nerelerden kaynaklandığını göz önüne almamız gerekmektedir.
Yusuf El-Karadâvî, ümmet içerisinde var olan
ihtilafları, belli ana başlıklar altında toplayarak sınıflandırmıştır.
Ana konulara göre yapılan tasnif,
aşağıda verilmektedir5
:
· Temizlik sahasındaki ihtilaflar,
· Namaz konusundaki ihtilaflar,
· Zekât konusundaki ihtilaflar,
· Oruç konusundaki ihtilaflar,
· Hac konusundaki ihtilaflar,
· Ziynet ve süslenme konularındaki ihtilaflar,
· Yiyecek ve içecekler alanındaki ihtilaflar,
· Oyun ve eğlence konusundaki ihtilaflar,
· Mal ve alışverişteki ihtilaflar,
· Siyasi, anayasal ve uluslararası sahalardaki ihtilaflar.
Yusuf El-Karadâvî, bu
başlıklar altında topladığı
ihtilaflar ile ilgili alt ihtilaf
konularını da, özlü bir şekilde vermektedir. Bunlar,
daha da genişletilebilir.
Herhangi bir mesele ile ilgili ihtilaflar, düşüncenin önünü açan, düşünceyi zenginleştirip geliştiren, donmasına engel olan,
onun teori ve model olmasına imkân veren imkânlardır.
Bu tür ihtilaflar, uzlaşılabilir
ihtilaflar olup insanlığı iyiye,
güzele, doğruya, hakka, gerçeğe doğru götürür. Sorun,
böylesi ihtilafların var olması değil; ortaya çıkan ihtilafların uzlaşılamaz bir şekle sokulması, ihtilafların tefrikaya dönüştürülmesi sonucu olarak fırkalaşmanın ortaya çıkıp birlik beraberlik ve dayanışma ruhunun ölmesi, öldürülmesidir.
İhtilaflar, bir mevzu etrafındaki farklı bakış
açılarından kaynaklanmaktadır. Bu farklı bakış
açılarının meydana geliş sebebini aşağıdaki gibi
özetleyebiliriz:
· Konuya bağlı olarak farklı değer sistemi, farklı
bilgi kaynakları, farklı düşünce metodu, farklı
hareket metodu, farklı strateji ve teşkilatlanma
modellerinin benimsenmiş olması.
· “Ekollerin nasları anlama konusunda farklı
metotlarının olması, hakkında nass olmayan konularda farklı yorum yapmaları, meseleyi
geniş veya dar olarak ele almaları,
· Meselelere esnek olarak bakılıp bakılmaması,
· Nass (rivayet) ve re’y (içtihat) ekolünün farklı
üsluplar kullanması,
· Bir mezhebin taklit edilmesini savunanlar ile
karşı çıkanların olması,
· Mezheplerin taklidiyle alakalı orta yolu tutanlar; avam tabakası için taklidin şart olduğunu,
ancak ilim ehli için taklidin vacip olmadığını
savunmaları,
· “Herhangi bir mezhebin görüşünün taklit edilip edilmemesi, ikisi arasında orta yolun tutulması, avam tabakasındaki birinin bir ekolü taklit etmesi”,
· İlim ehli olan kişinin, ilmi konularda eksik
noktaları tamamlayarak nakledilen görüşler
arasından bir tercih yapması ve zor konularda
içtihatta bulunması”.6
Burada ana sorun, farklı değer sistemi, farklı
bilgi kaynakları, farklı düşünce metodu, farklı hareket metodu, farklı strateji-teşkilatlanma modellerinin benimsenmiş olması, farklı dil ve üslubun
kullanılmış olması değildir. Ana sorun, bunların
mutlak doğru olduğuna ve kendi bakış açısı ile
uyuşmayan, farklı tüm bakış açılarının da mutlak
yanlış olduğuna inanılması, hatta iman edilmesidir. Farklı liderlerin, şeyhlerin, düşünürlerin,
âlimlerin, müçtehitlerin, ekollerin ve mezheplerin ürettiği fikirlerin, verdiği fetva veya kararların,
hangi zamanda, hangi mekânda, hangi şartlarda
ve hangi bilgi kaynaklarını kullanarak verdiğini
göz önüne almadan, hatta bildiği halde gizleyerek,
sadece şekline göre yorumlayıp eleştirmek, itham
etmek, suçlamak, hakaret etmek, tekfir etmek,
hain ilan etmek, ihtilafların tefrikaya dönüşmesine, sebep olmaktadır.
İhtilafların Tefrikaya Dönüştüren Ahlaki Sebepler
Yukarıdaki yaklaşım, tutum ve davranış şekli,
çok ciddi ahlaki bir sorundur. Bu bağlamda, ihtilafların tefrikaya dönüşmesinin ana nedeni, ‘ahlaki nedenlerdir’ desek yanlış söylemiş olmayız.
İhtilafları tefrikaya dönüştüren ahlaki sebepleri
şöylece özetleyebiliriz:
1- Kişinin sadece kendi görüşünü beğenip gururlanması, kibir, enaniyet, müstekbirlik
2- Başkası hakkında su-i zan ile hareket edip elde
delil olmadan karşısındakini itham etmesi,
3- Kişinin düşünce ve davranışları üzerinde heva
ve hevesin hâkim olması,
4- Dünyevileşme, sekülerleşme ve laikleşmenin
neden olduğu melez değer sistemine sahip olması sonucu ortaya çıkan sosyal şizofreni,
5- Kişinin bir şehri, bölgeyi, grubu, tarikatı, cemaati, lideri, şeyhi fanatizm derecesinde sevmesinden dolayı önyargılı davranması,
6- Kişinin belli bir teşkilata, cemaate, harekete,
siyasi partiye, hizbe, fırkaya, mezhebe, ekole, lidere, şeyhe, âlime, müçtehide veya kendi
şahsı görüşüne taassupla bağlanması,
7- Kendi şahsi görüşüne taassupla bağlanması, at
gözlüğü takarak farklı hiçbir şey görmemesi,
görememesi, görmek istememesi, körlük
8- Hiç kimsenin ilmine, fikrine ihtiyaç hissetmemesi, kendini kendine yeter görmesi, müstağnileşme,
9- Kişinin inanıp bağlandığı teşkilatı, cemaati,
hareketi, siyasi partiyi, hizbi, fırkayı, mezhebi,
ekolü, lideri, şeyhi, âlimi, müçtehidi ve kendi şahsi görüşü dışındakilerinin tümüne karşı
kin, nefret ve haset içeren bir tavır sergilemesi,
bağyetme,
10- Fikri/fıkhi görüşleri, bilerek/kasti olarak benimsediği siyasi düşüncelerine hizmet edecek
şekilde çarpıtarak değerlendirmesi, yorumlaması, istismar.
11- Kelam, tasavvuf, mantık, felsefe ve fıkhi ekoller için bir değerlendirme yapılırken, bunların
bir bütün olarak eksikleri ve kusurları ile benimsenip kabul edilmesi; tefrit. Yahut tam tersine, bunların tümünün reddedilmesi, hepsinin İslâm’a sonradan girdiğini, tuzaklarla dolu
olduğunu ve bunların zararının faydasından
çok olduğunu kabullenme; ifrat. Dolayısıyla ihtilafların tefrikaya dönüşmesinde önemli
ahlaki sebeplerden biri, ifrat ve tefritin neden
olduğu adaletsizliktir.
İhtilafları Tefrikaya Dönüştürmemek İçin
Ne yapmalı?
İnsanın kendisi, ailesi, akrabası, komşusu,
milleti, devleti, ümmeti ve tüm insanlıkla ilişkilerini belirleyen ana unsur, ana, etken/faktör/özellik, Allah ile arasındaki ilişkidir. Biz buna kulluk
ahlakı demekteyiz. Allah’ın ihlaslı/muhlis kullarının sahip olduğu ahlaktır. İhlas, bir şeyi sadece
Allah için, hak için yapmak, heva ve hevesin esiri, kölesi olmamak, fıtrat istikametine hareket etmek
ve davranmak demektir. İblis ve İblis’in yolundan gidenlerin etki edemediği tek insan unsuru,
Allah’ın muhlis kullarıdır(15/39-42; 38/83). Bunlar, başkalarının haklarına tecavüz etmeyen, iman
edip salih amellerde bulunan, bunda da ısrarcı ve
kararlı davranan insanlardır(38/24).
İhtilafların tefrikaya dönüştürülmesinde, bireysel ve toplumsal bencillik ve enaniyet vardır.
Bencillik ve enaniyetin fırkalaşmaya neden olmasının sebebi, hevanın ilahlaştırılmasıdır. Bu ise insanı kör ve sağır eder ve dine en büyük zararı verir:
“Hz. Muhammed (s.a.s.): İki aç kurdun bir koyun sürüsüne dalıp da verdiği zarar, kişinin malı,
şerefi, mevkisi uğruna, dini kullanarak verdiği zarardan daha fazla değildir.”7
Allah ile ilişkileri kulluk ahlakının çerçevesi içerisinde
tutabilmek, ihlâstan ayrılmamak, tam anlamıyla ihlaslı olabilmek için
şahsı, şahıs, grup, parti,
cemaat, ekol, mezhep,
tarikat, âlim, şeyh, lider taassubundan kurtulmak, bunlara körü
körüne bağlanmamak
gerekmektedir. Muhlis
kullardan olabilmenin
en temel özelliği, delillere dayalı olarak tercih etmek, bu
noktada taassup göstermemek, hak
ve adaletten ayrılmamakla mümkün olabilmektedir. İhtilafları tefrikaya dönüştürmeden
çözmenin en doğru yolu muhlis kulların yaklaşım
tarzıdır(4 Nisa 58,59; 24 Nur 54).
Şahıs, grup, parti, cemaat, ekol, mezhep, tarikat, âlim, şeyh, lider taassubu ile hareket edip
bunların menfaatine çalışarak başkalarına zarar
vermek, Hz. Peygamber‘in ifadesi ile “Başkasına
dünyalık bir menfaat sağlamak için ahiretini satmaktır”:
[3:114; 2884]Hz. Peygamber (s.a.s.): “İnsanların en şerlisinin kim olduğunu söyleyeyim mi?
...Başkasına dünyalık bir menfaat sağlamak için
ahiretini satandır. Bundan daha şerlisi ise Dini âlet
ederek dünyalık kazanç peşinde koşandır.”
Taassup, kişinin kendini beğenmesi, heva ve
hevesine uyması halidir. Taassup insanı ve insanlığı helake götüren etkenlerdendir. Kur’ân-ı Kerim,
taassupla inançlarına bağlı olan fert ya da toplumlarla ilgili örnekler vermekte, gidişatlarının yanlış
olduğunu söylemekte ve müslümanları benzer
hataya düşmeme noktasında uyarmaktadır(2 Bakara 91, 170-171).
İhtilafların tefrikaya dönüşmesine neden olan
şahsi, şahıs, grup, parti, cemaat, ekol, mezhep, tarikat, âlim, şeyh, lider taassubunun tezahürlerini
aşağıdaki gibi özetleyebiliriz:
· Benimsediği şahıs ya da grupların mutlak hak
ve doğru olduğuna inanmak,
· Benimsediği şahıs ya da grupların hep iyiliklerini ve üstün özelliklerini görmek, anlatmak;
diğerlerinin hep ayıp ve günahlarını söylemek,
dile getirmek,
· Benimsemiş olduğu kişi ya da
yapıları, hep büyük görmek;
diğerlerini, ilim ve amelde
üstün olsalar bile hep küçümsemek,
· Benimsemiş olduğu kişi
ya da yapıların hatalarını
hiç görmemek; diğerlerinin aynı konudaki hatalarına sevinmek, çirkin
bulmak, etrafta yaygınlaştırmak,
·Benimsemiş olduğu yapıların kurallarını, kaidelerini, ilkelerini, disiplinini, Kur’ân ve Sünnete
aykırı bile olsa, her şeyin
üzerinde görmek, tabulaştırmak; diğerlerinin
benzer/aynı özelliklerine şiddetle karşı çıkıp
tekfir etmek, suçlamak.
Kişinin taassup hastalığından kurtulabilmesi
için aşağıdaki “ahlaki ilkeler” konusunda hassasiyet göstermesi gerekmektedir:
• Bir söz, kimin söylediğine göre değil; muhtevasına/ne söylendiğine bakılarak değerlendirmelidir. Başkalarının ilminden ve hikmetinden yararlanmalıdır.
Bu noktada İmam Şafii’nin; “Hak, benim ağzımdan da düşmanımın ağzından da çıksa bunu
önemsemeden kabul ederim.” sözü8
, bir ilke olarak
benimsenmeli, ilişkilerde daima göz önüne alınmalıdır.
İbni Teymiye, “bazı meselelerde kendi mezhebinin görüşünü terk edip başka mezhep görüşünü benimsemiş kişilerin”, “yanardöner bir tip olmakla” itham edilmesine karşı çıkmıştır:
“Bir kişi Hanefi, Maliki, Şafii veya Hanbeli
mezhebinin müntesibi olsa da bazı meselelerde
kendi mezhebinin dışındaki mezheplerin görüşlerini daha kuvvetli bularak bu görüşü alsa güzel
bir iş yapmış olur. Bu durum o kişinin dinine de
adaletine de hiçbir şekilde zarar vermez. Üstelik
bu durum hakkı bulma konusunda daha faziletli
olur. …Hatta bir kimse sadece bir imamın sözünün doğru olduğuna inanır, bu görüşün uygulanmasının gerekli olduğunu düşünürse tevbe etmesi
gerekir. Yani avam tabakasındaki bir kişinin bir
mezhep imamını taklit etmesi
demek sadece tek bir imama
uyup öteki imamların görüşünü kabul etmemesi anlamına
gelmez.
“Sadece bir mezhebe, bir
imama uyulması gerekir” demek, bir müslümanın söyleyeceği söz değildir. Mezhep
imamlarını seven, dost edinen
kişilerden her birinin sünnete
açıkça uyan görüşlerini taklit
etmesi normaldir, hatta daha
güzeldir. Bu kişi yanardönerlikle itham edilemez. Yanardöner kelimesi ne müslümanlar
için ne de kâfirler için kullanılır. Bu tabir münafıklarla
alakalı kullanılmıştır”(4 Nisa
143)(6,7).
• Kişi “çuvaldızı kendine
iğneyi başkalarına batırmalıdır.”
Kişi öncelikle kendi hatalarına bakmalı ve görmelidir. Kendi öz eleştirisini yaparak hatalarını itiraf edebilmelidir. Başkalarının nasihatini, tenkidini olumlu ve hoş karşılamalı; ıslah edici ve yapıcı görüşlerini kabul edip almakta hassas davranmalıdır. Başkalarını değerlendirirken insaf ve adalet çizgisinden ayrılmamalı; dedikodu, gıybet yapmamalıdır.
• Farklı şahıs, grup, parti, cemaat, ekol, mezhep, tarikat, âlim, şeyh ve liderlerin yapmış oldukları iyilikler, güzellikler övülmeli, takdir edilmelidir. Onlarda olmayan özellik ve meziyetlerle,
yapmadıkları şeylerle suçlanırlarsa ya da haksızca
saldırıya uğrarlarsa, o zaman onlar savunulmalı,
müdafaa edilmelidir.
· Farklı şahıs, grup, parti, cemaat, ekol,
mezhep, tarikat, âlim, şeyh, liderler değerlendirilirken adalet ölçü olmalı, adaletten asla ayrılınmamalıdır (4 Nisa 135; 5 Maide 8)
· Farklı şahıs, grup, parti, cemaat, ekol,
mezhep, tarikat, âlim, şeyh, liderler hakkında güzel düşünülmelidir(Hüsn-ü Zan).
Diğer müslüman kişi ve yapılar için hüsn-ü
zanda bulunmak çok önemli İslâmi bir ilkedir.
Kendimizi tertemiz görüp başkalarının kusurlarını aramak, Kur’ân’da kınanan bir durumdur(53
Necm 32; 4 Nisa 49).
Su-i zan, kesin bir delil
yokken insanlar hakkında
kötü ve olumsuz düşünmektir. Su-i zan, gerek Kur’ân ve
gerekse sünnete göre kötü kabul edilen huylardan birisidir.
Zan ile konuşmak, karar vermek ve hareket etmek, tasvip
edilen bir durum değildir(49
Hucurat 12; 24 Nur 12). O
nedenle müminler daima
hüsn-ü zan ile hareket etmeli,
sui zandan kaçınmalıdır. Bunun tersini yapmak demek cehaletin, cahillerin ve nefsinin
heva ve hevesine tabi olmak
demektir(53 Necm 23; 28 Kasas 50; 38 Sad 26; 45 Casiye
18; 5 Maide 49). İhtilafların
tefrikaya dönüşmesinin sebebi, hüsn-ü zan ile değil su-i
zan ile hareket edilmiş olmasıdır.
· Farklı şahıs, grup, parti, cemaat, ekol,
mezhep, tarikat, âlim, şeyh ve liderler karalanmamalı, alay edilmemelidir.
Taassupla bir şahıs ya da yapıya bağlanmak,
genelde aklı ve şuuru baskı altına alarak insanın
özgür irade ile düşünmesine, hareket etmesine
ve karar vermesine mani olmaktadır. Taassup,
zamanla kişinin heva ve hevesini ilahlaştırarak
köleleşmesine sebebiyet vermekte, basiret ve feraset kaybolmakta, körlük her şeye hâkim olmaya
başlamaktadır. Bu yaklaşımın doğal sonucu, kendi bağlandığı kişi ve yapıların haricinde olanlar,
ayıplanmakta, alaya alınmakta, kınanmakta, iftira atılmakta, lakap takılmakta ve onlar hakkında
yalan söylenerek halkın gözünden düşürülmeleri,
itibarsızlaştırılmaları sağlanmaya çalışılmaktadır.
Kuran’a göre bunlar, fasıklara has davranışlardır(49 Hucurat 11). Taassubun bu tezahür şekli,
ihtilafları tefrikaya çeviren temel davranışlardandır.
Bu noktada unutulmaması gereken husus,
âlimler, liderler, şeyhler, düşünürler birer insandır/beşerdir. Bu nedenle de her düşünce, kanaat ve kararları isabetli olmayabilir, yanlış olabilir.
Amel boyutunda kusuru olabilir. İyi niyetle, unutkanlıkla yapılan bir hata, verilen yanlış bir karar,
tüm yapıp ettiklerinin yok varsayılmasına, bu nedenle de karalanmasına, ayıplanmasına ve alaya
alınmasına sebep olmamalıdır. Bundan dolayı, bidat ehli olmakla, sapkınlıkla, hainlikle suçlanmamalı, tekfir edilmemelidir.
İslâmî düşüncede tevbe etmek-affetmek yasası
gibi bir yasa vardır. Allah, hata yapıp tövbe eden
kullarını affedeceğini müjdelerken(8, 42 Şura
30; 4 Nisa 31, 40; 53 Necm 32; 2 Bakara 286;
33 Ahzâb 5); heva ve hevesini ilah edinmiş, kalplerinde hastalık bulunan bazı müslümanlar, “pire
için yorgan yakmak” gibi ifrat bir davranış sergileyip ihtilafları, tefrikaya dönüştürebilme becerisini
gösterebilmektedirler. Bu davranışı sergileyenlerin
kahir ekseriyeti, niyet okuyuculuğu yapmaktadırlar. Oysa insanların gerçek niyetlerini, kalplerinde
olanı ancak Allah bilir.
· Farklı şahıs, grup, parti, cemaat, ekol,
mezhep, tarikat, âlim, şeyh ve liderler hakkında
yapılan tartışmalarda ifrata gitmekten kaçınılmalıdır.
İslâm en güzel tarz denilen bir mücadeleyi
ilke olarak benimsemiştir. Bundan dolayı da tartışma ve münakaşaya hoş bakmamıştır. İslâm’da
hoş karşılanmayan tartışma, “her yolu mübah sayarak hiçbir değere bağlı kalmadan, taraflar arasında dengeyi sağlayacak müşterek kriterler olmadan, sırf muhatabına galip gelme düşüncesiyle yapılan tartışmadır”9
.
İnsanın heva cephesinin temel özelliklerinden
birisi de “insanın çok tartışmacı olmasıdır”(18
Kehf 54). Heva cephesine ait olan bu özellik, tartışmalarda, hayırdan çok şerre sebebiyet vermektedir.
Kur’ân, müşrik ve kâfirler arasında Allah konusunda vuku bulan bir kısım tartışmalara yer
vermekte ve bu tartışmaları kınamaktadır(22
Hacc 8-9; 18 Kehf 56; 2 Bakara 258; 43 Zuhruf
58).
Hz. Peygamber, müslümanlar arasında yapılan tartışma ve münakaşaları pek hoş karşılamamış, müslümanların tartışma ve münakaşadan
uzak durmasını emretmiş10; tartışmanın saptırıcı
ve düşmanlık ihdas edici bir özelliğe sahip olduğuna dikkat çekmiştir(43 Zuhruf 58),11.
Hz. Peygamber’in tartışma ve düşmanlıkta ifrata varanların Allah indinde en iğrenç insanlar
olduğunu ifade etmiş olması, tartışmaların neden
olduğu kötü sonuçlardan dolayıdır12.
İhtilafları Tefrikaya Dönüştürmemek İçin
“En Güzel Tarzda Mücadele”
İnsanların değerlerini değiştirerek
İslâmlaşmasını sağlamak, İslâm’ın birinci önceliğidir. İnsanları Allah’ın yoluna çağırırken tutulacak yol, takınılacak tavır ve kullanılacak üslubun en güzel tarzda olması, İslâm’ın olmazsa olmaz şartlarındandır. Bu tavır genel olarak insanlar arasında, özelde de, müminler arasında geçerlidir. İhtilafları tefrikaya dönüştürmemek için mesele, bu düzlemde ele alınmalıdır. O nedenle bir
ihtilaf ahlakının inşa edilmesi şarttır.
İhtilaf ahlakı, mücadeleye estetik bir hüviyet
kazandırmakla inşa edilebilir. Bunun için olaylar,
meseleler, iyilikle, güzellikle ele alıp tartışma boyutuna vardırmadan müzakere edilebilinmelidir. En
güzel tarz bir mücadele, en güzel bir şekilde Kur’ân-ı
Kerim’de Nahl suresi 125’de formüle edilmiştir:
“Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel bir biçimde mücadele et.
Şüphesiz senin Rabbin yolundan sapanı bilendir
ve hidayete ereni de bilendir.” (16 Nahl 125).
Bu ayette “hikmet”, “güzel öğüt” ve “en güzel
tarzda mücadele”(cedel) olmak üzere üç ana kavram yer almakta, ihtilaflı konular müzakere edilirken buna göre davranılması, istenmektedir. Nasihatte güzellikle ve hoşlukla davranmak yeterli
iken; mücadelede güzel yöntemlerle muamele etmek gereklidir13. Nasihat genelde aynı düşünen,
aynı fikir ve ilkelere bağlı insanlara karşı yapılırken; mücadele genelde muhalif düşünenlere karşı yapılmaktadır.
En güzel tarz mücadele, kalpleri inceltir, pasları giderir ve düşüncelerin birbirine yakınlaşmasına sebebiyet verir. Böylelikle anlaşma ve barış
sağlanabilir.
htilaf Ahlakının En Güzel Tarzda İnşa Edilmesi
İmanı Bir Zorunluluktur
Yaşadığımız ahlaki sebeplerin tümü, İslâm
dünyasında yetişen insan unsurunun kalbi hastalıklarının doğal sonucudur. Bunlar tedavi edilmeden İslâm dünyasındaki ihtilafların tefrikaya
dönüşmesine mani olmak mümkün gözükmemektedir. O nedenle İslâm dünyası, “vasat” ümmetin inşası için Kur’ân ve Sünnetin tanımladığı bir müslüman insan tipine ilişkin asgari
müşterekleri belirlemek ve de yetiştirmek zorundadır. Bu bir kimlik inşası sorunudur.
İslâm, değerler sistemi arasındaki mücadelenin her aşamasında şartlar ne olursa olsun iyiliği
ve güzelliği esas alır. Şeytani değerlerin kullandığı
usul ve vasıtaların çirkinliği, vahşiliği, kabalığı ve
gayrı insaniliği bu olguyu, bu prensibi hiçbir zaman değiştiremez. Müslüman açısından mücadelenin gayesi, insan fıtratının bir ifadesi olan İslâmi
değerlerin insanlara kabul ettirilmesidir. Bu amaç,
mücadelenin tüm aşamalarını şekillendirir. Müslümanlar arasındaki ihtilafları tefrikaya dönüştürmeden halletmenin yolu, böyle bir yaklaşımla
mümkündür.
İslâm’ın amacı, insanların zihnini ve kalbini
fethetmektir, işgal etmek değildir. Fetihte rahmet
ve bereket vardır; işgalde zulüm ve yok etme. Fetihte dengede oluş, kararlı oluş vardır; işgal ve
zorbalıkta kargaşa ve kararsızlık vardır. Biri yeşertir, diğeri kurutur. Biri meyvesini verir, öteki
meyveleri kurutur. Kur’ân-ı Kerim en güzel tarz
mücadelenin bu özelliğini, bir ağaçla/bir bitki ile
ilişkilendirerek açıklamaktadır(7 A’raf 58).
“Güzel bir söz”, “güzel bir ağaca”; “kötü bir
söz” ise “kötü bir ağaca” benzetilmektedir.
Güzel
ağacın kökleri sabit ve yerin derinliklerine doğru
ilerleyip hem kendini sağlamlaştırır hem de gerekli gıdayı topraktan sağlar. Bu dengeli, sağlam
yapısından dolayı dallarını göğe doğru genişletip
meyvesini verir. Kötü ağaç ise kökleri yerden kopmuş, tutunma imkânı kalmamış, dengesini kaybetmiş ve yerden beslenemediği için meyve vermesi de söz konusu değildir.
Bu benzetmeden çıkarılacak sonuç, ihtilaf ahlakı, bir denge, kararlılık, bolluk ve bereket halidir. Bir inşa, bir fıtrata dönme hareketidir.
En güzel tarz mücadele, 14/24-27 ayetlerinde bir ağaçla temsil edilirken; 7/58 de bir şehrin
bitkisine benzetilmektedir. Bu benzetmelerle en
güzel tarz mücadelenin birinde bireysel boyutuna(14/24-27), diğerinde(7/58) toplumsal boyutuna dikkat çekilmektedir. Öyleyse ihtilaf ahlakı, ister bireysel tabanda olsun isterse toplumsal
tabanda olsun uygulanması gereken zorunlu bir
ahlaki tarzdır. Olsa da olur olmasa da olur denebilecek keyfi bir hareket şekli değildir.
İhtilaf ahlakı, kötülüklerin iyiliklerle giderilmesi ilkesini esas alan bir ahlaki sistemdir(11/114-115; 23/96; 41/34-36; 60/7). Kötülük
yapanlara iyilik yaparak onların kalplerini yumuşatmak ve hatta dostluğunu kazanmak mümkün
olabilir. Kötülüğe kötülük yaparak cevap vermek,
müminlere öğütlenen bir davranış şekli değildir.
Çünkü müminin amacı, İslâmi değerlerin benimsetilmesi, yaygınlaştırılması; müminlerin birlik ve
beraberliğinin sağlanması ve korunmasıdır.
İhtilaf ahlakı, nefsaniyete, enaniyete, taassuba yer vermez. Canı yanan insanlara, şeytan, her
türlü vesveseyi verir. Kendisine kötülük yapana
daha fazla kötülük yapmayı telkin eder. Bütün bu
iğvalara karşı ancak Allah’a sığınarak büyük bir
sabır ve irade gösterebilenler ve şeytanın yolundan gidenleri öğretmen olarak kabul etmeyenler,
bu zorlu görevi başarabilir(41/34-36; 28/54-55).
İhtilaf ahlakı, af ve kolaylık yoludur. İnsanın
yapısında hem iyi özellikler hem de kötü özellikler iç içedir. Şeytan ve yolundan gidenler, insanın
kötülük cephesine hitap ederek hep kötü meziyetlerini öne çıkarmaya çalışırlar. Rahmanın yolundan gidenlerin, kendi değerlerini en iyi bir şekilde
özümseyerek, ona şek ve şüphe taşımayan bir içtenlikle sarılarak, insanlarla olan ilişkilerini af ve
kolaylık merkezli olacak tarzda en güzel bir şekilde
düzenleyerek, ihtilaflara çözüm bulmaları mümkündür ve bu, tarihi bir sorumluluktur(7/145).
Cendereye sıkıştırılmış, her şeyi ters yüz edilmiş ve kafası karmakarışık olan insanları uyarabilmek için açık, etkileyici, nazik bir dil ve bir
üslup kullanmak ihtilaf ahlakının esasıdır, olmalıdır(4/63). Bu ilke, sadece mazlumlar için değil
aynı zamanda zalimler için de geçerlidir. Allah,
Hz. Musa ile kardeşi Harun’u Firavun’a uyarmaları için gönderirken, yumuşak davranmalarını onlara öğütlemesi anlamlı, düşündürücü ve dikkat
çekicidir(20/43-47).
Nefsaniyeti işin içine sokmadan yapılacak bir
müzakerenin ihtilafları çözmede etkili olma ihtimali yüksektir. Kimin neden etkilenebileceğini ve
ruhunda fırtınalar oluşturup tefekkür edebileceğini bilebilmek her zaman mümkün değildir. Onun
için davetimiz, tebliğimiz, nasihatimiz ve mücadelemiz yumuşak, etkileyici ve kuşatıcı olmalıdır.
İhtilaf ahlakı, Hz. Peygamber’in, “Kolaylaştırın zorlaştırmayın. Müjdeleyin nefret ettirmeyin.”14 emrini merkeze alan en güzel ahlak
sisteminin(İslâm ahlak sistemi) bir alt ahlak sistemidir(17/53).
Müzakerelerde, başkalarının kutsallarına saygı gösterilmesini ister(6/108).
En güzel tarz bir mücadeleyi esas alan ihtilaf
ahlakı, karanlıklar içerisinde bocalayan insanlığa
ve bir kargaşa yaşayan ümmete ışığı gösterme,
onları aydınlığa çıkarma refleksidir. Dolayısıyla
karanlıklar içerisinde el yordamı ile yol bulmaya
çalışanların yaptığı hata ve kötülüklere karşı affedici olmayı öğütler(7/198-199).
İhtilaf ahlakı savaşı değil barışı hedefler. İhtilaf
ahlak sisteminde, söylenmesi gerekeni, yapılması gerekeni, en estetik, en hikmetli ve en basiretli
bir şekilde, muhatabın kalbini etkileyebilecek ve
etkilenip öğüt alabilecek bir üslupta, bir tarzda
ifade etmek gerekmektedir. Muhatabın kalbinde,
vicdanında titreme meydana getirebilmek, düşünmesini sağlayabilmek hedeftir. Bedduacı değil duacı olmaktır. Sabrıyla dağ devirmektir. Dengeli ve
kararlı olmaktır.
Kur’ân ve Sünnetin emrettiği bir ihtilaf ahlakını benimsemiş olanların mücadelesi, yanlışlıklar ve kötülüklere karşı olmaktır. Biz, şahısların
yaptığı kötülüklerden dolayı onların şahsına değil
yaptıklarına karşıyız. Biz, onlara değil yaptıklarına
buğzederiz. Onlara karşı -olur ki hidayete erişirler umuduylu- şefkat ve merhametle davranmak,
bizim inancımızın, ahlakımızın bir gereğidir. Biz,
insanları kaybetmeye değil kazanmaya talibiz.
“Allah’ım!... Senden doğruyu konuşan bir dil,
eğriliklerden uzak bir kalb diliyorum.”15 diyen
Peygamber’in duasını, biz de aynen tekrarlıyoruz.