24 Şubat 2017 Cuma

Türkiye’deki Fitnenin Perde Arkası - 9: Erbakan’ın bağımsız kalkınma-sanayileşme politikaları ve 28 Şubat postmodern darbesi

 (Milli Gazete)

28 Şubat Postmodern Darbesini, Millî Görüş’ün; 1- Değer Sistemi/Kültür ve Medeniyet boyutunu, 2- Bağımsız Dış Politika boyutunu, 3-Bağımsız Ekonomi, Kalkınma ve Sanayileşme Politika boyutunu ve 4- İslâm Birliği boyutunu göz önüne almadan değerlendirmek yanlış olur. Millî Görüş Hareketinin en dikkat çeken yönlerinden biri, Şer ittifakı (ABD-İngiltere-İsrail/Siyonizm) karşıtı bir cephe olarak İslâm birliğini kurmaya yönelmiş olmasıdır. Bunun da ilk ayağını, D-8’leri kurarak oluşturmuştur. 

Geçen iki yazıda, 28 Şubat Postmodern darbesi, Millî Görüş Hareketinin kimliği ile D-8’ler hareketi ele alınıp değerlendirilmiştir. Burada, Erbakan’ın, Batıdan bağımsız ve batıya rağmen izlediği ekonomik politika ile kalkınma ve sanayileşme politikaları açısından 28 Şubat Postmodern darbesi ele alınıp değerlendirilecektir.

D-8’ler Hareketinde Öngörülen Ekonomi-Sanayileşme-Kalkınma Projeleri

D-8’ler hareketi, İslâm birliğine giden yolun çelik çekirdeğini oluşturma amacıyla kurulurken; verilmek istenen görüntü, ekonomi, kalkınma ve sanayileşmede bir dayanışma örgütü olma görüntüsü idi. Bu amaca uygun olarak D-8’lerin işbirliği alanları, çalışma grupları, ele alınacak öncelikli projeler ve hangi ülkelerin hangi projeleri gerçekleştireceği planlanmıştır.

Başlangıçta işbirliği ve proje gelişimi için, ticaret, endüstri, telekomünikasyon-bilgi, finans, banka ve özelleştirme, kırsal gelişme, bilim ve teknoloji, yoksulluğu azaltma ve insan kaynakları gelişimi, tarım, enerji, çevre ve sağlık olarak on sektör belirlenmiştir. D-8 zirvesinde alınan kararlar çerçevesinde üye ülkelerin gerçekleştireceği 50 civarındaki projelenin sektörel dağılımı ve sorumluları, aşağıdaki gibi belirlenmiştir(1):

1-Koordinatör ve Ev sahibi ülke : Mısır. Sorumluluk alanı: Ticaret

* Çifte vergilendirmemenin önlenmesine ilişkin ikili anlaşmaların harmonizasyonu (TR)

* Yatırımların geliştirilmesi ve korunması için çok taraflı anlaşmanın tamamlanması (TR)

* Serbest ticaret bölgeleri (TR, EG)

* D-8 ülkeleri arasında uluslararası pazarlama şirketi kurulması (EG)

* Pamuk birliği kurulması (EG,TR)

2-Koordinatör ve Ev sahibi ülke : Türkiye. Sorumluluk alanı: Sanayi ve Sağlık

* Hafif Raylı Toplu Taşıma (TR)

* Paslanmaz Çelik üretimi (TR)

* Tarım Uçakları Tasarımı ve Üretimi (TR)

* Sivil taşımacılık Uçakları Üretimi (TR)

* Helikopter Tasarımı ve üretimi (TR)

* Eğitim Uçağı tasarımı ve Üretimi (TR)

* Elektronik Ve havacılık (TR)

* Denizaltı tasarımı Ve Üretimi (TR)

* Ufak ve İnce silisyum Levhası Üretimi (TR)

* Bilgisayar Üretimi (TR)

* Çok Amaçlı Araba tasarımı ve Üretimi (TR)

* Tekstil Makineleri Üretimi (TR)

* Gübre Üretimi (TR, IN)

* KOBİ’ler arası işbirliği: KOBİ’lerin Mikro- Kredi Metodu İle Geliştirilmesi (TR)

* D-8 Verimlilik Örgütü Kurulması (TR)

* D-8 Ülkeleri arasında sanayi İşbirliği (PK)

* Lokomotif ve Demiryolu Vagonları Üretiminde İşbirliği (TR)

* AİDS Önleme ve Kontrol Programı (PK)

* Toplum Sağlığının Geliştirilmesi Konusunda Uygulamalı Yetiştirme (IN)

* Yöresel sağlık Elemanları için Temel sağlık Bakımı Konusunda Alan Esaslı Eğitim (IN)

* Şehirlerde Sağlık ve Çevrenin Geliştirilmesi (IN)

* Uyuşturucular ve Kötü Alışkanlıklardan Korunma (TR)

3- Koordinatör ve Ev sahibi ülke : İran. Sorumluluk alanı: Telekomünikasyon-Enformasyon, Bilim ve teknoloji

* D-8 Ülkeleri arasında Uydu bağlantısı (PK)

* Enformasyon Teknolojileri ve Telekomünikasyon (TR)

* İslâm Ülkeleri arasında Bilgi Ağlarının Etkinleştirilmesi (PK)

* Bilgisayar Programlarının Geliştirilmesi (TR,PK)

* Sınaî ve Teknolojik Veri bankası Oluşturulması (TR)

* Kimyasal Bilimlerde Bilim ve Teknoloji İçin D-8 Merkezi Kurulması (IR)

4-Koordinatör ve Ev sahibi ülke : Malezya. Sorumluluk alanı: Finans, Bankacılık ve Özelleştirme

* D-8 Merkez Bankaları Arasında işbirliği: Muhabir Banka Anlaşmaları Ağı Kurulması (EG, TR)

* D-8 Ülkeleri Arasında Özelleştirme Alanında İşbirliği (TR)

* Özelleştirme Sürecine Bankaların Dâhil edilmesi (EG)

5- Koordinatör ve Ev sahibi ülke : Bangladeş. Sorumluluk alanı: Kırsal Kalkınma 

* Kırsal Alanlarda PV Pompaları Aracılığıyla İçme Suyu Sağlama Sistemleri (PK)

* Kırsal Alanlarda Su Arıtma (TR)

* Dağ, Orman Ve Çöl Bölgelerinde Yaşayanlara Yardım (PK)

* Yoksulluğun Bertaraf Edilmesi İçin Bir Yöntem Olarak Kırsal Alanların Mikro-Kredi Sistemleri Ve Geliştirilmesi (BA)

6-Koordinatör ve Ev sahibi ülke : Endonezya. Sorumluluk alanı: İnsan kaynaklarının geliştirilmesi

* D-8 Diplomatları İçin Eğitim Programı (PK)

* Tarımsal Yaygınlaştırma Ve Eğitim Metodolojisi Konusunda Uluslararası Kurs (IN)

* Haşerelerin Kontrolü Ve Önceden Belirlenmesi Konusunda Uluslararası Kurs (IN)

* Veteriner Laboratuarları Ve Hastalık Araştırma Teknikleri Konusunda Bilgi Tazeleme Kursu (IN)

* Büyükbaş Hayvanlar Alanında Çalışanlar İçin Sun’i Döllenme Konusunda Yetiştirme Kursu (IN)

* Veterinerlik İlaçlarının Kontrolü Konusunda Yetiştirme Kursu (IN)

7-Koordinatör ve Ev sahibi ülke: Pakistan. Sorumluluk alanı: Tarım

* Traktör ve Diğer Tarımsal Makineler Alanında ortaklıklar (joint-venture) kurulması (TR)

* Hayvanlardaki kelebek hastalıklarının (fascioliasis) kontrolü (EG)

* Doğal tatlandırıcıların(Şeker pancarı ve şeker kamışı) Üretiminin Birleştirilmesi Ve Geliştirilmesi (EG)

* Pirinç Üretim teknikleri (PK)

8- Koordinatör ve Ev sahibi ülke: Nijerya. Sorumluluk alanı: Enerji

* Termal, Hidroelektrik ve Nükleer santraller (TR)

* Rüzgâr Kaynakları ile Yerli Enerji kaynakları Yaratmak (PK)

* Petrol ve Doğalgaz Sanayi Alanında İşbirliği( Keşif ve Araştırma, Sondaj ve Bakım (IN)

* Küçük Ölçekte Elektrik Enerjisi Elde Etmek için Güneş enerjisi ile Photovoltaic (güneş pili) sistemler (IN)

* Petrol ve Gaz Üretimi İşlemi Konusunda Yetiştirme Kursu (IN)

* Hafif Doğalgazın(LNG) Taşınması ve Gemilere Yüklenmesi (TR)

(BA: Bangladeş, EG: Mısır, IN: Endonezya, IR: İran, MA: Malezya, Nİ; Nijerya, PK: Pakistan, TR: Türkiye) 

Yukarıda ismi geçen projeler, ilk zirvede sunulmuş, tartışılmış olmasına rağmen; bunlardan altı tanesi, öncelikli proje olarak acilen yapılmak üzere kabul edilmiş ve üye ülkenin sorumluluğuna tevdi edilmiştir (1):

* Uluslararası bir Pazarlama ve Ticaret Şirketi kurulması,

* Yoksulluğun azaltılması konusunda seminerlerin yapılması,

* Endüstriyel ve Teknolojik Veri bankası Ağı Kurulması,

* D-8 şirketleri arasında ortak iş rizikolarını kapsayan sigorta projesinin hayata geçirilmesi,

* Deniz kıyısı ve denizden uzak yerlerin gelişimi için işbirliği

* Zirai Uçak Dizayn Etme, Geliştirme Üretme ve Pazarlama.

Yukarıdaki tabloya bakıldığında, 8 ülke arasında kurulması öngörülen ekonomik ve siyasi dayanışma başarılabilseydi, geleceğin dünyası, ezilen halklar lehine çok farklı bir şekilde tasarlanmış olabilecekti. 1996-1997’de böyle bir projeyi öngörmek ve hayat geçirmek, ele alınan projeler uygulanamamış olmasına rağmen, çok büyük ufkun ve cesaretin bir sonucu olduğu unutulmamalıdır. 

Dün, D-8’ler hareketi ile birbirine yakınlaşıp dost olan Türkiye- Iran-Mısır, bugün ne yazık ki kavgalılar ve bir araya gelememekteler. Ortadoğu’da “kan gövdeyi götürürken” bu üç ülkenin küs ve kavgalı olması, sadece Şer İttifakının (ABD-İngiltere-İsrail/Siyonizm) işine yaramaktadır. O nedenle bu üç ülke, hem kendi ülke menfaatleri için hem ümmetin menfaati için hem de mazlum ve mağdur tüm halklar için kendi aralarında adil bir barışı sağlamak zorundadırlar. Bu noktada gayret sarf etmeyenleri, birbirine el uzatmayanları, tarih affetmeyecektir.

Erbakan’ın Ekonomi-Kalkınma ve Sanayileşme Politikaları

Rahmetli Erbakan, gerek akademik dünyada, gerek siyasette olduğu dönemler boyunca hep Türkiye’nin sanayileşmesini savunmuştur ve her fırsatta bunu gündeme getirmiştir. Gerek koalisyonların ikinci ortağı (CHP-MSP, AP-MSP-MHP (1. ve 2. MC hükümetleri)) ve gerekse birinci ortağı(RP-DYP) olduğu tüm hükümetlerde, bu konudaki görüşlerini hayata geçirmeye çalışmıştır. “Ağır Sanayi Hamlesi”, “Fabrika Yapan Fabrikalar”, “Tank-Top Projesi”, “Yerli Otomobil”, “Akıllı Füzeler” gibi projeler, Erbakan hareketinin geleceğe dönük tasavvurlarıydı. Tüm koalisyonlarda Sanayi bakanlığına talip olup bunda ısrarcı olmasının sebebi, Türkiye’nin sanayileşmesinin onda tutku haline gelmiş olmasıdır. Bütün koalisyon hükümetlerinde sanayi alanında yapılması öngörülenlerin bir kısmı, hükümet programlarına alınmış ve bu programlar, meclislerin tasdikinden geçmiştir. 

Bu bağlamda Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı yeniden düzenlenmiş, dört büyük koordinatörlük meydana getirilmiş ve bakanlığa bağlı olarak bütün sanayi kuruluşlarını ve “Ağır Sanayi Hamlesi”ni mali açıdan desteklemek için Devlet Sanayi ve İşçi Yatırım Bankası (DESİYAB) adı ile yeni bir banka kurulmuştur. Türk Motor Sanayii (TÜMOSAN), Takım Tezgâhları Sanayii (TAKSAN), Türkiye Elektronik Sanayii (TESTAŞ), Türkiye Elektro Mekanik Sanayii (TEMSAN), Türkiye Uçak Sanayi (TUSAŞ), Gerede’de fabrikaları yapan bir kuruluş olarak (GERKONSAN) gibi altı adet yeni genel müdürlükler oluşturulmuştur. 

Yol boyu gerçekleştirilen bütün bu çalışmaların yanı sıra REFAHYOL zamanında planlanan ve bir kısmı hayata geçirilen bazı çalışmalar, 28 Şubat Postmodern darbesinin ana sebepleri arasında zikredilebilir (2):

1-ABD’nin ısrarla karşı çıkmasına karşı Türkiye, İran’la doğalgaz anlaşması yapmış ve Türkiye-İran arasındaki ticarette doların kullanılmasına son verilmiştir. 

2- Irak petrol boru hattı yeniden açılmıştır.

3- Çekiç güç Türkiye dışına çıkarılmıştır.

4- Müslüman ülkelerle başta ticaret olmak üzere tüm ilişkilerin geliştirilmesi planlanmış, İslâm konferansına tam üye ve İslâm bankasına kurucu ortak olunmuştur.

5- Enerji sektöründe, doğal gaz boru hatları, petrol boru hatları, LNG terminali, Hidrolik santraller (48 adet), Termik Santraller (13 adet), Nükleer santrallerin (2 adet) yapımı öngörülmüştür.

6- Ulaşım sektöründe, oto yollar, yüksek standartlı kara yolları, İstanbul boğaz geçişleri (3 köprü, 1 tünel), Çanakkale Köprüsü, İzmit körfez köprüsü, hızlı tren (İstanbul-Ankara, Ankara-Konya), hava limanları (27 adet) yapılması öngörülmüştür.

7- Serbest bölgeler (İstanbul, Bursa, Ankara, Çeşme, Konya, Kayseri, Gaziantep) öngörülmüştür.

8- Organize sanayi bölgeleri (67 adet) öngörülmüştür.

9- Denk Bütçe yapılmıştır. Ayrıca Dünya Bankası ve IMF’ye olan borçların ödenmesi için bir yol haritası çizilmiştir.

10- Havuz Sistemi kurularak ülkenin iç şer odakları tarafından sömürülmesine mani olunmaya çalışılmıştır.

Sonuç: 28 Subat Postmodern Darbesi ve Tam Bağımsız Türkiye

Erbakan hareketinin sanayileşme ve kalkınma konusundaki bu cesur öngörü ve atılımları, hem Batı hem de Türkiye’deki etkin güç odaklarını çok korkutmuştur. Şer ittifakı ile birlikte hareket eden askeri cunta (Batı Çalışma Grubu) ve beşli çete (TİSK, TOBB, TESK, DİSK, TÜRK-İŞ), REFAHYOL hükümetine karşı harekete geçerek, 28 Şubat postmodern darbesini gerçekleştirmişlerdir. Türkiye’nin sanayileşmesi, ekonomik bağımsızlığı, Türkiye’nin bağımsız bir Türkiye’ye doğru gitmesinde çok önemli bir kilometre taşıydı. Böyle bir Türkiye’yi ilk başta istemeyecek olanlar, Şer İttifakı/Emperyalist güçler ile onların yerli işbirlikçisi “rantiyecilerdi.” 

27 Mayıs Darbesinden 28 Şubat Postmodern Darbesine kadar olan süreçte vuku bulan olaylar, bunu doğrulamaktadır. Dönemin Başbakanı Erbakan ile dönemin Cumhurbaşkanı Demirel arasında geçen aşağıdaki konuşma, bunun çok güzel bir özetidir:

“Erbakan Hoca, Demirel’e hükümet icraatlarını anlatıyor. Hükümet bu işlerle uğraşırken, asker ne diye rahatsız olsun? Ne diye sorun çıkarsın? Demirel tecrübesini anlatıyor: “1965-1971... Düşük enflasyon... Yüksek kalkınma hızı... Yatırımlar... Ve bir gün muhtırayı önümüze koyuverdiler.” (4).

Şer ittifakının işbirlikçisi cuntalar, Demirel’den ne istemişlerse; Erbakan’dan da onu istiyorlardı. Türkiye’nin ABD’nin gayrı resmi eyaleti olarak kalmasını istiyorlardı. Erbakan’ın, Evren’in anıları üzerine yaptığı açıklamalarda, “Bağımsız Türkiye” vurgusu yapması, bu açıdan anlamlı ve düşündürücüdür: 

“…Ağır sanayiye sahip olmadan bağımsız olmak, emperyalizmin sömürüsünden kurtulmak mümkün değildir… Ne var ki Türkiye’nin güçlenmesini istemeyen emperyalist güçler, bunu önlemek için her çareye başvurdular…” (3)

28 Şubat Postmodern darbesinin ülkeye maliyeti, tüm darbelerde olduğu gibi, yüksek olmuş; Türkiye’yi Şer ittifakına daha da bağımlı hale getirmiştir. 28 Şubat Postmodern Darbesinin sonuçlarını, aşağıdaki gibi özetleyebiliriz:

* Ülke, cumhuriyet tarihinin en büyük ekonomik krizine girmiştir. 

* Bankalar soyulmuş ve yağmalanmıştır. 

* Erbakan tarafından başlatılan sanayileşme projeleri durdurulmuştur.

* D-8’ler, ölüme terk edilmiştir.

* Binlerce insanın ekmeğiyle oynanmıştır. 

* Ülkenin insan kaynaklarına darbe vurulmuştur. 

* Yerli sermaye, esnaf ve işadamları kamplaştırılmıştır. Sermaye renklere ayrıştırılmış, “Yeşil Sermaye” adını verdikleri Müslüman esnaf ve iş adamlarına karşı “topyekûn bir savaş” açılmıştır. Bunun sonucunda birçok yerli yatırımcı, esnaf ve işadamı iflas etmiş; bir kısım da Avrupa ve Amerika’ya göç etmek zorunda kalmıştır. 

* Türkiye IMF ve Dünya Bankasına daha da bağımlı hale getirilmiştir.

Kaynaklar

1- Alan B., D-8 Yeni Bir Dünya, Yörünge yayınları, İstanbul, 2001, s: 225-230

2- Erbakan, Arkasındakilerle ve Türkiye’nin Kayıplarıyla Darbe; MGV yayınları, 2. Baskı, Ankara, 2016, S: 180-200.

3- Erbakan, N., a.g.e, S: 23-30.

4- Donat, Y., Refahyola 40 Mektup, Milliyet, 28. 3. 97

17 Şubat 2017 Cuma

Kadife Darbeden Askeri Darbeye-13: “Açığa alma ve ihraçlarla” ilgili geçmişte çıkarılan tüm KHK’LER yeniden değerlendirilmelidir

 (Milli Gazete)

Giriş

Bu yazıda, 686 sayılı KHK ile ilgili üniversite boyutunda başlatılan tartışmalar, değerlendirilecek, bazı tehlikelere dikkat çekilecek ve bazı tekliflerde bulunulacaktır.

Gülen Terör ve Şantaj Hareketi Havuzunu Büyütme-Yaygınlaştırma Tehlikesi

Olağanüstü hâl (OHAL) kapsamında çıkarılan 686 sayılı KHK ile 330’u akademisyen olmak üzere toplam 4464 kamu görevlisi ihraç edilmiştir. 686 sayılı KHK ile üniversitelerden yapılan akademisyen ihraçlarına, bugüne kadar AK Parti politikalarını destekleyen bazı köşe yazarları, STK yöneticileri, akademisyenler ve bazı AK Partili milletvekillerinden çok sert tepkiler gelmiştir (1-10). Bu açıklamalarda, “Sinsi bir tezgâh var”, “Referandum darbesi bu!”, “Kriptolar Referandum darbesi yapıyor” “Bürokratik darbe bu”, “Kim yapıyor bu temizliği?” “Erdoğan’ın altı oyuluyor”, “Bu işin içinde bir iş var”, “Büyük provokasyon”, “Devlete adalet yakışır”, “Kim yaptı bu listeyi”, “AK Partiye operasyon” (1-7) gibi ifadelerin kullanılmış olması, önemlidir. Bizim, 22.07.2016- 7.10.2016 tarihleri arasında Milli Gazetede yazdığımız “Kadife Darbeden Askeri Darbeye” yazı dizisinde (12 Makale), ısrarla dikkat çekmeye çalıştığımız tehlike, bugün bu kardeşlerimizin isyan ederek söylemeye çalıştıkları tehlikeydi.

Bugün üzerinde durulması gereken en temel konu, bu listelerin hazırlanmasında, Mason-Sabatayist-Kripto Gülenciler-Kripto MOSSAD/CIA/MI6/BND ajanlarının ve ihale mafyasının etkili olup olmadığıdır. 

Ülke sathında, OHAL sürecinde, “Açığa Alma, İhraç etme ve Tutuklamalarla” ilgili mevcut uygulamalar incelendiğinde, “Gülenciler”/”FETÖcüler” olarak “Açığa Alınan, İhraç edilen ve Tutuklananlar listesinin”, aşağıdaki gruplardan oluştuğu görülmektedir:

Emniyet İstihbarat/Askeri İstihbarat/MİT’in sağlam/güvenilir bilgi ve belge kapsamında gerçek Gülen Hareketi mensupları olanlar. 

Gülen’in Bank Asya’yı kurtarmak için “Bank Asya’ya Para yatırın” çağrısına uyarak para yatıran Gülenciler.

Bylock Programını şuurlu bir şekilde indirip kullanan Gülen’in aza, taraftar ve sempatizanları. (Gülen hareketinin Lider Kadroları Bylock’u değil daha başka, “SilentCircle’ gibi, programları kullanmaktadır (8)).

AVEA Operatör hatası (Değişken IP, Sanal IP, Bölgesel/grupsal IP verilmesi) sonucu hattına Bylock Programı yüklenmiş gözüken; ancak Gülen Hareketi ile alakası olmayanlar (9-11)

Aynı İnternet ağına bağlı olanlardan birinin Bylock kullanması/indirmesi ile aynı ağa bağlı olanların tümünün bylock kullanmış gözükmeleri ile oluşan listeler (9-10).

Gülen Hareketi Kadroları/MOSSAD/CIA/MI6/BND tarafından siber saldırı ile hattına ve telefonuna Bylock yüklenenler ve ihbar edilenler.

Kifayetsiz muhterislerin bir makamı ya da mevkii ele geçirmek için Gülen hareketi ile hiç alakası olmayan ve fakat kendilerine engel gördüklerini Gülenci olarak ihbar etmeleri ile oluşan listeler. 

Geçmişte aralarında husumet bulunanların birbirlerini Gülenci olarak ihbar etmeleri ile oluşan listeler. Özellikle idarecilerin kin güttüğü kişileri, ilgileri olmadığı halde Gülenci olarak listelemesi.

Bizzat Gülen Hareketi mensubu olanların, kendilerinden olmayan bazı insanları Gülenci olarak ihbar etmeleri oluşan listeler 

Geçmişte Gülen hareketine dâhil olmuş, yardım etmiş ve fakat 17-25 Aralık operasyonundan sonra ayrılmış ve bütün bağlarını koparmış olanların, hâlâ Gülenci olarak kabul edilmeleri ve fişlenmeleri ile oluşan listeler.

Geçmişte Gülen hareketine ait, dershane, okul ve yurtlarda kalan ve fakat Gülen hareketi ile hiç ilgisi olmayan gençlerin, çocukların ve onların ailelerinin Gülenci olarak kabul edilmeleri ve fişlenmeleri ile oluşan listeler.

17-25 Aralık’tan sonra çocukları istemediği için çocuklarını Gülenin okullarından alamayan ailelerin fişlenmesi ile oluşan listeler.

Dershaneden okula dönüştürülmüş ve devlet tarafından desteklenmiş fakat 15 Temmuz’dan sonra kapatılan bazı okullarda okuyan çocukların ve ailelerinin fişlenmesi ile oluşan listeler.

15 Temmuz 2016 tarihi itibariyle Gülen Hareketinin okullarında okuyan tüm gençlerin ve ailelerinin Gülenci olarak kabul edilmeleri ve fişlenmeleri oluşan listeler.

Ticari rakiplerin birbirlerini Gülenci olarak ihbar etmeleri ile oluşan listeler.

Birbiri ile küskün komşuların birbirlerini Gülenci olarak ihbar etmeleri ile oluşan listeler.

Psikopatların sevmediklerini, Sahte Twitter hesapları Gülenci olarak ihbar etmeleri ile oluşan listeler.

Gülenci olan Maliye – Polis -Yargı mensuplarının geçmişte kurdukları “Baskı Ve Şantaj Kıskacı” ile Gülen Hareketine yardıma ve hizmete mecbur bırakılan iş adamı ve bürokratlar.

Aralarında husumet olan karı kocanın/Dost hayatı yaşayan eşlerin/Boşanma noktasına gelen eşlerin, birbirlerini “paralelci”/”Fetöcü” olarak ihbar etmeleri ile oluşan listeler.

Medyaya yansıyan boyutu ile şu anki uygulamalarda, tüm bu insanlar, “Paralelci”/”Fetöcü”/”Gülenci” havuzuna atılmakta ve aynı muameleye tabi tutulmaktadır. 

“686 Sayılı KHK’nin Yeniden Gözden Geçirilmesi”

686 KHK ile üniversiteden 330 akademisyenin ihraç edilmesi ile toplumun farklı kesimlerinden gelen tepkiler üzerine Bakan Nurettin Canikli, “Listenin YÖK tarafından hazırlandığını, akademisyenlerle ilgili kararlar konusunda zaman zaman sıkıntı yaşadıklarını ve bunları düzeltme yoluna gittiklerini, son kararname ile gündeme gelen eleştirilerin de değerlendirileceğini ve listenin YÖK tarafından yeniden değerlendirilmesinin isteneceğini” söylemiştir (3). 

Canikli’nin bu açıklamasından, merkezi bir denetime tabi tutulmadan kurumlardan gelen listelerin olduğu gibi KHK’lerle uygulamaya sokulduğu anlaşılmaktadır. Merkezi bir kriz ve denetleme masası kurulmamış, merkezi ortak kriterler belirlenmemiş ya da belirlenmiş ise kurumların buna uyup uymadığına bakılmamış ve kurumlardan gelen listeler, doğrudan doğruya KHK’ye dönüştürülmüş ise, çok yanlış olmuştur. Sosyolojik savaş ajanlarına, istedikleri fırsat verilmiştir. 

Bakan Canikli’nin yaptığı açıklamanın ardından YÖK adına YÖK Basın Müşaviri Şener Aslan’ın yaptığı açıklama, hem üzücü hem de düşündürücüdür. BBC Türkçenin kendisi ile yaptığı görüşme, aşağıda verilmiştir (12):

“-BBC Türkçe: Biliyorsunuz dün geceki KHK ile yine çok sayıda akademisyen ihraç edildi.

-Çok sayı derken, 330 değil mi? Bu KHK’da diğer kurumlar içindeki en az sayı çünkü.

-330 sizin için fazla bir sayı değil mi?

-Bizim için bir akademisyenin ihracı bile fazla, keşke hiç olmasa.

-Her KHK’dan sonra ihraçların gerekçesine ilişkin gözler YÖK’e çevriliyor, ama açıklama yapılmıyor.

-Üniversitelerdeki terör örgütlerine yönelik bu tip soruşturmaları üniversiteler yapıyor. KHK’larda gördüğünüz A üniversitesinden B profesörünü üniversiteler belirliyor. İlk önce bunların incelemesini, daha sonra soruşturmasını, soruşturma sonrasında açığa alma, görevden uzaklaştırma ve daha sonra da ihraç talebini üniversiteler yapıyor.

Biz YÖK olarak bu işlemleri üniversitelerin yapması şeklinde de bir karar aldık, çünkü onları en iyi üniversiteler tanıyor. Bir hocaya ilişkin bir iddia geldiğinde biz onu önce bilemeyiz. Belgeye dayanması lazım, ama onun dışında tanımak ve bilmek de lazım o kişileri. O yüzden biz YÖK olarak bütün bu safhaların üniversitelerde başlatılıp üniversitelerde bitmesi kararı aldık ve o şekilde devam ediyor.

KHK’larda gördüğünüz kişiler tamamen üniversitelerinde yapılan inceleme soruşturma sonrasında ihraç edilme teklifi yapılan kişiler. Her kişinin atılma nedeni açıklayıcı açıklama yapamayız. İtirazları varsa kişiler tekrar üniversitelere itirazda bulunabilir.

-Akademisyen zaten rektör tarafından atılmışsa, yine kendisini atan üniversiteye mi itiraz başvurusu yapacak?

-Üniversiteler bu ihraçları komisyon oluşturarak yapıyor. Rektörün demesiyle olmuyor bu işler.

-Öyle mi, eminsiniz bu konuda?

-Nasıl yani, rektörler ‘Ahmet böyle, Mehmet şöyle hadi atın’ mı diyor sizce? Kanunen üniversiteler tarafından komisyon kuruluyor. Bir kişinin kararıyla değil. Komisyon içerisinde farklı kişiler de var. O komisyonlara raporlar geliyor. Birçok kıstas var ve üniversiteler onları değerlendiriyor.

Bylock çok önemli bir kıstas ki o bylock için de derecelendirmeler var. Her kullanıcı değil, aktif olanlar inceleniyor. Bank Asya’da belli dönemki para hareketleri...

-YÖK üniversitelerdeki bu ‘ihraç etme ve itiraz kabul etme’ mekanizmasının adil işlediğini nasıl kontrol ediyor?

-Hayır, biz neden bu aşamaların nasıl işlediğini takip edelim ki? Hem ‘Üniversitelere dokunmayın, YÖK üniversiteleri özgür bıraksın diyorlar, hem de YÖK neden üniversiteleri denetlemiyor’ diyorsunuz. Bu tamamen üniversitelerde yürütülen bir süreç.

-İhraçlar noktasında tüm muhatabın YÖK değil, üniversiteler olduğunu söylüyorsunuz yani?

-Biz son dönemde yapılan soruşturmaların ve ihraçların hepsinde inisiyatifi üniversitelere bıraktık. Siz tekrar konuyu dönüp dolaştırıp YÖK’e çevirmeye çalışıyorsunuz. Size bütün sürecin üniversitelerde ilerlediğini anlattım. Açıklamam bu kadar.”

Sonuç: Tüm KHK’larla Açığa Alınan ve İhraç edilen Akademisyenlerin Durumu Yeniden Değerlendirilmelidir.

YÖK Basın Müşaviri Şener Aslan’ın yaptığı bu açıklamaya göre üniversitelerde yapılan uygulamalar, denetlenmemiş, üniversitelerden gelen listeler olduğu gibi hükümete bildirilmiştir. Bu, yanlış olmuştur. Ümit ediyoruz ki bu açıklama, basın müşavirinin şahsi görüşü olsun. 

Bu süreçte, iyi niyetle ortaya konan her karşı görüşü, düşmanlık ve hainlik olarak görmek, nitelendirmek ve suçlamak yanlıştır, tehlikelidir. Çünkü sosyolojik savaş amaçlı 15 Temmuz Askeri darbe girişiminin sosyolojik boyutu, yeni bir aşamaya ulaşmıştır. Bu yeni boyut, 15 Temmuz Askeri Darbe Girişimi ile başlatılmış olan sosyolojik savaşın, daha uzun yıllar devam etmesine büyük bir imkân tanımaktadır. Açığa alınan ve İhraç edilen öğretim elemanları tarafından, üniversite yöneticilerine ve soruşturma komisyonlarına çok yoğun bir şekilde maddi ve manevi tazminat davalarının açılabileceği bir döneme girilmiştir. Bu sürece devletin diğer kurumlarından ihraç edilenlerin de iştirak edebileceğini göz önüne alırsak, gelecek 10 yıl, bir iç hesaplaşma dönemi olabilecek, yargı kilitlenebilecektir. 

Bu nedenle çok acil olarak aşağıdaki gibi bir yol haritasının belirlenmesinde ve uygulamaya sokulmasında fayda vardır:

1- İktidar tarafından genel bir merkezi kriz ve denetleme masası kurulmalı, merkezi ortak kriterler belirlenmeli ve belirlenmiş kriterlere kurumların uyup uymadığı mutlaka kontrol edilmelidir.

2- Özel olarak YÖK merkezinde bir kriz masası kurulmalıdır. 

3- Bugüne kadarki uygulamalar için ortak kriter belirlenmemiş ise, YÖK tarafından, tüm üniversitelerde göz önüne alınacak ortak kriterler belirlenmelidir. 

4- Önceden ortak kriterler belirlenmiş ise, bu kriterler, kamuoyunda yapılan tartışmalar göz önüne alınarak güncellenmelidir.

5- Tüm üniversitelerde yapıldığı söylenen soruşturmaların, ciddiyeti, güvenirliliği, göz önüne aldıkları kriterler, komisyon üyelerinin kimliği, kişiliği tekrar değerlendirilmelidir. Bu bağlamda 18 Mart Çanakkale Üniversitesi’ndeki süreç, ele alınıp değerlendirilmesi faydalı olabilir.

6- Tüm KHK’ler ile “açığa alınan, ihraç edilen” akademik personelle ilgili tüm listeler ve YÖK’e gönderilmiş olup YÖK’te beklemede olan ya da Hükümete gönderilmiş olup henüz haklarında bir işlem yapılmamış olan tüm akademik personelle ilgili listeler, yeniden gözden geçirilmeli ve

değerlendirilmelidir.

7- Listeler üzerinde yapılacak hassas değerlendirme sonucunda, kasti ve keyfi davrandığı tespit edilen soruşturma komisyon üyeleri ve üniversite yöneticileri hakkında adil bir soruşturma başlatılmalıdır. 

8- Üniversiteden ihraç edilip savcılık soruşturmasında FETÖ ile ilişkisi olmadığı tespit edilmiş olanların, üniversiteye dönmek üzere verdikleri dilekçelerin akıbeti, YÖK tarafından sorgulanmalı ve bu akademisyenlerin üniversitelerine dönebilmeleri için gerekli yasal süreç başlatılmalıdır. Bu noktada üniversite yönetimlerinin kasdî bir davranışının olup olmadığı sorgulanmalıdır. Varsa yasal işlem yapılmalıdır.

İnancı ne olursa olsun bu ülkeyi seven herkesin, bu konuda düşünce ve proje üretmesi, güzel bir dil/üslup kullanması ve duygusal davranmaması tarihi bir sorumluluktur. 

Henüz Vakit Varken, Yarın Çok Geç Olabilir.

Kaynaklar

Akademideki İhraçlara ‘İçeriden’ Eleştiri, Al Jazeera 08 Şubat 2017; aljazeera.com.tr/al-jazeera-ozel/akademideki-ihraclara-iceriden-elestiri

2- Kaya, R., “KHK Listelerinin Yol Açtığı Hukuksuzluklara Son Verilsin!” Özgürder, 09 Şubat 2017, http://www.ozgurder.org/news_detail.php?id=4833

3- Babacan, N., Yanlışlar Düzelecek, Liste Yeniden Yök’e Gidecek, Hürriyet 10 Şubat 2017,http://www.hurriyet.com.tr/yanlislar-duzelecek-liste-yeniden-yoke-gidecek-40361102

4- Taşgetiren, A.,Hasbünallah 15.2.2017 Star; 

5- Uğur, F., Adalet; Kıldan İnce, Kılıçtan Keskince, 15.2.2017, Türkiye Gazetesi

6- Emre A., Devlet Aklının Ötesinde, Yeni Şafak, 09 şubat 2017

7- Öztürk K., Alternatif İhraç Listesi, Yeni Şafak, 09 şubat 2017 

8- Diler, E., bay lock masalı, takvim, 25 ekim 2016.

9- Çiçek, N., http://www.memurlar.net/haber/645953

10- Eriş, M., http://www.memurlar.net/haber/641959/

11- Bakan Soyludan Bylock Açıklamaları, http://www.memurlar.net/haber, 24 Ekim 2016.

12- Öztürk, F., YÖK: İhraçlarda İnisiyatif Üniversitelerde, BBC Türkçe 08 Şubat 2017, bbc.com/turkce/haberler-turkiye-38906141

 

10 Şubat 2017 Cuma

Türkiye’deki Fitnenin Perde Arkası - 8: 28 Şubat Postmodern darbesi ve Batı karşıtı bir eksen olarak D-8’ler

 (Milli Gazete)

Millî Görüş hareketi, DP, AP, CHP/DSP ile mukayese edildiğinde, yalnızca bağımsız dış politika, ekonomik politika, kalkınma ve sanayileşme politikaları açısından değil, değerler sistemi, kültür ve medeniyet ve batı karşıtı bir eksen olarak İslâm birliğini savunması açısından, başlangıçtan beri, şer ittifakı tarafından düşman olarak görülmüştür. O nedenle de Millî Görüş Hareketinin dört partisi (MNP, MSP, RP, FP) hiçbir ciddi hukuki gerekçe olmadan kapatılmıştır. 

28 Şubat Postmodern Darbesini, Millî Görüş’ün 1- İdeolojik/Değer Sistemi/Kültür ve Medeniyet boyutu, 2- Bağımsız Dış Politika, Ekonomi Politika, Kalkınma ve Sanayileşme Politika boyutu, 3- İslâm Birliği boyutunu göz önüne almadan değerlendirmek yanlış olur. 27 Mayıs Darbesinde ve 12 Mart Muhtırasında çok önemli etkili faktörlerden biri, Menderes ve Demirel’in, Şer İttifakına (ABD-İngiltere-İsrail/Siyonizm) rağmen SSCB ve Hindistan’la ilişkileri geliştirmesi ve ekonomik anlaşmalar yapmış olmasıdır. Millî Görüş Hareketi ise sadece Şer ittifakı karşıtı olan Sosyalist ve “bağlantısız” ülkelerle iyi ilişkiler ve ekonomik anlaşmalar yapmakla yetinmemiş; Batı karşıtı bir cephe olarak İslâm birliğini kurmaya yönelmiştir. Bunun da ilk ayağını, D-8’leri kurarak oluşturmuştur. Daha sonraki hedef D-60’lar ve D-160’lardır. 28 Şubat Postmodern darbesine bu yönelim ve çalışmaların çok büyük bir payı vardır.

Geçen yazıda, 28 Şubat Postmodern darbesi, Millî Görüş Hareketinin öngördüğü Millî Görüş kimliği ele alınıp değerlendirilmiştir. Burada, Batı karşıtı bir eksenin çelik çekirdeğini oluşturmak amacıyla inşa edilen D-8’ler hareketi açısından 28 Şubat Postmodern darbesi ele alınacaktır.

D-8’ler İslâm Birliğinin Kurulması İçin Etkin Olabilecek Stratejik Bir Çekirdek Yapı

Rahmetli Erbakan’a göre, daha önce kurulmuş olan İslâm Konferansı Teşkilatı gibi yapılar, fonksiyonsuz olup hiçbir işe yaramamaktadır. Müslümanları savunmadıkları gibi Müslümanların hiçbir yarasına da merhem olamamaktadırlar. Bu hantallaşmış yapıları harekete geçirmek çok zordur. Bunun için Müslüman ülkelerin tümünü değil, Batının en çok baskı uyguladığı, stratejik öneme sahip ve belli alt yapıları olan ülkeleri bir araya getirmek, hem daha kolay hem de daha faydalıdır. 

Devamlı olarak horlanmaktan, aşağılanmaktan ve sömürülmekten şikâyetçi olmuş olan bu ülkeler, baskıyı azaltabilecek, kırabilecek bir güç arayışı içinde idiler. D-8’lerin kuruluş çalışmaları sürecinde bu ülke liderlerinin yaptıkları konuşmalarda bunu görmek mümkündür (1).

Mevcut yapıların temel zaafını ve liderlerin konuşmalarını göz önüne alan Rahmetli Erbakan, D-8’lerin “etkinlik prensibi” üzerine kurulması noktasında ısrar etmiş ve bunu D-8’lerin ilkelerinden biri haline getirmiştir. Erbakan’a göre etkinlik ilkesinin iki hedefi vardır: 1- Gelişmekte olan ülkelere yürek vermek; 2- Sanayileşmiş ülkeler tarafından ciddiye alınmak. Her ikisi için de güce ihtiyaç vardı. Açıkça ifade edilmemiş olmasına rağmen konuşulanlara, çizilen stratejiye bakıldığında bu gücün; 1- D-8’ler tarafından geliştirilmiş teknolojiler; 2- D-8’lerin sahip olduğu stratejik önem, 3- D-8 ülkelerinin 800 milyonluk bir pazar oluşturması, 4- Sahip oldukları enerji kaynakları ve enerji nakil yolları, 5- Kıymetli zengin maden yatakları, 6- Genç nüfus, 7- Temiz su havzaları, 8- Mustazafların müstekbirlere duyduğu öfke üzerinden oluşturulması öngörülmüştür. 

Erbakan’a göre D-8’ler, müstekbirlere karşı mücadelede hedeflenen asıl büyük gücün çelik çekirdeğini oluşturmaktaydı. Birinci hedef Müslümanlar; ikinci hedef tüm mustazaflar, üçüncü hedef de müstekbirler dâhil tüm insanlıktı:

“Burada 8 tane Müslüman ülke bir araya gelmiş, çekirdek oluşturulmuş,1 milyarlık bir nüfus meydana getirilmiştir. Bu bir çekirdektir; yola çıkmış, çekirdeği teşkil etmiştir. …Bunun arkasından 2. hedefimiz vardı. Bunlar, bütün Müslüman ülkeleri ve ezilen ülkeleri yani Rusya’sı, Çin’i, Hindistan’ı dâhil 5 milyar ezilen sömürülen insanın hepsini biz adil bir dünya düzeni etrafında toplayacağız, prensibinden hareket edilmişti.

Bizim gayemiz sadece 5 milyara değil. 6 milyar insanın (o zamanki dünya nüfusu, B.C.) hepsine hizmettir. 

O takdirde kendini gelişmiş sayan ülkeleri de bu sefer bir yuvarlak masa etrafında toplayacağız. Onlara, “Oturun bakalım buraya, yeni dünya sizin kuvvet ve prensiplerinize göre değil, adil düzen prensiplerine göre kurulacaktır” diyeceğiz. “Herkes saadet bulacak” diyeceğiz ve buna uymak için de gereken müeyyideyi elimizde tutacağız. Çünkü bunlar lâftan anlamazlar. 

Müeyyidesiz bunlara bir iş yaptırmak mümkün değildir. İşte yeni dünyanın adil esaslara göre kurulması prensibi gözetilerek D-8`ler kurulmuştur. 

Bundan sonra 3 ana istikamet var.  

Bunlardan birincisi, sömürgeleşmeyeceğiz. Lider ülke olacağız.

İkinci husus, ana istikamet ise biz mutlaka emperyalist güçlere köle olmak mecburiyetinde değiliz. Ekonomide millî çözüm vardır. Kendi gücümüzle kalkınmak mecburiyetindeyiz.

Üçüncü husus, gidilecek yol, Avrupa Birliği`ne kul, köle olmak değil, önce İslâm birliğini kurmak, D-8’ler vasıtasıyla yeni bir dünyayı kurmak yoludur. 

Bu istikametlerde çalışma yapılırken çok önemli bir istikamet ise Yeni Bir Dünya düzeni nasıl kurulacak? Yeni dünya düzeni 6 milyar insana saadet getirmek üzere adil bir düzene dayanmak üzere yapılmak mecburiyetindedir.” (2) 

D-8, Enerji Bölgelerinin ve Enerji Nakil Hatları ile Ulaşım Yollarının Kontrol Edilmesi Projesidir

D-8’ler, Büyük Ortadoğu coğrafyasında, uçları, Nijerya, Endonezya-Malezya ve Türkiye olan geniş bir üçgen üzerine konumlandırılmıştır. D-8’lerdeki ülkelerin seçimindeki stratejik akıl, çok geniş bir coğrafyanın stratejik olarak kontrol edilmesini ön görmüştür. Nijerya, Afrika’da ağırlığı olan bir ülkedir. Türkiye-Mısır-Pakistan-Bangladeş-Endonezya-Malezya hattı, hem enerji üretim alanlarının hem de nakil hatlarının ve ulaşım yollarının geçtiği boğazların ve körfezlerin kontrol edilebildiği bir hattır. İstanbul Boğazı, Çanakkale Boğazı, Süveyş Kanalı, Babul Mendap Boğazı, Aden Körfezi, Hürmüz Boğazı, Basra Körfezi, Arap Denizi, Bengal Körfezi, Malaka Boğazı, Sonda Boğazı ve Lombok Boğazı, tamamen D-8’lerin kontrolü altında olan boğazlar ve körfezlerdir. Bu, büyük bir jeostratejik güç demektir. 

D-8 Hareketi, Mevcut Dünya Yönetimine Karşı Bir İtiraz ve İsyan Olarak Şer İttifakını Korkutmuştur.

Rahmetli Erbakan, mevcut dünya sisteminin adil olmadığı ve bir sömürü düzeni olduğu fikrini, yol boyu hep seslendirmiş ve gündemde tutmaya çalışmıştır:

“Bugün biz Amerika izin vermediği için İsviçre’ye imam gönderemiyoruz, Mekke’ye para göndermek ancak Amerikan bankaları üzerinden mümkün olmaktadır ve bir İslâm beldesine telefon etmek bile batı santralleri üzerinden olabilmektedir.” (3) 

Mevcut dünya sistemine iki ana noktadan itiraz etmekteydi: Birincisi, Birinci cihan savaşı sonunda Yalta Konferansı’nda dünyanın, galip devletler arasında paylaşılması; İkincisi de Birleşmiş Milletler’de 5 ülkenin veto hakkı ayrıcalığı. 

Erbakan, Yalta Konferansı’nı etkisiz kılmak için D-8’leri, D-160’lara dönüştürüp G-20’lerle 2. Yalta Konferansı’nı düzenlemek amacındaydı (Şekil 1):

“2. Dünya harbinden sonra 1. Yalta Konferansı ile dünya şekillendirildi… Şimdi D-8 projesinde öngörülen bir hedef de 2. Yalta Konferansı ile ve 20. Asırdaki yanlışlıklardan alınacak derslerle Yeni Bir Dünyanın G-7’lerle beraber doğrulara dayandırılarak kurulmasını sağlamak (1)…” 

Bunların (D-8) etrafında D-60’lar, 60 tane Müslüman ülke toplanacak. D-160’lar, yanı 100 tane ezilen ülke bunların etrafına katılacak… D-160’ların nüfusu 5 milyardan fazla olacaktır. Buna mukabil emperyalizmin etkisi altındaki G-8’lerin toplam nüfusu 1 milyar dolayında olacak. 1. Yatla konferansı yerine, Adil bir dünyanın kuruluş ilkelerinin benimseneceği 2. Yalta Konferansı yapılacak. Bu 2. Yalta Konferansı’nda Yeni bir dünya kurulacak. (4)”

Erbakan’ın ikinci itirazı, BM’de, beş ülkenin veto hakkının olmasının getirdiği ayrıcalığa idi:

“Bugün Birleşmiş Milletler, Dünya Bankası, İMF, UNDP ve UNICEF Irkçı Emperyalizmin kuruluşlarıdır. Tekelci sermayeye hizmet etmektedirler. Bu kuruluşları Irkçı Emperyalizm yönetmektedir…” (4)

“Bu gün, şu Birleşmiş Milletler Teşkilatında 5 ülkenin veto hakkı var; bu çelişki değil mi... Bu, elli sene öncenin dünyası; bu dünya böyle yürümez. Şimdi, bütün dünyanın hepsi haklı bir dünya istiyor; herkes elli yıl sonra dünyayı yeniden kurmak istiyor.” (5) 

Erbakan, kurulu bu sisteme isyan ederken alternatifinin Dünya İslâm Birliği olduğunu öngörmüş; bunun için beş adımın atılması gerektiğine inanmıştır:

“…Altı milyar insanının saadetinin tek yolu, Dünya İslâm Birliğinin Kurulmasıdır… İslâm birliği kurmak için beş tane adım gereklidir. Müslüman Ülkelerin Birleşmiş Milletler Teşkilatı, İslâm NATOSU, İslâm Ortak Pazarı, İslâm Dinarı, İslâmi UNESCO. İşte atacağımız beş önemli adım böyledir.” (3)

Sonuç

Türkiye’nin Liderliğinde Batı Karşıtı Yeni Bir Eksenin Oluşması (D-8’ler), 28 Şubat Postmodern Darbesini Sebeplerinden Biridir.

Şer İttifakı, Büyük Ortadoğu coğrafyasında Türkiye’nin kendileri adına jandarmalık yapmasını, öngördükleri stratejinin uygulanmasını istemekteydi: 

Türkiye’deki İslâmi yükselişin durdurulması, 

Ilımlı İslâm projesinin Türkiye’de modellenerek Büyük Ortadoğu Coğrafyasına ihraç edilmesi ve bu coğrafyanın dönüştürülmesi, 

İran’ın durdurulması, etkinliğinin kırılması ve İran’ın Sünni eksenle kuşatılması, Sünni-Şii fay hattının enerji ile dolmasının sağlanması

Rusya’nın güneye inmesinin engellenmesi, 

İsrail’in güvenliğinin sağlanması, 

Batının enerji güvenliğinin sağlanması, 

Küresel sermaye için serbest piyasaya geçilmesi, küresel sermayenin dâhil olacağı özelleştirilmelerin yapılması, 

Türkiye üzerinden Türk Cumhuriyetleri ile İslâm coğrafyasına ABD’nin ve küresel sermayenin girmesi, 

İslâm coğrafyasına kötü örnek olacak Batıya alternatif oluşturacak oluşumların engellenmesi. 

Bu görevleri yeterince yerine getirmeyen ve görev ihmali yapan iktidarlar, şer ittifakı ve onlarla iş tutan iç güç odaklarının işbirliği ile iktidardan uzaklaştırılmışlardır.

D-8 hareketinin oluşmasında Türkiye’nin üstlendiği rol ile Şer İttifakının (ABD-İsrail/Siyonizm-İngiltere) Türkiye’ye biçtiği rol, örtüşmemiş, tam tersine karşı karşıya gelmiştir. D-8 Projesi, Şer

İttifakı tarafından Türkiye’ye biçilen jandarmalık, uşaklık, uyduluk ve çevre ülke rolüne, karşı çıkış hareketidir. Türkiye’yi lider ülke yapma, İslâm coğrafyasını sömürüden kurtarma ve şeytanî

ittifaka karşı hak ve adalet eksenli bir ittifak kurma, adil bir düzen, adil bir dünya kurma hareketidir. 

D-8 Hareketi, Türkiye’nin Ortadoğu, Afrika ve Uzakdoğu’ya yeniden açılma hareketidir. İslâm Dünyasının liderliğini yeniden üstlenmedir. Malezya Başbakanı Muhatir Muhammed, kuruluş

toplantısında üstü kapalı bir şekilde, ima yoluyla da olsa Türkiye’nin güçlü siyasal liderliğine olan ihtiyaca vurguda bulunmuştur: 

“Ertelemeler ve engeller olacaktır, eğer siyasal istek varsa, hepsinin üzerinden gelebileceğimize eminim. Tekrar güçlü bir siyasal liderliğe duyulan ihtiyacı dile getirmek istiyorum. Eğer bir

ilerleme kaydetmek istiyorsak siyasal istek zorunludur.” (3)

D-8’i kuran liderlerin düşünceleri, o an için gerçekleşebilir olup olmamasından öte bir anlam ifade etmektedir. Bir ideali ortaya koymaktadır. İslam dünyasının önüne bir gelecek tasavvuru

sunmaktadır. Bu gelecek tasavvuruna bağlı olarak ümmetin şuurlanması istenmektedir. Şer ittifakını korkutan, ürküten, Batı karşıtı böyle bir tasavvurun gelecek nesillere sunulmasıdır ve bu

istikamette çalışmaların yapılıyor olmasıdır. D-8 liderlerinin o zamanki sözleri, çok hayalci görülebilir. Bugün Cumhurbaşkanı Erdoğan, dünyanın her yerinde ”Dünya beşten büyüktür”

diyerek BM’nin yapısının değişmesini istiyorsa; bu söyleminin böyle bir arka planı olmuş olmasından dolayıdır. Bugün hayal gibi görünenler, ilahi sünnete uygun bir mücadele verildiği takdirde, yarın, inşallah, gerçek olabilecektir. 

D-8’’lerin bir çelik çekirdek yapı olarak kurulmasından sonra D-8 ülkelerinin hemen hemen hepsinde Şer ittifakı tarafından operasyon yapılmıştır. O nedenle diyoruz ki; Türkiye’deki 28 Şubat Postmodern Darbesinin ana sebeplerinden biri, Türkiye’nin Şer ittifakı karşıtı bir eksen oluşturmada liderlik yapmış olmasıdır. 

Buna ilişkin belgeleri gelecek yazılarda tartışacağız.

Kaynaklar

Alan B., D-8 Yeni Bir Dünya, Yörünge yayınları, İstanbul, 2001, s: 10-20, 194-201,309. Erbakan, N., Gayemiz Bütün Beşeriyetin Saadetidir, Esam-Ankara, 16 Kasım 2005. Erbakan,

Uluslararası Müslüman Topluluklar 4. Kongresi, 4. Kongrenin Rapor ve teklifleri, İstanbul, 1995, s: 9-10, 37. Erbakan, Yeni Bir Dünya ve Adil Düzen, Esam-Ankara, 16 Kasım 2010. Erbakan,

09 Aralık 1996 tarihinde Parlamentoda bütçe üzerine yaptığı konuşma. 

 

3 Şubat 2017 Cuma

Türkiye’deki Fitnenin Perde Arkası - 7: 28 Şubat postmodern darbesi ve Millî Görüş kimliği

 (Milli Gazete)

Giriş

Bu yazı serisinde, bugüne kadar Şer İttifakının (ABD-İngiltere-İsrail/Siyonizm) 27 Mayıs Darbesi, 12 Mart Muhtırası ve 12 Eylül Darbesindeki amaçlarını ve darbe strateji ve planlanmasındaki rollerini inceledik. Türkiye, ne zaman şer ittifakından bağımsız dış politika izlemeye, ekonomisini kuvvetlendirmeye ve sanayileşmeye başlamışsa, Türkiye’de darbe olmuştur.

27 Mayıs Darbesi, 12 Mart Muhtırası ve 12 Eylül Darbelerinde hedef alınan iktidarlar, ideolojik olarak liberal/sosyal demokrat/sol iktidarlardır. Menderes, Demirel ve Ecevit hükümetleri, Batı kültür ve medeniyet değerlerini benimsemiş, batılılaşmayı hedef olarak seçmiş ve batı ekseninde kalmayı amaç edinmiş olmalarına rağmen, şer ittifakı ile bağımsızlık konusunda ters düşüp Türkiye’nin menfaatlerini savundukları için, Henry Kissenger’in tanımladığı “dairenin dışına çıkmış” olmalarından dolayı darbe ile düşürülmüşlerdir.

Millî Görüş hareketi, DP, AP, CHP/DSP ile mukayese edildiğinde, yalnızca bağımsız dış politika, ekonomik politika, kalkınma ve sanayileşme politikaları açısından değil, değerler sistemi, kültür ve medeniyet ve batı karşıtı bir eksen olarak İslâm birliğini savunması açısından, başlangıçtan beri, şer ittifakı tarafından düşman olarak görülmüş ve hedefe konmuştur. O nedenle de Millî Görüş Hareketinin dört partisi (MNP, MSP, RP, FP) hiçbir ciddi hukuki gerekçe olmadan kapatılmıştır. 

28 Şubat Postmodern darbesini, Millî Görüş’ün 1- İdeolojik/Değer Sistemi/Kültür ve Medeniyet boyutu, 2- Bağımsız Dış Politika, Ekonomi Politika, Kalkınma ve Sanayileşme Politika boyutu, 3- İslâm Birliği boyutunu göz önüne almadan değerlendirmek yanlış olur. 

Osmanlı, yüzlerce yıl farklı dil, din, mezhep ve etnik yapıları bir potada eriterek bir üst kimlik inşa etmişti. Türkiye Cumhuriyeti bu yapıyı, miras olarak devir aldı. Dolayısıyla yeni devletin toplumsal yapısı, Osmanlı’daki gibi çok dinli, çok mezhepli, çok kavimli ve çok dilli olmuştu. Ancak yeni devlet, ulusalcılık (Türkçülük) politikasıyla, Türk olmayan alt kimlik mensupları arasında kavmiyetçilik akımlarının kuvvetlenmesine ve bir üst kimlik krizinin meydana gelmesine sebebiyet vermiştir. Kürt Sorunu, böyle bir yaklaşımın ürünüdür. Türkiye’yi bölmek isteyen Şer İttifakının Lozan’dan beri arzu ettiği de buydu.

Millî Görüş hareketi ise kimlik sorununu çoklu yapıyı göz önüne alarak ele almış, çözüm ve söylemlerini buna göre seslendirmiş ve bundan dolayı da Şer ittifakının boy hedefi haline gelmiştir. 

Bize göre 28 Şubat Postmodern darbesinin ana nedeni, Millî Görüş Hareketinin öngördüğü kimliktir. Bu nedenle burada, öncelikle, Milli Görüş kimliği ele alınıp değerlendirilmektedir.

Millet Kavramı/Millî Kimlik

Millet kavramı, dînî boyutlu bir kavram olarak Kur’an’da yer almaktadır. Arapça bir kelime olan Millet kavramı, ulus’un karşılığı olmadığı gibi, bir insan topluluğu için de, başlangıçta, kullanılmamaktaydı (1,2). Elmalılı tefsirinde, “millet, sosyal kurul dediğimiz toplumun kendisi değildir. Ona cemaat, kavim, ümmet veya ehl-i millet denilmektedir”… Bununla beraber millet kelimesi, ehl-i millet manasına da mecaz olarak kullanılmakta ve… Bakara 120, 130 ve 135’de her iki anlamı ihtiva edecek tarzda kullanıldığı” (3) ifade edilmektedir. 18. asırdan sonra, ‘İnsan toplulukları’ anlamında kullanılmaya başlanmış ve benimsenmiştir (4). 

Millet Kavramının bu şekilde bir anlam kazanmış olmasının sebebi, beşeri mücadelelerin sonucu ortaya çıkan toplumları birbirinden ayırabilmek için olabilir. Özellikle batıdan gelen ulusçuluk akımındaki din karşıtlığından dolayı, muhafazakâr kesim, ulus kavramı yerine millet kavramını kullanmıştır. Dinin, bireylerin ortak payda olması ve hayata müdahalesinin engellenmek istendiği bir devirde, millet kelimesine böyle bir anlamı yüklemek düşünülmüş olabilir. Millet kelimesi, aynı din ve fakat farklı örf, adet, gelenekleri benimsemiş ve bu şekilde bir yol tutmuş insan topluluklarını birbirinden ayırt edebilmek için kullanılmış da olabilir. 

Millî Görüş ve Kimlik

Millî Görüş Hareketi, millet kavramını, hem tutulan yol, hem de bu yola tâbi olan toplum anlamında kullanmıştır ve de kullanmaktadır. Millî görüş hareketi, millî kelimesini sadece ulusal anlamda kullanmamakta, ona dinî bir anlam da yüklemektedir. Millî görüş ifadesi, şifreli, kodlanmış bir kimliğin ismidir. Bunun nedeni, 60’lı yıllarda Allah demenin bile, gerektiğinde, laikliğe aykırı bulunup insanların cezalandırılmış olmalarıdır. 

Millî Görüş ile ilgili yapılan tanımlamalarda bu şifrelemeyi çok rahat görebilmekteyiz:

“Millî Görüş, milletimizin, şanlı tarihi boyunca İstanbul’u fetheden, böylece çağ kapayıp çağ açan, Viyana’yı kuşatan, Çanakkale Zaferini kazanan, İstiklal Harbimizi, yapan ve en son Kıbrıs’ta yeniden büyük harikalar ortaya koyan ruh ve manâsıdır.… O mevkie erişmenin tılsımı, kağıt üzerindeki planlarda değil, bin yıldan beri içimizde yaşattığımız ruhta gizlidir.” (5)… “Ve bu millet bin yıldır ‘ilâ-yıkelimetullah’ ‘Allah’ın şanını yüceltme’ uğruna yeryüzünde ‘batıla’ karşı hep mücadele etmiş ve her seferinde de Allah’ın lütfuyla galip gelebilmiştir.” (6)

‘Bin yıldan beri içimizde yaşattığımız ruh’ ifadesindeki zaman, Türklerin Müslüman olduğu tarihtir. Dolayısıyla Millî Görüş’te Millet tanımı, dînî değerler üzerine oturtulmuştur. Ayrıca Millî Görüş hareketi, bu coğrafyadaki insanların ortak olarak inşa ettikleri bir medeniyeti, ortak paydalarından biri olarak kabul etmektedir:

“Hepimiz aynı medeniyetin varisleri, ayni inancın ve ortak coğrafyanın çocuklarıyız. İmparatorluk mirasına sahibiz ve bu mirası hep beraber taşıyoruz. Irkçılığın her türlüsüne karşıyız. Çünkü bu milletin inancı, tarihi ve medeniyet değerleri içerisinde ırkçılık, herhangi bir grubun ve/veya ırkın diğerine karşı tekebbürü asla yer bulmamıştır.” (7)

Müslümanlığı, ortak tarihi, medeniyeti ve kader birliğini Türklerle Kürtler arasında ortak payda kabul eden Millî Görüş hareketi, Kürtlerin yaratılıştan gelen haklarının ve etnik kimliklerinin korunması gerektiğini savunmaktadır:

“Bakın, 1071’de Alparslan, Bizans’a karşı savaş açarken Kürt kardeşlerimiz ona on bin asker verdi. Çünkü onlar da Anadolu’nun Müslümanlaşmasını istiyordu. O zaman ne Türklerin Türkçülük, ne Kürtlerin Kürtçülük iddiası vardı. …Bu asrın başlarında Musul’da toplanan Kürt aşiretleri, Osmanlı halifesinin yanında savaşmaya karar verdiler. Ve Sevr anlaşmasını yırttılar. Öyle ki Osmanlı’ya karşı savaşmak için Kürtlerle görüşmeye gelen İngiliz valisine, Kürt lideri Şeyh Mahmut el- Berzenci elini uzatmadı. Ve ‘Müslümanların halifesine savaş açan bir ülkenin valisinin eli necistir.’ dedi. Adıyaman’da Bedir Ağa, kendisini isyana teşvik etmek için altın yüklü katırlarla gelen İngiliz görevlisine ‘Ben halifeye isyan etmem’ dedi. Kendisini altınlarıyla beraber huzurundan kovdu… 

Sorarım size, asırlar boyu tek vücut olarak yaşadığımız halde, ne oldu da bu husumet ortaya cıktı? Niçin bu kanlar akıyor?” (7)

Milli Görüş Hareketi, Kavimlerin asimile edilmesine karşı çıkarak ülkenin İslâm üst kimliği altında birlik ve beraberlik içerisinde olması gerektiğini savunmuştur:

“…Kürt halkının kalbi, İslâm dünyasında atar. Bundan hareketle bölgesel her çözüm, İslâm faktörünü göz önüne almadan tasarlanamaz ve yaşama şansı bulamaz.

…Elbette Kürt kardeşlerimizin tabii hakları var. Kendi dilleriyle konuşmaları, medyayı kullanmaları, eğitim yapmaları onların tabii haklarıdır ve zaten tarih boyunca bu haklarını kullanmışlardır. Ancak, son 70 yılda izlenen millîyetçi, materyalist ve ırkçı politikalar problem yaratmış ve problemi ağırlaştırmıştır. Şüphesiz ki çözüm, yeni millî devletler kurmak, yeni parçalar ihdas etmek değil, parçaları birleştirmek, yeni ve ırkçılığa dayanmayan, büyük bir bütüne doğru yol almaktır. Bir bütün içinde hep beraber saadet bulmaktır.

Nitekim çok açıktır ki Kürt meselesinin çözümünde ne ‘federasyon’ ve ne de ‘ayrı devlet’ asla kimseye fayda getirmez, saadet getirmez ve bir çözüm sağlamaz…”

Ülkemizin 60 milyon insanını birbirinin, şerefli kardeşi sayan ve herkese insan hakkı, inandığı gibi yaşama hakkı, hattâ inancına uygun hukuk sistemi seçme hakkı veren Adil Düzen’i, medeni insanlar olarak, kan dökmeden, barış yoluyla, elbirliği ile kurmak, meselenin çözümünün ana unsurudur…” (7)

Mesele, bu yaklaşımla, “Kürt meselesi” adı altında siyasette ilk defa seslendirilmiştir. Bu, dönemin şartları içerisinde çok cesurca bir tavırdır ve Şer ittifakını ürkütmüştür.

Sonuç: Şer İttifakının Millî Görüş’e Düşmanlığının Ve 28 Şubat Postmodern Darbesinin Ana Nedeni

Millî Görüş kimliğinde kavmiyetçilik reddedilmekte, İslâm kardeşliği etrafında bir bütünleşme öngörülmekte; tüm kavimlere Allah tarafından tanınan doğal haklar tanınmaktadır. Böylelikle etnik eksenli bir ayrışma ve bir bölünmeye mani olunmak istenmektedir.

1994 yılında Bingöl konuşmasında rahmetli Erbakan’ın, Türkiye’de her sabah ilkokul çocuklarına yaptırılan yemin metninin (“andımız”) muhtevasının yanlışlığına dikkat çekmesi ve karşı çıkması, günün şartlarını göz önüne aldığımızda son derece cesurca yapılmış bir çıkıştır. Erbakan, yemin metnini, kimlik açısından tahrip edici bulmaktadır:

“Dedim ki, bu ülkenin evlatları asırlar boyu, mektebe başlarken besmeleyle başlar. Siz geldiniz, bu besmeleyi kaldırdınız. Ne koydunuz yerine? ‘Türküm, doğruyum, çalışkanım’. Sen bunu söyleyince, öbür taraftan da, Kürt kökenli bir Müslüman evladı, ya öyle mi, ben de Kürdüm, daha doğruyum, daha çalışkanım deme hakkını kazandı. Ve böylece, siz bu ülkenin insanlarını birbirine yabancılaştırdınız. Bu ülkede hangi kökensin diye kimse kimseye sormazdı; çünkü hepsi Müslüman evlâdı, hepsi Müslüman kardeşiydi. Onun için ilaç budur.” (8)

Millî Görüş Hareketi, bu ülkede İslâm ekseninde kavimlerin, millet olarak bütünleşmesini öngörmektedir. Dışarıda ise İslâm milletleri için İslâm Birliğinin kurulmasını önermekte ve ümmet kimliğini referans almaktadır. Tüm insanlığın saadetinin dile getirilmesi ile de daha üst bir kimlik olarak insan kimliği görülmektedir. Millî Görüş hareketinde bir gelenek haline gelen, her toplantıdan sonra yapılan yemin metninde, dar olandan, geniş olana doğru kimlikler dile getirilerek, “Milletimizin, İslâm âleminin ve bütün insanlığın saadeti ve selâmeti için,” denmesi, Millî Görüş hareketinin izleyeceği politika ve stratejinin hem yönünü, hem de kapsamını göstermektedir. 

Şer ittifakının Türkiye için hiç istemediği ve sevmediği şey, Türkiye’nin birlik ve beraberlik içerisinde olması, halkın kardeşlik şuuruna ulaşarak bütünleşmesidir. Millî Görüş hareketinin öngördüğü kimlikteki temel strateji de, bu bütünleşmeyi sağlamaktır:

“Erbakan:… İslâm birliğinin kurulması görevi Türkiye’nin öncülüğünü gerektirmektedir. Bu görevi yapacak bir Türkiye’nin ise küçülmüş, bölünmüş değil, bütün, sağlam ve güçlü bir Türkiye olması gerekmektedir.

Dış güçlerin oyunlarına aldanıp, onların planlarına hizmet ederek, Türkiye’mizi bölmeye ve parçalamaya çalışmak, sadece Türkiye’de 60 milyon insana değil, yeryüzündeki bütün Müslümanlara ve insanlığa en büyük kötülüğü yapmak demektir.” (7)

Millî Görüş kimliğinde ortaya konan hedef, önce ülkenin, sonra İslâm âleminin daha sonra da tüm insanlığın kurtuluşudur. D-8, D-60 ve D-160 projeleri ile yapılmak istenen, dünyanın tüm mazlumlarını, küresel zalimlerin karşısına dikmektir. Hâkim küresel sistemin karşısına ayrı, alternatif bir model ortaya çıkarmak, şer ittifakının ve onun yerli işbirlikçilerinin en çok nefret ettiği ve de korktuğu bir olgudur. 

Bundan dolayı Millî Görüş Hareketinin dört partisi, kapatılmıştır. 28 Şubat Postmodern Darbesinin ana nedeni, böyle bir kimliğin millet tarafından bir bütün olarak benimsenmesini engellemek, hatta imha etmektir.

KAYNAKLAR

1- Bulaç A., Modern Ulus devlet, İz yayıncılık, İstanbul, 1995 s:51, 173-198

2- Ünal A., Kuran’da Temel Kavramlar, Beyan yayınları, İstanbul, 1990, s:122-132

3- Yazır H.E., Hak Dini, Kuran Dili, Azim dağıtım, İstanbul, cilt 1 s: 398-431

4- Lewis B., İslâm’ın Siyasal Söylemi, Phoenix, Ankara, 2007, S: 57-58.

5- Erbakan N., Millî Görüş, Dergâh Yayınları, İstanbul, 1975 s: 17-40

6- Erbakan N., Türkiye’nin Temel Meseleleri, Rehber Yayınları, Ankara, 1991, S: 81

7- Erbakan, N., Refah Partisi 4. Büyük Kongresi Açış Konuşması, 1993.

8- Akın, K., Olay Adam Erbakan, Birey Yayıncılık, İstanbul, 2000, S:105-122

 

1 Şubat 2017 Çarşamba

Farklı Hayat Tarzları ve Birlikte Yaşayabilmenin Şartları

(Umran Dergisi)

Sosyolojik Savaş amaçlı 15 Temmuz Askeri Darbe Girişimi hemen sonrasında, normalde darbe ile alakası olmamasına rağmen, 1- laiklik, 2- yaşam tarzlarına müdahale olmak üzere iki konu özellikle gündeme getirilmiştir. 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat Darbeleri, laikseküler kesim tarafından yapıldığı yok varsayılarak, 15 Temmuz darbe girişiminde taşeron olarak kullanılan yapının (Gülen Hareketi) ideolojik kimliği öne çekilerek, laiklik bayrak haline getirilmeye çalışılmakta; büyük bir değer olarak yeniden millete sunulmaktadır. Sosyolojik Savaş amaçlı 15 Temmuz Askeri Darbe Girişimi, darbe sonrası için sürekli yeni fay hatlar inşa etme amaçlı olarak organize edilmiştir. Bu açıdan son bir ay içerisinde (11 Aralık-18 Şubat 2017) vuku bulan İstanbul’da Çevik Kuvvete, Kayseri’de Komando Birliği’ne, Ankara’da Rus Büyükelçisi’ne, Yılbaşı gecesi İstanbul’da Reina eğlence merkezine, Gaziantep Emniyet Müdürlüğü’ne, İzmir Adliyesi’ne ve Diyarbakır’da Emniyet Müdürlüğü’ne yapılan saldırılara dikkatle bakılmalıdır. Şer ittifakının (ABD-İngiltere-İsrail /Siyonizm) amaçlarından biri, toplumu sosyolojik olarak ayrıştırma ve toplumun farklı kesimleri arasında fay hatları meydana getirme ve var olanlara da daha yüksek enerji yüklemedir… Bu eylemleri, PKK, DAEŞ, FETÖ (siyasilerin açıklamalarına göre saldırganın kimliği) terör örgütlerinin üstlendiği ya da üstlendirildiği medyada yer almıştır. Şer ittifakı (ABD-İngiltere-İsrail/Siyonizm) farklı terör örgütleri ile bir taraftan Türkiye’yi bir terör kıskacına alırken; diğer taraftan da, terör örgütlerinin kimlikleri üzerinden “laiklik ve yaşam tarzına müdahale” kampanyası açtırmaktadır. PKK-PYD eylemleri ile Türk-Kürt etnik fay hattı, harekete geçirilmek istenmiş, ancak başarılı olunamamıştır.

Özellikle yılbaşında Reina saldırısının gerçekleştirilip 39 kişinin öldürülmesi, eylemini, DAEŞ’in üstlendiğinin servis edilmesi ile eş zamanlı olarak bir laiklik ve yaşam tarzına müdahale tartışması başlatılmıştır. Reina saldırısında yılbaşı gecesinin seçilmesi, eylemi DAEŞ’in üstlenmesi ve Reina gece kulübünün sahibinin alevi olduğunun açıklanması ile Türkiye’de iki fay hattı harekete geçirilmek istenmiştir: 1- Alevi-Sünni, 2- Laik-Anti laik. Birincisi tutmamıştır; ancak, ikincisi harekete geçirilmiştir. Medya/sosyal medya üzerinden, “yaşam tarzına müdahale” tartışmaları başlatılarak toplum, yoğun bir tartışmanın içerisine çekilerek laik-anti laik şeklinde kutuplaştırılmak istenmiştir. O nedenle burada, farklı yaşam tarzını benimsemiş insanların birlikte yaşayabilme konusu ele alınacaktır.

Değer Nedir? 

Ferdi ve toplumsal davranışlar, genel olarak, fert/toplumun sahip olduğu, inandığı değerler/değer sistemi tarafından belirlenir. Kültür ve medeniyetler, temel değerler etrafında bir şekilleniş ve yapılanıştır. Kültür ve medeniyetler, hem birbirleri ile mücadele eder, hem de karşılıklı olarak birbirini etkiler ve birbirlerinden alış verişte bulunurlar. Önemli olan birbirlerinden neyi alıp neyi alamayacaklarıdır. İşte bu noktada kültür ve medeniyetlerin ağırlık merkezinde bulunup onlara şekil veren değerler sistemi, bir ana parametre olarak önem kazanır. Çünkü bir değer sisteminde kirlenme, kötü, çirkin, haram, batıl, şer olarak kabul edilen bir konu, bir davranış, bir düşünce ve bir hayat tarzı; bir başka değer sisteminde kirlenme, kötü, çirkin, haram, batıl ve şer olarak kabul edilmeyebilir. Farklı hayat tarzlarını benimsemiş olan insanların birlikte yaşayabilmeleri için sahip oldukları değer sistemlerini ele alıp değerlendirmemiz gerekmektedir. Çünkü hayatlarına şekil veren, onların inandığı/iman ettiği değer sistemidir. Değerler nedir? Önemleri nereden kaynaklanmaktadır? Değerler sistemi nasıl ve kim tarafından inşa edilebilir? Üzerinde durulması gereken en temel sorun budur. Erol Güngör’e göre; “Değer hükmü, bir şeyin arzu edilebilir veya edilemez olduğunu belirten ifade ise, değer de, bir şeyin arzu edilebilir veya edilemez olduğu hakkındaki inançtır... 

Değer bir inanç olmak bakımından, dünyamızın belli bir kısmıyla ilgili idrak, duygu ve bilgilerimizin bir terkibi demektir.”1 Mustafa Aydın’a göre; “Değer, en genel tanımıyla nesne, birim ve davranış kalıplarına yüklenmiş bir şey, nispi bir kıymettir. İnsanı insan yapan etik dünyanın temel taşlarıdır. Ancak insanla ilgili olmasına rağmen, insan ve toplumu aşan bir yönü vardır. Bir başka deyişle değerler aşkındırlar ve ulaşılmasında sentetik yargılara ihtiyaç gösterirler.”2 Tanımlamalardan değerin; insanın davranışlarında, duygularında, yaşantısında önem verdiği, vazgeçilmez kabul ettiği, idrak, duygu ve bilgilerden oluşan bir kıymet olduğu anlaşılmaktadır. Değerlerin tümü, bir insan için aynı öneme haiz olmadığı gibi farklı insanlar için de aynı öneme haiz olmayabilir. O nedenle değerler, iki ana grupta sınıflandırılmaktadır: ‘Temel Değerler’ (“birincil değerler”/ ‘yüksek değerler’), ‘Araç değerler’ (ikincil değerler). “Temel değerler (birincil değerler), zaman ve mekândan bağımsız, kalıcı, değişmeyen, o değer sistemi için olmazsa olmazlar olup tüm insanların menfaat ve mutluluğunu, kurtuluşunu, sağlayan değerlerdir. ‘Araç-değerler (ikincil değerler), birincillerle uyumlu ve fakat toplumsal şartların bir gereği olan ve fertlerin çıkar ve yararını ilgilendiren, zaman ve mekâna göre değişebilen değerler olarak kabul edilirler3 . 

Birinciller değişmeden kalırken, ikinciller değişik coğrafyada, farklı şartlarda, farklı zaman dilimlerinde farklı şekiller alabilir. Hatta uygulamadan kalkabilir de. Aynı şartlar meydana geldiğinde, yeniden uygulanabilir. Teknik bir terimle ifade edersek birincil değerler, işaretin ana frekansıdır; ikincil değerler ise, harmonikleridir. Harmonikleri istediğiniz kadar alır ya da atarsınız. Ancak ana frekansı attığınız zaman işaret yok olur. Bir değer sistemi, farklı değer sistemleri ile etkileşerek yeni ikincil değerler kazanabilir. Bu boyutu ile bakıldığında karşılıklı etkileşimin sonucu olarak kültürler değişir. Ancak birincil değerlerde değişim, o düşünce ya da değerler sisteminin kendini inkârıdır; inşa ettiği kültür ve medeniyetin yıkımıdır. Hayat, kâinat, insan ve bunların başlangıç ve sonuçlarına ilişkin sistemli bir düşünce ortaya koymak demek, bir doktrin (akide) ihdas etmek demektir, değerler sistemi oluşturmak demektir. Değer sistemi, hayatın başlangıcı, sonucu ve ölüm ötesini kuşatacak bir donanıma sahipse evrensellik iddiasında bulunabilir. Değer sistemleri, çözüm üretebildikleri ve üretilen çözümleriyle, bireyleri mutlu ve tatmin edebildiği sürece hayatta kalabilir. Değerlerin en önemli fonksiyonu, hayatı şekillendirmede belirleyici olmalarıdır. Değerler, hayatı şekillendirdikleri için dışa yansımak zorundadırlar. Değerlerin dışlaşma şekillerine norm (kural), normların da dışlaşma biçimlerine kurum denmektedir. ‘Kurumlar, toplumsal ihtiyaçların temeldeki değer ve normlara göre şekillenişidir’.4 Değerlerle ilgili cevaplandırılması gereken yığınla soru vardır:

• Bir şeyin, bir olayın, bir uygulamanın veya bir yaşam biçiminin arzu edilebilir, temiz, güzel, iyi, doğru veya arzu edilemez, kirli-pis, çirkin, kötü, yanlış olduğunu nasıl anlayacağız? 

• Hangi davranış ve düşünce şekli doğru, güzel, iyi ve/veya temizdir? 

• Hangi davranış ve düşünce şekli yanlış, çirkin, kötü ve/veya kirli-pistir? • Hangi haller ahlaki, hangileri ahlaksızlıktır? 

• İnsanın bizatihi kendisi ile, ailesi ile, çevresi ile, toplum ile ve gelecek nesillerle olan münasebetlerindeki ölçü ne olmalıdır? 

• İnsan yapısı ile değerler arasında bir ilişki var mıdır? 

• Değerlerin insan yaşamındaki etkisi nedir veya ne olmalıdır? • Fıtrat değer ilişkisi, bilgi değer ilişkisi, iman değer ilişkisi ve mutluluk değer ilişkisi nedir? 

• Değerler sistemini koyma hakkı kimindir? Eğer her bir ferdin değer koymaya hakkı varsa, kapasitesi varsa, bu değerlerin tüm insanlar için geçerliliği ne olacaktır? 

• Ortaya konan değerlerin, tüm insanların davranışına, menfaatine uygun, objektif, en uygun değerler olduğuna ilişkin kesin kanıtımız nedir, ne olmalıdır? Böyle bir kanıt, bir belge sunabilir miyiz? 

• Önerdiğimiz değerlerin “evrensel ve tüm insanlık için geçerlidir” denebilmesi için gerek ve yeter şartlar nelerdir? 

• Değerlerle ilgili toplumsal mutabakat nasıl sağlanacaktır? 

• Bugünkü değerlerimizin sosyal ve tarihi kökleri nedir? 

• Tarihi süreçteki değerler sisteminin oluşumu ve değişimi nasıl olmuştur? 

• Değerlerin sosyal, siyası, ekonomik, kültürel yapılarla etkileşimi nedir? 

• Farklı değerler arasında ilişki nasıl olmaktadır? Farklı toplumlar, farklı kültür ve medeniyetler arasında değerler açısından benzerlik ve farklılıklar var mıdır? 

Bu ve buna benzer sorulara, din ve felsefe cevap vermektedir.

Değerleri Koyma Hakkı: “İdeal Seçici”/ “İdeal Gözleyici” 

Allah inancına dayanan dinlerde, temel değerler, vahiyle peygamberlere bildirilmekte, onlar da bunu insanlara anlatıp öğretmektedir. Bu şekilde bildirilen değerlere insanların iman etmesi istenmektedir. Bu değerler, Yaratıcının, yarattığı varlığa yol göstermesi anlamında bir kullanım kılavuzu mahiyetindedir. O dine iman edenler/inananlar, değerleri, kendilerinin ve toplumun menfaatine olduğuna inandıkları için bağlayıcı olarak kabul edip benimser ve gereğini yaparlar. Felsefe ise, yaratıcının bilgisine başvurmadan iyi- kötü, güzel-çirkin, temiz- kirli, ahlaki-ahlakı olmayanın mahiyetini araştırır. Bunları, insanların inançlarının dışında objektif gerçeklere dayandırmaya, ispat etmeye çalışır. Burada filozofun ilgilendiği alan son derece karmaşıktır. 

Meseleyi bir bütün olarak ele alıp üzerinde deney ve gözlem yapma şansına sahip değildir. Zorunlu olarak sorunu parçalara ayırmakta, parçaların analiz-sentezinden bütüne gitmeye çalışmaktadır. Bu da, filozofun bakışına, kapasitesine, inançlarına ve duygularına bağlı olmaktadır. Bunun sonucunda farklı felsefi ekoller ortaya çıkmış, bunlar da insanlara farklı değer sistemleri önermişlerdir.5 Bu ekollerin ağırlık verdikleri noktalarda ve başlangıçtaki varsayımlarında, kalkış noktalarında, farklılık vardır. Bununla birlikte, filozofların genelinde ortak olan nokta, değerlerin tespitinde temel kriteri, ‘genel iyilik ve mutluluk’ olarak seçmiş olmalarıdır.6 Ancak bir şeyin, ‘genel iyilik ve mutluluk’ için olduğuna kim karar verecektir sorusunun cevabında bir anlaşma sağlanamamıştır. Filozofların bir kısmı, ‘seçici sistem’, bir kısmı da ‘İdeal bir gözleyici’ ile sorunu çözmeye çalışmıştır7 : “İyi, güzel, doğru dediğimiz şeyler bir seçici sistemin kabul ettiği, kötü ve çirkin şeyler ise reddettiği şeylerdir.” “(Natüralist ahlak filozofları R. Firth): A doğrudur demek ‘eğer her şeyi gören ve bilen, tarafsız, istikrarlı, menfaat gözetmeyen bir gözleyici olsaydı o da bu hareketleri tasvip ederdi.’ demektir.” “İdeal seçici /İdeal gözleyici var mıdır, varsa kimdir?” sorusu, filozoflar tarafından cevapsız bırakılmaktadır. 

Ancak hepsi de ideal seçici ve ideal gözleyici bir sistem veya bir beşerin olmadığını kabul etmektedirler. Dolayısıyla ideal seçici veya ideal gözleyici adına filozof kendisi, kendi zaaf ve eksiklikleri ile kendi duygu, düşünce ve inanç sisteminin etkisi altında karar vermektedir. Kendilerine bağımlı olarak inşa ettikleri bir değerler sistemine, tüm insanların inanmasını ve uymasını istemektedirler. Tüm zaman ve mekânlarda yaşayan insanlar arasında böyle bir ideal seçici/ ideal bir gözleyici var olmadığını kabul etmiş olmalarına rağmen niçin Filozoflar, ‘her şeyi gören, bilen, tarafsız, istikrarlı, menfaat gözetmeyen bir gözleyici” olarak tanımladıkları “ideal bir gözleyici ve seçici” olarak Allah’ı kabul etmemektedirler? Neden onun bilgisine başvurmamaktadırlar? İlk varsayım, aksiyom ya da kabullerini vahiyden almamaktadırlar? Bu, bugünkü felsefi ve ilmi araştırmalarda benimsenen yolla alakalı bir problemdir. Bu konu burada ele alınmayacaktır. Filozoflar, ‘Her şeyi gören, bilen, tarafsız, istikrarlı, menfaat gözetmeyen bir gözleyici’ tanımlaması ile bizim inanç sistemimizde ki Allah’ı tanımlamış olmaktadırlar. Bu vasıflara sahip sadece Allah vardır. Allah, kendisini Esmâü’l-Hüsnâ adı verilen 99 sıfatı ile peygamberlere gönderdiği vahiy aracılığıyla, insanlara yol boyu tanıtmıştır. 

Farklı Değer Sistemleri Arasında Uzlaşma Ya da Çatışma 

Her değer sistemi, inananları açısından ideal, mutlak doğru ve mutlak haktır. Bir değer sistemi kendi içerisinde mantıksal bir bütünlüğe sahip olduğu için başka bir değer sisteminden ana değerleri (temel değerler) ile ilgili herhangi bir şey almaz. Alması demek, kendi mantıksal bütünlüğünü bozması veya inkâr etmesi demektir. Bu, kendine inananların kendisinden şüphelenmesine ve onu terk etmesine sebebiyet verir. Onun için ana değerler etrafında, değer sistemleri arasında uzlaşma olamaz. Uzlaşma demek, kendi değer sisteminden şüphelenmek ve ona karşı duyarsız, ilgisiz kalmak demek, onu terk etmek demektir. Bu gerçeği, Kur’ân’ın değişik ayetlerinde görebilmekteyiz (25 Furkan 30). Değerlere karşı ilgisizlik sorunu, değerler sistemi için en tehlikeli konudur. İlgisizlik bir şüphedir, değerlerin afyonudur. Değer sisteminin hayattan kopuşudur.

Kimlik 

Değerler sistemi, kim olduğumuzu ve kimlerden olduğumuzu, nereden gelip, nereye gittiğimizi cevaplandırır. Bu, bireyin dünya görüşünü oluşturur. Soruların cevapları, tek bireyin malı olmaktan çıkıp, bireylerin ortak doğruları olduğu zaman topluluk; bireylerin toplamı -yığın- olmaktan kurtulup toplum olmaya hak kazanır. Bireyler arasında ortak değerler arttıkça bütünleşme sağlanır, kader birliği oluşur; hayat, ortak paydalar etrafında şekillenir ve yeni bir yaşam biçimi, tarzı ortaya çıkar. Gelenekler, görenekler, örfler, adetler, töreler, yazılı olan ve olmayan hukuk, ekonomi, eğitim, ahlak, özetle her şey, ana değerler sistemine göre oluşur ve gelişir. Bütün bunlarla örtüşen bir kültür ve medeniyet meydana gelir.8 İnsanın bir değer sistemine ya da bir kültüre tabi olması ile başlayan değişimi, kendisinin başkaları ile aynileşmesine ya da farklılaşmasına neden olur. Bu, insanın kendini yeniden tanımlaması ve konumlandırmasıdır. Bu aşamada “ben ve öteki” meydana gelmektedir. “Ben, benim dışındakilerden farklıyım.” Bireyler arasındaki etkileşimin yönüne ve şiddetine bağlı olarak “ben ve ötekiler” ya da “biz ve ötekiler” meydana gelir. Bu şekildeki bir ayrışım ya da tasnif, kimlerle birlikte ve kimlere karşı olduğumuzu refleksif bir şekilde ortaya koymaktadır. 

Arapların; “Kardeşime karşı ben, yeğenime karşı kardeşim ve ben, yabancıya karşı yeğenimiz, kardeşim ve ben.” atasözleri, konunun güzel bir özetidir. Burada ben ve benim dışımda olan, öteki, vardır; o da kardeşimdir. Ancak yeğenim işin içine girdiğinde kardeşimle aramdaki ortak payda, birinci dereceden kan bağı, beni ve kardeşimi biz yapmakta; öteki ise ikimizin dışında ki yeğenim olmaktadır. Yabancı biri varsa yabancıya karşı akrabalık, birinci ve ikinci dereceden kan bağı, beni, kardeşimi ve yeğenimi biz yaparken yabancıyı da öteki yapmaktadır. Akrabalık (kan bağı), ben, kardeşim ve yeğenim arasında ortak paydadır ve yabancıya karşı ilişkilerimizi belirlemektedir. Burada, akrabalık ortak paydalı bir tanımlama, konumlandırma ve tasnif yapılmaktadır. Bu örnekten hareketle kimliğin elemanlarını tespit etmek mümkündür. Bir kimlikte üç ana unsuru söz konusudur: 

1- Taraflar: Ben/Biz, Öteki/Ötekiler 

2- Ortak payda ya da ortak özellikler: Değer Sistemi, tarih, coğrafya, kültür ve medeniyet, dil, kan bağı, vatandaşlık bağı, özel sözleşme. 

3- Taraflar arasındaki etkileşim: Dost, Müttefik, Düşman-Rakip 

Belli özellikler, ortak payda olduğunda bunlar etrafında bireylerin bütünleşmesi, kaynaşması meydana gelmektedir. Olaylar karşısında, genel olarak, benzer tutum ve tavır ortaya konabilmekte; kader birliği yapılabilmektedir. Kimlik, konumlanma, aidiyetin ve tasnifin ortak paydalara göre yapılışıdır. Bir özdeşleşmedir. Kazanılan ortak özelliklerin bütünleşmesi, güven duygusunun oluşumudur. “Farklı” oluştur, “farklılık” şuurudur. Kendinden beklenen rollerin, istenerek yapılmasıdır. Değerlerin, kuralların ve onların yaptırım gücünün belirli ve sürekli oluşudur. Değerlere, kurallara, daha genel ifade ile kültüre kesin ve emin bir inançla bağlanıştır. Karşılıklı etkileşimin ortak bir senteze ulaşabilmesidir. Kutsalları, ortak bir zeminde saygın bir şekilde severek, isteyerek gönül huzuru içinde tutabilmedir. Kimlikte, ferdi olandan toplumsal olana, kolektif olana doğru bir açılma, aynılaşma, aidiyet olgusu vardır. Önemli olan bireyin/bireylerin kendisini/kendilerini nasıl algıladığı, değerlendirdiği, konumlandırdığı ve kimlerle özdeş kıldığıdır. Karşıdakine/karşıdakilere göre kendine nasıl bir konum biçtiğidir. Burada önemli olan, başkalarının onu nasıl görüp konumlandırdığı değil; kendisinin, kendisini nasıl görüp konumlandırdığı, kim ya da kimlerle kader birliği yaptığıdır. Dolayısıyla kimlik rızaya dayalı bir birlikteliktir. Kimlikte temel nokta, bireyin kendisini bir topluluğa ait hissetmesidir. Başkalarının onu bir konuma zorla yerleştirmesi değil; kendisinin, kalbî bir tatmin ile kendisini nasıl gördüğüdür esas olan. Buna kimliğin mutmainlik ilkesi diyebiliriz. Mutmain olma duygusu, aidiyeti kuvvetlendirirken, kişiye de yüksek bir enerji kazandırmaktadır. 

Kimlik Krizi ve Hayat Tarzı Farklılığı 

Kimlik, ortak paydalar etrafında rızaya dayanan bir birliktelik olduğuna göre ortak paydaların zayıflaması-azalması, kimlikte ayrışmaya ve krize neden olacaktır. Fertlerin, ortak payda olan değerlere karşı şüphe duyması, kimlik için en ciddi tehlikedir. Çünkü kimlik, ortak değerlere rıza tabanlı bir bağlanış olduğu için fertlerin ortak değerlere mutmain olmuş olarak bağlanmaları önemlidir. Değer sistemi, bir taraftan bizim kendi aramızda ki hukuku, iç hukuk, belirlerken; diğer taraftan, bizimle ötekiler arasındaki hukuku da, dış hukuk, belirler. Değer sisteminin değişmesi, hem iç hem de dış hukukun değişmesine neden olacaktır. Bugün Türkiye’nin en ciddi sorunu, bu ülke insanlarının genelinin, kalbi mutmain olmuş bir şekilde bir üst kimlikte uzlaşamamış olmasıdır. Kimlikten şüphe, kimliğe rengini ve şeklini veren ortak payda ne ise onun sorgulanması ile başlar. Ortak paydaya duyulan güvensizlik, aidiyet ve sadakat bağının zedelenmesine, tedbir alınmazsa kopmasını sebebiyet verir. Bu da farklı hayat tarzlarını ortaya çıkarır. 

Temel Değerler-Kutsallar-Birlikte Yaşayabilmek 

Kimlik noktasında ayrışma, ayrışmanın derecesine bağlı olarak, farklı hayat tarzlarının ortaya çıkmasına ve iç hukukta farklılaşmaya sebebiyet verebilir. Farklı hayat tarzları, farklı değer sistemleri açısından 1- kabul edilebilir/makul/uzlaşılabilir, 2- kabul edilemez/makul değil/uzlaşılamaz şeklinde iki ana grupta sınıflandırılabilir. Bu noktada farklı hayat tarzlarını benimsemiş olan farklı toplum kesimlerinin, birlikte nasıl yaşayacakları/yaşayabilecekleri, en ciddi mesele/sorun olarak ortaya çıkar. Ana mesele, farklı hayat tarzlarının, değer sistemlerinin birincil/temel değerleri ile mi yoksa ikincil/araç değerleri ile mi çatışıp çatışmadığıdır. Toplum içerisinde görünür farklı söylem veya farklı yaşam tarzlarının, temel değerlere iman etmiş insanları nasıl etkilemektedir sorusu, en hayati konudur. Bu noktada uzlaşma çok zordur. Başkalarının kutsallarına saygı göstermek, birlikte yaşayabilmenin temel şartı olarak karşımıza çıkmaktadır. Nitekim Allah, başkalarının kutsallarına hakaret edilmemesini, kötü söz söylenmemesini iman edenlere emretmektedir: “Allah’tan başka yalvarıp-yakardıklarına (taptıklarına) sövmeyin; sonra onlar da haddi aşarak bilmeksizin Allah’a söverler…” (6/En’âm 108). 

Bu noktada bir tek istisna zulme uğramış olanlardır. Allah, zulme uğradıkları için insanların kendilerini kontrol edemeyip iradelerinin zayıflamış olabileceklerinden dolayı, şuursuzca söylemiş oldukları kötü sözlerin müsamaha ile karşılanması gerektiği noktasında uyarıda bulunmaktadır (4/ Nisa 148). Farklı değer sistemlerinin öngördüğü farklı hayat tarzları, aynı coğrafyada yaşayan insanlar arasındaki ilişkileri, doğrudan ya da dolaylı bir şekilde etkileyecektir. Bu yaşam tarzlarının farklı tezahür şekillerinde, kabul edilebilir, müsamaha gösterilebilir olanlarla olmayanlar arasındaki sınır, birlikte yaşamda en ciddi sıkıntı olarak ortaya çıkmaktadır. Bu, o yaşam biçimine sebebiyet veren değerin, ona inananlar açısından kıymetine, ne anlam ve ne önem arz ettiğine bağlıdır. Maksadımızı daha iyi anlatabilmek için meseleyi İslâmi açıdan ele aldığımızda; bu konu, Hak-Batıl, Maruf-Münker, Helal-Haram, HaseneSeyyie, Tayyib-Habis, Tahir+Tezkiye-Rics, AdaletZulüm, Fahşâ ve Bağy kavramlarının tanımladığı bir yapı, bir sistem veya bir uzay içerisinde ele alınıp değerlendirilmesi gerekmektedir.

 Ancak böyle bir inceleme, bu yazının amacının dışındadır. Kur’ân ve sünnete göre helal ile haramın, hakla batılın, marufla münkerin, hasene ile seyyienin, tayyib ile habisin, tahir+tezkiye ile rıcs’in ve adalet ile zulmün karıştırılması, yer değiştirmesi, meşru kabul edilmemekte ve buna karşı çıkılmaktadır. Bu kavramların kapsamına giren tüm yaşam biçimleri, meşru kabul edilmemektedir. Öyleyse, başta Medine Vesikası olmak üzere Hz. Peygamber’den günümüze gelinceye kadar, özellikle İslâm’ın yönetimde hâkim olduğu dönemlerde, farklı inanç sistemine sahip olan insanlarla, toplumlarla nasıl bir arada yaşanmıştır? 600 yıllık Osmanlı döneminde, bu kadar farklı din, dil, ırk, mezhep mensubu bir arada nasıl yaşayabilmiştir? Farklı din ve mezheplerin bir arada, birbirleri ile çatışmadan yaşayabilmesinin sırrı ne idi? 

Bu sır, Bakara 256’da saklıdır ve o da, insanlara inançlarını değiştirme noktasında herhangi bir baskının yapılamayacağı emridir: “Dinde zorlama (ve baskı) yoktur. Gerçek şu ki, doğruluk (rüşd) sapıklıktan apaçık ayrılmıştır. Artık kim tağutu tanımayıp Allah’a inanırsa, o, sapasağlam bir kulpa yapışmıştır; bunun kopması yoktur…” (2/Bakara 256). Bu, tüm insanlara tebliğ yapılmayacağı anlamına gelmemektedir. Tebliğ yapılacak, fakat yapılan tebliğe olumsuz cevap verilmesi, tebliğin muhtevasının kabul edilmemesi durumunda; muhataba, baskı ve şiddet uygulanmayacak anlamına gelmektedir: “Eğer seni yalanlarlarsa, onlara de ki: « Benim yaptıklarım benim, sizin de yaptıklarınız sizindir. Siz benim yaptıklarımdan uzaksınız ve ben de sizin yaptıklarınızdan uzağım.»” (10/Yunus 41) “De ki: «Ey kâfirler. «Ben sizin taptıklarınıza tapmam.» «Benim taptığıma da siz tapacak değilsiniz.» «Ben de sizin taptıklarınıza tapacak değilim.» «Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz.» «Sizin dininiz size, benim de dinim bana.» (109/ Kafirun 1-6). 

İslâm açısından sorun, farklı bir akaide, inanç sistemine sahip olmak değildir. Sorun, farklı akaid/inanç sisteminin günlük hayata yansımasında (hayat tarzı), bir başka inanç sistemine zarar verip vermemesindedir. Bu da, Hak-Batıl, MarufMünker, Helal-Haram, Hasene-Seyyie, TayyibHabis, Tahir+Tezkiye-Rics, Adalet-Zulüm, Fahşâ ve Bağy kapsamına giren ve Allah’ın kesin olarak yasakladığı alanlarla ilgili bir durumdur. Bu noktada, karşı inanç sistemi ile ilgili hayat tarzına getirilen yasaklama; 1- insan fıtratını bozan, 2- insan genetiğini bozan, 3- insan neslinin devamını tehlikeye atan, 4- hastalıklara sebebiyet veren, 5-toplumda fitne, fesad ve toplumsal kaosa neden olan şeylerin açık, aleni bir şekilde icra edilmesi ile ilgilidir. İslâm; canın, malın, dinin, neslin ve aklın korunmasını esas almıştır. Bu beş esasa zarar veren her şeyi, gayrı meşru ilan etmiştir. 

Bu açıdan bakıldığında İslâm, zinayı, eşcinselliği (livata), haksız yere bir canı öldürmeyi, başkasının hakkını gasp etmeyi, içkiyi, kumarı, uyuşturucuyu, mahremiyetlere riayet etmemeyi, adaletsizliği, ölçü ve tartıda hile yapmayı, meşru görüp bir hayat tarzı olarak benimsenmesine müsamaha göstermemiştir: “İman edenler içinde, çirkince-utanmazlıkların yaygınlaşmasından hoşlananlara, dünyada da ahirette de acıklı bir azap vardır.” (24/Nur 19) Bununla beraber toplumun ifsat edilme durumu göz önüne alınarak, bu tür davranışlara karşı ortaya konan tavır/tepki, gizli olarak icra edilip edilmemesine bağlı olarak değişmektedir. Kur’ân, insanların gizli yönlerinin araştırılmasını yasaklamıştır (49/Hucurat 12). Gizlice günah işleyenlerin de, bu yaptıklarını örtmeleri istenmiştir. 

Hz. Peygamber’in yanına gelip zina itirafında bulunan bir adama, dört kez duymazlıktan gelip hiçbir cezai müeyyide tatbik etmemesi, konumuz açısından ilginç bir uygulamadır9 : “Maiz-i Eslemi, Peygamberimiz’e gelerek bir kadınla zina yaptığını söyledi. Peygamberimiz, onun bu itirafını işitmezden gelince, adam sözünü dört defa tekrarladı. Her tekrarlayışta Pevgamber (s.) yüzünü öbür tarafa çevirerek onu işitmezden geliyordu. Nihayet Maiz’in kendi itirafına dayanarak, onu recmettirdi.” Bu tür bir tavrın sebebini, hikmetini, Hz. Peygamberin farklı hadislerinde görebiliyoruz(5): 8072- Allah Resûlü (s.a.v.): “Eğer insanların ayıp ve kusurlarını araştırırsan, onların (ahlak ve karakterlerini) bozar ya da bozacak gibi olursun.” 332. [1:336, Hadîs No: 581] “Resûlüllah (s.): Günah gizli kaldıkça sadece sahibine zarar verir. Ortaya çıktığında düzeltilmezse topluma zarar verir”. Bu tür suçların gizli kalmasının istenmesinin sebebi, açığa çıktığında meşruiyet kazanma tehlikesinin var olabilmesidir. Suçu işleyen şahsın ar damarının çatlayarak daha da ifrata varabilecek işler yapabilme ihtimalidir. Bugün Türkiye medyasının büyük bir kısmı, dizi ve programlarda gayrı meşrulukları teşhir ederek meşrulaştırmakta ve suç işlemektedir. 

RTÜK, bu noktada görevini ihmal etmekte, son derece duyarsız/lakayt davranmaktadır. Sahabe döneminde bu tür vakalara karşı gösterilen teşhir etme ve cezalandırma isteklerine, Hz. Peygamber’in sünnetine vakıf olanlar, mani olmaya çalışmıştır. Aşağıda, böyle bir uygulamaya yer verilmiştir10: “8077- Ukbe b. Amir’in kâtibi Duhayn: “Komşularımız vardı. Şarap içiyorlardı, onlara şarap içmemelerini söyledim, Fakat vazgeçmediler. Sonra Ukbe’ye dedim ki: ‘Komşularımız şarap içiyorlar, onları menettim ama dinlemediler, içmeye devam ediyorlar. Zabıtayı çağıracağım.’ (Ukbe) dedi ki: ‘Onları bırak!’ Sonra ona tekrar döndüm. Aynısını söyledim. Cevaben dedi ki: ‘Onları bırak! Peygamber (s.a.v.)’in şöyle buyurduğunu duydum’”: “8073- Allah Resûlü (s.a.v.): “Kim bir ayıp ve kusur görüp de gizlerse, sanki (Cahiliye devrinde) diri diri toprağa gömülmekte olan bir kızı hayata kavuşturmuş gibi sevap kazanır.” Burada dikkat çeken önemli noktalardan biri, cezalandırmanın bireyler tarafından değil; resmi görevliler tarafından yapılabileceği olgusudur. 

Bireysel cezalandırma, yumuşak güç olan Ahlakın kınama gücünü kullanma ile yapılmaktadır, yapılmalıdır, yapılabilir. Konumuz bağlamında Hz. Ömer dönemi ile ilgili anlatılan birçok olay vardır. Bizzat Hz. Ömer’in başına gelmiş olaylardan biri tanesi, konunun anlaşılması açısından çok dikkat çekicidir, ilginçtir ve ders alınması gerekir11: “Hz. Ömer bir gece Medine’de dolaşıyordu, Birdenbire evlerden birinde bir adamın şarkı söylediğini duydu. Hemen duvara tırmanarak: - Ey Allah’ın düşmanı, yaptığın isyanı Allah’ın örteceğini mi zannettin?» diye bağırdı. Adam: “- Ey mü’minlerln emiri, dur acele etme. Eğer ben Allah Teâla’ya bir bakımdan asi oldumsa sen üç bakımdan asi oldun. Allah Teâla, “ayıp araştırmayın” dediği halde (49/Hucurat 12) sen ayıp araştırdın, “evlere kapılardan girin” (2/Bakara 189) dediği halde sen duvara tırmandın, “başkalarının evine izinsiz girmeyin ve evde bulunanlara selam verin” (24/Nur 27) buyurduğu halde, sen izinsiz evime girdin ve üstelik selam da vermedin.” diye karşılık verdi. Hz. Ömer: “Eğer ben seni affedersem sen de beni affeder misin”, dedi. Adam: Evet” deyince, Hz. Ömer: “ Affettim” diyerek evden çıkıp gitti.” Hz. Ömer, bir başka olayda karşılaştığı durumu göz önüne alarak insanların gizli yönlerin araştırılmamasının sebebini şöyle izah etmektedir: “…Ömer! Rabbin affetmezse mahvolursun. Bu adam yaptığını ev halkından gizliyordu. Şimdi ise nasıl olsa, Ömer gördü diyerek açıktan içmeye devam eder.”12 

Türkiye’nin Ana Sorunu 

Yukarıdaki örneklerin, Müslümanlarla ilgili olduğunu göz önüne aldığımızda, İslâm dışı inanç sistemlerine mensup insanların, kendi hukuk sistemleri içerisinde kalarak ve fakat kendi kapalı mekânlarında, kendi hayat tarzlarını yaşayabilirler, sonucuna varılabilir (6-Medine Sözleşmesi/Vesikası/Anayasası). Ancak bunu, bir başka inanç sistemine zarar verecek tarzda, açık, aleni bir şekilde yapma, yapabilme hakları yoktur. Osmanlı da, İslâm kültür ve medeniyet değerlerinden Batı kültür ve medeniyeti değerlerine geçiş II. Mahmut ile başlamıştır. Cumhuriyet döneminde, Lozan’da yapılan anlaşmalar kapsamında, bu değişim Devlet eliyle, İnönü’nün tabiri ile, “Kanunen ve Cebren” gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Devletin felsefi alt yapısı, Batı kültür ve medeniyet değerlerine göre “halka rağmen halk için”(!) yapılandırılırken; halkın inanç sistemine, İslâm kültür ve medeniyet değerlerine savaş açılmıştır. Bu savaş süresince, millet bir tarafta, devlette bir tarafta konumlanmıştır. Onuncu yıl marşında ifade edildiği gibi, “On yılda on beş milyon genç yarattık her yaştan”, Batı kültür ve medeniyet değerlerini(seküler değerler) ve onun hayat tarzını(seküler hayat tarzı) benimsemiş bir insan unsuru ortaya çıkarılmış ve millet zihnen ve fiilen bölünmüştür. 

Bu süreçte, Batı kültür ve medeniyet değerleri, İslâm kültür ve medeniyet değerlerini tamamen tasfiye edememiş; İslâm kültür ve medeniyet değerleri de, Batı kültür ve medeniyet değerlerinin topluma sirayet etmesine mani olamamıştır. Değer sistemlerinin karışımı sonucu, melez değerler sistemi meydana gelmiştir. Bu da, ne zaman, ne yapacağı belli olmayan (sosyal şizofren) bir insan unsurunun ortaya çıkmasına sebebiyet vermiştir (2 Bakara 137). Değer sistemi ve hayat tarzı konusunda bu denli farklılaşmanın sebebi budur. Türkiye’deki müslümanların, Türkiye’nin sisteminin, sistem felsefesinin İslâmî olmadığını göz önüne alarak yorum yapmaları, değerlendirme yapmaları ve sorgulamaları gerekmektedir. Her yılbaşı gecesi, başta Diyanet olmak üzere hassasiyet sahibi müslümanların yılbaşı ile ilgili açıklamaları, tebliğ kapsamında yapılmıştır. 

Bu yıl da benzeri yapılmış olup Reina saldırısı ile hiçbir ilişkisi yoktur. Şer ittifakı (ABD-İngiltere-İsrail/Siyonizm) yılbaşı ile ilgili her yıl tebliğ kampanyasının yapıldığını bildiği için Reina saldırısını buna denk getirip, yaşam tarzı üzerinden laik-anti laik sosyolojik fay hattını enerji ile yüklemeye çalışmıştır. Terör örgütü olarak DAEŞ isminin kullanılmasının sebebi budur. Cumhuriyet’in başlangıcından son beş yıla kadar, kimlerin inanç değerlerine ve hayat tarzına saldırıldığı, alaya alındığı herkes tarafından bilinmektedir. Devlet eliyle yapılmış zulümden, ikna odalarındaki, kültür sanatta ortaya konan eserlerdeki, medyadaki ve sokaktaki zulme kadar yaşananlar hafızalarda tazeliğini korumaktadır. Ancak Ömer Muhtar’ın deyişi ile “Bunları yapanlar, bizim öğretmenlerimiz olmadığı” için müminler, geçmişle bir hesaplaşma içinde değiller, olmadılar ve de olmayacaklardır. 

Yukarıdaki şartlar geçerli olmak kaydıyla hiç kimseye inançlarından ve hayat tarzı modelinden dolayı ne baskı yapılmasını ne de baskı yapılmasına müsaade edilmesini iman edenler savunmaz. Baskı varsa, böyle bir uygulamaya karşı çıkar ve de müsaade etmez. Ancak, Allah ve Resûlü’nün bize yüklediği tebliğ görevine devam edecek; ateşe yolculuk yapanların kurtulması için de, elimizden gelen tüm gayreti göstereceğiz: “Şu halde, sen bundan dolayı davet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru bir istikamet tuttur. Onların heva (istek ve tutku) larına uyma. Ve de ki: «Allah’ın indirdiği her kitaba inandım. Aranızda adalet yapmakla emrolundum. Allah, bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim amellerimiz bizim, sizin amelleriniz sizindir. Bizimle sizin aranızda (karşılıklı delillere dayalı = hüccet) bir tartışma konusu yoktur. Allah, bizi bir arada birleştirip-toplayacak ve dönüş de O’nadır.»” (42/ Şura 15)

ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI HİBRİT SAVAŞLAR DÜZLEMİNDE BÖLGESEL EKSENDE BAŞLATILMIŞTIR

(Umran Dergisi)   “Eğer Hakk, onların hevalarına (istek ve tutku) uyacak olsaydı, hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herke...