(Umran Dergisi)
Sosyolojik Savaş
amaçlı 15 Temmuz Askeri Darbe Girişimi hemen sonrasında, normalde darbe ile
alakası olmamasına rağmen, 1- laiklik, 2- yaşam tarzlarına müdahale olmak üzere iki konu
özellikle gündeme getirilmiştir. 27 Mayıs, 12
Mart, 12 Eylül ve 28
Şubat Darbeleri, laikseküler kesim tarafından yapıldığı yok varsayılarak, 15 Temmuz darbe girişiminde taşeron
olarak kullanılan yapının (Gülen Hareketi) ideolojik kimliği öne çekilerek, laiklik bayrak haline
getirilmeye çalışılmakta; büyük bir değer olarak
yeniden millete sunulmaktadır.
Sosyolojik Savaş amaçlı 15 Temmuz Askeri
Darbe Girişimi, darbe sonrası için sürekli yeni fay
hatlar inşa etme amaçlı olarak organize edilmiştir. Bu açıdan son bir ay içerisinde (11 Aralık-18
Şubat 2017) vuku bulan İstanbul’da Çevik Kuvvete, Kayseri’de Komando Birliği’ne, Ankara’da
Rus Büyükelçisi’ne, Yılbaşı gecesi İstanbul’da Reina eğlence merkezine, Gaziantep Emniyet Müdürlüğü’ne, İzmir Adliyesi’ne ve
Diyarbakır’da Emniyet
Müdürlüğü’ne yapılan
saldırılara dikkatle bakılmalıdır. Şer ittifakının
(ABD-İngiltere-İsrail /Siyonizm) amaçlarından
biri, toplumu sosyolojik
olarak ayrıştırma ve toplumun farklı kesimleri
arasında fay hatları meydana getirme ve var olanlara da daha yüksek enerji yüklemedir… Bu eylemleri, PKK, DAEŞ, FETÖ (siyasilerin açıklamalarına göre saldırganın kimliği) terör örgütlerinin
üstlendiği ya da üstlendirildiği medyada yer almıştır. Şer ittifakı (ABD-İngiltere-İsrail/Siyonizm)
farklı terör örgütleri ile bir taraftan Türkiye’yi bir
terör kıskacına alırken; diğer taraftan da, terör örgütlerinin kimlikleri üzerinden “laiklik ve yaşam
tarzına müdahale” kampanyası açtırmaktadır.
PKK-PYD eylemleri ile Türk-Kürt etnik fay
hattı, harekete geçirilmek istenmiş, ancak başarılı olunamamıştır.
Özellikle yılbaşında Reina saldırısının gerçekleştirilip 39 kişinin öldürülmesi, eylemini,
DAEŞ’in üstlendiğinin servis edilmesi ile eş zamanlı olarak bir laiklik ve yaşam tarzına müdahale tartışması başlatılmıştır.
Reina saldırısında yılbaşı gecesinin seçilmesi,
eylemi DAEŞ’in üstlenmesi ve Reina gece kulübünün sahibinin alevi olduğunun açıklanması ile
Türkiye’de iki fay hattı harekete geçirilmek istenmiştir: 1- Alevi-Sünni, 2- Laik-Anti laik. Birincisi tutmamıştır; ancak, ikincisi harekete geçirilmiştir. Medya/sosyal medya üzerinden, “yaşam tarzına müdahale” tartışmaları başlatılarak toplum,
yoğun bir tartışmanın içerisine
çekilerek laik-anti laik şeklinde kutuplaştırılmak istenmiştir. O nedenle burada, farklı
yaşam tarzını benimsemiş insanların birlikte yaşayabilme
konusu ele alınacaktır.
Değer Nedir?
Ferdi ve toplumsal davranışlar, genel olarak, fert/toplumun sahip olduğu, inandığı
değerler/değer sistemi tarafından belirlenir. Kültür ve medeniyetler, temel değerler etrafında bir şekilleniş ve yapılanıştır. Kültür ve medeniyetler, hem birbirleri ile mücadele eder, hem de karşılıklı olarak birbirini etkiler ve birbirlerinden alış verişte bulunurlar. Önemli olan birbirlerinden neyi alıp neyi alamayacaklarıdır. İşte bu noktada kültür ve medeniyetlerin
ağırlık merkezinde bulunup onlara şekil veren değerler sistemi, bir ana parametre olarak önem kazanır. Çünkü bir değer sisteminde kirlenme, kötü,
çirkin, haram, batıl, şer olarak kabul edilen bir
konu, bir davranış, bir düşünce ve bir hayat tarzı; bir başka değer sisteminde kirlenme, kötü, çirkin, haram, batıl ve şer olarak kabul edilmeyebilir.
Farklı hayat tarzlarını benimsemiş olan insanların
birlikte yaşayabilmeleri için sahip oldukları değer
sistemlerini ele alıp değerlendirmemiz gerekmektedir. Çünkü hayatlarına şekil veren, onların inandığı/iman ettiği değer sistemidir.
Değerler nedir? Önemleri nereden kaynaklanmaktadır? Değerler sistemi nasıl ve kim tarafından
inşa edilebilir? Üzerinde durulması gereken en temel sorun budur.
Erol Güngör’e göre; “Değer hükmü, bir şeyin
arzu edilebilir veya edilemez olduğunu belirten
ifade ise, değer de, bir şeyin arzu edilebilir veya
edilemez olduğu hakkındaki inançtır...
Değer bir
inanç olmak bakımından, dünyamızın belli bir kısmıyla ilgili idrak, duygu ve bilgilerimizin bir terkibi demektir.”1
Mustafa Aydın’a göre; “Değer, en genel tanımıyla nesne, birim ve davranış kalıplarına yüklenmiş bir şey, nispi bir kıymettir.
İnsanı insan yapan etik dünyanın temel taşlarıdır. Ancak
insanla ilgili olmasına rağmen, insan ve toplumu aşan
bir yönü vardır. Bir başka deyişle değerler aşkındırlar ve
ulaşılmasında sentetik yargılara ihtiyaç gösterirler.”2
Tanımlamalardan değerin;
insanın davranışlarında, duygularında, yaşantısında önem
verdiği, vazgeçilmez kabul ettiği, idrak, duygu ve bilgilerden oluşan bir kıymet olduğu
anlaşılmaktadır. Değerlerin
tümü, bir insan için aynı öneme haiz olmadığı gibi farklı insanlar için de aynı öneme haiz olmayabilir. O nedenle değerler, iki ana grupta sınıflandırılmaktadır: ‘Temel Değerler’ (“birincil değerler”/ ‘yüksek değerler’), ‘Araç değerler’ (ikincil değerler). “Temel değerler (birincil değerler), zaman
ve mekândan bağımsız, kalıcı, değişmeyen, o değer sistemi için olmazsa olmazlar olup tüm insanların menfaat ve mutluluğunu, kurtuluşunu, sağlayan değerlerdir. ‘Araç-değerler (ikincil değerler),
birincillerle uyumlu ve fakat toplumsal şartların
bir gereği olan ve fertlerin çıkar ve yararını ilgilendiren, zaman ve mekâna göre değişebilen değerler
olarak kabul edilirler3
.
Birinciller değişmeden kalırken, ikinciller değişik coğrafyada, farklı şartlarda, farklı zaman dilimlerinde farklı şekiller alabilir. Hatta uygulamadan kalkabilir de. Aynı şartlar
meydana geldiğinde, yeniden uygulanabilir. Teknik bir terimle ifade edersek birincil değerler, işaretin ana frekansıdır; ikincil değerler ise, harmonikleridir. Harmonikleri istediğiniz kadar alır ya
da atarsınız. Ancak ana frekansı attığınız zaman
işaret yok olur.
Bir değer sistemi, farklı değer sistemleri ile etkileşerek yeni ikincil değerler kazanabilir. Bu boyutu ile bakıldığında karşılıklı etkileşimin sonucu olarak kültürler değişir. Ancak birincil değerlerde değişim, o düşünce ya da değerler sisteminin kendini inkârıdır; inşa ettiği kültür ve medeniyetin yıkımıdır.
Hayat, kâinat, insan ve bunların başlangıç ve
sonuçlarına ilişkin sistemli bir düşünce ortaya
koymak demek, bir doktrin (akide) ihdas etmek
demektir, değerler sistemi oluşturmak demektir.
Değer sistemi, hayatın başlangıcı, sonucu ve ölüm
ötesini kuşatacak bir donanıma sahipse evrensellik iddiasında bulunabilir. Değer sistemleri, çözüm üretebildikleri ve üretilen çözümleriyle, bireyleri mutlu ve tatmin edebildiği sürece hayatta kalabilir.
Değerlerin en önemli fonksiyonu, hayatı şekillendirmede belirleyici olmalarıdır. Değerler, hayatı şekillendirdikleri için dışa yansımak zorundadırlar. Değerlerin dışlaşma şekillerine norm (kural), normların da dışlaşma biçimlerine kurum
denmektedir. ‘Kurumlar, toplumsal ihtiyaçların
temeldeki değer ve normlara göre şekillenişidir’.4
Değerlerle ilgili cevaplandırılması gereken yığınla soru vardır:
• Bir şeyin, bir olayın, bir uygulamanın veya bir
yaşam biçiminin arzu edilebilir, temiz, güzel,
iyi, doğru veya arzu edilemez, kirli-pis, çirkin,
kötü, yanlış olduğunu nasıl anlayacağız?
• Hangi davranış ve düşünce şekli doğru, güzel,
iyi ve/veya temizdir?
• Hangi davranış ve düşünce şekli yanlış, çirkin,
kötü ve/veya kirli-pistir?
• Hangi haller ahlaki, hangileri ahlaksızlıktır?
• İnsanın bizatihi kendisi ile, ailesi ile, çevresi
ile, toplum ile ve gelecek nesillerle olan münasebetlerindeki ölçü ne olmalıdır?
• İnsan yapısı ile değerler arasında bir ilişki var
mıdır?
• Değerlerin insan yaşamındaki etkisi nedir veya
ne olmalıdır?
• Fıtrat değer ilişkisi, bilgi değer ilişkisi, iman
değer ilişkisi ve mutluluk değer ilişkisi nedir?
• Değerler sistemini koyma hakkı kimindir?
Eğer her bir ferdin değer koymaya hakkı varsa, kapasitesi varsa, bu değerlerin tüm insanlar
için geçerliliği ne olacaktır?
• Ortaya konan değerlerin, tüm insanların davranışına, menfaatine uygun, objektif, en uygun
değerler olduğuna ilişkin kesin kanıtımız nedir,
ne olmalıdır? Böyle bir kanıt, bir belge sunabilir miyiz?
• Önerdiğimiz değerlerin “evrensel ve tüm insanlık için geçerlidir” denebilmesi için gerek ve yeter şartlar nelerdir?
• Değerlerle ilgili toplumsal mutabakat nasıl
sağlanacaktır?
• Bugünkü değerlerimizin sosyal ve tarihi kökleri nedir?
• Tarihi süreçteki değerler sisteminin oluşumu ve
değişimi nasıl olmuştur?
• Değerlerin sosyal, siyası, ekonomik, kültürel
yapılarla etkileşimi nedir?
• Farklı değerler arasında ilişki nasıl olmaktadır? Farklı toplumlar, farklı kültür ve medeniyetler arasında değerler açısından benzerlik ve
farklılıklar var mıdır?
Bu ve buna benzer sorulara, din ve felsefe cevap vermektedir.
Değerleri Koyma Hakkı: “İdeal Seçici”/ “İdeal Gözleyici”
Allah inancına dayanan dinlerde, temel değerler, vahiyle peygamberlere bildirilmekte, onlar da
bunu insanlara anlatıp öğretmektedir. Bu şekilde
bildirilen değerlere insanların iman etmesi istenmektedir. Bu değerler, Yaratıcının, yarattığı varlığa yol göstermesi anlamında bir kullanım kılavuzu mahiyetindedir. O dine iman edenler/inananlar, değerleri, kendilerinin ve toplumun menfaatine olduğuna inandıkları için bağlayıcı olarak kabul edip benimser ve gereğini yaparlar.
Felsefe ise, yaratıcının bilgisine başvurmadan
iyi- kötü, güzel-çirkin, temiz- kirli, ahlaki-ahlakı
olmayanın mahiyetini araştırır. Bunları, insanların inançlarının dışında objektif gerçeklere dayandırmaya, ispat etmeye çalışır. Burada filozofun ilgilendiği alan son derece karmaşıktır.
Meseleyi bir bütün olarak ele alıp üzerinde deney
ve gözlem yapma şansına sahip değildir. Zorunlu olarak sorunu parçalara ayırmakta, parçaların
analiz-sentezinden bütüne gitmeye çalışmaktadır.
Bu da, filozofun bakışına, kapasitesine, inançlarına ve duygularına bağlı olmaktadır. Bunun sonucunda farklı felsefi ekoller ortaya çıkmış, bunlar
da insanlara farklı değer sistemleri önermişlerdir.5
Bu ekollerin ağırlık verdikleri noktalarda ve
başlangıçtaki varsayımlarında, kalkış noktalarında, farklılık vardır. Bununla birlikte, filozofların
genelinde ortak olan nokta, değerlerin tespitinde
temel kriteri, ‘genel iyilik ve mutluluk’ olarak seçmiş olmalarıdır.6
Ancak bir şeyin, ‘genel iyilik ve mutluluk’ için
olduğuna kim karar verecektir sorusunun cevabında bir anlaşma sağlanamamıştır. Filozofların
bir kısmı, ‘seçici sistem’, bir kısmı da ‘İdeal bir
gözleyici’ ile sorunu çözmeye çalışmıştır7
:
“İyi, güzel, doğru dediğimiz şeyler bir seçici
sistemin kabul ettiği, kötü ve çirkin şeyler ise reddettiği şeylerdir.”
“(Natüralist ahlak filozofları R. Firth): A doğrudur demek ‘eğer her şeyi gören ve bilen, tarafsız,
istikrarlı, menfaat gözetmeyen bir gözleyici olsaydı o da bu hareketleri tasvip ederdi.’ demektir.”
“İdeal seçici /İdeal gözleyici var mıdır, varsa
kimdir?” sorusu, filozoflar tarafından cevapsız bırakılmaktadır.
Ancak hepsi de ideal seçici ve ideal gözleyici bir sistem veya bir beşerin olmadığını
kabul etmektedirler. Dolayısıyla ideal seçici veya
ideal gözleyici adına filozof kendisi, kendi zaaf ve
eksiklikleri ile kendi duygu, düşünce ve inanç sisteminin etkisi altında karar vermektedir. Kendilerine bağımlı olarak inşa ettikleri bir değerler sistemine, tüm insanların inanmasını ve uymasını istemektedirler.
Tüm zaman ve mekânlarda yaşayan insanlar
arasında böyle bir ideal seçici/ ideal bir gözleyici
var olmadığını kabul etmiş olmalarına rağmen niçin Filozoflar, ‘her şeyi gören, bilen, tarafsız, istikrarlı, menfaat gözetmeyen bir gözleyici” olarak tanımladıkları “ideal bir gözleyici ve seçici” olarak
Allah’ı kabul etmemektedirler? Neden onun bilgisine başvurmamaktadırlar? İlk varsayım, aksiyom
ya da kabullerini vahiyden almamaktadırlar?
Bu, bugünkü felsefi ve ilmi araştırmalarda benimsenen yolla alakalı bir problemdir. Bu konu
burada ele alınmayacaktır.
Filozoflar, ‘Her şeyi gören, bilen, tarafsız, istikrarlı, menfaat gözetmeyen bir gözleyici’ tanımlaması ile bizim inanç sistemimizde ki Allah’ı tanımlamış olmaktadırlar. Bu vasıflara sahip sadece
Allah vardır. Allah, kendisini Esmâü’l-Hüsnâ adı
verilen 99 sıfatı ile peygamberlere gönderdiği vahiy aracılığıyla, insanlara yol boyu tanıtmıştır.
Farklı Değer Sistemleri Arasında Uzlaşma Ya da Çatışma
Her değer sistemi, inananları açısından ideal,
mutlak doğru ve mutlak haktır. Bir değer sistemi
kendi içerisinde mantıksal bir bütünlüğe sahip olduğu için başka bir değer sisteminden ana değerleri (temel değerler) ile ilgili herhangi bir şey almaz. Alması demek, kendi mantıksal bütünlüğünü bozması veya inkâr etmesi demektir. Bu, kendine inananların kendisinden şüphelenmesine ve
onu terk etmesine sebebiyet verir. Onun için ana
değerler etrafında, değer sistemleri arasında uzlaşma olamaz. Uzlaşma demek, kendi değer sisteminden şüphelenmek ve ona karşı duyarsız, ilgisiz kalmak demek, onu terk etmek demektir. Bu
gerçeği, Kur’ân’ın değişik ayetlerinde görebilmekteyiz (25 Furkan 30).
Değerlere karşı ilgisizlik sorunu, değerler sistemi için en tehlikeli konudur. İlgisizlik bir şüphedir, değerlerin afyonudur. Değer sisteminin hayattan kopuşudur.
Kimlik
Değerler sistemi, kim olduğumuzu ve kimlerden olduğumuzu, nereden gelip, nereye gittiğimizi cevaplandırır. Bu, bireyin dünya görüşünü oluşturur. Soruların cevapları, tek bireyin malı
olmaktan çıkıp, bireylerin ortak doğruları olduğu zaman topluluk; bireylerin toplamı -yığın- olmaktan kurtulup toplum olmaya hak kazanır. Bireyler arasında ortak değerler arttıkça bütünleşme
sağlanır, kader birliği oluşur; hayat, ortak paydalar etrafında şekillenir ve yeni bir yaşam biçimi,
tarzı ortaya çıkar.
Gelenekler, görenekler, örfler, adetler, töreler,
yazılı olan ve olmayan hukuk, ekonomi, eğitim,
ahlak, özetle her şey, ana değerler sistemine göre
oluşur ve gelişir. Bütün bunlarla örtüşen bir kültür ve medeniyet meydana gelir.8
İnsanın bir değer sistemine ya da bir kültüre
tabi olması ile başlayan değişimi, kendisinin başkaları ile aynileşmesine ya da farklılaşmasına neden olur. Bu, insanın kendini yeniden tanımlaması ve konumlandırmasıdır. Bu aşamada “ben
ve öteki” meydana gelmektedir. “Ben, benim dışındakilerden farklıyım.” Bireyler arasındaki etkileşimin yönüne ve şiddetine bağlı olarak “ben ve
ötekiler” ya da “biz ve ötekiler” meydana gelir. Bu
şekildeki bir ayrışım ya da tasnif, kimlerle birlikte
ve kimlere karşı olduğumuzu refleksif bir şekilde
ortaya koymaktadır.
Arapların; “Kardeşime karşı ben, yeğenime karşı kardeşim ve ben, yabancıya
karşı yeğenimiz, kardeşim ve ben.” atasözleri, konunun güzel bir özetidir. Burada ben ve benim dışımda olan, öteki, vardır; o da kardeşimdir. Ancak
yeğenim işin içine girdiğinde kardeşimle aramdaki ortak payda, birinci dereceden kan bağı, beni
ve kardeşimi biz yapmakta; öteki ise ikimizin dışında ki yeğenim olmaktadır. Yabancı biri varsa
yabancıya karşı akrabalık, birinci ve ikinci dereceden kan bağı, beni, kardeşimi ve yeğenimi biz yaparken yabancıyı da öteki yapmaktadır. Akrabalık (kan bağı), ben, kardeşim ve yeğenim arasında ortak paydadır ve yabancıya karşı ilişkilerimizi belirlemektedir. Burada, akrabalık ortak paydalı bir tanımlama, konumlandırma ve tasnif yapılmaktadır.
Bu örnekten hareketle kimliğin elemanlarını
tespit etmek mümkündür. Bir kimlikte üç ana unsuru söz konusudur:
1- Taraflar: Ben/Biz, Öteki/Ötekiler
2- Ortak payda ya da ortak özellikler: Değer
Sistemi, tarih, coğrafya, kültür ve medeniyet, dil,
kan bağı, vatandaşlık bağı, özel sözleşme.
3- Taraflar arasındaki etkileşim: Dost, Müttefik, Düşman-Rakip
Belli özellikler, ortak payda olduğunda bunlar etrafında bireylerin bütünleşmesi, kaynaşması meydana gelmektedir. Olaylar karşısında, genel
olarak, benzer tutum ve tavır ortaya konabilmekte; kader birliği yapılabilmektedir.
Kimlik, konumlanma, aidiyetin ve tasnifin ortak paydalara göre yapılışıdır. Bir özdeşleşmedir.
Kazanılan ortak özelliklerin bütünleşmesi, güven
duygusunun oluşumudur. “Farklı” oluştur, “farklılık” şuurudur. Kendinden beklenen rollerin, istenerek yapılmasıdır. Değerlerin, kuralların ve onların yaptırım gücünün belirli ve sürekli oluşudur.
Değerlere, kurallara, daha genel ifade ile kültüre
kesin ve emin bir inançla bağlanıştır. Karşılıklı etkileşimin ortak bir senteze ulaşabilmesidir. Kutsalları, ortak bir zeminde saygın bir şekilde severek, isteyerek gönül huzuru içinde tutabilmedir.
Kimlikte, ferdi olandan toplumsal olana, kolektif
olana doğru bir açılma, aynılaşma, aidiyet olgusu vardır. Önemli olan bireyin/bireylerin kendisini/kendilerini nasıl algıladığı, değerlendirdiği, konumlandırdığı ve kimlerle özdeş kıldığıdır. Karşıdakine/karşıdakilere göre kendine nasıl bir konum biçtiğidir. Burada önemli olan, başkalarının
onu nasıl görüp konumlandırdığı değil; kendisinin, kendisini nasıl görüp konumlandırdığı, kim
ya da kimlerle kader birliği yaptığıdır. Dolayısıyla
kimlik rızaya dayalı bir birlikteliktir.
Kimlikte temel nokta, bireyin kendisini bir
topluluğa ait hissetmesidir. Başkalarının onu bir
konuma zorla yerleştirmesi değil; kendisinin,
kalbî bir tatmin ile kendisini nasıl gördüğüdür
esas olan. Buna kimliğin mutmainlik ilkesi diyebiliriz. Mutmain olma duygusu, aidiyeti kuvvetlendirirken, kişiye de yüksek bir enerji kazandırmaktadır.
Kimlik Krizi ve Hayat Tarzı Farklılığı
Kimlik, ortak paydalar etrafında rızaya dayanan bir birliktelik olduğuna göre ortak paydaların
zayıflaması-azalması, kimlikte ayrışmaya ve krize neden olacaktır. Fertlerin, ortak payda olan değerlere karşı şüphe duyması, kimlik için en ciddi tehlikedir. Çünkü kimlik, ortak değerlere rıza tabanlı bir bağlanış olduğu için fertlerin ortak değerlere mutmain olmuş olarak bağlanmaları önemlidir.
Değer sistemi, bir taraftan bizim kendi aramızda ki hukuku, iç hukuk, belirlerken; diğer taraftan,
bizimle ötekiler arasındaki hukuku da, dış hukuk,
belirler. Değer sisteminin değişmesi, hem iç hem
de dış hukukun değişmesine neden olacaktır. Bugün Türkiye’nin en ciddi sorunu, bu ülke insanlarının genelinin, kalbi mutmain olmuş bir şekilde
bir üst kimlikte uzlaşamamış olmasıdır.
Kimlikten şüphe, kimliğe rengini ve şeklini veren ortak payda ne ise onun sorgulanması ile başlar. Ortak paydaya duyulan güvensizlik, aidiyet ve
sadakat bağının zedelenmesine, tedbir alınmazsa
kopmasını sebebiyet verir. Bu da farklı hayat tarzlarını ortaya çıkarır.
Temel Değerler-Kutsallar-Birlikte Yaşayabilmek
Kimlik noktasında ayrışma, ayrışmanın derecesine bağlı olarak, farklı hayat tarzlarının ortaya
çıkmasına ve iç hukukta farklılaşmaya sebebiyet
verebilir. Farklı hayat tarzları, farklı değer sistemleri açısından 1- kabul edilebilir/makul/uzlaşılabilir, 2- kabul edilemez/makul değil/uzlaşılamaz şeklinde iki ana grupta sınıflandırılabilir. Bu noktada
farklı hayat tarzlarını benimsemiş olan farklı toplum kesimlerinin, birlikte nasıl yaşayacakları/yaşayabilecekleri, en ciddi mesele/sorun olarak ortaya çıkar. Ana mesele, farklı hayat tarzlarının, değer
sistemlerinin birincil/temel değerleri ile mi yoksa
ikincil/araç değerleri ile mi çatışıp çatışmadığıdır.
Toplum içerisinde görünür farklı söylem veya
farklı yaşam tarzlarının, temel değerlere iman etmiş insanları nasıl etkilemektedir sorusu, en hayati konudur. Bu noktada uzlaşma çok zordur.
Başkalarının kutsallarına saygı göstermek, birlikte
yaşayabilmenin temel şartı olarak karşımıza çıkmaktadır. Nitekim Allah, başkalarının kutsallarına hakaret edilmemesini, kötü söz söylenmemesini iman edenlere emretmektedir:
“Allah’tan başka yalvarıp-yakardıklarına (taptıklarına) sövmeyin; sonra onlar da haddi aşarak
bilmeksizin Allah’a söverler…” (6/En’âm 108).
Bu noktada bir tek istisna zulme uğramış olanlardır. Allah, zulme uğradıkları için insanların
kendilerini kontrol edemeyip iradelerinin zayıflamış olabileceklerinden dolayı, şuursuzca söylemiş
oldukları kötü sözlerin müsamaha ile karşılanması gerektiği noktasında uyarıda bulunmaktadır (4/
Nisa 148).
Farklı değer sistemlerinin öngördüğü farklı hayat tarzları, aynı coğrafyada yaşayan insanlar arasındaki ilişkileri, doğrudan ya da dolaylı bir
şekilde etkileyecektir. Bu yaşam tarzlarının farklı tezahür şekillerinde, kabul edilebilir, müsamaha gösterilebilir olanlarla olmayanlar arasındaki
sınır, birlikte yaşamda en ciddi sıkıntı olarak ortaya çıkmaktadır. Bu, o yaşam biçimine sebebiyet
veren değerin, ona inananlar açısından kıymetine,
ne anlam ve ne önem arz ettiğine bağlıdır.
Maksadımızı daha iyi anlatabilmek için meseleyi İslâmi açıdan ele aldığımızda; bu konu,
Hak-Batıl, Maruf-Münker, Helal-Haram, HaseneSeyyie, Tayyib-Habis, Tahir+Tezkiye-Rics, AdaletZulüm, Fahşâ ve Bağy kavramlarının tanımladığı
bir yapı, bir sistem veya bir uzay içerisinde ele alınıp değerlendirilmesi gerekmektedir.
Ancak böyle bir inceleme, bu yazının amacının dışındadır.
Kur’ân ve sünnete göre helal ile haramın, hakla batılın, marufla münkerin, hasene ile seyyienin,
tayyib ile habisin, tahir+tezkiye ile rıcs’in ve adalet
ile zulmün karıştırılması, yer değiştirmesi, meşru
kabul edilmemekte ve buna karşı çıkılmaktadır. Bu
kavramların kapsamına giren tüm yaşam biçimleri, meşru kabul edilmemektedir. Öyleyse, başta
Medine Vesikası olmak üzere Hz. Peygamber’den
günümüze gelinceye kadar, özellikle İslâm’ın yönetimde hâkim olduğu dönemlerde, farklı inanç
sistemine sahip olan insanlarla, toplumlarla nasıl
bir arada yaşanmıştır? 600 yıllık Osmanlı döneminde, bu kadar farklı din, dil, ırk, mezhep mensubu bir arada nasıl yaşayabilmiştir? Farklı din ve
mezheplerin bir arada, birbirleri ile çatışmadan
yaşayabilmesinin sırrı ne idi?
Bu sır, Bakara 256’da saklıdır ve o da, insanlara inançlarını değiştirme noktasında herhangi bir
baskının yapılamayacağı emridir:
“Dinde zorlama (ve baskı) yoktur. Gerçek şu
ki, doğruluk (rüşd) sapıklıktan apaçık ayrılmıştır. Artık kim tağutu tanımayıp Allah’a inanırsa, o,
sapasağlam bir kulpa yapışmıştır; bunun kopması
yoktur…” (2/Bakara 256).
Bu, tüm insanlara tebliğ yapılmayacağı anlamına gelmemektedir. Tebliğ yapılacak, fakat yapılan
tebliğe olumsuz cevap verilmesi, tebliğin muhtevasının kabul edilmemesi durumunda; muhataba, baskı ve şiddet uygulanmayacak anlamına gelmektedir:
“Eğer seni yalanlarlarsa, onlara de ki: « Benim
yaptıklarım benim, sizin de yaptıklarınız sizindir.
Siz benim yaptıklarımdan uzaksınız ve ben de sizin yaptıklarınızdan uzağım.»” (10/Yunus 41)
“De ki: «Ey kâfirler. «Ben sizin taptıklarınıza
tapmam.» «Benim taptığıma da siz tapacak değilsiniz.» «Ben de sizin taptıklarınıza tapacak değilim.» «Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz.»
«Sizin dininiz size, benim de dinim bana.» (109/
Kafirun 1-6).
İslâm açısından sorun, farklı bir akaide, inanç
sistemine sahip olmak değildir. Sorun, farklı akaid/inanç sisteminin günlük hayata yansımasında
(hayat tarzı), bir başka inanç sistemine zarar verip vermemesindedir. Bu da, Hak-Batıl, MarufMünker, Helal-Haram, Hasene-Seyyie, TayyibHabis, Tahir+Tezkiye-Rics, Adalet-Zulüm, Fahşâ
ve Bağy kapsamına giren ve Allah’ın kesin olarak
yasakladığı alanlarla ilgili bir durumdur. Bu noktada, karşı inanç sistemi ile ilgili hayat tarzına getirilen yasaklama; 1- insan fıtratını bozan, 2- insan genetiğini bozan, 3- insan neslinin devamını
tehlikeye atan, 4- hastalıklara sebebiyet veren,
5-toplumda fitne, fesad ve toplumsal kaosa neden
olan şeylerin açık, aleni bir şekilde icra edilmesi
ile ilgilidir. İslâm; canın, malın, dinin, neslin ve
aklın korunmasını esas almıştır. Bu beş esasa zarar
veren her şeyi, gayrı meşru ilan etmiştir.
Bu açıdan bakıldığında İslâm, zinayı, eşcinselliği (livata), haksız yere bir canı öldürmeyi, başkasının hakkını gasp etmeyi, içkiyi, kumarı, uyuşturucuyu, mahremiyetlere riayet etmemeyi, adaletsizliği, ölçü ve tartıda hile yapmayı, meşru görüp
bir hayat tarzı olarak benimsenmesine müsamaha
göstermemiştir:
“İman edenler içinde, çirkince-utanmazlıkların
yaygınlaşmasından hoşlananlara, dünyada da ahirette de acıklı bir azap vardır.” (24/Nur 19)
Bununla beraber toplumun ifsat edilme durumu göz önüne alınarak, bu tür davranışlara karşı ortaya konan tavır/tepki, gizli olarak icra edilip
edilmemesine bağlı olarak değişmektedir. Kur’ân,
insanların gizli yönlerinin araştırılmasını yasaklamıştır (49/Hucurat 12).
Gizlice günah işleyenlerin de, bu yaptıklarını
örtmeleri istenmiştir.
Hz. Peygamber’in yanına
gelip zina itirafında bulunan bir adama, dört kez
duymazlıktan gelip hiçbir cezai müeyyide tatbik
etmemesi, konumuz açısından ilginç bir uygulamadır9
:
“Maiz-i Eslemi, Peygamberimiz’e gelerek bir
kadınla zina yaptığını söyledi. Peygamberimiz,
onun bu itirafını işitmezden gelince, adam sözünü dört defa tekrarladı. Her tekrarlayışta Pevgamber (s.) yüzünü öbür tarafa çevirerek onu işitmezden geliyordu. Nihayet Maiz’in kendi itirafına dayanarak, onu recmettirdi.”
Bu tür bir tavrın sebebini, hikmetini, Hz. Peygamberin farklı hadislerinde görebiliyoruz(5):
8072- Allah Resûlü (s.a.v.): “Eğer insanların
ayıp ve kusurlarını araştırırsan, onların (ahlak ve
karakterlerini) bozar ya da bozacak gibi olursun.”
332. [1:336, Hadîs No: 581] “Resûlüllah (s.):
Günah gizli kaldıkça sadece sahibine zarar verir.
Ortaya çıktığında düzeltilmezse topluma zarar verir”.
Bu tür suçların gizli kalmasının istenmesinin
sebebi, açığa çıktığında meşruiyet kazanma tehlikesinin var olabilmesidir. Suçu işleyen şahsın ar
damarının çatlayarak daha da ifrata varabilecek işler yapabilme ihtimalidir. Bugün Türkiye medyasının büyük bir kısmı, dizi ve programlarda gayrı meşrulukları teşhir ederek meşrulaştırmakta ve
suç işlemektedir.
RTÜK, bu noktada görevini ihmal
etmekte, son derece duyarsız/lakayt davranmaktadır.
Sahabe döneminde bu tür vakalara karşı gösterilen teşhir etme ve cezalandırma isteklerine, Hz.
Peygamber’in sünnetine vakıf olanlar, mani olmaya çalışmıştır. Aşağıda, böyle bir uygulamaya yer
verilmiştir10:
“8077- Ukbe b. Amir’in kâtibi Duhayn: “Komşularımız vardı. Şarap içiyorlardı, onlara şarap içmemelerini söyledim, Fakat vazgeçmediler. Sonra Ukbe’ye dedim ki: ‘Komşularımız şarap içiyorlar, onları menettim ama dinlemediler, içmeye devam ediyorlar. Zabıtayı çağıracağım.’ (Ukbe) dedi ki: ‘Onları
bırak!’ Sonra ona tekrar döndüm. Aynısını söyledim. Cevaben dedi ki: ‘Onları bırak!
Peygamber (s.a.v.)’in şöyle buyurduğunu duydum’”:
“8073- Allah Resûlü (s.a.v.):
“Kim bir ayıp ve kusur görüp de gizlerse, sanki (Cahiliye devrinde) diri diri toprağa gömülmekte olan bir kızı
hayata kavuşturmuş gibi sevap kazanır.”
Burada dikkat çeken
önemli noktalardan biri, cezalandırmanın bireyler tarafından değil; resmi görevliler
tarafından yapılabileceği olgusudur.
Bireysel cezalandırma, yumuşak güç olan Ahlakın kınama gücünü kullanma ile yapılmaktadır,
yapılmalıdır, yapılabilir.
Konumuz bağlamında Hz. Ömer dönemi ile ilgili anlatılan birçok olay vardır. Bizzat Hz. Ömer’in
başına gelmiş olaylardan biri tanesi, konunun anlaşılması açısından çok dikkat çekicidir, ilginçtir
ve ders alınması gerekir11:
“Hz. Ömer bir gece Medine’de dolaşıyordu, Birdenbire evlerden birinde bir adamın şarkı söylediğini duydu. Hemen duvara tırmanarak:
- Ey Allah’ın düşmanı, yaptığın isyanı Allah’ın
örteceğini mi zannettin?» diye bağırdı. Adam:
“- Ey mü’minlerln emiri, dur acele etme. Eğer
ben Allah Teâla’ya bir bakımdan asi oldumsa sen
üç bakımdan asi oldun. Allah Teâla, “ayıp araştırmayın” dediği halde (49/Hucurat 12) sen ayıp
araştırdın, “evlere kapılardan girin” (2/Bakara
189) dediği halde sen duvara tırmandın, “başkalarının evine izinsiz girmeyin ve evde bulunanlara selam verin” (24/Nur 27) buyurduğu halde, sen
izinsiz evime girdin ve üstelik selam da vermedin.”
diye karşılık verdi.
Hz. Ömer: “Eğer ben seni affedersem sen de
beni affeder misin”, dedi. Adam: Evet” deyince, Hz.
Ömer: “ Affettim” diyerek evden çıkıp gitti.”
Hz. Ömer, bir başka olayda karşılaştığı durumu göz
önüne alarak insanların gizli yönlerin araştırılmamasının sebebini şöyle izah etmektedir: “…Ömer! Rabbin affetmezse mahvolursun.
Bu adam yaptığını ev halkından gizliyordu. Şimdi ise nasıl olsa, Ömer gördü diyerek
açıktan içmeye devam eder.”12
Türkiye’nin Ana Sorunu
Yukarıdaki örneklerin,
Müslümanlarla ilgili olduğunu göz önüne aldığımızda,
İslâm dışı inanç sistemlerine mensup insanların, kendi
hukuk sistemleri içerisinde
kalarak ve fakat kendi kapalı mekânlarında, kendi hayat
tarzlarını yaşayabilirler, sonucuna varılabilir (6-Medine
Sözleşmesi/Vesikası/Anayasası). Ancak bunu, bir
başka inanç sistemine zarar verecek tarzda, açık,
aleni bir şekilde yapma, yapabilme hakları yoktur.
Osmanlı da, İslâm kültür ve medeniyet değerlerinden Batı kültür ve medeniyeti değerlerine geçiş II. Mahmut ile başlamıştır. Cumhuriyet
döneminde, Lozan’da yapılan anlaşmalar kapsamında, bu değişim Devlet eliyle, İnönü’nün tabiri ile, “Kanunen ve Cebren” gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Devletin felsefi alt yapısı, Batı kültür ve
medeniyet değerlerine göre “halka rağmen halk
için”(!) yapılandırılırken; halkın inanç sistemine, İslâm kültür ve medeniyet değerlerine savaş açılmıştır. Bu savaş süresince, millet bir tarafta, devlette bir tarafta konumlanmıştır. Onuncu yıl marşında ifade edildiği gibi, “On yılda on beş milyon
genç yarattık her yaştan”, Batı kültür ve medeniyet değerlerini(seküler değerler) ve onun hayat
tarzını(seküler hayat tarzı) benimsemiş bir insan
unsuru ortaya çıkarılmış ve millet zihnen ve fiilen bölünmüştür.
Bu süreçte, Batı kültür ve medeniyet değerleri, İslâm kültür ve medeniyet değerlerini tamamen
tasfiye edememiş; İslâm kültür ve medeniyet değerleri de, Batı kültür ve medeniyet değerlerinin
topluma sirayet etmesine mani olamamıştır. Değer sistemlerinin karışımı sonucu, melez değerler
sistemi meydana gelmiştir. Bu da, ne zaman, ne
yapacağı belli olmayan (sosyal şizofren) bir insan
unsurunun ortaya çıkmasına sebebiyet vermiştir
(2 Bakara 137).
Değer sistemi ve hayat tarzı konusunda bu
denli farklılaşmanın sebebi budur. Türkiye’deki
müslümanların, Türkiye’nin sisteminin, sistem
felsefesinin İslâmî olmadığını göz önüne alarak yorum yapmaları, değerlendirme yapmaları ve sorgulamaları gerekmektedir. Her yılbaşı gecesi, başta Diyanet olmak üzere hassasiyet sahibi
müslümanların yılbaşı ile ilgili açıklamaları, tebliğ kapsamında yapılmıştır.
Bu yıl da benzeri yapılmış olup Reina saldırısı ile hiçbir ilişkisi yoktur.
Şer ittifakı (ABD-İngiltere-İsrail/Siyonizm) yılbaşı ile ilgili her yıl tebliğ kampanyasının yapıldığını bildiği için Reina saldırısını buna denk getirip, yaşam tarzı üzerinden laik-anti laik sosyolojik fay hattını enerji ile yüklemeye çalışmıştır. Terör örgütü olarak DAEŞ isminin kullanılmasının
sebebi budur.
Cumhuriyet’in başlangıcından son beş yıla kadar, kimlerin inanç değerlerine ve hayat tarzına
saldırıldığı, alaya alındığı herkes tarafından bilinmektedir. Devlet eliyle yapılmış zulümden, ikna
odalarındaki, kültür sanatta ortaya konan eserlerdeki, medyadaki ve sokaktaki zulme kadar yaşananlar hafızalarda tazeliğini korumaktadır. Ancak
Ömer Muhtar’ın deyişi ile “Bunları yapanlar, bizim öğretmenlerimiz olmadığı” için müminler, geçmişle bir hesaplaşma içinde değiller, olmadılar ve
de olmayacaklardır.
Yukarıdaki şartlar geçerli olmak kaydıyla hiç
kimseye inançlarından ve hayat tarzı modelinden
dolayı ne baskı yapılmasını ne de baskı yapılmasına müsaade edilmesini iman edenler savunmaz.
Baskı varsa, böyle bir uygulamaya karşı çıkar ve
de müsaade etmez.
Ancak, Allah ve Resûlü’nün bize yüklediği tebliğ görevine devam edecek; ateşe yolculuk yapanların kurtulması için de, elimizden gelen tüm gayreti göstereceğiz:
“Şu halde, sen bundan dolayı davet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru bir istikamet tuttur. Onların heva (istek ve tutku) larına uyma. Ve de ki:
«Allah’ın indirdiği her kitaba inandım. Aranızda adalet yapmakla emrolundum. Allah, bizim de
Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim amellerimiz bizim, sizin amelleriniz sizindir. Bizimle sizin aranızda (karşılıklı delillere dayalı = hüccet)
bir tartışma konusu yoktur. Allah, bizi bir arada
birleştirip-toplayacak ve dönüş de O’nadır.»” (42/
Şura 15)