27 Ocak 2017 Cuma

Türkiye’deki Fitnenin Perde Arkası - 6: TÜRKİYE’NİN BAĞIMSIZ DIŞ POLİTİKA, KALKINMA VE EKONOMİK POLİTİKA İZLEMESİ AÇISINDAN 12 EYLÜL DARBESİ

 (Milli Gazete)

Giriş

Geçen yazıda, 27 Mayıs Darbesi ve 12 Mart Muhtırasını, Türkiye’nin Şer İttifakından (ABD-İngiltere-İsrail/Siyonizm) bağımsız ekonomi ve sanayileşme politikaları izlemesi açısından ele alıp incelemiştik. 

Burada, 12 Eylül darbesini, Türkiye’nin bağımsız dış politika, bağımsız ekonomi, sanayileşme ve kalkınma politikaları açısından ele alıp inceleyeceğiz.

Yunanistan’ın NATO’ya Dönmesi

1974 yılında Yunanistan, kendi, isteği ile NATO’dan ayrılmıştır. Bu durum, NATO ve ABD açısından, eksenler arası mücadelede, SSCB’ne karşı bir mevzi kaybetmek demekti. Bu nedenle, Yunanistan’ın NATO’ya dönmesi, tekrar eski konumuna gelmesi, başta ABD olmak üzere, Batılı ülkelerin ciddi bir hedefi olmuştur. Ancak Yunanistan’ın NATO’dan ayrılması, Türkiye için bir avantaj olmuş; Kıbrıs ve Ege sorunlarında Türkiye’nin elini güçlendirmiştir. ABD ve NATO yöneticileri, Yunanistan’ı NATO’ya tekrar dönmeye razı ettikleri bir dönemde; Türkiye’yi yöneten siyasi iktidarlar, Yunanistan’la aramızdaki Kıbrıs ve Ege sorunlarını çözmeden, Yunanistan’ın NATO’ya elini kolunu sallayarak tekrar girmesine karşı çıkmışlar, müsaade etmemişlerdir.

O dönemde Türkiye koalisyonlarla yönetilmekteydi. Koalisyon dönemlerinde gerek Ecevit ve gerekse Demirel, sorunlar çözülmeden Yunanistan’ın NATO’ya dönmesine müsaade etmemişlerdir. Her iki lider de, bu nokta’da NATO ve ABD’nin yoğun baskısına tâbi tutulmuşlar ve fakat direnmişlerdir. Ecevit, 12 Eylül Askeri darbesinin Yunanistan’ın NATO’ya dönmesi ile alâkası olduğu inancındadır: 

“12 Mart müdahalesinin ardında sivil siyasal güçlerin haşhaş ekimi yasağına karşı direnmelerinin önemli bir rolü olduğuna inanıyorum. 

12 Eylül askeri müdahalesi de Amerika tarafından teşvik edilmiş olduğu duygusunu da, izlenimini de kuvvetlendiriyor. …

Ve 12 Eylül askeri müdahalesinin hemen ardından, Türkiye’nin koşulsuz olarak Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına dönmesine izin vermesi çok ilginçtir. …

12 Eylülden kısa bir süre sonra bildiğiniz gibi bizzat Devlet Başkanı Sayın Evren’in attığı bir adımla Yunanistan’ın şartsız olarak dönüşüne izin verilmiştir.” (1)

Demirel ise, aramızda var olan Kıbrıs ve Ege sorunları çözülmeden Yunanistan’ın, NATO’ya dönmesine şiddetle karşı çıktığını ifade etmekte ve 12 Eylül darbesinde bu olgunun çok etkin olduğuna inanmaktadır:

“Biz 79’un Kasımında hükümeti yeniden kurduk. Kasımın sonu ya da Aralık ayıydı, General Rogers bana geldi dedi ki:  

Benim kendisine dediğim şuydu:  

Sonra döndüm adama dedim ki:  

Ben onların getirdikleri teklifi kabul etmedim. 

Daha sonra 80’in içerisinde onların getirdikleri teklifi benim önüme birkaç defa bu Haydar Saltık Paşa falan da getirdi. Rogers Planı diye. Ben kabul etmedim. 

Sonra 12 Eylül geldi. 12 Eylül’den kısa bir süre sonra benim önüme getirdikleri o Rogers Planı kabul edilmiştir. Evet, hemen ardından! … 

Birleşik Amerika’nın çok ısrarla isteyip de bizim yapmadığımız afyon yasağı, 12 Mart’ın arkasından gelmiştir. 12 Eylül’ün hemen arkasından da Rogers Planı kabul edilmiştir.” (1)

Demirel’in ifadelerinde geçen ve Rogers Planı adı altında Yunanistan’ın NATO’ya dönüşünü sağlamak için uğraşan Haydar Saltık için 12 Eylül tarihli New York Times gazetesinde kullanılan ifadeler, 12 Darbesinin arkasında NATO’nun olduğunun bir göstergesi olarak değerlendirilebilir:

“Türkiye’de ordu yönetime el koydu. Yapılan açıklamada bir Milli Güvenlik Konseyi kurulduğu, genel sekreterliğine Org. Haydar Saltık’ın getirildiği bildirildi.

General saltık, Türkiye’nin NATO ile askeri ilişkilerini yürüten generaldi. Saltık’ın bu göreve getirilmesi yeni askeri yönetimin önceliklerinin NATO ve ABD ile ilişkiler olacağını gösteriyor.

Pentagon, Türkiye’ye yeterli yardım yapıldığı takdirde, Ankara’nın yeni liderlerinin Ege’deki komuta sorumluluk sahası sorununu unutup… Yunanistan’la ciddi müzakereye oturacağını belirtiyorlar.” (2)

Gerek Ecevit ve gerekse Demirel’in Yunanistan’ın NATO’ya dönmesine karşı çıkması sonucu, ABD, daha düşündürücü ve daha tehlikeli bir yöntem benimsemiştir. TC Hükümetlerini devre dışı bırakarak NATO aracılığıyla Türk ve Yunan genelkurmay başkanlıkları arasında doğrudan ilişki kurdurarak sorunun çözümlenmesi için çalışmalar yürütmüştür:

“Büyük bir gizlilik içinde ve ABD’nin çabaları sonucu, NATO Avrupa Kuvvetleri Komutanı General Rogers ile Türk ve Yunan Genelkurmay Başkanlıkları arasında sürdürülen pazarlıklar hakkında, Türk Dışişleri Bakanlığı tamamen devre dışı bırakıldığı gibi, NATO’daki askeri delegasyonlara dahi ayrıntılı bilgi verilmemektedir.” (3)

Genelkurmaylar düzeyinde yapılan görüşmelerin sonucunda, Yunanistan’ın NATO’ya dönmesi, şartsız kabul edilecek; Kıbrıs ve Ege sorunları, daha sonra taraflar arasında müzakere edilecektir.Yapılan bu gizli, sözlü anlaşma, 12 Eylül askeri darbesinden sonra fiilen yürürlüğe sokulmuştur. Kenan Evren’in anılarında bu gerçeği rahatlıkla görebilmekteyiz:

“21 Haziran Pazartesi], [1982]- … Bugün kendisine [NATO Avrupa Müttefik Kuvvetleri Başkomutanı General Rogers’a] Ege konusunda Yunanistan’ın takındığı tavırdan duyduğumuz sıkıntıyı ve Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına dönüşü için yapılmış anlaşmaya uymadığı ve dolayısıyla Ege’deki komuta kontrol konusunun halledilemediğinden dolayı hissettiğimiz üzüntüyü dile getirdikten sonra: Ben size söylememiş miydim, deyince, dedi”. 

“NOT: Rogers bu konunun üzerinde hakikaten ısrarla durdu. Çeşitli girişimleri oldu. Fakat onun talihsizliği, Papandreu gibi bir kişinin Yunanistan’da söz sahibi bulunmuş olmasıdır.” (4).

Ülkenin menfaatleri, 12 Eylül Cuntasının şahsi ihtirasları ve menfaatleri için satılmıştır. Türkiye’de kuvvet komutanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı yapmış insanların, devletlerarası ilişkileri, hukuka ve yazılı metinlere göre değil de; şahsî sözlere dayanarak hayata geçirmesi, Türkiye’nin en ciddi çıkmazlarından biri olup, üzerinde özel olarak düşünülmelidir. Türkiye ile arasındaki sorunların hiçbirini çözmeden, Yunanistan’ın, NATO’ya dönebilmesi, böyle vahim bir hatanın sonucudur. 

Evren’in hatıratında kullandığı ifadeler üzerine söylenebilecek olan, Türkiye’nin de en büyük talihsizliği, kifayetsiz muhterislerin Türkiye’de söz sahibi olabilmesi; şahsî iktidarları için ülke menfaatlerini hiçe saymış olmalarıdır. Verilen “asker sözleri” ile yetinenler, Türkiye’nin başına hep dert olmuşlar ve dert açmışlardır. Anadolu halkının “Söz uçar, yazı kalır’ özdeyişi, bir defa daha doğrulanmış; sözler uçmuş, Türkiye’nin menfaatleri heder edilmiştir. Ancak bu tür yöneticiler, ABD’nin gözünde “dünya lideri” olarak görüldüğü ifade edilerek kandırılır, aldatılır ve işler onlara yaptırıldıktan sonra da, tarihin çöplüğüne atılırlar. 

Tütün Tekeli’nin Kaldırılması

12 Eylül Darbesinin önemli sebeplerinden biri de, gittikçe bağımsızlaşan Türkiye ekonomisini, küresel sisteme entegre etmek için gerekli alt yapı çalışmalarının başlatabilmektir. İstihbaratçı Mahir Kaynak’a göre 12 Eylül’ün önemli nedenlerinden biri, “Türk ekonomisindeki bağımsızlığa gidiştir” (1). Nitekim 12 Eylül Darbesinden sonra Türkiye’deki yerli üretim tekeli kırılarak Uluslararası tekel ve kartellerin Türkiye ekonomisi üzerinde etkilerini artıracak alt yapı çalışmaları yapılmıştır. 

Yerli ve milli sermayesi zayıf olan bir ülkenin, çok uluslu şirketlerin ülke içinde üretim yapacak sanayi kurmasına değil; sadece pazarı olacak bir ithalata izin vermesi, bugüne kadar o ülkenin ekonomik olarak dışa bağımlı olmasını sağlamıştır, bundan sonra da sağlayacaktır.

Gerek liberal, özel sektörcü Demirel ve gerekse sosyal demokrat Ecevit, ABD ve çok uluslu sigara şirketlerinin baskılarına karşı yıllarca direnmişler ve yerli üretimi yok edecek yabancı sigara ithalatına izin vermemişlerdir. 

Demirel’e göre; “Türkiye’nin bir numaralı meselesi, ödünç para bulma mecburiyetinden kurtulma hadisesidir”. Bu nedenle, sigara ithalatının serbest bırakılması yanlış olmuştur: 

“Tütünden sağladığın 4 milyon dolarlık kaynağı kurutacaksın ve bunun yanında 5 milyon dolarlık sigara ithal edeceksin. Döviz geliri ve giderleri arasındaki denge böyle bozulur…” (1). 

Ecevit de Demirel gibi tütün tekelinin kaldırılmasına karşı çıkanlardandır: 

“Ne açıdan bakılırsa bakılsın döviz açısından, dışsatım açısından, istihdam açısından Türk tütününün yerini Virginia tütününün alması, Türkiye’de sigara alanında devlet tekelinin yerini yabancı tröstlerin alması son derece sakıncalıdır… ” (1) 

12 Eylül Ulusu hükümetinin Gümrük ve Tekel Bakanı emekli Korgeneral Recai Baturalp, Başbakan Ulusu’ya 27 Kasım 1981 günlü ve 5-2-7943 sayılı yazısında, “sigara darboğazının aşıldığını, 1977 yılından beri yurtdışında yaptırılan fason sigara imalatının son bulduğunu, iç tüketimin tamamen karşılanarak ilk defa bir miktar ihracatın gerçekleştirildiğini” bildirmiştir (1).

Bakan Baturalp, 10 Aralık 1981’de 6-1/7852 sayılı bir yazı daha yazarak, tütün tekelinin kaldırılması ile ilgili yasa tasarısının çıkmasına gerek olmadığını gerekçeleri ile açıklamıştır (1). 

Bakan Baturalp bu yazıyı yazdıktan 11 gün sonra, 21 Aralık 1981, bakanlıktan ayrılmak zorunda kalmıştır. Daha sonra da Gümrük ve Tekel Bakanlığı’nda ciddi bir eleman tasfiyesi yapılmıştır (1). Bu ABD ve uluslararası sigara tekellerinin baskısının bir sonucuydu. 

Uluslararası sermaye, silah satışından sonra en büyük parayı sigara üzerinden kazanmaktaydı. Tütün tekelinin kaldırılması ile Türkiye kaybetmiş, uluslararası sermaye kazanmıştır. Bunu da, memleketi kurtardıklarını iddia eden 12 Eylül cuntacıları yapmıştır.

12 Mart Muhtıra Hükümeti Başbakanı Nihat Erim, haşhaş ekimini yasakladığı gibi; 12 Eylül Bülent Ulusu darbe hükümeti de, tütün tekelini kaldırmak için gerekli alt yapıyı hazırlamıştır.

Sonuç: 12 Eylül Darbesi Olmasaydı Yunanistan NATO’ya Dönemezdi

Dönemin ABD Dış İşleri Bakanı General Haig, her istediklerini yapan Evren’i, dünya lideri ilan etmiştir:

“Arkadaşım General Evren’in bölge sorunlarına bir dünya lideri gözüyle baktığını bir kez daha müşahede etmekten mutlu oldum” (2).

Keza eski ABD başkanı Nixon, 1985 yılında, İstanbul’da bir grup gazeteciye; 

“Cumhurbaşkanı Evren’in sadece kendi ülkesinin çıkarlarını düşünmeyecek kadar, kıymetli bir devlet adamı” olduğunu söylemiş olmasının sebebi aynıdır (2).

Demirel ve Ecevit’ten istediklerinin alamadıkları için onları, “keseri hep kendilerine dönük vuran, aşırı milliyetçi politikacılar” (2) olarak nitelendirirlerken; her istediklerini aldıkları Kenan Evren’i de bir dünya lideri olarak görmeleri, 12 Eylül darbesinin karanlık yüzünü aydınlatan bir olgu olarak değerlendirilmelidir. 12 Eylül darbesi ile ABD ilişkisini en acık şekilde ortaya koyan dönemin ABD başkanı Carter’dir:

“Asıl zorlandığım konu, Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına entegrasyonu sağlamak olmuştu. Gerçi bu sorun sonraları, daha kolay çözüldü. Biraz General Rogers sayesinde. Sayın Evren ile çok yakın dosttu. Sayın Evren’in, çok takdir ettiğim bu güçlü liderin iyi niyetli yaklaşımı olmasaydı, bu sorun çözülemezdi. 

Yıllarca uğraşıp, vaatler yapıp, telkinlerde bulunup başaramamıştık, ama dostlukla oldu. 1980 Harekâtı olmasaydı bu mümkün olamazdı.” (5). 

Allah, basiret ve ferasetimizi artırsın; sis perdesinin arkasını görmeyi nasip etsin.

Kaynaklar

1- Yetkin, Ç., Türkiye’de Askeri Darbeler ve Amerika, Kilit Yayınları, Ankara, 2011, S: 198-208. “

2- Güldemir, U., Çevik kuvvetin Gölgesinde Türkiye(1980-1984), Tekin Yayınevi, İstanbul, 1986. S: 131, 153, 31. 

3- Bırand, M., A., “Yunanistan, NATO’nun Askeri Kanadına Dönüyor”, Milliyet, 23 Ağustos 1980; aktaran Çetin Yetkin, age s: 199. 

4- Evren K., Kenan Evren’in Anıları; III, Milliyet yayınları, İstanbul, 1991, S: 191

5- Cemal, H., Tank Sesiyle Uyanmak-12 Eylül Günlüğü; 5. Basım, Bilgi yayınları, Ankara, 1986, S: 105)

20 Ocak 2017 Cuma

Türkiye’deki fitnenin perde arkası - 5: Türkiye’nin bağımsız kalkınma ve ekonomi politika izlemesi açısından 27 Mayıs Darbesi ve 12 Mart Muhtırası

 (Milli Gazete)

Geçen yazıda, 27 Mayıs Darbesi ve 12 Mart Muhtırasını, Türkiye’nin, Şer İttifakından (ABD-İngiltere-İsrail/Siyonizm) bağımsız bir dış politika izlemesi ve komşuları ile iyi ilişkiler geliştirmesi açısından ele alıp incelemiştik. 

Burada, 27 Mayıs Darbesi ve 12 Mart Muhtırasını, Türkiye’nin Şer ittifakından bağımsız ekonomi ve sanayileşme politikaları izlemesi açısından ele alıp inceleyeceğiz.

DP’nin Kalkınma, Sanayileşme, Bağımsız Ekonomi Politikası ve 27 Mayıs Darbesi

Cumhurbaşkanı İsmet İnönü 1949 yılında, Uluslararası İmar Ve Kalkınma Bankası’ndan (Dünya Bankası),Türkiye’nin kalkınma modeli için bir rapor istemiştir. Rapor, Amerikalı James ‘M. Barker başkanlığındaki Amerikalı uzmanlar kurulunca hazırlanmış ve tarihe Barker Raporu olarak geçmiştir. CHP, 1950 seçimlerini kaybettiği için, hazırlanmış olan Rapor, DP iktidarına verilmiştir (1). Barker raporu, “Türkiye’nin Ekonomisi-Bir Kalkınma Programı İçin Analiz ve Öneriler”i ihtiva etmektedir. 

Rapor’da Türkiye’nin kalkınması için öngörülen yol haritası, aşağıdaki gibi özetlenebilir(1):

1- Öncelik, tarıma verilmelidir. 

2- Sanayi olarak soba, basit pompa, pulluk, çekiç ve testere gibi şeylerin üretilmesi, tuğlacılık, camcılık, dericilik, mobilyacılık, basit aşı ve serum yapımcılığı, sabunculuk, çanak çömlekçilik ile uğraşılması. 

3- Ağır makine ve metal işleme sanayi, ağır kimya sanayi, selüloz ve kâğıt sanayiine yatırım yapılmaması.

4- Sınırlı olarak tekstile yer verilmesi, aşırıya gidilmemesi.

5- Yukarıdaki sanayi yatırım alanları dışında kalan; fakat o güne kadar gerçekleştirilmiş bulunan devlet yatırımlarının tasfiye edilmesi.

6- Karayolları yapımı devam etmeli; fakat demiryolları siyasetinden vazgeçilmelidir, 

7- Başlanmış olan Sarıyar Barajı bitirilebilir. Ancak daha büyük projelere girilmemelidir.

8- Hükümet, devletin sanayi, madencilik ve ticarete doğrudan katılma kapsamını çok daha açık bir biçimde tanımlamalı ve daraltmalıdır.

9- İktisadi devlet kuruluşları satılarak elden çıkarılmalıdır. Devletin iktisadi hayata müdahalesi sınırlandırılmalıdır. 

10- Hükümet, iktisadi devlet kuruluşlarının yararlandığı ayrıcalıkları kaldırmalıdır,

11- Yabancı sermayenin önündeki engeller kaldırılmalı ve koşullar yabancılar için çekici duruma getirilmelidir.

Barker Raporundan önce Türkiye için hazırlanmış olan Thornburg Raporunda da; “Bir kısım saban, taşıma arabaları, el aletleri gibi basit mallar Türkiye’de imal edilebilir.” ifadesinin yer alması (2), ABD’nin Türkiye’ye biçtiği rolün, ABD için bir hammadde kaynağı olması olarak değerlendirilebilir. 

DP Milletvekillerinden ve Yassıada sanıklarından gazeteci Mithat Perin’e göre ABD ve Avrupa, Türkiye’nin sanayileşmesini, kalkınmasını ve ağır sanayiye girilmesini, demir-çelik fabrikası ve rafineri gibi tesislerin kurulmasını istemiyordu. Türkiye’yi bir tarım ülkesi, tahıl, hububat, meyve, sebze ambarı olarak görüyorlardı, görmek istiyorlardı (1). 

İngiltere’nin Ankara Büyükelçiliği’nin İngiltere’ye verdiği gizli raporlarda, ABD’nin, Menderes ve Zorlu’nun tutumlarından hoşnut olmadığı, onlardan “yatırımları ve sanayileşmeyi durdurmalarını” istediği belirtilmektedir (1). İngiliz Büyükelçisi James Bowker’in, 8 Haziran 1955 günlü raporunda ise, ABD’nin, Menderes’ten Zorlu’yu görevden almasını istediği ifade edilmektedir (1):

“Zorlu’nun görevden alınıp, daha az fikri sabitleri olan ve Amerikalılar ile anlaşabilecek birinin ekonomik işlerin başına, getirilmesi herkes için iyi olacak.”

DP iktidarı döneminde Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreteri olan Melih Esenbel’e göre de, ABD, Türkiye’nin kalkınmasına ve sanayileşmesine karşı olup, kalkınma hızının düşürülmesini istemekteydi (1):

“Amerika, Menderes’e ve Zorlu’ya baskı yapıyordu. Amerika, Menderes’ten devalüasyon yapmasını, ithalatı kısıtlamasını, kalkınma hızını düşürmesini istiyordu. O zaman kalkınma hızı yüzde 8-9 dolayına çıkmıştı ve bizden 4’e düşürmemizi istiyorlardı. Menderes ise başlattığı yatırımları tamamlayabilmek için sonuna kadar direndi... 

Dayton (Amerikan Yardım Heyeti Başkanı Leon Dayton), yardımı çok dar seviyede tutmak istiyordu. Hatta o kadar ki, inşa etmek istediğimiz yeni barajlara bile karşı çıkıyordu…”

Menderes, Türkiye’nin Batının bir tarım ve hammadde ülkesi olarak kalmasını istememekteydi. Sanayileşmeye çok yönlü bakmakta, fabrikalaşmanın Anadolu insanının hayat seviyesini yükselteceğine inanmaktaydı (3):

“Menderes: “Bu yabancı, Türkiye’de bir fabrikanın fonksiyonu nedir bilmez. Biz fabrikadan, üretim yanında başka fonksiyonlar da bekleriz. Türkiye’de bir yere fabrikanın kurulması demek, oraya, okul, revir, doktor gitmesi demektir. 

Fötr şapkalı adam gitmesi, istihdam yaratılması ve tarımın gelişmesi demektir. 

Bunları o adam bilmez ki… Ona akıl hocalığı yapan benim adamım da bilmez. 

Benim için mesele, şekerin sadece kilo başına maliyeti değildir. Ben fabrikaları kurarken onun bu yan fonksiyonlarını da göz önünde tutmak mecburiyetindeyim.

Gereğinden çok fazla fabrika yaptığımız söyleniyor. Yani fabrika yapmayıp da hep pamuk ihracatçısı mı kalalım. Ne için pamuğumu işleyip satmayayım? 

İhracat niye yapamayalım? Farz edin ki, ihraç edemedik. O zaman bez yapar satarım. O da olmadı iplik yapar satarım. Hammadde satıcısı olmamdan daha iyi değil mi?…”

ABD ve Batıya rağmen hem dış politika, hem de kalkınma hızı ve sanayileşme açısından kısmen bağımsız politikalar izleyen Menderes Hükümeti, ABD işbirlikçisi bir cunta tarafından 27 Mayıs Darbesi ile düşürülmüş ve sonuçları önceden bilinen Yassıada duruşmaları sonucunda, ABD’ye direnen üç kişi idam edilmiştir.

Adalet Partisi’nin (AP) Kalkınma, Sanayileşme, Bağımsız Ekonomi Politikası ve 12 Mart Muhtırası

Demirel de, Menderes gibi Türkiye’nin kalkınmasını, sanayileşmesini isteyip ABD’den kısmen bağımsız politika izlemeye başladığında, çok güçlü bir reaksiyonla karşılaşmıştır. Demirel’in açıklamalarında bu olguyu çok rahatlıkla görebiliriz (4):

“Demirel: “Bizim 1967’de bazı projelerimiz vardı. Maden kaynaklarımızı kullanmakta çok sıkıntı içindeydik. Biz cevher ihraç eder, metal ithal ederdik. 

Mesela 5 ton cevher veririz, karşılığında 1 ton metal alırız. Soyulmadır bu. Bu cevheri işleyen fabrikalar kurmak düşüncesindeydim, zaten devletin de bir planı vardı, o plana da bunu koymuştuk. 

Bir demir-çelik fabrikası daha yapalım, bir alüminyum, çinko, kurşun ferro-krom, boraks. Cıva, krom-manyezit, volfram fabrikası yapalım istiyorduk… Rafineri kapasitelerini arttıralım, yeni rafineri yapalım dedik.

…Bunları batılılara söyledik. Bunları finanse eder misiniz dedik. Etmeyiz dediler.

Sovyetlere sorduk, siz bunları finanse eder misiniz? Ederiz dediler. Sovyetler ile müzakere ettik, bunların inşasına geçtik.

Bundan da rahatsız oldular. Batı rahatsız oldu bundan. 

“…Batı, Türkiye’nin sanayileşmesini istememiştir. …Bize tavsiye edilen tarımdır ve hafif endüstridir ve ağır sanayi ve sanayileşmenin diğer kollarını pek hoş karşılamamışlardır. 

Barker raporundaki bakış da odur, bundan sonra tavsiyeler de hep tarım ve hafif sanayi istikametinde olmuştur. 

Ama Türkiye, 50’li, 60’lı ve 70’li yıllarda bunu dinlemedi, sanayileşmeyi geniş çapta yaptı…”

Demirel döneminde Türkiye’nin kalkınma projelerini, Batı finanse etmemiş; fakat SSCB, farklı gerekçelerle de olsa finanse etmiştir. 25 Mart 1967’te, TC ile SSCB arasında, Türkiye’de kurulacak yedi sanayi birimi için teknik ve parasal yardım antlaşması imzalanmıştır. Bu antlaşmanın uzantısında Arpaçay Barajı protokolü yürürlüğe sokulmuş, İskenderun Demir-Çelik Sanayii, Aliağa Petrol Rafinerisi ve Seydişehir Alüminyum İşletmeleri kurulmuştur (4).

Demirel’in, ABD ile arasında en önemli meselelerinden biri de, ABD’nin Türkiye’deki haşhaş ekiminin yasaklanmasını istemesidir. Demirel iktidarının, ABD’nin bu isteğini reddetmiş olması, 12 Mart Muhtırasının verilmesinde çok önemli bir etkendir. ABD, Ecevit’i haşhaş ekimini yasaklayan bir kanunun Meclis’ten geçmesi için ikna etmeye çalışılırken; Demirel’e de, haşhaş ekimini yasaklayacak bir kanunun çıkarılması için baskı uygulamaktaydı (5): 

Demirel: “1969’da Nixon Cumhurbaşkanıydı. Bana bir temsilcisini gönderdi, buradaki sefirini de birkaç kere gönderdi. Temsilcisiyle, şurada benim bir çalışma odam vardır, orada konuştuk. Dedi ki, uyuşturucu madde kullanımından gençliğimiz fevkalade sıkıntı çekiyor, bunun hammaddesi olan baz morfinin Türkiye’den geldiği kanaatindeyiz; binaenaleyh haşhaşın Türkiye’de ekiminin yasaklanmasını istiyoruz.

Benim o zata söylediğim şudur: Bakın, Türkiye’nin çıkardığı 120 ton afyonun hepsi Birleşik Amerika’ya gitse bile bu bir haftalık ihtiyacıdır Birleşik Amerika’nın. 

Afyonun memleketi Türkiye değildir; afyonun memleketi altın üçgen memleketleridir, Uzakdoğu ve Hindistan’dır. Hindistan 1000 tondan fazla çıkarıyordu o gün için. 

Ama biz sizin gençlerinizi zehirliyoruz gibi bir töhmetin altında kalmayız, her türlü muameleyi sıkılaştırırız gümrük muameleleri dâhil, hudutlar dâhil. Ekimi de daraltırız. Yalnız ekimini yasaklayamayız. 

Türkiye’de ismini afyondan alan bir il var. Esasen yasaklamayı biz yapsak bile sürdürmek mümkün değildir. Çok büyük infial doğar, böyle bir şeyi yapamayız. 

Buna da bir müddet alınganlık gösterdiler. 

Bu, 12 Mart Muhtırası öncesindeydi. 12 Mart Muhtırası neticesinde ben hükümeti bıraktım. Merhum Nihat Erim Bey işte o günkü partiler üstü hükümetin başına getirildi. Biz hükümeti bıraktıktan kısa bir süre sonra da afyon yasağı gelmiştir.” 

Ecevit’e göre ABD, Türkiye’de haşhaş ekiminin yasaklanmasını isterken, bir taraftan Hindistan’a haşhaş üretiminin artırılması için baskı yapıyor; diğer taraftan kendi ülkesinde haşhaş üretimini yeniden başlatıyordu. Ayrıca, Laos, Kamboçya, Vietnam’da Amerikan yanlısı gerillalara maddi imkânlar sağlayabilmek için CIA, bunların haşhaş üretimi yapmalarını destekliyor ve bunların ürünlerinin Amerikan piyasasına sürülmesi için de destekçi oluyordu (5). Yanı ABD’nin asıl niyeti, ABD gençliğinin korunması değil; muhtemelen, bölge ekonomisinin zarar görmesi ve de siyasi iktidarın belli bir halk desteğini kaybetmesi, yıpranmasıydı.

ABD’ye kısmen de olsa hayır diyen/diyebilen Demirel hükümeti, ABD ve NATO açısından güven vermeyen bir iktidardı ve de tehlikeliydi. Bu nedenle 12 Mart muhtırası ile düşürülmüş; ABD’ye evet diyen Nihat Erim muhtıra hükümeti iş başına getirilmiştir. 

Sonuç: “Batılı Devletlerin Dostları Yoktur, Yalnızca Çıkarları Vardır”

DP Milletvekillerinden Adnan Selekler, Türkiye’nin başına gelenleri, batı ile olan çıkar çatışmasını esas alarak izah etmektedir (6):

“Kapitalizmin en gelişmiş aşaması olan emperyalizmin, tarıma dayalı ekonomik bünyesi ile Türkiye’yi bir pazar olarak muhafaza etmek isteyeceğini, sanayileşme gayretlerinin karşısına çıkacağını, yadırgasak bile bilmeliyiz ki; 

“Batılı Devletlerin dostları yoktur, yalnızca çıkarları vardır.” sözü daima geçerliliğini korumaktadır.”

Prof. Dr. David, A. Baldwin’in “Dış Yardım ve Amerikan Dış Politikası” adlı kitabında dış yardımların asıl amacının ne olduğunu şöyle açıklamaktadır (1):

“Dış yardım, dış politika kapsamı içinde ele alınmalıdır. Dış yardım, devlet yönetiminin en önde gelen tekniklerindendir. Başka bir deyişle, bu yolla, bir ulus, öteki ulusları istediği yöne çekmeye çalışır. …Dış yardımın bir başka amacı da, dost hükümetlerin iktidarda kalmalarına yardımcı olmaktır .” 

Gerek Menderes ve gerekse Demirel Hükümetleri, uyguladıkları ekonomi politikalar ile ABD tarafından Türkiye’ye “çizilen dairenin dışına çıkmışlardır”. Bu nedenle her iki lider, darbe/muhtıra ile düşürülmüştür.

ABD/NATO, sivil iktidarlardan alamadıklarını ve onlara yaptırtamadıklarını, darbe dönemi hükümetlerinden almışlar ve her istediklerini onlara yaptırtmışlardır:

“Dönemin Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil: “Amerika, şuna aldırmaz: Bir memlekette demokratik idare olmuş, şoven idare olmuş, faşist idare olmuş, ona hiç bakmaz. Amerika, o memleketin kendisine ne ölçüde tâbi olduğuna, kendi politikasına ne dereceye kadar uydu haline gelebileceğine bakar. Amerika, eğer bir Nihat Erim Hükümeti ile haşhaşı men ettirebilecekse, Türkiye’nin lâyık olduğu idare tarzı Nihat Erim hükümetidir.” (7).

Kaynaklar

1- Yetkin, Ç., Türkiye’de Askeri darbeler ve Amerika, Kilit Yayınları, Ankara, 2011, S: 52-62.

2- Altan M., Süperler ve Türkiye – Türkiye’de Amerikan ve Sovyet Yatırımları; Afa yayınları, İstanbul, 1986, S: 82-83.

3- Yavuzalp, E., Menderes’le Anılar; Bilgi Yayınları, Ankara, 1991, S: 89-95. 

4-Yetkin, Ç., age., S:113-115. 

5- Yetkin, Ç., age, S: 138-141.

6- Selekler, A., Politikanın Öbür Yüzü; Milliyet, 11-28 Mayıs 1980. XVI. 26 Mayıs 1980. 

7- Cem , İ., Tarih Açısından 12 Mart, C. II-Tarihteki Yeri ve Sonuçları, Cem Yayınları, İstanbul, 1977, s. 51.

 

13 Ocak 2017 Cuma

Türkiye’nin bağımsız dış politika uygulaması açısından 27 Mayıs darbesi ve 12 Mart muhtırası

 (Milli Gazete)

Giriş

Türkiye’de yapılan bütün darbelerle ilgili yayınlanan belge, makale, yorum ve hatıratların analizinden, rengi ne olursa olsun, siyasi iktidarların düşürülme nedenlerini, aşağıdaki gibi özetleyebiliriz:

Şer ittifakı; 

Türkiye’nin sanayileşmesini ve ileri teknolojiye sahip olmasını, 

Türkiye’nin savunma sanayiine sahip olmasını,

Türkiye’nin çok güçlü bir tarım ülkesi olmasını,

Türkiye’nin küresel sermayeyi sınırlandırmasını ve stratejik alanlara girmesine mani olmasını,

Türkiye’nin kendi yağıyla kavrulup ayakları üzerinde dik durmasını, 

Türkiye’nin komşuları (İran/Irak/Suriye/Yunanistan… v.b.) ile ilişkilerinin çok iyi olmasını,

Türkiye’nin NATO karşıtı ülkelerle (SSCB/Rusya v.b.) iyi ilişkiler geliştirmesini,

Türkiye’nin eksen değiştirmesini,

Türkiye’nin İslâm ülkelerinin liderliğini üstlenmesini,

Türkiye’nin Osmanlı coğrafyasında etkili olmasını,

Türkiye’nin bölgesel güç olmasını,

Türkiye’nin millet olarak/ülke olarak bir ve bütün olmasını,

Türkiye’nin, şer ittifakının Türkiye’den istediklerini sorgulamasını, “Hayır demesini”,

Türkiye’nin ABD’den bağımsız bir şekilde kendi kendini yapılandırmasını, Mason, Sabatayist ve Amerikan işbirlikçilerini tasfiye etmesini,

Türkiye’nin kendi kültür ve medeniyet kodlarına geri dönmesini istememektedir.

Henry Kissinger, “Dostumuz olan ülkeler, Washington tarafından çizilen genel çerçeve içerisinde kalmak kaydıyla bulundukları bölgedeki çıkarlarını kendileri hararetle takip etmelidirler.” (1) derken “dost” (!) dedikleri ülkelerin birer ABD uydusu, kölesi olmaları gerektiğini; bu çerçevenin dışına çıkanların iktidarda kalamayacağını, direndikleri sürece de başlarına her türlü belanın açılmak isteneceğini ifade etmiştir. 

Son bir ay içerisinde yapılan dört büyük eylem, Şer ittifakı tarafından yönetilen dört ayrı terör örgütü tarafından üstlenilmiştir/üstlendirilmiştir. Bunun anlamı, Şer ittifakı, Türkiye’yi bir terör kıskacına almak ve Türkiye için öngördükleri “dairenin içine” yani 2000’deki “fabrika ayarlarına geri dönmesini” istemektedir. Ana mesaj budur. 

Türkiye, yukarıda ifade edilen 15 maddeden vazgeçmediği sürece, Şer ittifakı Türkiye’yi, her türlü terör sarmalına sokmak isteyecektir. Bu gerçeğin, öncelikle tüm siyasi aktörler tarafından sonra da, milletimiz tarafından iyi görülmesi ve anlaşılması gerekmektedir. Bunun için biz yukarıdaki 15 maddeden bazılarını (6.-11. Maddeler) genel hatları ile ele alıp inceleyeceğiz. Bunu yapmaktaki amacımız, geçmişteki iktidarların başına gelenlerle, bugün vuku bulan olaylar arasında ilişki kurarak karşı karşıya kaldığımız sorunun, partiler üstü bir sorun, Türkiye’nin geleceğine ilişkin bir sorun olduğunu ortaya koymaktır. Eğer bunda, öncelikle siyasal, sonra bir toplumsal bir mutabakat sağlanabilirse; şer ittifakına karşı gerçek anlamda, Geniş Katılımlı Birleşik Cephe kurulup bir karşı harekât başlatılabilir.

Bu amaçla burada, yol boyu, tüm darbelerde ortak birer payda olan 6.-11. maddeleri, ele alıp değerlendireceğiz.

DP’nin NATO Dışı Ülkelerle İlişki Kurması ve 27 Mayıs Darbesi

27 Mayıs 1960 Darbesinde önemli etkenlerden biri, DP (Demokrat Parti) iktidarının Varşova Paktı ülkeleri ve Üçüncü Dünya Ülkeleri ile de ilişki kurmak istemesidir. DP’nin Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, NATO dışındaki ülkelerle de ilişki kurulmasının, Türkiye’nin menfaatine olduğuna Menderes’i ikna etmeye çalışmış ve de ikna etmiştir:

“Bizim en büyük hatamız, kayıtsız şartsız Amerika’ya tâbi olmamız. 

Böyle bir politika sonsuza kadar devam edemez. Türkiye sırtını Amerika’ya dayamakla hiçbir sonuca varamaz. Aksine, kendimizden çok şey veririz, yine de onları memnun edemeyiz… 

Türkiye, NATO ve Amerika’nın yanı sıra üçüncü Dünya ülkeleri ve Sovyetler ile belli ölçüde ve Türkiye’nin çıkarları doğrultusunda yeni bir politika izlemek zorundadır… 

Bir yıldan beri Adnan Beye bunu telkin ediyorum… 

Adnan Bey, bu ısrarlarım karşısında Sovyetlerle ekonomik alanda işbirliği yapılmasını ve Üçüncü Dünya ülkelerinin lideri durumunda bulunan Hindistan ile ilişki kurulmasını kabul etti. Ben de Başbakan Adnan Menderes’in Moskova’yı resmen ziyaret etmesi için gerekli girişimlerde bulundum. 

Bu girişimlerin özellikle Amerika’yı rahatsız ettiğini de biliyorum. 

Tahminime göre 1960 ortalarına doğru Adnan Menderes Moskova’ya gidecek.” (2,3). 

Menderes’in özel kaleminde çalışmış bulunan Dışişleri Bakanlığı eski Müsteşarı Büyükelçi Ercüment Yavuzalp ile Büyükelçi Semih Günver de, bakanın açıklamaları ile paralellik arz eden bazı değerlendirmelerde bulunmuşlardır (4,5). Semih Günver açıklamalarında, NATO dışı ülkelerle ilişki kurulmasından dolayı CIA’nın DP’ye karşı bir harekât başlattığını ifade etmiştir:

‘CIA’nın derhal harekete geçtiği, ziyareti önlemeye çalıştığı intibaı alındı. 

Aslında Washington, Moskova ziyaretinden hiç mi hiç hoşlanmamıştı.

1947’den beri Amerika’nın dümen suyuna girmiş bir ülkenin hükümeti ilk kez kendi başına bir harekete tevessül ediyordu. …NATO üyesi bir müttefikin Amerika’dan izin almadan Moskova ile diyalog kurmaya kalkışması, NATO içinde ve hür dünyada siyasi dalgalanmalara yol açabilecek bir olaydı.” (5) 

Eski Başbakanlardan Nihat Erim, Kıbrıs meselesinde tam bağımsız ve millî bir dış politika uygulayarak Kıbrıs’ın elden gitmesini engelleyen insan olarak Fatin Rüştü Zorlu’yu görmektedir:

“…Zorlu, gerçekten zorlu bir diplomattı. Kariyerden yetişmiş bir hariciyeci idi. 

Bize Kıbrıs’a müdahale hakkını tanıyan Zürih ve Londra Antlaşmalarının hazırlanış ve imzalanmasında onun büyük hizmetleri olmuştur.” (6)

Eski Dışişleri Bakanlarından İhsan Sabri Çağlayangil ise, ABD’ye rağmen Kıbrıs’ta elde ettiği başarının, Zorlu’yu, idama kadar götürdüğünü, imalı bir şekilde ifade etmektedir:

“Fatin Zorlu’nun Dışişleri Bakanlığı’ndaki icraatı, parlak neticelerle doludur. 

Akıbeti ile icraatı arasında bir ilişki kurmak mümkün değildir. 

Akıbetine, siyasi demekten başka çare yoktur. 

Meselâ, Kıbrıs’ı ele alalım. 

Kıbrıs’ta Türkiye’nin vazgeçilmiş bütün haklarını yeniden tesis eden, sonunda Türk askeri kuvvetlerini Kıbrıs’a şan, şerefle ithal eden bütün antlaşmaları hazırlayan, çalışan ve sonunda imza eden hep Sayın Zorlu olmuştur. 

Lozan Antlaşmasındaki Kıbrıs’ın, İngiltere’ye terk edileceği sarahatine rağmen, Türkiye’nin Kıbrıs üzerinde yeniden konuşması ve yeniden hak kazanması, Fatin Beyin yürüttüğü çok başarılı siyaset sayesinde neticelenmiştir.”(3) 

Türkiye, Zürih ve Londra Antlaşmalarına dayanarak Kıbrıs’a yaptığı tüm müdahalelerde, hep “dostumuz” (!) ve “stratejik ortağımız” (!) olan ABD’nin ambargosuyla karşılaşmıştır.

Sonuç olarak, 27 Mayıs darbesine giden süreçte, DP’nin ABD’ye rağmen, günün şartlarına uygun olarak uyguladığı bu bağımsız ve millî dış politikanın, çok önemli bir etken olduğu görülmektedir.

Türkiye’nin yol boyu böyle bir bağımsız ve millî politika uygulaması durumunda, ABD, Türkiye’yi yola getirecek yeni bir formül olarak Ermeni ve Kürt sorununu masaya yatırmış; daha sonra Türkiye’nin başına bela olacak Asala ve PKK terörünün alt yapısını inşa etmeye başlamıştır. Bundan da ilk haberdar olan Fatin Rüştü Zorlu olmuştur:

“1958’in ortalarına doğru ABD, Türkiye’ye karşı yeni bir plan hazırlamıştı. 

Buna göre Türkiye’yi emirlerine uyan bir uydusu gibi gördüğünden, yeni izlenecek siyasette Türkiye, Amerika’nın çıkarları oranında desteklenecekti. 

Türkiye tarafından Amerika’nın başını ağrıtacak veya çıkarlarına aykırı düşecek davranışlarda bulunulursa Türkiye desteklenmeyecek veya çeşitli alternatiflerle Türkiye için sorunlar yaratılabilecekti. 

Bunlar arasında Ermeni ve Kürt sorunları, hazırlanan yeni planda yerini almıştı. Amerika’nın gizli olarak hazırladığı yeni planı ilk öğrenen, zamanın Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu olmuştu” (2,3).

Şimdi soru şudur: 27 Mayıs darbesi niçin olmuştur ve niçin 3 kişi idam edilmiştir? Ele aldığımız konu açısından bu sorunun cevabı, ABD ve NATO’dan bağımsız ve millî olan bir dış politikanın yürürlüğe sokulması ve bunun da öncülüğünü, idam edilen üç kişinin yapmış olmasıdır.

AP’nin NATO Dışı Ülkelerle İlişki Kurması ve 12 Mart Muhtırası

AP (Adalet Partisi)’nin ABD ile ilişkilerinin dış politika açısından bozulmasında; 1- Kıbrıs Politikası, 2- İslâm ülkeleri ile iyi ilişkiler kurulması, 3- SSCB ile iyi ilişkiler kurulması, 4- Üçüncü Dünya Ülkeleri, Bağlantısızlar Hareketi ile ilişkilerin geliştirilmesi olmak üzere dört parametre etkilidir.

Dönemin Başbakanı Demirel’in değişik zamanlarda, bu konularla ilgili yaptığı açıklamalar, konuya ışık tutacak mahiyettedir:

“Biz komşularımızla iyi münasebetler içinde olmaya, ticari ve kültürel münasebetlerimizi geliştirmeye, etrafımızdaki bir dostluk halesi kurmaya giriştiğimiz zaman Birleşik Amerika Devletleri bundan rahatsız oldu. 

Bilhassa bizim Sovyetlerle münasebetlerimizi düzeltmeye girişmemizden rahatsız oldu.”…İlk mesele buradan başlar.” 

“… Sovyetler bir U-2 uçağı düşürdüler. Bu U-2 uçağı İncirlikten kalkmış. Ankara’da Sovyetlerle müzakerelerde bulunurken, ilk müzakerelerdir bunlar, Kosigin bundan şikâyet etti: “Bu, iyi komşuluğa yakışmaz” dedi. 

Biz düşündük, hakikaten dediği laf doğrudur. Sonra askerlerimize sorduk; “bize lâzım mıdır bu uçağın çektiği fotoğraflar. Hayır, dediler, bunlar bize lâzım değil, Pentagon’a lâzımdır. Biz bunların çok zaman neticelerini dahi bilmeyiz. 

Biz de Ruslara, Boğaz’ın önünde bulundurdukları hidrografi gemilerini şikâyet ettik. Çekin dedik hidrografi gemisini, biz de U-2 uçaklarına izin vermeyiz. 

Biz U-2 uçaklarının uçuşunu durdurmuşuzdur ve Birleşik Amerika’ya demişizdir ki, buradan uçmayın. Hoşlanmamışlardır bundan.”

…Sanki kendi ülkelerinin bir parçası gibi Türkiye’yi kullanır durumda olmaları kolaylarına geliyordu.” (7). 

“Bizim 1967’de bazı projelerimiz vardı. … Bunları batılılara söyledik. Bunları finanse eder misiniz dedik. Etmeyiz dediler.

Sovyetlere sorduk, siz bunları finanse eder misiniz? Ederiz dediler.

Sovyetler ile müzakere ettik, bunların inşasına geçtik.

Bundan da rahatsız oldular. Batı rahatsız oldu bundan. 

1967’de Amerikan Sefiri Başbakanlığa geldi, beni ziyaret etti… 

Kapıdan girdi, daha oturmadan. diye bana sordu. Yani, . 

Sovyetlerle bizim münasebetlerimizi düzeltmemizden çok rahatsız olmuştu Amerika.” (7).

Demirel Döneminde SSCB ile başlatılan ilişkiler sonucu, ilk kez bir SSCB Başbakanı, A. Kosigin, 20-27 Aralık 1966 tarihleri arasında Türkiye’yi ziyaret etmiştir. 25 Mart 1967’te TC ile SSCB arasında, Türkiye’de kurulacak yedi sanayi birimi için teknik ve parasal yardım antlaşması imzalanmıştır. 19-29 Eylül 1967 tarihleri arasında Başbakan Süleyman Demirel, SSCB’yi ziyaret etmiştir. Bu görüşmelerin ardından TC ile SSCB arasında yeni anlaşmalar imzalanmış, üst düzey ziyaret trafiği çok sıklaşmıştır (8). 

Demirel döneminde ABD’yi rahatsız eden önemli dış politika konularından biri de, Arap- İsrail savaşında Türkiye’nin tutumudur. 1967 Arap-İsrail savaşında Türkiye, Araplardan yana tavır koymuş, bir taraftan Kızılay kanalı ile yardımları başlatmış; diğer taraftan Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda olağanüstü toplantıda konu görüşülürken Türkiye, Araplara destek vermiş, İsrail’i işgalci olarak göstermiştir (7).

1970 yılında Ürdün ile Filistin kurtuluş Örgütü arasında çıkan çatışma, Suriye’yi de içine alacak tarzda genişleyince, ABD olaylara müdahale etmek için Türkiye’deki üsleri kullanmak istemiştir; Türkiye, buna müsaade etmemiştir (7). 

Bütün bu gelişmelerin sonucunda Demirel Hükümeti, ABD/NATO işbirlikçisi bir askeri cunta tarafından 12 Mart Muhtırası ile düşürülmüştür.

Sonuç: Yorumsuz!

Gerek Menderes ve gerekse Demirel Hükümetleri, uyguladıkları dış politika ile ABD tarafından Türkiye’ye “çizilen dairenin dışına çıkmışlardır”. Bu nedenle her iki lider de, darbe/muhtıra ile düşürülmüştür. ABD/NATO, sivil İktidarlardan alamadıklarını ve sivil iktidarlara yaptırtamadıklarını, darbe dönemi hükümetlerinden almışlar ve her istediklerini onlara yaptırtmışlardır. Dönemin Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil, bu konuda önemli bir tespitte bulunmaktadır: 

“Amerika, şuna aldırmaz: Bir memlekette demokratik idare olmuş, şoven idare olmuş, faşist idare olmuş, ona hiç bakmaz.

Amerika, o memleketin kendisine ne ölçüde tâbi olduğuna, kendi politikasına ne dereceye kadar satelit (uydu) haline gelebileceğine bakar. 

Amerika, eğer bir Nihat Erim Hükümeti ile haşhaşı men ettirebilecekse, Türkiye’nin lâyık olduğu idare tarzı Nihat Erim hükümetidir.” (8).

Kaynaklar:

Chomsky, N., ABD Terörü-Terörizm Kültürü, Pınar Yayınları, İstanbul, 1991, s. 200-205.

Bağlum, K., Anıpolitik 1945-1960, Bilgi Yayınları, Ankara, 1991, s. 229-230

Yetkin, Ç., Türkiye’de Askeri darbeler ve Amerika, Kilit Yayınları, Ankara, s.63-68

Yavuzalp, E., Menderes’le Anılar, Bilgi yayınları, Ankara, 1991, s.72. 

Günver, S., Fatin Rüştü Zorlunun Öyküsü, Bilgi yayınları, Ankara, 1985, s.133. 

Ilıcak, N., 15 Yıl sonra 27 Mayıs Yargılanıyor; Kervan Yayınları, İstanbul, 1978, C:1, s.169

Yetkin, Ç., age. s. 111-121.

Cem , İ., Tarih Açısından 12 Mart, C. II-Tarihteki Yeri ve Sonuçları, Cem Yayınları, İstanbul, 1977, s. 51.

 

Dünyevileşme, Sekülerleşme, Laikleşme - Prof. Dr. Burhanettin Can- 13.01.2017


 

6 Ocak 2017 Cuma

Türkiye’deki Fitnenin Perde Arkası - 3: Şer ittifakının terör silahı

 (Milli Gazete)

Giriş

Son bir ay içerisinde çok farklı ortam ve kesimler üzerinden, farklı terör örgütleri aracılığıyla ve terör eylemleri ile Türkiye’nin vurulmaya çalışılması, Şer İttifakının(ABD, İngiltere, İsrail/Siyonizm, Almanya/Fransa), en azından belli bir dönem için benimsediği stratejide, terörü, ana unsur olarak kullanacağı ve Türkiye’yi bir terör kıskacına almak isteyeceği anlamına gelmektedir. Bu son olaylarda dikkat çeken nokta, İstanbul’da Çevik Kuvvete, Kayseri’de Komando Birliğine yapılan saldırıyı PKK-PYD’nin, Rus Büyükelçisi Karlov’un öldürülmesini FETÖ’nün (Gülen Hareketine mensup olan bir polis tarafından öldürüldüğü açıklaması) ve Reina saldırısını DAEŞ’in üstlenmiş/üstlendirilmiş olmasıdır. Son bir ay içerisinde yapılan dört büyük eylem, dört ayrı terör örgütü tarafından üstlenilmiştir. 

Öyleyse Şer ittifakı terörden ne beklemektedir?  Burada, bu konu ele alınmaktadır. 

Terör ve Terörizm Nedir?

Terör, “tedhiş”, “dehşet salma”, “yıldırma” ve “korkutma” demektir. Terörist ise “tedhişçi”, terörü icra eden anlamındadır. “Terörizm, “tedhişi, siyasi fikrini yayma ve kabul ettirmede bir usûl olarak kullanma görüşü, tedhişçilik” veya “Devlet otoritesini ve düzenini yıkmak, değiştirmek, belli amaçları gerçekleştirmek için girişilen siyasal nitelikteki şiddet eylemlerinin tümü” olarak tanımlanmaktadır (1,2).

Birbirine yakın ve birbirini tamamlayan daha birçok tanım yapılmıştır. Terör’ün uluslararası kabul görmüş, genel bir tanımının olmamasının sebebi, farklı ülkelerin bu silahı, birbirine karşı kulanmış olmalarıdır. Dolayısıyla yükledikleri anlam da farklılaşmaktadır (2). Bir başka neden ise, terör ve terörle ilgili kavramların tanımının farklı bilim dallarına bağlı olarak, sosyolojik, siyasal, askeri, tarihsel, psikolojik, değer yargıları, insan hakları, kültürel, ideolojik, hukuk/ceza hukuku açılarından ele alınıp yapılmasıdır. O nedenle de tanım, ülkeye ve bilim alanına göre değişmektedir. 

Türkiye, PKK, PYD, YPG ve Gülen Hareketini (FETÖ) terör örgütü olarak kabul ederken; ABD/AB/İngiltere/İsrail, bunları terör örgütü olarak görmemektedir. Bir NATO üyesi olan Türkiye’ye rağmen Şer İttifakı, PKK, PYD, YPG’ye silah yardımı yapmakta; ülkelerinde propaganda yapabilmeleri için her türlü imkânı sağlamaktadır. ABD, özellikle PYD-YPG’yi “stratejik dost”, “ortak” olarak kabul etmektedir. 

Terör ve Terörizmin Amaçları

Terörün asıl amacı, “hedef kitleyi yıldırmak, yönlendirmek, yönetmek ve bunun için yapılacak eylemlerle dikkat çekmek suretiyle bir davayı ya da anlaşmazlığı yerel, bölgesel ya da küresel alanda sorun haline getirmek ve çözümünü sağlamaktır” (2). Terörün amaçlarını, aşağıdaki başlıklar halinde özetleyebiliriz:

Örgütün ismini duyurmak,

Toplumun, bölgenin ve küresel güçlerin ya da kamuoyunun dikkatini çekmek,

Kargaşa meydana getirmek,

İnsanları taraf olmaya zorlamak, fay hatları meydana getirmek ve var olan fay hatlarını derinleştirmek, toplumu sosyolojik olarak ayrıştırmak,

Toplumun/Siyasal İktidarın/Devletin direncini zayıflatmak, baş eğdirmek.

Varsa, siyasal hedeflerine ulaşmak

Günümüzdeki terör örgütleri, bu amaçları elde etmek için psikolojik savaş, sosyolojik savaş, propaganda ve dehşet meydana getiren çok farklı şiddet eylemlerini metot olarak kullanmaktadırlar. Şiddet eylemleri, onlar için aynı zamanda “silahlı propaganda” vasıtasıdır. 

Eğer terörü metot olarak benimsemiş, hedef ülkede sadece kendi amaçlarını gerçekleştirmek için çalışan bağımsız bir örgüt söz konusu ise, terörün amaçları yukarıdakilerle sınırlıdır. Eğer bir terör örgütü, bölgesel ya da küresel güçlerin taşeronu ise, o takdirde bölgesel ya da küresel güçlerin, hedef ülkeden istediklerini alabilmeleri, terör eylemlerinin ana amacını belirler.

Yukarıda ismi geçen tüm örgütler, bölgesel ve küresel güçlerin birer taşeronu olarak çalışmakta ve onların stratejilerine hizmet etmektedirler. O nedenle Türkiye’deki son olayları, sadece terör örgütlerinin amaçları açısından değil; aynı zamanda da, Şer İttifakının stratejik ve taktik amaçları açısından, ele alıp değerlendirmek gerekmektedir.

Türkiye’deki Darbelerin Perde Arkası

Darbenin, muhtıranın, entrikanın, terörün, ihanetin, muhatabı olan Türkiye’deki bütün partilerin (DP, AP, CHP, DSP, MNP, MSP, RP, FP, MHP, AKP), renkleri, felsefeleri, ideolojileri, ekonomi politikaları, Batıya, İslâm coğrafyasına, SSCB, Rusya ve Çin’e bakışları ve yaklaşımları, birbirinden çok farklıdır. Buna rağmen bütün bu partiler, ABD’nin başını çektiği Şer ittifakının (ABD-İngiltere-İsrail/Siyonizm-Almanya-Fransa) darbelerine muhatap olmuşlardır. Niçin? 

Bu kadar farklı renklere sahip olan bu partilerin, konumuzla ilgili tek ortak paydası, ABD destekli darbelerle düşürülmüş olmalarıdır. O nedenle bu sorunun cevabı hayatîdir.

Bütün bu darbelerle ilgili yayınlanan belge, makale, yorum ve hatıratların analizinden, rengi ne olursa olsun siyasî iktidarların düşürülme nedenlerini, aşağıdaki gibi özetleyebiliriz:

Şer ittifakı; 

1- Türkiye’nin sanayileşmesini ve yüksek teknolojiye sahip olmasını, 

2- Türkiye’nin savunma sanayisine sahip olmasını,

3- Türkiye’nin çok güçlü bir tarım ülkesi olmasını,

4- Türkiye’nin küresel sermayeyi sınırlandırmasını ve bu sermayenin stratejik alanlara girmesine mani olmasını,

5- Türkiye’nin kendi yağıyla kavrulup ayakları üzerinde dik durmasını, 

6- Türkiye’nin komşuları ile ilişkilerinin çok iyi olmasını,

7- Türkiye’nin eksen değiştirmesini,

8- Türkiye’nin İslâm ülkelerinin liderliğini üstlenmesini,

9- Türkiye’nin Osmanlı coğrafyasında etkili olmasını,

10- Türkiye’nin bölgesel güç olmasını,

11- Türkiye’nin millet olarak/ülke olarak bir ve bütün olmasını,

12- Türkiye’nin, şer ittifakının Türkiye’den istediklerini sorgulamasını, “Hayır demesini”,

13- Türkiye’nin kendi kültür ve medeniyet kodlarına geri dönmesini istememektedir.

Henry Kissinger, “Dostumuz olan ülkeler, Washington tarafından çizilen genel çerçeve içerisinde kalmak kaydıyla, bulundukları bölgedeki çıkarlarını kendileri hararetle takip etmelidirler.” (3) derken “dost”(!) dedikleri ülkelerin birer ABD uydusu, kölesi olmaları gerektiğini; bu çerçevenin dışına çıkanların iktidarda kalamayacağını, direndikleri sürece de başlarına her türlü belanın açılmak isteneceğini ifade etmiştir. 

Terörün Türkiye’ye Mesajları

Son olaylarda Şer İttifakının halka, siyasî iktidara ve devlete vermek istediği ana mesaj; biz Türkiye’de her istediğimizi yapabilecek güçteyiz. Türkiye’nin en gözde güvenlik unsurlarından olan Çevik Kuvveti ve Komando Birliğini çok rahatlıkla vurabilmekteyiz. Hiçbirinizin can güvenliği yoktur. Halka verilmek istenen en önemli mesaj, biz istediğimiz her şeyi, elimizi kolumuzu sallayarak yaparken sizin istihbarat birimlerinizin ruhu bile duymamaktadır. Türkiye, çok ciddi istihbarat zaafı yaşamaktadır. Öyleyse hem güvenlik hem de istihbarat birimlerinde var olan bu zaafı, göz önüne alarak devlete güvenmeyin, bize karşı gelmeyin; siyasî iktidara olan desteğinizi çekin. Bu olayları icra eden örgütler açısından bakıldığında, örgütlerin sempatizanlarına, saflarınızı belirlemekte çekingen davranmayın ve korkmayın; biz, her an yanınızdayız denmektedir.

Dört saldırının iş dünyasına (hem ülke içindeki iş adamlarına hem de ülke dışındaki iş adamalarına) verdiği ortak mesaj; Türkiye güvenli bir ülke değildir, her an her şey olabilir; asla yatırım yapmayın. Reina saldırısının bir boyutu da, turizm sektörüne darbe vurmaktı. 

Reina saldırısında, yukarıdaki amaç ve mesajların yanı sıra, daha başka amaç ve mesajlar da bulunmaktadır. Saldırı gününün yılbaşı seçilmesi ve eylemi DEAŞ’in üstlenmesi ve Reina gece kulübünün sahibinin alevi olduğunun açıklanması ile Türkiye’de iki fay hattı harekete geçirilmek istenmiştir: 1- Alevi-Sünni Fay Hattı. 2- Laik anti laik Fay Hattı. Birincisi tutmamıştır; ancak, ikincisi harekete geçirilmiş ve Türkiye, yoğun bir tartışmanın içerisine çekilmiştir. 

PKK-PYD eylemleri ile Türk ve Kürt fay hattı harekete geçirilmek istenmiş, ancak başarılı olunamamıştır. Bütün bu yapılan terör eylemleri ile Türkiye’den istenen; size “çizilen dairenin dışına çıktınız”; tekrar dairenin içine geri dönün. Eksen değiştirmeye kalkmayın. Irak-Suriye düzleminde ayaklarımıza dolanmayın.

Şer İttifakının Türkiye’deki Terör Üzerinden Birbiri İle Mesajlaşması

Bazı yazılarımızda, bölgede hayata geçirilmek istenen projelerin bir kısmının, bazen birbiri ile çatışarak, bazen de uzlaşarak hayata geçirilmeye çalışıldığını ifade ettik (4). Büyük Ortadoğu Projesi, Büyük İsrail Projesi ve 2. Sevr Projesi, bu coğrafyanın parçalanarak paylaşılması projeleridir. Bu projeler kapsamında bölgenin yeniden yapılandırılmasında, şer ittifakı, kendi içinde anlaşamamış, mutabakata varamamış olabilir. Bölgenin yeniden paylaşımı ve Türkiye’nin yeniden formatlanması konusunda ABD ile İngiltere arasında çok ciddi bir ihtilafın olduğuna ilişkin bilgiler, medyada zaman zaman yer almaktadır (5). Eğer böyle bir durum söz konusu ise, Şer ittifakı, Türkiye’deki eylemler üzerinden birbirlerine de mesajlar vermektedirler. Reina kelimesinin kraliçe anlamına geldiğini göz önüne alırsak (5) Reina saldırısı, ABD’nin Türkiye’ye verdiği mesajın yanı sıra, aynı zamanda, İngiltere’ye de özel bir mesajı olabilir. Bu tür mesajlaşma ve hesaplaşma, Tarihte çok sık başvurulan bir yöntemdir.

ABD’deki “11 Eylül İkiz Kulelerin Vurulması” olayında, Amerikan milliyetçileri (WASP), Küresel Siyonist Tefeci Sermayenin merkezi olan İkiz Kuleleri vurarak, Siyonist-Neocon İttifakına çok önemli bir ders vermiştir (6). Aralarındaki hesaplaşma, hâlâ devam etmektedir. 7 Siyonist ailenin kurduğu ABD Merkez bankasının (FED) dolar operasyonları, iki taraf arasında hem bir mesajlaşma, hem de bir hesaplaşmadır.

Sonuç: Şer İttifakına Karşı Taktik Saldırı

Son bir ay içerisinde Türkiye’de vuku bulan dört büyük terör eyleminde, terörü icra eden örgütler, terörün icra ediliş şekli ve hedef alınan toplumsal kesim göz önüne alındığında; Şer ittifakının, “Dolaylı harp stratejisi” kapsamında, birbirine taban tabana zıt taktiklerle, çok farklı noktalarda, ortamlarda, farklı toplum kesimlerinde, Türkiye’ye art arda saldırılar düzenlemek üzere, uzun vadeli bir strateji çizmiş ve uygulamaya sokmuş olduğunu görmekteyiz. 

Bu aşamadaki terör eylemlerinde kısa vadede hedef, siyasî iktidar; uzun vadede hedef, Türkiye’nin bizzat kendisidir. O nedenle başta Cumhurbaşkanı olmak üzere; siyasîlerin, gönüllü Kuruluşların/STK’ların ve toplumun her kesiminin, meseleye bu noktadan yaklaşmalarında fayda vardır. Özellikle, başta Cumhurbaşkanı olmak üzere tüm siyasî parti liderlerinin konuşmalarında, köşe yazarlarının da kalemlerinde, çok daha hassas bir dil kullanmaları gerekmektedir. Parti, grup, cemaat, hizip, tarikat ve mezhep taassubunu bir tarafa bırakmanın tam zamanıdır. 

Unutmamak gerekir ki hepimiz aynı gemideyiz. O nedenle;

“Allah’a ve Resulüne itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin, çözülüp yılgınlaşırsınız, gücünüz gider. Sabredin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle beraberdir.”(8 Enfal 46).

Gemiyi batırmak isteyen de, Şer ittifakıdır.

O nedenle; Türkiye Şer ittifakına zarar verecek bazı kararları almak zorundadır. Karşı hamle yapılmaz ise ödenecek bedel çok daha ağır olabilir. Bunun için aşağıdaki taktik hamlelerin yapılmasında yarar vardır:

1. NATO ve ABD üsleri, askıya alınmalıdır.

2. Şer İttifakının bu ülkede yaptığı pis işler, belgelere dayalı olarak açıklanmalıdır.

3. Şer ittifakının bazı mallarına, toplum olarak boykot ilan edilmelidir.

4. Irak-Suriye düzleminde Şer ittifakının bazı stratejik menfaatlerine darbe vuracak hamleler yapılmalıdır.

5. Türkiye, Afrin ve Telelyap’da ki PYD-YPG hâkimiyetine son vermelidir.

6. Türkiye-Rusya-İran-Irak-Suriye’nin, Şer İttifakına ve terör örgütlerine karşı ortak hareket edebilmesinin alt yapısını inşa edebilecek ortak bir çalışma grubu oluşturulmalıdır.

Biz, millet/ümmet olarak üzerimize düşen sorumluluğu, İlahi Sünnetin kanuniyetine göre ifa edersek (22 Hac 78); Allah, tüm tuzakları bozacak, tuzaklarını ayaklarına dolaştıracak, bizleri karanlıktan aydınlığa çıkaracaktır (14 İbrahim 46).

Kaynaklar:

Doğan M., Büyük Türkçe Sözlük, Pınar yayınları, İstanbul, 18. baskı, 

A., Nurullah, Küresel terör ve Türkiye, Bilgi Yayınevi, 2006, ss. 28-36

Chomsky, N., ABD Terörü-Terörizm Kültürü, Pınar Yayınları, İstanbul, 1991, ss. 200-205.

Can. B., Türkiye’deki Fitnenin Perde Arkası -1: Genel Bir Değerlendirme, 23.12.2016, Millî Gazete.

Diler E., Panzehir, 3.1.2017 Takvim; Kaçırdılar, 4.1.2017 Takvim.

Can, B., 11 Eylül 2001 İkiz Kuleler Provokasyonundan 7 Ocak 2015 Karikatür Provokasyonuna Kirli Savaş – 3, 29.1.2015, Milli Gazete.

 

1 Ocak 2017 Pazar

Türkiye’deki Fitnenin Perde Arkası: ŞER İTTİFAKI, “HAYIR DİYEBİLEN BİR TÜRKİYE” İSTEMİYOR

 (Umran Dergisi)

Bence bütün mesele kendi kararımızı kendimizin uygulamasında. Biz başkalarının kararlarını uyguluyoruz.” Org. Necati Özgen


Türkiye’nin ABD ve Batı ile ilişkilerinde ne zaman bir sertleşme olmuşsa, Türkiye kendi bağımsız politikasını uygulamaya çalışmışsa, ülkede mutlaka çok özel cinayetler işlenmiş ve çok önemli stratejik alanlara sabotajlar yapılmış, toplu kitle katliamlarına sebebiyet verecek bomba ve canlı bomba olayları vuku bulmuştur. Bu yolla düşüremedikleri iktidarları, askeri darbe ile düşürmüşlerdir. Cumhuriyet’in başlangıcından bu yana bu politika hep yürürlükte olmuştur. Neden? 

Geçmişte gerçekleştirilen Kahramanmaraş, Çorum, Sivas, Malatya, 1 Mayıs Taksim, Gazi Mahallesi olayları, Güneydoğudaki “Hendek savaşları”, Diyarbakır, Ankara ve İstanbul’da değişik zamanlarda meydana gelen canlı bomba vakaları, Muavenet Zırhlısının ABD Saratoga Gemisi tarafından vurulması, Kırıkkale Silah fabrikasında ve Afyondaki Silah Deposunda meydana gelen patlamalar, CASA uçakları, Eşref Bitlis’in uçağının, Toryum üzerine çalışan ilim adamlarının içinde olduğu Atlas Jet uçağının ve değişik zamanlarda askeri uçak ve helikopterlerin düşmesi(!)/düşürülmesi, Malatya Belediye Başkanı Hamit Fendoğlu’nun, Gümrük Bakanı Gün Sazak’ın, Eski MİT’çi Hıram Abbas’ın, Diyarbakır Emniyet Müdürü Gaffar Okan’ın, Org. Eşref Bitlis, Org. Hulusi Sayın, Org. Adnan Ersöz, Org. Kemal Kayacan’ın, JİTEM’li bazı subayların, Özdemir Sabancı, Nihat Erim, Abdi İpekçi, Muammer Aksoy, Bahriye Üçok, Çetin Emeç, Uğur Mumcu, Turan Dursun, Kemal Türkler, Şemsi Denizer, Serkan Ciminli, Ömer Lütfi Topal, Nesim Malki, Ahmet Taner Kışlalı’nın öldürülmesi, Akyazı-Düzce-Hendek üçgeninde öldürülenler, Susurluk kazası, hapishane olayları, katliam ve firarlar; Türkiye ile Şer İttifakı (ABDİsrail-İngiltere-Siyonizm-AB) arasındaki ilişkiler de meydana gelen gerilim sonrasında vuku bulmuş olaylardır. Keza Ecevit’e İzmir Çiğli havaalanında suikast girişimi, Ecevit’in Taksim mitinginde vurulacağına ilişkin Demirel’den gelen mektup, Başbakan Turgut Özal’ın parti kongresinde, Org. Kıvrıkoğlu’nun Kıbrıs’ta kurşunlanması, İnsan Hakları Derneği Başkanı Akın Birdal’ın kurşunlanması, Türkiye’ye diz çöktürmek amaçlı ve tek merkez tarafından yürütülmüş operasyonlardır. Bunların hiçbiri tesadüf değildir, rastgele olmamıştır. 

Bir stratejinin uygulanmasının sonucudur. İstanbul Beşiktaş’ta Çevik Kuvvete ve Kayseri’de komandoları taşıyan otobüse yönelik yapılan canlı bomba saldırıları, Diyarbakır’da F-16 askeri uçağının düşürülmesi(!), son olarak da Rusya büyükelçisinin Ankara’da öldürülmesi de aynı sürecin bir parçasıdır. Bu son olaylar, MİT operasyonu (Hakan Fidan’ın Oslo görüşmeleri için ifade vermeye çağrılması) ve ardından başlayan Taksim kadife darbe süreci ve onun devamı olan sosyolojik savaş amaçlı 15 Temmuz darbe girişimi sürecinin devamından başka bir şey değildir. Şer İttifakının Irak-Suriye hattında, Türkiye’yi tuzağa düşürmesi, PKK, PYD-YPG’ye silah yardımı yapması ve PYD-YPG’yi “stratejik ortak” ilan etmesi, Türkiye’ye açılmış ve fakat adı henüz konmamış bir savaşın sonuçlarıdır. Bu yazı serisinde, Türkiye’nin girdiği bu yeni dönem, ana hatları ile ele alınacak ve geçmiş olaylar analiz edilip, gelecekle ilgili bazı tekliflerde bulunulacaktır. 

İslâm Coğrafyasında Çarpışan Projeler 

Bu konuyu, yol boyu çok sık gündeme getirmemizin sebebi, söz konusu projelerin kahir ekseriyetinin, genellikle uzun vadeli, 50-100 yıllık olarak hazırlanmış olmasından dolayıdır. Bu tür projeler, birkaç başarısız operasyondan dolayı gündemden kaldırılmazlar, genellikle revize edilir, yeni taktik ve stratejiler geliştirilerek yeniden sahaya sürülürler; ya da daha elverişli şartlar olgunlaşıncaya/olgunlaştırılıncaya kadar yürürlükten kaldırılıp ötelenirler. Şer İttifakı (ABD-İsrail-İngiltere-SiyonizmVatikan), yeni sömürgeleştirme hareketine uygun olarak İslâm coğrafyasını yeniden paylaşmak istemektedir. Bu paylaşım kavgasına, hem bölgesel, hem de küresel bazda, karşı çıkışlar söz konusudur. Bu coğrafyada hâkimiyet kavgasına dönük çatışan projeleri aşağıdaki gibi özetleyebiliriz: 

Birinci Grup Projeler:

• Büyük Ortadoğu Projesi (BOP; ABD-İsrail İngiltere-Küresel Sermaye) 

• Büyük İsrail Projesi (BİP; İsrail-Siyonizm, ABD destekli) 

• 2. Sevr Projesi (AB) • Büyük Ortadoğu’nun Hıristiyanlaştırılması (Dinler Arası Diyalog) projesi (Vatikan) 

• ‘NATO’nun Evrenselleşmesi ve İslâm coğrafyasına yerleşmesi projesi’ 

• “Serbest Piyasa”-“Özelleştirme projesi” (ABD Siyonizm-Küresel Sermaye-AB)  

• Bölge güçlerinin birbirini dengelemesi projesi– Ayrı Dengeli Güç Odakları (ABD) 

• İslâm’ın, İslâm’la savaştırılması projesi (ABD/ AB/Siyonizm) 

• İran’ın küresel sisteme entegrasyonu ve kadife darbe ile yönetimin değiştirilmesi projesi (ABD-İngiltere-Küresel Sermaye) 

• Türkiye-İran savaşı projesi (ABD-İsrail İngiltere-Siyonizm) • Türkiye’yi Irak-Suriye bataklığına çekme ve boğma projesi (ABD-İsrail-İngiltere-Siyonizm) 

• Çok Kutuplu Ortadoğu (Türkiye, İran, Mısır, Suud-i Arabistan) projesi (ABD-İsrail-İngiltere-Siyonizm) 

• Kadife Darbeler (ABD-İsrail-İngiltere Siyonizm) İkinci Grup Projeler: 

• Düşmanla/rakiple güvenlik alanının dışında hesaplaşma projesi (ABD/Çin/Rusya): Vekâlet savaşları

• Dinî-Etnik-Mezhepsel fay hatları oluşturma projesi- Kaos Projesi (ABD/İngiltere/AB/Rusya/ Çin/İsrail-Siyonizm) Üçüncü Grup Projeler: 

• Sıcak denizlere inme-eski müttefikleri kazanma projesi (Rusya) 

• ABD’nin yayılmasını engelleme projeleri (ŞİOBRIC Ülkeleri) Dördüncü Grup Projeler: 

• Şia Savunma Hattı Projesi (Iran-Irak-SuriyeLübnan; Iran-Bahreyn-Yemen) 

• Şia eksenini parçalama, yayılmasını engelleme ve sünni bir eksen meydana getirme projesi (Suudi Arabistan/Katar/Türkiye/Mısır; Sünni Arap Yönetimleri-İsrail) 

• Teröre Karşı Güç Birliği(Suudi Arabistan ve 30 ülke) Beşinci Grup Projeler: 

• Türkiye’nin “Yeni Osmanlı” projesi, Bölgesel Güç Olma Projesi 

• Türkiye ile birlikte Büyük Ortadoğu’yu Değiştirme Projesi (“Model Ülke Türkiye”)(ABD/Siyonizm) Şimdilik yürürlükte değil 

Ahmet Davutoğlu’nun, başbakan olduğu dönemde, tarihe atıfta bulunarak, “Ya Kûtü’l-Amare Kazanacak ya da Sykes-Picot” demesi; birinci gruptaki projelerin varlığına yapılan bir gönderme olmakla beraber; Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı tehlikelere de dikkat çekmek amaçlıdır. Büyük İsrail ve Büyük Ortadoğu Projeleri kapsamında, hukuken değil fakat fiilen, Libya’nın, Sudan’ın, Irak’ın ve Yemen’in bölünmüş olması, bu projelerin adım adım uygulanmaya çalışıldığının bir göstergesidir. Türkiye’de vuku bulan olayları, hele 15 Temmuz 2016 ihanet hareketi sonrasını, bu projeler kapsamında ele alıp değerlendirmek gerekmektedir. Türkiye’deki hiçbir olay, günü birlik, aniden ve tesadüfen meydana gelmemektedir. Arka planda vuku bulan çatışmayı, göz önüne almadıkça, sadece görünenle yetindikçe, anlık düşündükçe, hem gerçekleri göremez hem de gerekli çözümleri üretemeyiz. Bu coğrafyada vuku bulan olaylar, uzun vadeli çizilmiş stratejilerin bir sonucudur. Taktik zafer ve mağlubiyetler mutlaka önemlidir ve dikkate alınmalıdır. Ancak bundan daha önemli olan stratejik zafer ve mağlubiyetlerdir. Bazı taktik zafer ve mağlubiyetlerin yem olarak kullanıldığı da asla unutulmamalıdır! O nedenle Türkiye’deki gönüllü kuruluşlar, bilim adamları, kanaat önderleri, bu konuyu ciddiye almalı, birlikte konuyu enine boyuna tartışarak politikalar, projeler üretmeli ve siyasi yapılara sunmalıdırlar; bu, bugün için en tarihi görevlerden birisidir.

Genel Bir Değerlendirme 

Türkiye’de vuku bulan özel amaçlı eylemler, Şer İttifakı (“Üst Akıl”/Şeytanî akıl, Birinci Beyin/ Dış Beyin Halkası) tarafından tasarlanıp/planlanıp organize edilmektedir. Siyonist-Haçlı Şer İttifakının Türkiye içerisinde Mason-Sabetayist dostları ve İşbirlikçi ajanları vardır (İkinci Beyin/İç Beyin Halkası). Bu iki beyin tarafından çizilen strateji, CIA/MOSSAD/MI6/BND gibi istihbarat örgütleri tarafından alınıp eğitilmiş ve organize edilmiş taşeron örgütler (Üçüncü Halka) aracılığıyla hayata geçirilmekte/geçirilmek istenmektedir.

Türkiye’de ve dünyanın değişik ülkelerinde ortaya çıkarılan kaosu, askerî ve kadife darbeleri göz önüne aldığımızda farklı taşeron örgütler kullanıldığını görmekteyiz: 

1- Hedef ülkelerin vatandaşlarından oluşan terör eksenli çalışan örgütler, 

2- Hedef ülkelerin vatandaşlarından oluşan, kitlesel eylemlerde ve kamuoyu oluşumunda kullanılan farklı renklerde/ideolojilerde STK’lar, 

3- Hedef ülkelerin ordusu/polisi/istihbarat birimleri içindeki cuntalar, 

4- Hedef ülkelerdeki işbirlikçi Medya, Sermaye ve Siyasi Partiler

Birinci ve ikinci gruptaki taşeron örgütler, hedef ülke ve ideolojilere göre seçilmekte ve şekillendirilmektedir. Taşeron örgütlerin üst lider kadroları işbirliği içerisinde olduklarını bilmektedir; aza, taraftar ve sempatizanlar, işin farkında değillerdir. Farkına varanlar da değişik yöntemlerle tasfiye edilmektedir. Türkiye’de 1950-2000 dönemine ilişkin yazılan hatırata, yapılan ifşaata ve devletin resmi belgelerine bakıldığında bu tür yapıların varlığı kolaylıkla görülebilmektedir. Bunlara göre hemen hemen her kesimden, bu tür taşeron örgütler inşa edilip kullanılmıştır. Bugün bizi ilgilendiren boyutu ile küresel düzlemde bunlardan en meşhur olanları, PKK-PYD-YPG, ELKAİDE, IŞİD, BOKO HARAM ve Gülen Hareketi(“FETÖ”)’dir. 

Bunların yanı sıra hedef ülkelerin içinde lokal olarak çalışan, yeri ve zamanı geldiğinde kullanılan -uyuyan- kripto örgütler de bulunmaktadır. Şu ana kadar icra edilen operasyonları göz önüne aldığımızda, Şer İttifakının çalışma tarzına ilişkin bazı öngörülerde bulunma imkânını elde etmekteyiz. Şer İttifakı bir operasyona karar verdiğinde ilgili bütün yapıları uyarmakta, gerektiğinde eğitime tâbi tutmaktadır. Sansasyonel eylemler için olay öncesi, olay esnası ve olay sonrasına dönük olarak üç evreli bir psikolojik harekât planlamakta ve yürütmektedir. Eylem başlamadan önce, büyük bir kampanya açılarak toplumu tek yanlı olarak şartlandırmaya çalışmaktadır. Öngörülen operasyon icra edilir edilmez fesat kampanyası, kafaları allak bullak edecek tarzda, hem olayın sıcaklığında, hem de sonrasında çok yoğun, çok kirli ve pis bir şekil almaktadır. O nedenle olayları ele alıp değerlendirirken özellikle altının çizilmesi gereken nokta, medya üzerinden servis edilen ve birbirleri ile taban tabana zıt olan bilgilerin, istihbarat örgütleri tarafından, belli bir amaca dönük olarak servis edildiği gerçeğinin göz ardı edilmemesidir. İstenen, bu bilgilerin alınıp yaygınlaştırılması ile bir kaosun, ümitsizliğin meydana gelmesi istenmektedir. Ayrıca sosyolojik savaş kapsamında; hedef kitlenin ayrışması, fay hatları meydana gelmesi ve/veya var olan fay hatlarının enerji ile yüklenmesi hedeflenmektedir. Kin ve nefretin yaygınlaşarak uzlaşma ortamının ortadan kalkması; gerekirse hedef kitlenin çatıştırılması, temel amaçlardan biridir. 

O nedenle Allah, Nisa 83. ayette iman edenlere, hem yol göstermekte hem de onları özel bir tehditle uyarmaktadır: “Kendilerine güven veya korku haberi geldiğinde, onu yaygınlaştırıverirler. Oysa bunu Peygambere ve kendilerinden olan emir sahiplerine götürmüş olsalardı, onlardan sonuç çıkarabilenler onu bilirlerdi. Allah’ın üzerinizdeki fazlı ve rahmeti olmasaydı, azınız hariç herhalde şeytana uymuştunuz.” (4 Nisa 83) Ayette yer alan “Allah’ın üzerinizdeki fazlı ve rahmeti olmasaydı, azınız hariç herhalde şeytana uymuştunuz” ifadesinin, çok ciddi bir tehlikeye dikkat çekmek amaçlı bir uyarı olduğunun göz ardı edilmemesi gerekmektedir. Bu ifadenin farklı tonlarının, İfk hadisesini (Hz. Ayşe’ye zina iftirası) anlatan Nur suresinde (24/10, 14, 20, 21), dört kez geçmiş olması; ortalıkta dolaşan haberler noktasında, iman edenlerin çok temkinli ve çok büyük sorumluluk sahibi olarak hareket etmeleri gerektiğinin bir işareti olarak değerlendirilmelidir. 

Dikkat edilmesi gereken nokta bir nokta da, Türkiye’nin en gözde diyebileceğimiz güvenlik birimlerine (Çevik Kuvvet, Komandolar) güpegündüz saldırılmasıdır. Kayseri’de çarşı iznine giden Komando grubuna yapılan saldırı, geçmişte 33 silahsız erin öldürülmesi ile benzerlik arz etmektedir. Rus Büyükelçisinin Gülen terör örgütüne mensup olduğu söylenen tek bir polis tarafından, çok rahat bir şekilde öldürülmesi ve öldüren polisin de ardından öldürülmesi(!) Türkiye’deki kirli savaşın, hangi boyutlara geldiğinin bir göstergesidir. Rus Büyükelçisinin öldürülme şekli, geçmişteki Alpaslan Arslan tarafından gerçekleştirilen Yargıtay baskınına çok benzemektedir. Dikkat çeken bir başka nokta da, eş zamanlı sayılabilecek bir şekilde, değişik vilayetlerde sokaklara patlayıcılar atılarak halkta panik meydana getirilmeye çalışılmasıdır. Bütün bunlar, Türkiye’ye verilmek istenen mesajın önemini ve boyutunu göstermektedir. Türkiye’de çok ciddi bir güvenlik zafiyetinin var olduğu imajı oluşturulmak istenmektedir. Bu son olayların zamanlaması ve icra ediliş şekli, 1980 öncesi olayları çağrıştırmaktadır. 

Bu nedenle Polis, MİT ve Ordunun içerisinde Şer ittifakı ile ilişki halinde yeni bir grubun, uyuyan bir ekibin var olup olmadığı, harekete geçirilip geçirilmediği mutlaka araştırılmalıdır. Rus elçisinin öldürülmesi, sadece Türkiye’ye bir mesaj değil, aynı zamanda Rusya ve İran’a da bir mesajdır. Türkiye-Rusya-Iran, Suriye meselesini, ABD’ye rağmen birlikte çözmeye çalışmaktadırlar. Her üç ülkenin, şu an en ciddi ortak paydası, Suriye’nin bütünlüğü ve geleceğidir. Eğer Rus Büyükelçisi bu amaçla öldürülmüş ise o takdirde İran büyükelçisine de bir saldırı planlanıyor olabilir. Gerekli, acil tedbirlerin bir an önce alınması gerekmektedir. Şer ittifakı, Türkiye-Rusya-İran’a ‘bize rağmen Suriye meselesini çözemezsiniz!’ mesajı vermek istemiş olabilir. Eğer durum buysa taraflar arasında bir ortak payda oluşana, taraflar birbirlerini ikna edene kadar bu kaos devam edecek demektir. Türkiye, devlet olarak buna hazır olurken; milleti de, uygun ve güzel bir dil kullanarak buna hazırlamalıdır. Bu noktada, tüm gönüllü kuruluşlara çok özel sorumluluk düşmektedir. 

Cevap Arayan Sorular 

DP’ye karşı 27 Mayıs Darbesi, AP’ye karşı 12 Mart Muhtırası, AP+CHP+MSP+MHP’ye karşı 12 Eylül Darbesi, RP’ye karşı 28 Şubat Postmodern Darbesi, MNP, MSP, RP ve FP’yi kapatma darbeleri, DSP’ye karşı lidere darbe girişimi (Ecevit’i hastaneye gönderme ve partiyi Kemal Derviş-İsmail Cem-Hüsamettin Özkan’la bölme operasyonu), CHP’ye karşı lider darbesi (Baykal’ı düşürme), AK Parti’ye karşı partiyi kapatma darbe girişimi, 24 Nisan Elektronik Muhtırası, Taksim Kadife darbe süreci (Reyhanlı’dan 7 Haziran 2016 seçim sunucuna kadar olan süreç) ve 15 Temmuz Askeri Darbe Girişimi; bütün bunlar, Şer İttifakı tarafından Türkiye’de organize edilen darbelerdir. Darbenin, muhtıranın, entrikanın, terörün, ihanetin, muhatabı olan bütün bu partilerin (DP, AP, CHP, DSP, MNP, MSP, RP, FP, MHP, AKP), renkleri, felsefeleri, ideolojileri, ekonomi politikaları, Batı’ya, İslâm coğrafyasına, SSCB, Rusya ve Çin’e bakışları ve yaklaşımları birbirinden çok farklıdır. Buna rağmen bütün bu partiler, ABD’nin başını çektiği Şer İttifakının (ABD-İngiltere-İsrail/Siyonizm) darbelerine muhatap olmuşlardır. Niçin? Bu çok temel bir sorudur. İşin sırrını öğrenebilmek için bu sorunun cevabı, duygusallıktan uzak, gerçekçi bir şekilde araştırılıp verilmelidir. Bu kadar farklı renklere sahip olan bu partilerin, konumuzla ilgili tek ortak paydası, ABD destekli darbelerle düşürülmüş olmalarıdır. O nedenle bu sorunun cevabı hayatidir. İyi bir araştırma konusudur. Bunun kadar cevaplandırılması gereken daha başka ana sorular da vardır:

• Her darbeden sonra iş başına gelen siyasi partiler, geçmişten niçin ders alıp gerekli tedbiri almamışlardır/alamamışlardır? • Şer ittifak, her devirde nasıl oluyor da, sivil ve askeri bürokrasiden, medyadan ve STK’lardan destek bulabiliyor? • ABD, niçin ve nasıl, Türkiye’nin istihbaratını ve ordusunu bizzat organize edebiliyor, yapılandırabiliyor? • ABD, Türkiye’de sivil ve askeri bürokrasiye nasıl olup da kolayca sızabiliyor? • Türkiye ile ABD arasında imzalanmış ikili anlaşmalar nelerdir? Bu ikili Anlaşmalar, ABD’ye nasıl bir hareket kolaylığı sağlamaktadır. • NATO’da bulunmaktan dolayı çıkarılan yasalar nelerdir? NATO, meclis kararı olmadan Türkiye’de rahatça hareket edebiliyor mu? • ABD işbirlikçisi olduğu açıkça bilinen STK’lar, nasıl oluyor da, bu kadar rahat hareket edebiliyor, siyasi iktidarların desteğini alabiliyor ve imkânlarını kullanabiliyor? • Kriz dönemlerinde Türkiye’ye “emsal çözümleri” kimler sunmaktadır? Bu “emsal çözümler”, bugüne kadar bu ülkeye ne getirdi, ülkeden neler götürdü? • Türkiye’deki darbelerin, Türkiye’nin sanayileşmeye karar verdiği, kalkınmak istediği dönemlerde olması bir tesadüf müdür? • Türkiye, bağımsız dış politika uygulamaya kalktığı zaman darbelerin olması bir rastlantı mıdır? • Türkiye’nin menfaatleri ile Şer İttifakının menfaatleri çatıştığı dönemlerde, darbelerin olması tesadüf müdür? • Şer ittifakı, darbeye muhatap iktidarlardan isteyip de alamadıklarını, darbe dönemi hükümetlerinden ve sonrasında gelen sivil, seçilmiş iktidarlardan almış mıdır? • Darbeden önce, darbe sürecinde ve sivil yönetime geçmeye karar verildiği darbe sonrasında, aniden parlatılan şahsiyetler veya partiler var mıdır, varsa bunları hangi güç allayıp pullayıp kamuoyuna sunmaktadır? • Darbeden önce, darbe sürecinde ve sivil yönetime geçmeye karar verildiği darbe sonrasında, yıpratılan şahsiyetler veya partiler var mıdır, varsa bunları hangi güç yıpratmaktadır? • Her darbeden sonra üniversitelerde, askeri ve sivil bürokraside, Anadolu sermayesinde tasfiye yapılmasını ve ardından bir beyin göçünün olmasını nasıl izah etmek gerekir? • Bütün darbelerde yapılan tasfiyelerin listeleri, kim tarafından ve hangi ölçütlere/kıstaslara göre hazırlanmaktadır? 

Daha da genişletmek mümkün olan böylesi sorular amacımızın açıklanabilmesi için yeterlidir. Bu soruların sağlıklı bir şekilde cevaplarının verilebilmesi için, her darbe ile ilgili olarak darbe öncesi sivil iktidar dönemi, darbe geçiş süreci hükümetler dönemi ve darbe sonrası sivil iktidar dönemlerinde ABD’nin başını çektiği şer ittifakı ile olan ilişkileri, mukayeseli bir şekilde incelemek gerekmektedir. 

Türkiye’de Siyasi İktidarı Devirmenin Bilinmeyen Yolları 

Türkiye’de yapılmış darbeleri, bu çerçevede ele almadan önce, konumuza açıklık getirmesi açısından Bülent Ecevit’in yasaklı olduğu bir dönemde, “İngiliz Grenada televizyonu ile Amerikan CBS televizyonunun ortaklaşa düzenledikleri ve yayımladıkları bir tartışma programında” başından geçenleri, kendisinin bizzat kaleme aldığı olayı hatırlamamızda fayda vardır1 : “…Benim katıldığım tartışma senaryolarından biri, hayali bir ada devletiyle ilgiliydi. 

Varsayımsal senaryoya göre, bu ada devleti zalim bir diktatör tarafından yönetilmekteydi. ABD ve İngiltere, kendi çıkarlarına sadakatle hizmet ettiği için, bu diktatörü destekliyorlardı. Fakat ada devletinin halkından yükselen muhalefet ve tepki o kadar ile ri ölçülere varmıştı ki, ABD ve İngiltere, sonunda diktatörün devrilmesine razı olmuş ve bunun için gerekenleri yapmışlardı. Yine senaryoya göre, bu diktatörün yerine, Amerikan ve İngiliz tertibiyle bir başka lider getirilmişti. Fakat o lider de, bir süre sonra, fazlasıyla Moskova yanlısı bir tutum izlemeye başlamıştı. Onun için, ABD ve İngiltere, ondan da kurtulmaya karar vermiş ve gereğini yapmışlardı. 

Fakat yerine kim geçecekti? …

Tartışmaya katılanlar arasında, ABD ve İngiltere’nin bazı önde gelen devlet adamları ve komutanları yer alıyordu. O arada, General Haig, eski CIA başkanlarından biri ve o sırada FBI başkanı olan şimdiki CIA Başkanı Webster de bulunuyordu. Almanya’dan da birkaç önde gelen politikacı vardı. Bu ülkeden gelenler dışında, ayrıca, bir eski İtalyan devlet adamı ile Türkiye’den ben vardım. Hayali ada devletine yeni bir lider aramasına sıra geldiğinde, tartışmanın yöneticisi Amerikalı profesör tartışmacılara bir kopya verdi: - Ada devletinde, şimdilik bir köşeye çekilmiş, fakat halk arasında saygınlığı olan bir sosyal demokrat politikacı nasıl devletin başına gelecekti? 

Amerikalılar dediler ki: 

- Onun kolayı var... Eski diktatör bizim adamımız olduğuna göre, bu ada devletinin silahlı kuvvetlerinde de bizim hatırımızı kırmayacak yakın dostlarımız var demektir. Onlara söyleriz, sosyal demokrat politikacıyı iktidara getirmenin bir yolunu bulurlar. İngilizler de, Almanlar da bu çözümü hemen benimsediler. Ben, o zamana kadar, tartışmaya hiç katılmamıştım. …Tartışmayı yöneten Amerikalı profesör birden bire bana döndü ve -Mister Ecevit, diyelim ki o sosyal demokrat lider sizsiniz! Amerikalıların önerdiği çözümü kabul eder misiniz, diye sordu. Hiç duraksamadan özetle şu yanıtı verdim: - Dostumuz ve müttefikimiz de olsalar, bazı yabancı devletlerin içişlerimize böylesine karışmalarını ve silahlı kuvvetlerimizle böylesine içli dışlı olmalarını içime sindiremem. Onun için, bu çözümü kesinlikle kabul edemem. Kendi girişimimle ve serbest seçimlerle halkın desteğini alarak iktidara gelebilirsem gelirim; başka türlüsünü düşünemem bile. Tartışmanın ondan sonraki bölümünde, bir yandan Amerikalılar bir yandan İngilizler beni ikna etmek için uzun uzadıya dil döktüler. Nihayet, tartışmaya hararetle katılan, eski dostum bir İngiliz muhafazakâr milletvekili bana çıkıştı: - Görüyor musun bize yaptığını, senin direnmen yüzünden bu devlet sorununa bir çözüm bulamıyoruz, dedi.

Son olarak tartışma yöneticisi, General Haig’e dönerek: - Ecevit kabul etmemekte direniyor, bu durumda ne yapacaksınız, diye sordu. General Haig özetle şu yanıtı verdi: - Bizim bu gibi konularda deneyimimiz vardır. Ecevit istemese de biz uygun gördüğümüz bir çözümü uygulatmanın yolunu buluruz, dedi.”1 Ecevit yazısını şu şekilde sonlandırmıştır: ‘‘Aynı General Haig’in, 1983’te, Türkiye’deki genel seçimlerden kısa bir süre önce ülkemize gelip yaptığı temasları bilenler, kendisinin televizyon programındaki sözlerini herhalde pek yabana atamazlar.” Ecevit’in ifadelerine göre Şer İttifakı, Ecevit’e rağmen Ecevit’i, Türkiye’de iktidar yapmaya karar vermiştir. Bu gerçekleşti mi? Gerçekleştiyse, nasıl başarılmıştır? Bunun için tarihe tekrar dönmemiz gerekecektir. 28 Şubat postmodern darbesinden sonra Türkiye bir türlü hükümet krizini çözememiştir. Böyle bir dönemde devrin cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Meclis’te dördüncü parti olan Ecevit’e azınlık hükümeti kurdurmuştur. 

Bu azınlık hükümeti zamanında, Askerlerin Suriye’ye baskısıyla Abdullah Öcalan Suriye’den çıkarılmıştır. Suriye’den çıkarılan, değişik ülkelerden sığınma talep eden ve alamayan Öcalan ABD tarafından “paketlenip” Türkiye’ye teslim edilmiştir. Azınlık Hükümetinin Başbakanı Ecevit’in halk indinde itibarı, çok hızlı bir şekilde artmış; ilk genel seçimlerde %22 civarında bir oy alarak birinci parti olmuştur. Bu arada Öcalan’ın teslim edilmesine denk düşen zaman dilimi ve sonrasında, İç Anadolu, Akdeniz, Ege ve Trakya’da, terör olaylarında ani bir artış meydana gelmiştir! Terör, MHP’yi yaklaşık %18 oy oranıyla ikinci parti yapmıştır. 

Seçimlerin ardından Ecevit’in başkanlığında bir koalisyon hükümeti kurulmuştur. Ecevit’e rağmen Ecevit, Abdullah Öcalan sayesinde önce birinci parti olmuş sonra da iktidar yapılmıştır. Ecevit ölünceye kadar, “Abdullah Öcalan bana niçin teslim edildi, bir türlü anlayabilmiş değilim”, deyip durmuştur. Şer İttifakı tarafından bu şekilde iktidar yapılmış olan Ecevit’ten, Şer İttifakı daha sonra şunları -medyaya yansıyanlar kadarıyla- istemiştir: · “Erbakan Hocanın İran’la yaptığı doğal gaz anlaşmasının iptal edilmesi. · Saddam Hüseyin’in devrilmesi için Türkiye’nin tüm üsleri ABD’ye açması ve ABD ile birlikte Irak’a girmesi. · Kıbrıs ve Ermenistan sorunlarının, Şer İttifakının öngördüğü şekilde çözülmesi. Bildiğimiz kadarıyla Ecevit, bunları gerçekleştirmemiştir. Bunun üzerine ülkede ekonomik kriz çıkartılmış ve kendisi, özel bir hastaneye yatırılmış; partisi, Kemal Derviş-İsmail Cem İpekçi Hüsamettin Özkan üçlüsü tarafından bölünmüştür/böldürülmüştür. 

İlk genel seçimlerde de DSP %2 civarında rey alarak siyaset sahnesinden tasfiye edilmiştir. V. Marchetti, J. D. Marks’ın CIA adlı kitabında Şer İttifakının şeytani çalışma tarzını ifade eden şu ifadeye burada yer vermekte fayda vardır: “Mesela büyük fakat kalkınmamış bir memleket söz konusu olduğu bir olayda, bir partinin sermayesine, partinin haberi olmadan para eklenmiştir.”2 Görülebileceği gibi Şer İttifakı Ecevit’e rağmen Ecevit’i iktidar yapmış ve yine ona rağmen, onu siyaset sahnesinden silebilmiştir. Bu operasyonunun ana sebebi nedir? 

“Hayır Diyebilen Bir Türkiye” İstenmemektedir 

Türkiye’deki darbeleri, genel hatları ile incelediğimizde, hepsinin en genel ve özgün ortak paydası, Şer İttifakının, Türkiye’de kendisine “hayır diyecek/diyebilecek” bir siyasi iktidar istememiş olmasıdır. Evet, uzun yıllar siyasette kalmış, değişik bakanlıklarda bulunmuş, bir siyasetçi olan Kamuran İnan’ın deyişi ile “Hayır Diyebilen Bir Türkiye” istenmemektedir:

“Teslimiyet bizde işin icabı haline gelmiş; asıldır. İstisnaların, kaide dışına çıkanların başına gelmedik kalmıyor. Devletin menfaat ve onurunu korumakta kararlı olanların karşısına dikilen bir iç cephe vardır. Alışılmışın dışına çıkanlar karşılarında bu cepheyi bulur... Büyük güçler hiçbir şeyi tesadüfe bırakmaz. Kendi menfaatlerini korumak, karşı tarafa kabul ettirmek için hiçbir tedbiri ihmal etmez, açık kapı bırakmazlar. Stratejik ve ekonomik bakımdan önemli menfaatleri bulunan memleket rejim ve idarecilerinin kendilerine yakın olması temel hedefleridir. Bu hedefi gelişme halinde olan memleketlerde kolay gerçekleştirirler. Bu gibi memleketlerde basın ve kamuoyunu yönlendirmek, iç müttefikler bulmak zor olmuyor. Bugün önemli sayıdaki memleket, özellikle Müslüman memleketteki idareler büyük güçlerin desteği ile ayakta durmaktadır; her bakımdan bağımlıdırlar. Kendi insanlarının menfaatinden ziyade, sanayileşmiş memleketlerin menfaatlerine hizmet ederler. 

Bu gibi memleketlerdeki darbeleri tesadüfe bağlamak veya halk hareketi olarak görmek yanlıştır. Bunların arkasında, genellikle, dış menfaat bulunmaktadır. Büyük güçlerin, uzun süre, HayIr işitmeye tahammülü yoktur. HayIr diyenler gider, yerlerine evet diyenler gelir. Nerede ve nasıl şişirildiği belli olmayan paraşütlerle siyaset meydana inen “lider”ler bizde de görülmüştür. ...Hiçbir şeyi tesadüfe bırakmayan büyük güçler, menfaatleri bulunan memleketlerde Evet’çilerin iktidar olmasını kolaylaştırıyor. Birçok memlekette -biz dâhil- iktidarların nasıl oluştuğu henüz ciddi bir şekilde araştırılmış, açıklık kazanmış değil. “Gizli kuvvetlerin gücünü ihmal etmemek lazım...”3 

Sonuç: Gereği Yapılırsa Sonu Zaferle Bitecek Zorlu ve Sıkıntılı Bir Süreç 

İstanbul Beşiktaş’ta Çevik Kuvvete ve Kayseri’de komandoları taşıyan bir otobüse yönelik canlı bomba saldırılarının ve Rusya büyükelçisinin çok garip bir şekilde Ankara’da öldürülmesinin, çok amaçlı ve çok mesajlı saldırılar olduğu kanaatindeyiz. MİT müsteşarı Hakan Fidan’ın ifadeye çağrılmasının ardından başlayan Kadife Darbe süreci, nasıl 15 Temmuz ihanet darbe girişimine gelip dayanmış, çok aşamalı ve uzun vadeli bir stratejinin ürünü ise; Şer İttifakı tarafından Beşiktaş’ta Çevik Kuvvete yapılan saldırı da, kanaatimize göre yeni bir sürecin başlangıcıdır. Gözlemlerimize göre, “dolaylı harp stratejisi” kapsamında birbirine taban tabana zıt taktiklerle, çok farklı noktalarda, ortamlarda, farklı toplum kesimlerinde Türkiye’ye ard arda saldırılar düzenlenmek üzere bir strateji çizilmiş ve uygulamaya sokulmuş gibi gözükmektedir. Bu noktaya özel vurgu yapmamızın sebebi, Türkiye’nin Taksim Gezi Parkı olayını vaktinde, gerektiği gibi algılayamaması, değerlendirememesi ve yorumlayamaması; bundan dolayı da zamanında, gerekli tedbirleri alamaması, Şer İttifakına karşı gerekli birleşik cephe hareketini kurup, genişletip, geliştirememesidir. 

Türkiye bugün aynı hataya tekrar düşmemelidir. Dikkat edilmesi gereken bir başka nokta da, Gülen Hareketi merkezli, çeşitli tipte eylemler gerçekleştirebilecek yeni bir silahlı taşeron terör örgütünün sahaya sürülmesi ihtimalidir. Müslüman maskeli böyle bir örgütün sahaya çıkarılması, ciddi sosyolojik ayrışmaya sebebiyet verebilir. Şer İttifakının buradaki amacını ve hedefini iyi okumak gerekmektedir. Türkiye’nin bu gerçekleri görmesi, ders alması, özgür ve adil bir düzlemde tartışma imkânları ihdas ederek, güçlü ortak paydalar oluşturup bütünleşmesi ve Şer İttifakına karşı tek yürek olması tarihi bir sorumluluktur, zarurettir bugün. Henüz Vakit Varken; Yarın Çok Geç Olabilir. Zira Hz. Muhammed (s.) buyurur ki; “Şunu da bil ki nusret (i ilahî) sabırla birlikte gelir, kurtuluş da sıkıntıyla gelir, zorlukta da kolaylık vardır, bir zorluk iki kolaylığa asla galebe çalamayacaktır.”


ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI HİBRİT SAVAŞLAR DÜZLEMİNDE BÖLGESEL EKSENDE BAŞLATILMIŞTIR

(Umran Dergisi)   “Eğer Hakk, onların hevalarına (istek ve tutku) uyacak olsaydı, hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herke...