(Umran Dergisi)
“Hiç şüphesiz Allah
katında din, İslâm’dır.”
(3/19)
Cumhurbaşkanının
halk tarafından seçilmesinden buyana Türkiye, “Başkanlık sistemini” tartışmaktadır. Başkanlık sistemini isteyen
kesimler, başkanlık sisteminin her derde deva olduğunu, bugünkü parlamenter sistemin her türlü kötülüğün, çözümsüzlüğün ve bunalımın kaynağı olduğunu savunmaktadır. Buna karşılık, Türkiye’de başkanlık sistemine karşı olanlar da, başkanlık sisteminin Türkiye’yi diktatörlüğe götüreceğini, çok daha
vahim sonuçlar doğuracağını ileri sürmektedirler.
Genel olarak her iki kesim de, başkanlık sisteminin yapısı, muhtevası, ne getirip ne götüreceğini
tartışmamakta, kamuoyunu bu noktalarda gereğince aydınlatmamaktadır.
Her iki kesim de meseleyi, Cumhurbaşkanı
Erdoğan üzerinden ele almakta ve tartışmaktadır. Sloganlar ve şahıslar üzerinden meseleyi tartışmak, gelecekte, bizi büyük bir mayınlı arazının
içine getirip sokabilir. Meseleyi Erdoğan’ın şahsı üzerinden değerlendirip ele alanların ve onu
her derde deva görenlerin, onun bir beşer olarak
ölümlü olduğunu(2/Âl-i
İmran 144) asla unutmamaları gerekir. Erdoğan sonrasında laik, liberal, ulusalcı bir başkanın gelmesi ile genel olarak Müslüman camianın,
özel olarak da dini hassasiyeti yüksek olan kesimlerin nelerle karşılaşabileceğini şimdiden düşünmelerinde fayda vardır.
Başkanlık sistemi dendiğinde ilk akla gelen ABD
sistemidir.
Birleşik bir Türkiye’yi, eyaletlere ayırıp
ayrı bayraklarla ve yönetimlerle donatmanın, gelecek on yıl içerisinde Türkiye’ye bedelinin ne olacağının da göz önüne alınması gerekmektedir. Ayrıca Başkanlık sisteminde, genel olarak, ikiden fazla
partinin meclise girme şansı olamayacağına göre
değer eksenli mücadele veren partilerin meclise
girip giremeyeceklerini, Müslüman/İslâmcı/dindar/millici camia, tartışmalı ve düşünmelidir. Cari
liberal-kapitalist-materyalist ve batı kültür ve medeniyet değerlerine göre kurulu bir sistemi, şimdilik, kuvvetlendirmekten anlamı taşıyan Başkanlık sistemini, bu kadar içten savunmak, nasıl yorumlanmalıdır? Laik, kapitalist-materyalist, Batı kültür ve medeniyet değerleri üzerine Lozan’da kurulan cari sistem, revize edilmiş “Ilımlı İslâm”(!)
projesi ile kendine yeni bir hayat bulmaya çalışmaktadır. O nedenle hem milli hem de İslâmi değerlerimize yabancı olan cari sistemin felsefi temellerinin Müslüman/İslâmcı/dindar/millici camia tarafından tartışılması daha öncelikli bir görev ve sorumluluk olmalıdır.
Bugüne kadar Türkiye’de anayasalar, ihtilalden ihtilale değiştirilebilmiştir. Ayrıca anayasaların, diğer kanunlar gibi kolayca ve kısa vadede
değiştirilme şansları yoktur. O nedenle hazırlanacak yeni bir anayasada, bir felsefe ve dünya görüşünün ürünü olan laikliğin yer alması, gelecekte
çok ciddi sıkıntılara sebebiyet verebilecektir.
Bugün bu konunun üzerinde durmamızın amacı da
budur. O nedenle dini ve milli hassasiyeti olanların, bu gerçeği görmeleri gerekmektedir. Yarın çok
geç olabilir.
Yeni bir anayasa yapım sürecinde başkanlık
sistemi ile laiklik/sekülerlikten hangisinin düşünsel, felsefi boyutlu ve teknik olduğu, hangisinin
taktik ve stratejik bir konu olduğu sorgulanmalıdır. Varılacak sonuca göre o konu, öncelikli olarak
tartışılmalıdır. Bununla beraber bu iki konu, birbirine bağımlı da değildir.
Bize göre Yeni bir anayasa yapım sürecinde,
sistemin felsefi temelini oluşturan Laiklik/Sekülerlik öncelikli olarak ele alınıp tartışılmalıdır.
Bundan dolayı Meclis Başkanı İsmail Kahraman’ın
“Yeni Türkiye ve Yeni Anayasa” adlı konuşmasında, “Laiklik bir kere yeni anayasada olmamalıdır”, “tarifi yapılmalıdır”, “Dindar anayasa meselesinden anayasamızın kaçınmaması lazım”1 demesi üzerine, başlatılan tartışmaların yararlı olduğuna inanarak bu yazıyı kaleme almış bulunmaktayız. Ne yazık ki AK Parti, MHP yöneticileri, İslâmi ve milli hassasiyetleri öne çıkan yazar,
düşünür, kanaat önderleri ve gönüllü kuruluşlar (TGTV hariç), başlatılan tartışmayı derinleştirip yaygınlaştırmadan aniden sonlandırmışlardır. Bu ani ve sert refleks, Meclis Başkanı İsmail Kahraman’ın, muhtemelen, taktik olarak geri adım atmasına sebebiyet vermiş, akabinde yaptığı
yazılı basın açıklamasında laikliliği savunmuştur.
Buna karşılık laiklik/sekülerliği savunan kesim ise
tam bir taarruz başlatarak toplumu tek yanlı olarak bilgilendirmiş ve yönlendirmiştir. Cumhuriyet
tarihi boyunca da benzer tavırlar ortaya konarak
laiklik/sekülerlik üzerinden yürütülen psikolojik
harekât ile yol boyu Müslüman camia tehdit edilmiş, hakarete uğramış, hatta mahkûmiyetler olmuştur. Yol boyu yürütülen psikolojik harekâtın
sonucunda, Müslüman camia içerisinde laikliği
benimseyen, kafası karışık bir insan unsuru ortaya çıkmıştır. Bu nedenle bu ülkenin asıl sorunu,
istikamet sorunu, kimlik sorunu, kültür ve medeniyet sorunudur.
Meclis Başkanı’nın konuşması üzerine başlatılan tartışmalarda kullanılan din, laiklik ve sekülerlik kavramlarına tarafların, aynı anlamı yüklememekte olduğu görülmektedir. Kelime aynı
ve fakat muhteva farklıdır. Bu da, tarafların birbirini anlamasına mani olmakta, gerilim artmakta, hakaret edilmeye başlanmakta, kavga noktasına gelinmektedir. Bundan dolayı “Din”,
“Sekülerlik”/“Laiklik”, Sekülarizim/Laisizm ve
Sekülerleşme/Laikleşme kavramlarının hem “esas”
hem de “Istılahı” manalarının tartışılmasında fayda vardır. Burada, bu konu ele alınmaktadır.
TBMM Başkanı İsmail Kahraman’ın Konuşması
İsmail Kahraman konuşmasında, Osmanlı’nın
son dönemlerinde başlayan ve Cumhuriyet döneminde zirveye çıkan yanlış bir yaklaşıma dikkat çekmeye çalışmıştır. Bu yanlış yaklaşım, insanı ve milleti önceleme yerine devleti önceleme; millet için devletin var olması yerine devlet için milletin var olması yaklaşımıdır. O nedenle Kahraman konuşmasında, devlet ve millet kaynaşmasına vurgu yaparak insanın ve milletin öncelenmesine dikkat çekmiştir:
“Önce insan. Yeni Anayasa önce insan demelidir. Devlet insanın hizmetinde, vatandaşının hizmetindeki bir örgüt olmalıdır. Bizde tersine, devleti koruyan, ferdi ise hizmet ettiren noktada olan
anayasalar olmuştur…
Yeni anayasa ferde ehemmiyet vermeli. Devlet, kendini ferdin hizmetinde
bilmeli.”2
Kahraman’a göre insanı ve milleti değil de devleti önceleme yanlış yaklaşımı, mevcut anayasanın ruhuna sinmiştir. Mevcut anayasa, bir yerde
özgürlükleri verirken bir başka yerde özgürlükleri geri alarak yığınla tezadı bünyesinde barındırmaktadır. Bu tezat, hem diline hem de muhtevasına yansımıştır:
“Mevcut anayasanın dili de imlası da düzgün
değil… Birinci kısmında hürriyeti verir. Maddenin hemen ikinci kısmında ‘ancak, şu kadar ki,
fakat’ diyerek hürriyeti geri alır. Niye? Çünkü bir
darbe anayasasıdır. 61 de böyledir. 82 de böyledir… Hürriyeti verdikten sonra tahdit olmamalı
…”3
Kahraman’a göre kendi toplumsal yapımıza,
gerçekliğimize uygun olarak anayasa yapılmalıdır.
Anayasada kurucu irade olarak millet yer almalı ve anayasa millet tarafından yapılmalı, zamana, zemine ve şartlara bağlı olarak da değiştirilebilmelidir. Tepeden inme Anayasa yapılmamalıdır:
“Anayasa değişir mi değişmez mi?’ gibi tartışmalar var. Tabii ki değişir, nihayetinde bu bir
yasa. Anayasayı millet istediği gibi yazar, kaleme alır ve yayınlar. Çünkü kendini yönetecek noktaları, o tespit edecek. ‘Kurucu irade şöyle dedi,
böyle dedi’ denmez. Kurucu irade, milletin ta
kendisidir. Millet bunu yapmalıdır… Anayasayı
toplumla kaynaşarak yapacaksınız. Bizdeki anayasa çalışmaları daha çok tepeden inme şeklinde
yapılmıştır.”4
Toplumsal değişimi, zamanı, zemini ve içinde
bulunulan şartları göz önüne almayan, katı ve ayrıntılı bir anayasa, toplumsal isteklere zamanında cevap verememektedir. Böyle bir anayasa, toplumsal isteklere cevap verebilme amacıyla yapılacak tüm yasal düzenlemelerin önünde de büyük
bir engeldir. Bunu aşabilmek için pansuman varı
değişimler yapılarak ihtiyaçlar karşılanmaya çalışılmaktadır. Bu da, Anayasayı yamalı bohça haline
getirmektedir. 1982 anayasası, bu nedenle “yamalı bohçadır ve Türkiye’nin bütünlüğünü göz önüne alamamaktadır.” Meclis Başkanı Kahraman’ın
dikkat çektiği noktalardan biri de budur.
Anayasalar, milletlerin inancına, hayat felsefesine, akaidine, dinine, imanına göre yapılır/yapılmalıdır. Kendi kültür ve medeniyet kodlarını koruyan, geliştiren, geliştirmeye imkân veren yasaların anası olarak şemsiye görevi görür/görmelidir.
Ayrı dünya görüşü, hayat felsefesi, din ve imana
sahip bir toplumda geçerli ve başarılı olan anayasa veya yasalar, farklı dünya görüşü, hayat felsefesi, din ve imana sahip bir başka toplumda geçerli, başarılı olmaz, olamaz. Bugün mevcut anayasa
ve yasalar, tepeden inmeci ve toplumsal gerçekliğimize uygun olmayıp kültür ve medeniyet kodlarımızla uyuşmamaktadır. Kahraman’ın konuşmasında, dikkat çekmek istediği en temel noktalardan birisi de burasıdır:
“Peki, niye biz Müslüman bir ülke olarak, dinden kendimizi arındırma, geri çekme durumunda olacağız? Niye? İslâm İşbirliği Örgütü’ne kayıtlıyız, üyesiyiz, kurucusuyuz. İslâm Kalkınma
Bankası’nda varız. İslâm Dışişleri Konferansı’nda
varız. Bir İslâm ülkesiyiz. Bu nedenle dindar bir
anayasa yapmalıyız ... Anayasamızın dinden kaçınmaması lazım.”5
Bin yıl İslâm kültür ve medeniyeti ile yoğrularak şekillenmiş bir milletin, dinine göre bir hayat
tarzı inşa etmesinin önünde en büyük engel, laikliktir. Muhtemelen bu nedenle Meclis başkanı,
dini hayattan koparan, tecrit eden bir ilke olarak
laiklik ilkesinin Anayasa ve yasalarda yer almasına
karşı çıkmaktadır:
“Ladinilik olmamalı yeni anayasada ve dindar
bir anayasa olmalı. …Herkes dini inancında, bunu
yaşamada ve ifade etmede hürdür. ‘Allah demeyeceksiniz’ Allah Allah, ölürken mi diyeceksiniz?…
Laiklik bir kere yeni Anayasa’da olmamalıdır…”6
Meclis Başkanı, Allah lafzının geçmediği ve fakat laiklik ilkesinin en katı bir şekilde yer aldığı 1961 ve 1982 anayasalarını, yanlış bir yaklaşımla, “dindar anayasalar” olarak da nitelendirmektedir:
“Mevcut anayasanın herhangi yerinde Allah
lafzı yok ama Anayasa inanca göre tasnif edildiğinde; bu 82 Anayasası da, 61 Anayasası da dindar anayasalardandır. Neden? Diyanet İşleri Başkanlığı idare içinde vardır. Resmi tatiller, Kurban
Bayramı, Ramazan Bayramı’dır. Din dersleri mecburidir ve inanca dayalı bir yapısı vardır. Yani seküler değildir, dindar anayasadır. Laiklik tarifi de
ona göre olmalıdır… Mesela dindar anayasa meselesinden Anayasamızın kaçınmaması lazım. Dini
olarak bahsetmesi lazım.”7
Burada bir tezat vardır. Bir anayasada, “Diyanet İşleri Başkanlığı”, “Resmi tatiller”, “Kurban
Bayramı”, “Ramazan Bayramı” ve “Din derslerinin mecburi” oluşunun yer almış olması, o anayasayı dindar anayasa yapmaz/yapamaz. Dinin hayatı
tanzim etmesini sağlamayan, buna imkân vermeyen bir anayasa dindar olamaz. Dini, ibadet boyutuna indirgeyerek ferdin kalbine, evine ve camisine hapseden bir anayasa, İslâm dinini parçalamakta, bütünlüğünü bozmakta ve dini tahrif etmektedir. “Ilımlı İslâm”(!) denilen de bundan başkası değildir. Böyle bir din “Allah indinde Hak din
İslâm’dır” ilkesine aykırıdır.
Meclis Başkanı Kahraman, gerek yaptığı konuşmada ve gerekse yaptığı basın açıklamasında, laikliğin açık, net bir tarifinin yapılmamış olmasından ve bunun neden olduğu sıkıntılardan
şikâyet etmekte, yerden göğe kadar haklıdır:
“Dünyada üç anayasada laiklik var. Fransa’da
var, İrlanda’da var, bir de Türkiye’de var. Tarifi de
yok. İsteyen, istediği gibi bunu yorumluyor. Böyle bir şey olmamalıdır...”8
TBMM Başkanı Kahraman’ın
26 Nisan 2016 Tarihli Basın Açıklaması
Meclis Başkanı Kahraman konuşmasının bütünlüğü içerisinde, kavramsal düzeyde tezatlar
var olmuş olmasına rağmen, Türkiye’nin en hayatı
meselesine cesaretle parmak basmış ve gündeme
taşımıştır. Kendisinden Allah razı olsun. Normal
olarak AK Parti, MHP, SP, BBP, gönüllü kuruluşlar,
kanaat önderleri ve bilim insanları, bu değerlendirmelere sahip çıkıp laiklik konusunun felsefi boyutta tartışılmasına imkân vermeliydiler. AK Parti
ve MHP kurmaylarının bu tartışmaya katılmayıp
laiklik ilkesine sahip çıkmaları, Kahraman’ı çok
etkilemiş/zorda bırakmış olmalı ki 26 Nisan 2016
tarihli yazılı basın açıklamasında, “yanlış anlaşıldığını” ifade ederek laikliğin tanımının yeniden
yapılmasını istemekte ve laiklik ilkesine, -muhtemelen- taktik olarak sahip çıkmaktadır:
“…Bu kavram siyasi hayatımızda ve yargısal
uygulamalarda bireysel ve toplumsal hak ve özgürlükleri sınırlayıcı, yok edici bir araç olarak kullanılmıştır ve ciddi mağduriyetlere yol açmıştır.
Bu haksızlıkların en temel sebebi laiklik kavramının tanımının yapılmamış olmasıdır.
Mevcut anayasamızda Türkiye’nin, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olduğu belirtilmekte ancak laikliğin tanımı yapılmadığından,
din ve vicdan hürriyeti kavramları da tartışmaların ortasında yer almaktadır.
…Esasında; laiklik her türlü din ve inanç mensuplarının ibadetlerini özgürce icra etmelerini,
dini kanaatlerini açıklayıp bu doğrultuda hayatlarını tanzim etmelerini güvence altına alır. Bu bakımdan laiklik, özgürlük ve toplumsal barış ilkesidir.
“Anayasanın dindar olması” beyanımdaki kastım; hiçbir ayrım yapmaksızın din ve vicdan özgürlüğünün anayasamızın lâfzî ve ruhu ile güvence altına alınmasını sağlamayı temenni etmektir.
Laikliğin farklı inanç gruplarına sağladığı hürriyetlerin mevzuatta yer bulması, devlet ve milleti
karşı karşıya getirmeyen bir laikliğin tarifi ve tatbikatı yeni anayasada olmalıdır.”9
Bu açıklama, daha önce yapılmış olan konuşma ile tezat teşkil etmektedir. Bize göre çok da
yanlış olmuştur. Bu konu Din, laiklik ve sekülerlik kavramlarının incelendiği kısımda okuyucu tarafından daha rahat değerlendirilebilecektir.
Kelimelerin Anlam Alanları ve Kavramsal Kargaşa
Türkçe sözlüklerde tarif (tanım), “1- Bir nesneyi bütün vasıflarını içine alacak şekilde sözlü veya
yazılı olarak anlatma; 2- Bir kavramı kelimelerle ifade etme, 3- Bir nesneyi belli başlı noktalarını zikrederek tanıtma.”10 olarak ifade edilmektedir. Bir şeyin tarifi öyle olmalı ki kafa karışıklığına,
anlaşmazlığa sebebiyet vermemelidir. Bunun için
tarifin, ‘Ağyarını/Ağyarına mâni, efradını/efradına câmi’ olması gerekir denmiştir.11 Bununla anlatılmak istenen tarifin, tarif edilen hususa ait bütün
nitelikleri toplaması, ondan farklı olan nitelikleri
dışta bırakmasıdır. Ne gereğinden fazla uzun olması ne de anlaşılamayacak kadar kısa kalmasıdır.
Kelimeler, yalnızca bir konuşma aracı değil;
aynı zamanda, toplumun içinde bulunduğu durumu, dünya görüşünü, kültürü, sistemi algılayıp değerlendirebilme aracıdır da. Kavramlar, toplumun
ilişkileri, davranışları, anlayışları, kültür ve yaşantısı hakkında bilgi verirler.12
Her kelimenin kendine özgü bir sözlük manası vardır ki biz o kelimeyi, bulunduğu münasebet sistemi dışında da mütalaa etsek, kelime yine
o manayı taşır. Buna kelimenin “esas manası”
denmektedir.13 Bazılarının ise sözlük anlamlarının
yanısıra, sözlük anlamlarından daha öncelikli olarak kullanılan bir başka anlamı daha vardır. Buna
“ıstılahi” anlam denmektedir. Istılahi (izafî) mana,
kelimenin kökünden gelmeyen, fakat içinde bulunduğu münasebet sisteminden ve bu sistemdeki
diğer kelimelerle kurduğu ilişkiden doğan özel bir
anlamdır. Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için
Kur’ân’da geçen “Kitap” kelimesini ele alalım. Kitap kelimesinin esas manası, “yazılmış veya basılmış sayfaların bir araya getirilmesi ile oluşan
toplam”14 iken vahiy alanında dini terminolojide
ıstılahı anlamı, “Kur’ân”dır (2/174). Tıpkı bunun
gibi, din ve laiklik kelimelerinin bir esas anlamları, bir de ıstılahı anlamları vardır. Din ve laiklik
tartışmalarına bu açıdan bakmak gerekmektedir.
Türkiye’nin en ciddi sıkıntısı, kavramların
kendi anlam alanlarından koparılarak çarpıtılmasıdır. Kavramların bu şekilde anlamlarının çarpıtılması, kavramların tanımlanmasındaki sınırları
muğlâklaştırmakta ve silah haline dönüştürmektedir. O nedenle Allah Kur’ân’da “Onlar, kelimeleri konuldukları yerlerinden saptırırlar. …İçlerinden birazı dışında, onlardan sürekli ihanet görür
durursun.” (5 Maide 13, 41) uyarısında bulunmaktadır. Değer yüklü olan kavramların, bu şekilde çarpıtılarak kullanılması, hakla batılın, maruf ile münkerin, adaletle zulmün, helal ile haramın birbirine karışmasına, melez değer sisteminin
meydana gelmesine ve bunun doğal sonucu olarak da sosyal şizofreninin ortaya çıkmasına sebebiyet vermektedir. O nedenle Allah, “Hakkı batılın yerine geçirmeyin ve sizce de bilinirken hakkı
gizlemeyin!” (2/Bakara 42) buyurmaktadır.
Seküler, Sekülarizm ve Sekülerleşme
Osmanlı’da Batıya giden Jöntürkler, kendilerinin dahi tam bilemedikleri, kendi toplumları için de bir karşılığı olmayan birçok kavramı Avrupa’dan alıp toplumlarına kabul ettirmeye çalışarak kavramsal bir kargaşaya neden
olmuşlardır.15 Bu, Cumhuriyet döneminde devlet
eliyle yapılmak istenmiş; sekülerlik ve laiklik gibi
birçok kavram ithal edilerek kabullenmesi için
halka baskı yapılmıştır.
“Seküler” kelimesi, Latince olup ‘ırk, çağ, dünya’ demek olan ‘saeculum’dan gelmektedir. ‘Saecularis’, ‘saeculum’a ait olan’ anlamındadır. Bu kelime eski Fransızcaya ‘seculer’ ve oradan İngilizceye ‘secular’ şeklinde intikal etmiştir. Kelime modern Fransızcada ‘seculaire’dir. 16Seküler, “yeryüzüne ait olan, içinde yaşanılan çağa ait olan, ömür
boyu olan, dine ve kiliseye bağlı/bağımlı olmayan, ruhbanlara(clergy) ait olmayan” anlamına
gelmektedir.17
Ancak seküler kelimesi, doğduğu zamanki anlamıyla yol boyu kazandığı ıstılahı anlamı birbirinden çok farklılaşmıştır. Aşağıda ismi geçen sözlüklerde sekülerleşme ve bununla ilgili kavramlara yüklenen anlamlarda bu değişimi rahatlıkla görebilmekteyiz:
Samuel Johnson Sözlüğü:
“Sekülerleştirmek(secularize):Uhrevi/dini olanı, gündelik hayattan uzaklaştırma. Sekülerleşm
e(secularization):Sekülerleştirme eylemi. Dinin
gündelik hayattaki etkisini ve yerini azaltma, sınırlama süreci.”18
Loobster Sözlüğü:
“a- Dünyevi ruh dünyevi yönelişler. İlke ve uygulamalardan oluşan ve her çeşit inanç ve ibadeti ret eden sistem. b- Din ile kilisenin, devlete ve
özellikle genel eğitim işlerine hiçbir şekilde müdahale edememesi anlayışı.”
Oxford Sözlüğü:
“a- Dünyevi ya da maddi olan. Dini ve ruhi olmayan. b- Dinin, ahlak ve eğitime temel olması
gerekmediğini söyleyen görüş.”
“Uluslararası Üçüncü Yeni Sözlük”:
“Hayatın tamamında ya da bir bölümünde dinin veya dini değerlerin yönetime müdahalede
bulunmaması veya bu değerlerin amaçlı bir biçimde hayatın dışına itilmesi anlayışı üzerine kurulu yöneliş, akım, davranışsal ve ahlakı değerler. Din kesinlikle dikkate alınmaksızın hayatın
çağdaş ve sosyal dayanışma değerleri üzerine kurulmalıdır düşüncesi üzerine kurulu sosyal ahlak
sistemi.”19
Yukarıdaki tanımlardan görülebileceği gibi Sekülerleşmede insanın bütün ilgisi ve dikkati, yalnız ve yalnız bu dünyaya çevrilmiştir. Ahiret hayatı ya inkâr, ya unutulmuş ya da önemsiz bir hale
gelmiştir. Sekülerleşme teorisyenlerinden Harvey
Cox, bu süreci şöyle tanımlamaktadır:
“İnsanların en temel ilgi ve yöneliminin bu
dünyanın dışından-ötesinden ve üstünden, sadece
ve sadece bu dünyaya yönelmesi hareketidir. Bu,
bu dünyanın bağlı olduğu mitik, metafizik ve dini
her çeşit dualizmden(iki dünya) arındırılmasını
içermektedir. Bunun nihai anlamı ise, bütün hastalıkları ve günahlarıyla, bütün sağlık ve umutlarıyla sadece yeryüzü alanını kemaliyle ciddiye
almaktır.”20
Peter Berger’e göre sekülerleşme, düşünme sistemi/zihin hayatı dahil tüm alanların dinin etkisinden tamamı ile arındırılması hareketidir:
“Mamafih kültür ve sembollerden bahsettiğimizde sekülarizasyonun toplumsal-yapısal bir süreçten daha fazla bir şey olduğunu kastediyoruz.
Sanat, felsefe ve edebiyatta dini içeriklerin kayboluşu ve hepsinden önemlisi bilimin dünyada
özerk ve tamamen seküler bir yöntem olarak yükselişinde gözlendiği gibi o, kültürel ve düşünsel bir
hayatın tamamını etkisi altına alır. Bununla kalsa iyi, burada sekülarizasyonun aynı zamanda öznel bir yanının da bulunduğu ima edilmektedir.
Nasıl ki toplum ve kültürün sekülarizasyonundan
bahsediyorsak, aynı şekilde bilincin sekülarizasyonundan da bahsedebiliriz…..”21
Edward Bailey’e göre de sekülerleşmenin değişmeyen anlam boyutu, din karşıtlığıdır:
“Seküleri tanımlamak gayet kolaydır. Sekülerin anlamı sürekli değişmektedir, ama sürekli olan
bir yönü de vardır: Her zaman açık bir şekilde
dini olanın karşıtı anlamına gelir. Dini olan ne anlama gelirse gelsin bu öyledir.”22
Max Weber’e göre,
“Sosyal eylem için kesin bilgi sağlama anlamında ilahi otoriteye yöneliş, geçmişe göre güvenirliliğini kaybetmiş, pratik ekonomik faktörler,
bilginin değerini belirlemede giderek artan bir rol
oynamaya başlamıştır.”23
Sekülerleşme teorisyenlerine göre; “Sekülerleşme teorisinin ana teması gayet nettir: Modernleşme ile hem toplumsal seviyede hem de bireyin
zihninde(bilincinde) din gerileyecektir.”24
Ancak zaman bunun tersini ortaya koymuş,
din bireylerin ve toplumların hayatında, ruh dünyalarında çok ciddi bir ihtiyaç olarak ortaya çıkıp yaygınlaşmıştır. Bunun üzerine sekülerleşme teorisyenlerinden Bryan Wilson, Peter Berger,
Thomas Lucman ve Karel Dobbelaere, Dinin insanın düşünce ve ahlak dünyasında bir ihtiyaç olarak var olması gerektiğini savunarak inşa ettikleri sekülerleşme teorisini kısmen eleştiriye tabı
tutmuşlardır.25
Teorisyenlere göre sekülerleşmenin bir “toplumsal boyutu” bir de “kişisel bilinç boyutu” vardır. Sekülerleşme, başlangıçta her iki boyutta
da dine savaş açmıştır. Ancak bu savaşta isteneni sağlayamamış, özellikle kişisel bilinç boyutunda ciddi bir başarısızlığa uğramıştır. Peter Berger
bu noktada, “Toplumsal seviyedeki sekülerleşmenin mutlaka bireysel bilinç seviyesinde de gerçekleşmesi gibi bir zorunluluk söz konusu değildir”26
diyerek sekülerleşmenin tümüne değil bilinç düzeyindeki değişim zorlamasına karşı çıkmaktadır.
Burada dikkat edilmesi gereken şey, hayatın
dini kurallarla tanzim edilmesi ile düşünce, inanç
ve ahlak yapısında dinin etkili olması farklı şeylerdir. Sekülerleşme teorisine eleştiri yönelten bu seküler düşünürler, dinin birey için bir ihtiyaç olduğunu, bireyin özel hayatında/zihninde bir karşılığı
bulunduğunu fakat bunun toplumsal, kamusal, siyasal hayatı tanzim etmek şeklinde anlaşılmaması gerektiğini ifade ederek önceki düşüncelerini bir
miktar revize etmektedirler.27 Yoksa sekülerleşme
teorisinin tamamından vazgeçmiş değillerdir. Bu
durum, Jürgen Habermas’ın 3 Haziran 2008’de
İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde yaptığı konuşmada
açıkça görülmektedir:
“…Dindar vatandaşlar ve cemiyetler yasal düzene sadece yüzeysel olarak uymamalıdır; ayrıca,
kendi inançlarının önermelerini anayasal prensiplerin seküler meşruiyetine uygun hale getirmeleri beklenir.
….Açıkça görülüyor ki, bugün İslâmî dünyada
da, Kurân’ın doktrinine ‘tarihsel-hermenötik’ bir
yaklaşımın gerekli olduğu kavrayışı gelişiyor... Seküler devletin çatışan dini görüşlere karşı tarafsızlığıyla, siyasi kamusal alanın tüm dinsel katkılardan temizlenmesini birbiriyle karıştırmayalım.”28
Laik Kavramının Ortaya Çıkış ve Esas Anlamı
“Laik” kelimesi Grekçe olup ‘laos’ kökünden türetilmiştir. ‘Laos’, ‘halk’, ‘avam’, “ahali”, “reaya” anlamındadır. Laos’tan ‘laikos’ türemiştir. ‘Halkdan adam’ demektir. Kelimenin klasik Grekçedeki anlamı ‘ferdi kişi’, belirli bir şeye
bağlı olmayan’dır. Bu kelime, Geç Latincede ‘laicus’, Fransızcada ‘lai’ ve İngilizcede ise ‘lay’ şeklini almıştır. Terim olarak anlamı, genel olarak, ‘belirli bir meslek grubuna dâhil olmayan kişi’, “belirli bir sınıfa dahil olmayan kişi” demektir. Özel
anlamları ‘rahipler sınıfının dışında olan kişi’ ve/
veya, ‘bu sınıfa dahil olup da hizmet ve el işleriyle
meşgul olan kişi’, olmaktadır. Görülebileceği gibi
‘Laik’ kelimesinin esas anlamı, köken olarak ‘dinin karşıtı olan kişi’ değil, bir müessese olan ‘kilise mensuplarının/ruhban’ın (clerical)’ dışındaki
kişi’, ‘avam’dır. Ruhbanlar ‘havass’dır, laikler ise
‘avam’dır. Eski Ahit’te mevcut olmayan, Laos’dan
türetilen “laik” kelimesi, din adamları(klerikaler)
dışındaki kitleyi ifade etmesi anlamında miladi ilk
asırda RomaIı Clement tarafından kullanılmıştır.29
Ruhbanlar ve diğerleri şeklinde bir ayırıma gidilmesinin sebebi, Hıristiyanlığın kutsal ve bağlayıcı referansları, İnciller, Resullerin İşleri, Havari Mektupları ve Kilise konsüllerinin tespit ettiği
temel iman esasları ile ilgilidir. Hz. İsa’dan sonra onun vahiyleri, Resul ve kilise azizlerine intikal etmeye devam etmektedir düşüncesi(18) ve
Pavlus’un, “Havariler, Mesih’in hizmetçileri ve
Allah’ın sırlarının kâhyalarıdır. İnsan bunu böyle
bilmelidir.” “Vaiz ve Resul olarak imanda ve hakikatte milletlerin muallimi olarak ben tayın olundum” (Timoteosa 1,2: 71; Timoteosa II, 1:11) ifadeleri, Hristiyanlıkta, ruhbanlara/din adamlarına
özel bir ağırlık kazandırmıştır.
Hıristiyanlık düşüncesinde hiyerarşinin zirvesinde “Tanrı” en alt basamağında da “halk”, Tanrı ile halk arasında ara katman olarak “ruhbanlar”
yer almaktadır. Ruhbanlar, böyle bir konumda
olunca, bu sınıfa dâhil olmayanların durumunu
belirleyecek bir kavrama, ihtiyaç hâsıl olmuştur; o
da, yukarıda ifade edilen laik kelimesidir. Bu nedenle Hıristiyanlıkta toplum ruhbanlar ve laikler/
sekülerler olarak iki ana sınıfa ayrılmışlardır.
30
Başlangıçta, ‘Ruhban olmamak’ demek, ‘Kilise
kurumu mensubu olmamak’ anlamındaydı. Laik,
ruhban olmayan, ama Hıristiyan olan sıradan insan demekti. Laik kelimesinin esas anlamı buydu. Ancak tarihi süreç içerisinde esas anlamında
meydana gelen kırılmalar sonucu kelime, kökeninden koparak yepyeni bir anlam, ıstılahı anlam,
kazanmıştır. Aşağıda bu sürecin kısa bir özeti verilmektedir.
“İki-Kılıç” Doktrini; “Regnum-Sacerdotium”
Batıda Hıristiyanlığın yasak olduğu dönemlerde Hıristiyanlar, Roma’nın zulmünden korunmak
amacıyla Matta İncil’indeki “Kayzer’in/Sezar’ın
Hakkını Kayzer’e/Sezar’a ve Allah’ın Hakkını Allah ‘a Verin” (Matta, Bab:22., Ayet:21) ayetini bir
ilke olarak benimseyip mücadelelerini buna göre
yapmışlardır. Hıristiyanlığın iki büyük kurucusu
olan Aziz Petrus ve Aziz Pavlus (St. Peter ve St.
Paul), “dünyevilik” ile “uhrevilik” , “dünya işleri”
ile “din işleri” ve “dünyevi güç merkezi” ile “ruhani güç merkezi” ayrımı yaparak Hıristiyanlığın
dünya işlerini, krallara, imparatorlara bıraktığı;
dolayısıyla kendilerinin tehlikeli olmadığı mesajını Romalı İmparatorlara vermek istemişlerdir.31
Ancak Hıristiyanlık meşruiyet kazanıp kuvvetlenince, bu ilke terk edilmiş; bunun yerine “İkiKılıç Doktrini” savunulmaya başlanmıştır. İki-Kılıç
Doktrini, Luka İncili’ndeki “Ve onlar: Ya Rab, işte,
burada iki kılıç, dediler. İsa onlara:”Yeter”, dedi.”
(Luka., Bab:22., Ayet:38) ayetine dayandırılmıştır. Buradaki İki Kılıç ile “Tanrı’nın Hıristiyanlık’ı korumak üzere verdiği iki güç kaynağı” kast edilmektedir: “Dünyevi İktidar (Regnum)”, “Ruhani
İktidar (Sacerdotium)”.32
İki Devlet: “Dünya Devleti-Sitesi”(“civitate terrana”) ve
“Tanrı Devleti-Sitesi” (“civitate- dei”)
Hıristiyan teolojisinin önemli isimlerinden
Saint Augustin-Aziz Augustin(354-430) yazdığı eserde, Roma’nın yıkılışının sebebini, “iki devlet” “Dünya Devleti-Sitesi(civitate terrana) ve Tanrı Devleti-Sitesi(civitate- dei)”) arasındaki ilişkinin yanlış olmasına bağlamıştır. Saint Augustin’e
göre(354-430) iki devlet, Tanrı devletinin/kilisenin otoritesi altında birleşmeli ve tek otorite
olmalıdır.
33
İki Kılıç ve İki Devlet doktrini, birlikte,
“Kayzeryo-Papizm” veya “Papalık Doktrini” (Papal Doctrine) olarak isimlendirilmektedir. Papalık Doktrini, felsefi olarak Hıristiyanlığın Kutsal kitaplarında yer alan bazı ayetlere dayandırılmıştır (Yuhanna, 3:17; 5:22-23; 27:47; Koloselilere, 2:10; II. Korintoslulara, 11:13, 13:11; Efesoslara, 5:23; 1:18, 24). “Kilisenin başında bulunan Papa resullerden vahy almaktadır. Papa masum ve yanılmazdır.” fikri, doktrinin inşasında etkili olmuştur.
34
Papa I. Leo (440-561), “ruhani ve dünyevi iktidarın başının Papa ve din adamları olması gerektiğini” ileri sürmüştür. Benzer şekilde 11. asırda Papa VII. Gregoria, bu iki iktidarın, ruhani iktidarın başkanlığında birleştirilmesi gerektiğini,
Pavlus’un “Mademki biz size ruhani şeyler ektik,
sizin cismani şeylerinizi biçeceksek, büyük şey mi?
Eğer başkaları sizi hâlâ hâkimiyette hissedar iseler, biz daha ziyade değil miyiz?” (I. Korintoslulara, 9: 11-12) sözlerine dayanarak savunmuş ve
mücadelesini vermiştir.
Batı’da Kilise-Devlet İlişkisi: Üç Model
Batı’da, Kilise-Devlet ilişkisi, ana hatlarıyla, üç
farklı modele göre şekillenmiştir:
· Ortodoks Kilisesi ve “Bizantinizm” Modeli
(“Tabi Klerikalizm”)
· Katolik Kilisesi ve “Kayzeryo-Papizm” Modeli
(“Metbu Klerikalizm”)
· Seküler/Laik Model (Protestan Kilisesi ve Katolik Kilisesi)35
Bizantinizm modelinde, Ortodoks Kilisesi,
devlete bağlıdır. Kayzeryo-Papizm modelinde, yukarıda ana hatları ile açıkladığımız iki devlet, iki
kılıç, iki iktidar, kilisenin altında ruhani liderliğin
önderliğinde birleştirilmiştir. Bu güçlerin her ikisini birden nefsinde toplayan papalar, “İmparatorPapa” kimliği kazanmışlardır. Seküler/Laik Model
(Protestan Kilisesi ve Katolik Kilisesi) ortaya çıkışı, aşağıda özetlenmektedir.
“Rönesans”(“Yeniden Doğuş”) ve
“Reformasyon”(“Yeniden Biçimleniş”)
Miladi V. asırda, Batı-Roma İmparatorluğu çökmeye başladığı bir dönemde bir kısım Romalılar,
bu çöküşün sebebini, “atalarının dinlerinin terk
edilmiş” olmasına bağlayarak Hıristiyanlık öncesi
“Kadim Antik çağa” dönmeyi savunmuşlardır. Bu
düşünce, mazinin ihtişamını hasretle anan ve arayan Romalılar arasında kısa zamanda bir taraftar
kitle bulmuştur. Antik çağa dönüş düşüncesi (eski
Yunan, Roma, Yahudi ve Roma’da Hıristiyanlığın
başlangıç dönemi) gittikçe ilgi görmeye başlamış
ve bu arayış, Rönesans ve Reformasyon denilen,
birbirinin devamı olan iki önemli sürecin başlamasına sebebiyet vermiştir. Kesin bir tarih belirtilmemekle beraber, Rönesans’ın, 1453 İstanbul’un
Osmanlılar tarafından fethiyle; Reformasyon’un
da, Alman Papazı Martın Luther’in 1517 yılında
95 maddeden oluşan tezini Wüttenberg kilisesinin
kapısına asmasıyla başladığı belirtilmektedir.36
Rönesans ve reformasyon hareketleri, “antik düşünceye” dönüş olarak başlamışken; zamanla onu da aşarak yeni bir felsefenin, yeni bir dünya görüşünün ve yeni bir din anlayışının ortaya çıkmasına sebebiyet vermiştir.
Rönesans hareketi, Batı Roma İmparatorluğunun yıkılmasının tüm günahını, Hıristiyanlığa fatura ederek kadim Yunan, Roma ve Yahudi düşüncesinin yeniden ihya edilmesini hedeflemiştir. Kilisenin etkisini kırabilmek için de, Hıristiyanlığın
başlangıçtaki “Sezar’ın Hakkı Sezar’a Tanrı’nın
Hakkı Tanrı’ya Aittir” ilkesine geri dönülmesi ve
iki devletin ayrılması, Papalığın/Kilisenin dünya
işlerinden el etek çekmesi gerektiğini savunmaya
başlamışlardır. Rönesans’ın meydana getirdiği sonuçları, aşağıdaki gibi özetlemek mümkündür37:
· İnsan merkezli bir dünya tasavvuru, hümanizm,
· Dış-dünya ve eşyanın hakikatinin eşyadan
sorgulanması,
· Bilgi kaynağı olarak akıl ve beş duyunun kabul edilmesi,
· Yeni bir din ve tanrı anlayışı,
· Dinden bağımsız bir felsefe,
· Dinden bağımsız bir kültür,
· Şüphecilik,
· Otoriterlerden bağımsız olmak,
· Bireycilik,
· Ulusçuluk,
· Yeni bir devlet ve hukuk anlayışı,
· Papalık derebeyi dayanışması yerine burjuva
milli kiliseler dayanışması,
· Milli Kiliseler fikrinin ortaya çıkması,
· Dünyevileşme.
Kilisenin bu gelişmelere tepkisi çok sert olmuştur. Papalık makamının, kendisine bağlı Kilise teşkilatları vasıtasıyla, Katolik olan memleketlerdeki siyasi iktidarlar üzerinde kurduğu yoğun baskı, zamanla tepki almaya başlamış ve milliyetçilik duygularını harekete geçirmiştir. Almanya, İngiltere gibi ülkelerde Katolik Kiliseleri, ‘Roma’nın
ajanı’ olarak görülmeye başlanmış ve “Milli Kiliseler” fikri gelişip yaygınlaşmıştır.38 Aynı zamanda, Hıristiyanlığı, ilk ve sade biçimine döndürmek düşüncesi, gittikçe yaygınlaşmış ve geniş bir
taraftar kitle kazanmıştır. Bunun sonucu olarak
da Almanya’da Luther’in, Fransa’da Calvin’in ve
İsviçre’de Zwingli’nin geliştirdiği Protestan hareketler ortaya çıkmıştır. Calvin ve Zwingli’nin geliştirdiği Protestan hareketler, İngiltere’ye geçerek
Anglikanizm’in doğmasına imkân vermiştir. Calvin ve Zwingli’nin Protestan hareketinin, Kuzey
ve Kuzey Batı Avrupa’da önemli etkileri olmuştur. Reformasyon süreci, Alman Papazı Martın
Luther’in Papalığa tavır koyması ile başladığı için
“dini bir hareket” olarak kabul edilmektedir.39 Bununla beraber Reformasyon hareketi, Kiliseyi çok
ciddi bir eleştiriye tabı tutmuştur. Luther, “İki Kılıç” ve “İki Devlet” doktrinine karşı çıkarak kilise ile devletin, Papa ile İmparatorun ayrılığı ilkesini savunmuş; Kilisenin ayrı bir hukuku olamayacağını ilan ederek Papalığın otoritesini sarsmıştır.
Protestanların bu mücadelesi, şiddetli çatışmalara ve din savaşlarına sebebiyet vermiştir. 1555
senesinde “Augsburg Din Barışı” imzalanmıştır.
Antlaşmadaki “Kimin Toprağı, Onun Dini (Cuius
Egio, Eius Religio) ilkesi”ne göre, “bir prens Katoliklik ya da Protestanlık’tan hangisini seçmişse tebaası da, onun mezhebini (dinini) seçmek zorunda” kalmıştır. Ayrıca dört yıllık (1644-1648) müzakerelerin sonucunda Westfalya Antlaşması imzalanmıştır. Bu anlaşma metninde “sekülerleştirme” ifadesi ilk defa kullanılmış, “Kilise’nin elinde
bulunan emlakin kamulaştırılması” gerçekleştirilmiş; “ruhani iktidara ait olan dünyevi gücün mülkiyet ve denetimi dünyevi iktidara” verilmiştir.40
Üç Akım
Katolik Kilisesi’ne karşı verilen mücadele, Avrupa coğrafyasının her tarafında, aynı muhteva ve
şiddette olmamıştır. Mücadelenin şiddeti ve büyüklüğüne bağlı olarak üç farklı yaklaşım, akım
ortaya çıkmıştır:
· Dini tamamen reddetmek: Ateizm
· Dinin bünyesinde bir ıslahata girişmek: Sekülerizm
· Dini tamamen pasifize etmek, hayattan izole etmek: Laisizm
Birincisi, ateizm olup geniş kesimler tarafından tasvip görmemiştir. İkincisi, Luther ile birlikte başlayan Reformasyon olup German kökenli kuzey ülkelerde Sekülerizm olarak taban bulmuş, dini parçalayan ve özel hayata indirgeyen bir
yaşam tarzı inşa etmiştir. Üçüncüsü, Fransa başta olmak üzere Latin kökenli güney ülkelerinde
gerçekleşmiş, uzun, sert mücadelelerin sonucunda Laisizm olarak vücut bulmuştur.
Laiklik/Laisizm/Laikleşme’nin Istılahı Anlamları
Laisizm, Laikliğin ideolojik kimlik kazanmış
halıdır. “Laisizasyon” ise, bu fikirlerin eylem haline gelişini yanı “Laikleşme”yi ifade eder. Laiklik/Laisizm, dine karşı sert, katı nitelikler taşıyan
keskin bir ideolojik harekettir. Laiklik/Laisizm,
Sekülerizmin dine daha aşırı şekilde karşı olan
özel bir halidir. Sekülerizm için daha önce ifade
ettiklerimiz Laisizm için de geçerlidir. Sekülerizm/
laisizm, ateizm değildir. Laisizm, sekülerizme nazaran, dine karşı tutumu daha sert ve katıdır, ateizme daha meyillidir. Sekülerizm, Protestan dünyevileşmesi iken laisizm, Katolik dünyevileşmesidir. Latin/Katolik ülke olan Fransa, laikliğin hem
teoride ve hem de pratikte kalesidir.41 Fransız Laisizmi, ateizme daha yakın olup dine karşı en köktenci, en sert, en yıkıcı, en müsamahasız ve ateizme daha yakın hatta ateizme kolaylıkla kayabilen
ideolojik bir yaşam tarzıdır.
‘Laikliğin lügat manası, ‘Kilise mensubu olmayan halktan kişi’ iken, süreç içerisinde, Dinin hayattan el etek çektiği, hayata müdahil olmadığı,
Allah ve Ahiretin unutulup önemsizleştiği, Allah
ve Ahiret göz önüne alınarak hayatın tanzim edilmediği, Dinin Devlette/kamuda hiçbir şekilde etkisi olmayan bir yaşam tarzı anlamına gelen Istılahı bir anlam kazanmıştır.
Laiklik, bilgi kaynağı olarak sadece akıl ve beş duyuyu alarak hayatı tanzim eder; vahyi ve peygamberlerin sünnetini ret eder.
Laiklik/Laisizm, dinin devlet idaresinde/kamuda hiçbir etkisinin olmamasını öngörmekte ve uygulamaktadır. Laiklik/Laisizm, toplumsal var oluşun her alanında, Devlet eliyle Din’i etkisizleştirerek, tamamıyla bireysel bir hale getirilmesini istemektedir. Laiklik/Laisizmde Din, sadece kişilerin
özel dünyalarına ve manevi dünyalarına hapsedilmiş, dünya ile olan bağlantısı koparılıp atılmıştır.
Din tamamen devletin kontrolü altındadır.42
Laisizmde Devlet, sadece beşer aklının öngördüğü hukuku referans almakta, Vahyin vazettiği
hukuku kabul etmemektedir:
“Laik bir devlette hükümet ve idari işler ve
bunları tanzim eden kanun ve kaideler, prensiplerini dini mülahazalardan değil, sırf ihtiyaçlardan
ve hayat realitelerinden alır. Hâlbuki laik olmayan
devlette kaide ve kanunlar dini esaslara dayanır…
Laiklik sadece devlet faaliyetlerine ve amme faaliyetleri sahasına ait bir prensiptir. Ferdin hususi ve
manevi hayatı, ailesi ve sevdikleri muhit, bu prensibin dışında kalır.”43
Kur’ân ve Sünnete Göre Din
Din kelimesi, dil yönünden incelendiğinde; “baş eğmek”, “itaat etmek”, “hakkını almak”, “ödünç almak”, “borç etmek”, “borç vermek”, “adet edinmek”, “baş eğdirmek”, “zorlamak”, “hesaba çekmek”, “idare etmek”, “ceza veyamükâfat vermek” ve “hizmet etmek” gibi anlamları bulunmaktadır.44
Kur’ân-ı Kerim’de dinin bütün bu anlamları,
birbiri ile bağlantı kurularak yer almakta ve altı
boyutlu bir uzay tanımlayan ıstılahı bir anlam kazanmaktadır:
Birinci Boyut: Yüce, yüksek egemenlik sahibinden gelen üstünlük, galibiyet ve mutlak hâkimiyet,
Tek ve mutlak otorite.
İkinci Boyut: Bu yüce, tek ve mutlak otoriteden gelen değerler sistemi, yol ve istikamet gösterme.
Üçüncü Boyut: Bu yüce egemenlik sahibi otoritenin insana verdiklerine karşı insanın kendini
borçlu hissedip ona boyun eğmesi, itaat etmesi, tapınması, hizmet yapması, ibadet yapması.
Dördüncü Boyut: Yüce egemenlik sahibi otoriteden gelen değerler sistemini benimseyip hayata
aktaran İnsan, İnsan Topluluğu, Cemaat, Millet, Ümmet
Beşinci Boyut:
Yüce egemenlik sahibi otoriteden gelen değerler sistemine ve vazedilen
nizama karşı insanın gösterdiği tepki ve takındığı tavra bağlı olarak vazedilen ödül
ve ceza sistemi.
Altıncı Boyut: Yüce egemenlik sahibi otoriteden gelen değerler sistemi çerçevesinde fıtrat üzerine inşa edilen ‘fikri ve ameli nizam’/sistem.
Kurân-ı Kerim’de “Din” kelimesi, bazen birinci ve dördüncü manada (40/64-65; 39/2,3, 11-17;
16/52; 3/83; 98/5), bazen ikinci ve üçüncü manada (10/103,104; 12/ 40,76; 30/26-30; 24/2;
9/36; 6/137; 42/21; 109/6), bazen beşinci manada
(2/130, 135; 3/95; 4/125; 6/161; 16/123; 22/78),
bazen de altıncı manada (51/5,6; 107/1-3; 82/17-
19), bazen de 6 manayı da içerecek şekilde kullanılmıştır(9/29, 33; 40/26; 3/19, 85; 8/ 39; 110/1-3).
Mevdudi, Kurân’da din kavramına yüklenen
asıl anlamın, bu altı boyutu ihtiva eden anlam olduğunu ifade etmektedir.45 9/29 ve 40/26 ayetlerinde, din kelimesine yüklenen bütün anlamlar, birlikte yer almaktadır. Bu ayetlerde ‘Allah’ın
ve Peygamberi’nin haram ettiği şeyleri haram tanımayan’ tabirinde; aile hayatından, topluma ve
günlük hayatın tanzim edilmesine kadar tüm ilişkilere ilişkin kanun, kural ve kaideler dile getirilmektedir. Daha açıkçası Allah’ın ve Peygamber’in
vazettiği genel hükümlerle inşa edilen bir sistemin varlığından bahsedilmektedir. Hz. Peygamber, “Onlar Allah’ı bırakıp hahamlarını, papazlarını ve Meryem oğlu Mesih’i rableri olarak kabul ettiler. Oysa tek ilâhtan başkasına kulluk etmemekle emrolunmuşlardı. Ondan başka ilâh yoktur.
Allah, koştukları eşlerden münezzehtir.” (9Tevbe
31) ayetini;
“Aslında onlar, bunlara (ruhbanlarına) tapınmadılar, ancak bunlar (Allah’ın haram ettiği bir
şeyi) kendileri için
helâl kılınca hemen helâl addediverdiler, (Allah’ın
helâl kıldığı bir
şeyi de) kendilerine haram edince hemen haram
addediverdiler.”46
şeklinde yorumlarken, din kelimesindeki 6 boyutun nasıl bir bütünlük içerisinde olduğunun da güzel bir örneğini vermiştir
Hz. Musa’nın Firavun’a karşı verdiği mücadeleyi anlatan âdetler incelendiğinde, tarafların dini,
yukarıdaki 6 boyutlu bir uzay çerçevesinde anlamlandırdıkları çok rahat görülebilir (20/49,50;
28/38; 79/23-24). Eğer en yüksek otorite Allah ise
hayat onun emir ve direktiflerine göre; yok eğer
en yüksek otorite Firavun’sa hayat onun emir ve
direktiflerine göre tanzim edilecektir. Hz. Musa
ile Firavun arasındaki tartışmanın Rab kavramı
etrafında şekillenmesinin ana nedeni budur. Hz.
Musa’nın getirmek istediği dinin anlamını, Firavun kavminin önde gelenleri ile sihirbazlar da Firavun gibi anlayıp benzer tepkiyi göstermişlerdir
(7/127; 20/63).
Firavun’un, “Bırakın beni dedi, Musa’yı öldüreyim; varsın Rabbine yalvarsın! Çünkü Ben O’nun,
dininizi değiştireceğinden, yahut yeryüzünde fesat çıkaracağından korkuyorum.” (40 Mü’min 26)
demiş olmasının sebebi, Hz. Musa’nın anlattığı dinin sadece ibadeti içeren bir inanç sistemi değil;
aynı zamanda yeni değer sistemine göre halkın
içinde yaşadığı ve kendisini bağımlı hissettiği kurallar, kaideler ve kanunlar bütününün oluşturduğu bir nizam ve bir yaşam tarzını da inşa etme boyutlu olmasından dolayıdır. Kur’ân, din kelimesini, bu boyutu ile Hz. Yusuf olayında da kullanmaktadır (12/76).
Dinleri Birbirinden Ayıran Temel Unsurlar
İnsanın yeryüzünde nasıl yaşaması ve hangi
değerlere göre hayatını tanzim etmesi gerektiğine
ve hangi bilgi kaynaklarını kullanacağına ilişkin
kaideleri, kuralları ve kanunları kimin vaaz edeceği, vaaz edilen bu nizamda insanın yetki ve sorumlulukları, vaaz eden otoriteye karşı insanın
sorumlulukları, bu dünya ile ölüm sonrası hayat
arasındaki ilişkinin nasıl kurulacağı, otoriteden
insana doğru yönelen ödül ve cezanın ne olacağı,
dinleri birbirinden ayıran temel unsurlardır. Bu
sorulara verilen cevaplar, dinleri birbirinden ayırmaktadır. Kurân ve Sünnet düzleminde meseleyi
ele aldığımızda, iki ana din ekseni söz konusudur:
Tevhidi Dinler, Şirk Dinleri.
Kur’ân’a göre Allah, insanlara uymaları gereken temel değerleri, kanuniyetleri, Peygamberler
ve Kitaplar vasıtasıyla ‘Allah’ın dini’ adı ile bildirmiştir. İnsan ise buna uyup uymamakta serbest
olup kendine Allah’ın dininin dışında başka bir
din arayabilmektedir (3/83).
Tevhid dininde Allah, en yüksek otorite olup
temel değerleri koymada hiçbir ortak kabul etmemektedir. Kur’ân, insanoğlunun Allah’ın dışında
veya yanında ikinci derece bir otorite kabullenmesini, şirk olarak nitelendirmektedir (42/21).
Bu
açıdan baktığımızda “Allah’ın Dini” dışındakilerin
hepsi, şirk dinidir. Kur’ân’da Yunus Suresi’nde iki
farklı dinin varlığını görebilmekteyiz (10/104).
Bu ayette din kavramının birinci anlam boyutunda yer alan yüce otorite ve hükümdarın Allah olduğu; üçüncü anlam boyutu ile itaat ve teslimiyetin yalnızca ona yapılması gerektiği belirtilirken
gizli olarak ölüm ötesi hatırlatılarak ödül ve ceza
sistemi ile ilgili olan beşinci anlam boyutuna dikkat çekilmektedir. Bu dine tabi olanların müminler topluluğundan olduğunun ifade edilmesi ile
dördüncü anlam boyutuna vurgu yapılmaktadır.
Kur’ân’da, Allah’ı en yüce otorite olarak benimseyip onun gönderdiği değerlere ve gösterdiği yola tabi olanlar muvahhit, diğerleri ise müşrik olarak nitelendirilmekte; muvahhitlerin müşrikler ile aralarına mesafe koyması emredilmektedir. Allah’ın dışındaki şeylere tapılmaması, ibadet
edilmemesi ifade edilirken dinin üçüncü anlam
boyutuna vurgu yapılmış olmaktadır (10/105,
106). İnsanın kurtuluş ve mutluluğu, Allah’ın insanlığa gönderdiği bilgiye tabi olup olmamasına
bağlıdır ve bu konudaki seçimde insan, serbest bırakılmıştır. Ödül ve ceza, yaptığı tercihe göre şekillenecektir (10/108).
Yukarıdan incelemelerden anlaşılabileceği gibi
dinleri birbirinden ayıran ana kıstas, din kavramının altı anlam boyutudur.
Tevhid Dini
Tevhid dini dediğimizde, kafamızda canlanması gereken olmazsa olmazlar nelerdir? Bunu,
dinin altı anlam boyutunu göz önüne alarak cevaplandırmamız gerekmektedir.
Birinci Boyut: Tevhid dininde, en yüce, yüksek mutlak hâkim otorite, Allah’tır. Allah, Kur’ân-ı
Kerim’de ‘Esmâü’l-Hüsnâ’ diye ifade edilen 99 dokuz sıfatla kendini tanıtmaktadır. Allah, en yüksek
otorite olarak mutlak hâkim, mutlak kanun koyucu, hüküm koyucu, mutlak yol gösterici, mutlak
terbiye edici, mutlak huzur ve sükûn verici ve tek
sığınılacak mercidir (21/22, 172; 25/43; 9/31).
İkinci Boyut: Tevhid dininde en üst otorite olarak Allah, insanları yol boyu başıboş bırakmamış,
bunalım dönemlerinde onlara peygamberler, resuller, nebiler ve kitaplar göndererek onlara yol
göstermiş, yaşanacak bir sistem vazetmiştir.
Üçüncü Boyut: Tevhid dininde, insanın Allah’a
olan borcunun bir edası olarak itaat, kulluk ve tapınma anlamlarını içerecek bütünlükte yalnızca
Allah’a ibadet etmesi istenmektedir (36/60, 61;
9/31; 21/92, 93).
Dördüncü Boyut: Bu, yüce otoriteden gelen değerler sistemini benimseyip yaşama aktaran insan
topluluğu, müminler topluluğu, ‘Ümmet’/‘Millet’
olarak isimlendirilmektedir. Allah’tan gelen değerler sistemini benimsemiş olmayanlar ise müşrikler topluluğu olarak ayrı bir toplum, ayrı bir
millet, ayrı bir ümmettirler (10/104-106). Farklı
topluluklarla bütünleşebilmek, ancak rab, ilah ve
ibadet kavramlarını yalnızca Allah’a has kılmakla
mümkündür (3/64).
Beşinci Boyut: Yüce egemenlik sahibi otoriteden gelen değerler sistemine ve vazedilen nizama
karşı insanın gösterdiği tepki ve takındığı tavra bağlı olarak vazedilen “ödül ve ceza sistemi”,
Cennet ve Cehennem’dir. Ancak ödül ve cezanın
bir kısmı, bu dünya, bir kısmı ise öteki dünya ile
ilgili olduğu göz ardı edilmemelidir.
Altıncı Boyut: Kur’ân’da “Hükmün Allah’a ait
olmasından”, “Allah’ın indirdikleri ile hükmedilmesinden” kast edilen, Allah’ın gönderdiği değer
sistemine göre inşa edilen ‘fikri ve ameli nizamıdır’ (12/40; 5/44-50; 118-120, 2/85-86; 15/90-
95).
Şirk Dini
Tevhid dininin, yukarıda izah edilen altı boyutundan herhangi birinin inkârı, reddi, önemsiz
kılınması dini, tevhid dini olmaktan çıkarmakta
onu, şirk dini haline dönüştürmektedir.
Dini, sadece Allah ile kul arasında namaz,
oruç, hac, zekât, dua ve zikir boyutlu (Üçüncü
Boyut) olarak tanımlayıp onu, ferdin kalbine, vicdanına, evine ya da mabedine hapsetmek, bireysel hayattan toplumsal hayata, ekonomik hayattan
ceza hukukuna kadar her alandan tasfiye etmek,
günlük hayatın her sahasını tanzim etmesine karşı
çıkmak (Altıncı Boyutu inkâr), tevhid dinini parçalayıp yeni bir din inşa etmek demektir:
“Gerçek şu ki, dinlerini parça parça edip kendileri de gruplaşanlar, sen hiç bir şeyde onlardan
değilsin. Onların işi ancak Allah’adır. Sonra O, işlemekte olduklarını kendilerine haber verecektir.”
(6/159).
Böyle bir din, Kur’ân’a göre şirk dinidir; müntesipleri de müşriktir (5/44-50; 3/118-120; 2/85-
86, 7/3; 10/104-108; 12/40; 15/90-95).
Şirk dininde vahyi bilgi ya yoktur ya da parçalanmış olarak vardır. Şirk dinindeki bilgi, yalnızca
insan aklına, deney ve gözleme dayanmaktadır.
Sekülerlik/Laiklik, Sekülerizm/Laisizm
Şirk Dinidir
Samuel Johnson, Loobster, Oxford sözlüklerinde, Uluslar Arası Üçüncü Yeni Sözlük’de yapılan
tanımlar ve sekülerizm teorisyenlerinden Harvey
Cox, Edward Bailey, Max Weber, Bryan Wilson,
Peter Berger, Thomas Lucman, Karel Dobbelaere, Jürgen Habermas’ın Sekülerlik/Laiklik, Sekülerleşme/Laikleşme, Sekülerizm/Laisizm’e ilişkin
yaptıkları tanım ve açıklamalar, Dinin Altı Anlam Boyutu ile mukayese edildiğinde, sekülerlik/
laiklik’in, sekülerizm/ laisizm’in şirk dini olduğunu ortaya koymaktadır.
Sekülerlik/laiklik, sekülerizm/laisizm dinin
toplumsal hayattan tasfiye edildiği bir yaşam tarzının adıdır. Sekülarizasyonda/laisizmde varlık
teorisi, bilgi teorisi ve değer teorisi açılarından
dine açılmış bir savaş vardır. Her ikisinde de, Allah ve Ahiret unutulmuş ya da önemsizleştirilmiş,
insan ve dünya ile bütün irtibatı koparılıp atılmıştır. Vahyi bilgi fonksiyonsuzdur. Seküler/Laik
düşüncede, Allah’ın ve Ahiret hayatının var olup
olmaması önemli değildir. Allah, Ahiret var olabilir. Ancak Allah, hiçbir şekilde bu dünyaya, bu
dünyadaki hayata karışamaz, onu tanzim edemez.
Bu dünyadaki hayat da, ahiret var diye düzenlenemez.
Bütün bu ana kabullerin uzantısında günlük
hayatta, sanatta, kültürde, eğitimde, dilde, bilimde, değerlerde, düşüncede, ekonomide, siyasette
yönetimde ve devlet hayatında; kısaca günlük
hayatın herhangi bir yerinde dine ve dini düşünceye yer yoktur. Bu açıdan Laik-Seküler düşünce,
Kur’ân’ın tanımladığı ve Hz. Peygamber’in hayata
geçirdiği dini parçalamış ve anlam alanını daraltmış(6/159; 30/32) olup tam bir şirk dinidir.
Bu çerçevede Laik-Seküler düşünceyi değerlendirdiğimiz zaman, Laik-Seküler düşüncenin kökleri, İblis’in Allah’a isyan etmesine kadar uzanmaktadır (2/30-39; 7/11-31; 15/26-48; 17/61-65;
20/115-127; 38/71-85; 53/32; 55/14-15). Kavramsallaştırmanın çok sonra yapılmış olması
muhtevayı değiştirmemektedir. İblis, Hz. Âdem’i
tuzağa düşürmek için Allah’ın Hz. Âdem’e verdiği bilginin ve koyduğu kanunların tersini Hz.
Âdem’e söylemiş ve onu kandırarak tuzağa düşürmüştür. O nedenle Laik-Seküler düşüncenin atası İblis’tir:
“Ve ey Âdem, sen ve eşin cennete yerleş. İkiniz
de dilediğiniz yerden yiyin; ama şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa zalimlerden olursunuz.
Şeytan, kendilerinden ‘örtülüp gizlenen çirkin
yerlerini’ açığa çıkarmak için onlara vesvese verdi
ve dedi ki: «Rabbinizin size bu ağacı yasaklaması, yalnızca, sizin iki melek olmamanız veya ebedi yaşayanlardan kılınmamanız içindir.» Ve: «Gerçekten ben size öğüt verenlerdenim» diye yemin de
etti.” (7/19-21; Bkz. 2/30-39; 15/26-48; 17/61-
65; 20/115-127; 38/71-85; 55/14-15; 71/19).
Sonuç:
İslâm Hayatı Bir Bütün Olarak Ele Alıp
Tanzim Eden Bir Dindir
Vahyi bilgi, insanlık için gerekli olan ana değerleri ihtiva etmekte, ana frekansları vermektedir. Peygamberler ise bunları yorumlamış, uygulamıştır. Peygamberler, ana değerler etrafında bir
zihniyet, bir anlama, değerlendirme, yorumlama
sistemi ve bir hayat nizamı inşa etmişlerdir.
Bu sistem, zamanı, zemini ve içinde bulunulan koşulları, ana değerlerle birlikte ele almakta ve
kendi içinde bir bütünlük meydana getirmektedir. Âlimler, bu sistemi zaman, zemin ve koşulları da göz önüne alarak geliştirip, zenginleştirmektedir. Bu noktada akıl, deney ve gözlem işin içerisine girmektedir. Böylelikle insanın Allah’la, kendisi ile nesillerle, ailesi ile toplumu ile, devleti ile,
doğa ile ve diğer inanç sistemindeki insanlarla ilişkileri, Allah’tan gelen hidayet, vahyi bilgi, çerçevesinde tanzim edilmektedir.
Kur’ân, Tevrat ve İncil’e atıfta bulunarak Peygamberlerin, “Bilgin-yöneticilerin” ve “yüksek bilginlerin” Kitap’la hükmettiklerini belirtmektedir.
Bu, hayatın tanzim edilmesi ile ilgili fikri ve ameli
nizama yapılan bir vurgudur.
Vahye dayalı bir hukuk sisteminden bahsedilmekte, bunu uygulamayanlar “kâfir”, “zalim” ve “fasık” olarak nitelendirilmektedir:
“[5.44]…Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar, kâfir olanlardır.”
“[5.45]…Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar, zalim olanlardır.”
“[5.47]…Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar, fasık olanlardır.”
Bu ayetlerin devamında Allah, doğrudan doğruya Hz. Muhammed’i muhatap alarak “Allah’ın
indirdiğiyle hükmetme”sini emretmektedir: “[5.48]
Sana da (Ey Muhammed,) önündeki kitap(lar)
ı doğrulayıcı ve ona ‘bir şahid-gözetleyici’ olarak Kitab’ı (Kur’ân’ı) indirdik. Öyleyse aralarında
Allah’ın indirdiğiyle hükmet ve sana gelen haktan
sapıp onların heva(istek ve tutku)larına uyma.”
Daha da önemli olan nokta, Allah Peygamberini, hükmün bir kısmında şaşırtılma, yanıltılma
tehlikesine karşı uyarmakta, sistemi bir bütün olarak düşünmesi gerektiğini hatırlatarak “hainlerin
savunucusu” olmama konusunda O’nu ikaz etmektedir:
“[5.49] Aralarında Allah’ın indirdiğiyle hükmet ve onların hevalarına uyma, Allah’ın sana indirdiklerinin bir kısmından seni şaşırtmasınlar
diye onlardan sakın!”
“[4.105] Şüphesiz, Allah’ın sana gösterdiği gibi
insanlar arasında hükmetmen için biz sana Kitabı hak olarak indirdik. Sakın hainlerin savunucusu olma.”
Öyleyse;
Ey iman edenler”, “laikliği/sekülerliği” savunarak “sakın hainlerin savunucusu olmayın!”