29 Temmuz 2016 Cuma

KADİFE DARBEDEN ASKERİ DARBEYE - 2: 11 Eylül İkiz Kuleler Provokasyonu İle Arap Baharı Karışımı Sosyolojik Savaş Amaçlı Bir Darbe Girişimi

 (Milli Gazete)

Giriş

Burada, 15 Temmuz 2016 ihanet hareketi askerî darbenin genel özellikleri, ele alınıp değerlendirilecektir.

Sosyolojik Savaş

Sosyolojik Savaş, “sosyoloji teorilerinin savaş fenomenine uygulanarak, hedef toplumun işleyişine yöneltilen sosyolojik müdahaleleri ifade eden bir kavramdır.” (1). Sosyolojik savaşın biri içe (sosyolojik savunma) biri de dışa dönük (sosyolojik saldırı) olmak üzere iki boyutu/ekseni vardır.

Sosyolojik savaşın dışa dönük boyutu (sosyolojik saldırı), rakip/düşman toplumla ilgili olup, onun sosyolojik yapısını, sosyolojik savaşın amacına uygun olarak tamamen ya da kısmen değiştirme ve yeniden yapılandırma ile ilgilidir. Burada hedef toplumun dayanışma ve bütünleşme kapasitesini, aidiyet duygusunu zayıflatma, ortadan kaldırma, tahrif etme-dönüştürme amaçlanır. Toplumdaki farklı sosyal güçler karşı karşıya getirilir ve farklı kesimler, aktif halde kitlesel çatışmaya sokularak toplum bir kaosa sürüklenir. Ardından hedef topluma müdahale edilerek ya toplum, yeni ortak paydalar etrafında şekillendirilip yapılandırılır; ya da din, ırk ve mezhep merkezli olarak bölünerek yapılandırılır (1).

Sosyolojik savaşın içe dönük ekseni/boyutu (sosyolojik savunma), kendi toplumu ile ilgili olup, toplumun mevcut sosyolojik yapısını, sosyolojik saldırılara karşı korumak, olumsuz yönde değişmesine mani olmak, kendi toplumsal değerleri, kültür ve medeniyet kodları düzleminde daha iyiye, güzele doğru bir seyir takip etmesini sağlamakla ilgilidir. Sosyolojik savunmada amaç, toplumun dayanışma ve bütünleşme kapasitesinin ve aidiyet duygusunun korunması, geliştirilmesi, güçlendirilmesi ve canlı tutulması; toplumda var olan sosyal gücün, var olan merkez etrafında bir araya getirilerek aradaki bağların daha da sağlamlaştırılması ve kuvvetlendirilmesidir.

Klasik askerî savaşlarda olduğu gibi, sosyolojik savaşın sonuçları anında görülemez. Sonuçları uzun vadede görülebilmekte; o zaman da iş işten geçmekte, “kurbağa haşlanarak ölmüş” olmaktadır.

İnsanlık tarihi boyunca kullanılan savaş türlerini, Klasik Sıcak Savaş, Soğuk Savaş, Psikolojik Savaş, Asimetrik Savaş, Ekonomik Savaş, Politik Savaş, İç Savaş, Terör, Darbe, Gayri Nizami Harp ve Sosyolojik Savaş olarak sınıflandırmak mümkündür. Eskiden tüm savaşlar, klasik sıcak savaşın hedefine ulaşması için kullanılırken; şimdi klasik sıcak savaş dâhil tüm savaşlar, sosyolojik savaşın hedefine ulaşması için kullanılmaktadır.

15 Temmuz 2016 Askerî Darbe Girişiminin Temel Özellikleri:

Şer ittifakı, Türkiye’de, başlattığı 15 Temmuz 2016 Askerî Darbe girişiminin her aşamasında psikolojik savaşa dayalı bir sosyolojik savaş yürütmüştür. 15 Temmuz 2016 Askerî Darbe girişimin temel özelliklerini aşağıdaki gibi özetleyebiliriz:

• Çok yüksek bir profesyonellikle, acemilik ve beceriksizliğin iç içe olduğu bir darbe görüntüsü vardır ya da böyle görünmesi istenmiştir.

• Yukarıda özetlendiği gibi, Kadife Darbeler çok iyi yapılmış bir analizin üzerine oturtulmuş olmalarına rağmen, bu askerî darbe girişiminde, bunca acemilik, hangi amaç için ve niçin yapılmıştır. Bu, mutlaka sorgulanmalıdır.

• Çok yoğun, çok amaçlı, çok kirli bir bilgi servis edilmekte; yoğun bir psikolojik harekât yürütülmektedir. “At izi, it izine karışmıştır”.

• 15 Temmuz Darbe Girişiminin unutulmayacak yönlerinden biri, Subay kadrosunun silahsız sivil halka silah doğrultması, kurşun sıkması, tankları üzerlerine sürmesi, ölümlere ve yaralamalara sebebiyet vermesidir. Bu açıdan halk ve millet düşmanı bir ihanet hareketidir.

• Bu vaka, hem askerî eğitimin, hem de Gülen hareketi eğitiminin insanları “mankurtlaştırdığının” güzel bir örneği ve delilidir. Bu durum, asla unutulmayacak ve nefretle hatırlanıp anılacaktır.

• Medyaya yansıyan bilgilere göre MİT, askerî istihbarat ve emniyet istihbaratı, darbeden vaktinde haberdar olamamıştır. Askerî darbe yapılacağı, büyük bir maharetle gizlenmiş; ancak darbe günü saat 16:00’da ilk işaretleri alınabilmiş, doğru olup-olmadığının araştırılması ile zaman kaybedilmiştir.

• Cumhurbaşkanı ve Başbakan, darbe girişimi olduğuna ilişkin bilgileri, resmî istihbarat kaynaklarından zamanında alamamışlar ve başka kaynaklardan öğrenmişlerdir. Bu mutlaka sorgulanmalıdır.

• Genelkurmay Başkanı’nın özel kalemi ve Cumhurbaşkanı’nın yaverlerinin Gülen Hareketi mensubu oldukları, yerli hiçbir istihbarat birimi tarafından anlaşılamamıştır. Bu kişilerin hain olması, izah edilmeye muhtaçtır. Bu durumun sürekli haber konusu edilmesi ve diri tutulması da anlaşılabilir değildir. Halkın şuur altına yerleştirilen güvensizlik olgusu hiç göz önüne alınmamaktadır. Niçin?

• Genelkurmay Başkanı ve dört kuvvet komutanını rehin alacak kadar profesyonellik gösteren darbeciler, bir darbenin başarılı olmasında en önemli unsurlardan birinin medya olduğunu görememiş ve zamanında medya kanallarına el koymayı düşünememişlerdir. Sadece TRT Haberi, o da darbe başladıktan çok sonra, ele geçirip, ruhu ve özü olmayan bir darbe bildirisini okutmaları anlaşılabilir değildir. Türksat ve Digitürk üzerinden birçok TV kanalının susturulması mümkünken, işe profesyonel başlayan darbeciler, bunu akıl edememişler, iletişim kanallarını ve elektrikleri kesmemişlerdir.

• Darbe girişimi, emir ve komuta zinciri içerisinde olmamıştır. Bu, ülke için bir avantaj olmuştur. Ayrıca çok önemli ordu birlikleri darbeye destek vermemiştir. Bununla birlikte, darbecilere karşı, Türkiye sathında genel, ciddi bir harekette de bulunmamış görünmektedirler. Bunun sebebi bilinmemektedir. Darbecilere polis güçleri karşı çıkmış, halkla birlikte darbeyi etkisiz hale getirmişlerdir.

• Genelkurmay Başkanı ve dört kuvvet komutanı, rehin alınarak ordu ile tüm irtibatları kesilmiştir. Arka planda kendileri ile yerli ve yabancı, hangi odakların ne konuştuğu, şimdilik bilinmemektedir.

• Komutanların medyaya yansıyan ifadelerinde tezatlar mevcuttur.

• Genelkurmay başkanı ve dört kuvvet komutanını rehin alacak kadar profesyonellik gösteren darbeciler, Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Bakanları zamanında rehin almayı düşünmemişler/düşünememişlerdir. Oysa darbede bu, ilk yapılması gereken iş olmalıydı. Daha da ilginç olanı, Başbakanın darbeci bir askerî konvoyun arasından geçip gidebilmesidir.

• Darbeciler, İstanbul ve Ankara’da geçici olarak kısmen varlık göstermişlerdir. Bununla birlikte, illerin vali ve emniyet müdürlerini darbe başlamadan önce eş zamanlı olarak kontrol altına almamışlardır. Neden?

• Darbeciler, akşam 21:00 – 22:00 sularında İstanbul Boğaz Köprüsünü tek yanlı olarak kesmişler; emniyet, valilik ve büyük şehir belediyesinin önüne küçük ekipler göndermişlerdir. Köprüyü tek yanlı keserek darbe yapma girişiminde bulunmak, 15 Temmuz İhanet hareketinin/taşeron darbeci Gülen hareketinin en dikkat çeken diğer bir özelliği olmuştur.

• Darbeciler 18:00 -19:00 sularında Ankara’da Genelkurmayın yollarını kontrol altına almış, Genelkurmay, MİT ve Meclisin üzerinden uçaklar uçurmuşlardır.

• Nasıl bir Genelkurmay ki, darbeciler tarafından hiçbir çatışma olmadan ele geçirilmiştir. Darbeciler, ele geçirdikleri Genelkurmayın ikinci katına kadar sade vatandaşın girmesine mâni olamamışlardır.

• Bu ihanet hareketinin en ciddi görünür zaaflarından biri, Jandarma ve Hava Kuvvetleri merkezli bir darbe girişimi olması, Kara Kuvvetlerinde ciddi bir taraftarının olmamasıdır. Böyle olmasına rağmen, Hava kuvvetlerinden gerekli hava desteği darbecilere verilmemiştir. Fakat diğer taraftan da darbeye karşı olan Hava Kuvvetleri, darbecilerin elindeki uçak ve helikopterleri vurmaya teşebbüs etmemişlerdir. Bir taraftan, dost-düşman askerî uçak şifreleri ileri sürülerek bunun mümkün olmadığı söylenirken; diğer taraftan da, bu darbenin arkasında ABD, NATO ve İncirlik üssünün bulunduğu iddia edilmektedir. Aradaki tezat, açıklanmaya muhtaçtır.

• Havada darbeci uçaklar dolanırken, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın uçağının Marmaris’ten Atatürk Havalimanı’na doğru yola çıktığının ilan edilmesinin sebebi anlaşılır değildir. Ayrıca darbeci havacılar, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın uçağını, Cumhurbaşkanının ifadesi ile “taciz etmişler”; fakat düşürmek için teşebbüste bulunmamışlardır. Bu askerî darbe girişiminin ilginç yönlerinden birisi de burasıdır.

• Haziran 2016’da Şehzadebaşı ve İstanbul Atatürk Havaalanında canlı bomba eyleminde bulunarak katliam yapan PKK ve İŞİD gibi örgütler, Darbe Girişiminin olduğu gece ve sonrasında hiçbir eylemde bulunmamışlardır. Bu iki örgütü durdurabilen, eyleme sokmayan güç kimdir? 7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra taşeron örgüt, PKK’yi Güneydoğu’da eyleme sokarak “kıra dayalı şehir gerillası” ile hendek savaşlarını başlatan, KCK’ya “sınırları belirsiz federasyon” ilan ettirten, bazı ilçeleri “özerk ilan ettirten” kadife darbenin beyin takımı şer ittifakı, böylesi bir dönemde, bu iki cinayet şebekesini niçin devreye sokmamıştır? 15 Temmuz İhanet Hareketinin en gizemli yanlarından biri de budur?

• 15 Temmuz İhanet Hareketine karşı tüm partilerin birlikte hareket etmesi ve parti tabanlarının meydanlarda darbe karşıtı gösterilerde yan yana yer alması, önemli bir olgudur. Çok farklı fikir ve inanç mensubu insanların darbeye karşı tek yürek ve tek saf olması, Allah’ın bu millete en büyük lütuflarından biridir. Allah, kalpleri birbirine ısındırmıştır. Bu psikolojik yakınlaşma, küçük siyasî hesaplar uğruna feda edilmemelidir.

• MHP lideri Devlet Bahçeli, bu darbe girişimine, 7 Haziran seçimlerinde olduğu gibi, tam zamanında müdahale ederek, ülkücüleri sokağa çıkmaya ve darbeye karşı direnmeye davet etmiştir.

• TBMM’ne milletvekillerinin girmesine mâni olmayan/olamayan ve Meclisteki silahsız milletvekillerini tutuklamayan darbecilerin, Meclisi niçin bombaladığı anlaşılabilir değildir.

• Keza MİT’i, Genelkurmayı, Meclisi, Emniyet Genel Müdürlüğünü, Özel Harekât Karargâhını ve Cumhurbaşkanlığı Külliyesini, darbecilerin niçin bombaladıkları da anlaşılabilir değildir. Muhtemelen Genelkurmay Başkanı ve dört Kuvvet Komutanı ile yaptıkları pazarlıklarda, kararlılıklarını göstermek için birilerine mesaj vermek istemişlerdir. Belki de bizim bilemediğimiz güçler, birbirlerine bu şekilde mesaj yollamışlardır. Ya da birileri, ordunun itibarını sarsmak, itibarını zedelemek için bunu tezgâhlamış ve yaptırmıştır.

• Bunun kadar önemli olan bir nokta da, Genelkurmayın, MİT’in, Meclisin, Emniyet Genel Müdürlüğünün, Özel Harekât Karargâhının ve Cumhurbaşkanlığı Külliyesinin hava saldırılarına karşı hava savunma sistemlerinin olup- olmamasıdır. Bu kurumların, hava savunma sistemlerinin olmaması, bir suç; varsa, devreye girmemesi de iki suçtur. Birileri tarafından devre dışı bırakılmış ve fakat zamanında farkına varılamamışsa bu da üç suçtur. Bunların hesabının kimden ya da kimlerden sorulacağının ayrıca tartışılması gerekmektedir.

• 15 Temmuz darbe girişiminin tarih boyu unutulmayacak yönlerinden biri ise, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın tüm halkı, zamanında meydanlara inerek darbeye karşı direnmeye ve mücadeleye davet etmiş olmasıdır. Zamanında yapılmış bir çağrı, milyonları sokağa, meydanlara indirmiş; millet, meydanlara, tanklara ve toplara el koymuş, isyancıları derdest edip polise teslim etmiştir. Tankın önüne atlayan, tankın üzerine çıkan, zalimlerin üzerine korkusuzca yürüyen ve fakat aldatılmış, masum erleri de şefkat ve merhametle kucaklayıp bağrına basan bir halkın, karşı duramayacağı, direnip yıkamayacağı hiçbir beşeri güç olmadığını bu halk herkese göstermiştir. Bu direnişin, bu millete kazandırdığı en önemli şeylerden biri de özgüvendir.

• 15 Temmuz İhanet Hareketi, 1- MİT, Genelkurmay, Meclis ve Emniyet Genel Müdürlüğü hava savunma sistemlerini susturması, 2- MİT, Genelkurmay, Meclis, Emniyet Genel Müdürlüğü ve Cumhurbaşkanlığı külliyesini bombalaması, 3- Başbakan ve Cumhurbaşkanından uzun bir süre hiç haber alınamaması, 4- Genelkurmay Başkanı ve dört kuvvet komutanının ortadan kaybolması açılarından ele alındığında; ABD’deki ikiz kulelerin ve ABD Savunma Bakanlığı Pentagon’un 11 Eylül 2001’de Sivil uçaklar tarafından vurulmasına (“İkiz Kuleler olayı”) benzer bir özellik göstermektedir. (ABD’deki İkiz Kuleler ve Pentagon, dört sivil yolcu uçağı tarafından vurulmuştur. ABD Başkanı ve Genel Kurmay Başkanı bir hafta ortalıkta gözükmemiştir. Bu olay, El Kaide üzerine yıkılarak önce Afganistan, sonra da Irak, ABD tarafından işgal edilmiştir. Ekim 2001 tarihli Umran Dergisinde ayrıntılar mevcuttur).

Buna karşılık Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın halkı meydanlara davet etmesinden sonraki evre de, “Arap Baharının” başlangıçta yaşanan evresine benzemektedir. O nedenle 15 Temmuz 2016 İhanet Hareketi/Askerî darbe Girişimi, 11 Eylül olayı ile Arap baharı karışımı bir darbe girişimi özelliği taşımaktadır. Darbe ve karşı darbe iç içe geçmiş vaziyettedir. Ancak meydanlardaki bu şahlanış ve direniş daha şuurlu hale getirilmelidir.

Sonuç: Halkın Gücü

Bu direniş ve darbeye el koyma olayı, aynı zamanda küresel şer ittifakına karşı çıkabilecek en önemli gücün ne olduğunu ortaya çıkarmıştır. O güç, inanmış, organize olmuş, teşkilatlanmış halkın gücüdür, milletin gücüdür. Parlamento dışında siyaset yapan tüm gönüllü kuruluşların yürüttükleri mücadelede, bundan sonra yoğunlaşmaları gereken nokta, burası olmalıdır. Burada bir “füzyon enerjisi” (Atom Çekirdeklerinin birleştirilmesi ile açığa çıkan enerji) yatmaktadır. Bu füzyon enerjisini açığa çıkarmak, hak mücadelenin emrine vermek, gönüllü kuruluşların/ hareketlerin/ cemaatlerin görevi ve sorumluluğudur.

 

22 Temmuz 2016 Cuma

KADİFE DARBEDEN ASKERİ DARBEYE-1: Bir Arka Plan

 (Milli Gazete)

Yazıya başlamadan önce, 15 Temmuz 2016 İhanet hareketine karşı cesurca direnen ve ihanet çetelerine ders vererek Türkiye’nin önünü açan, şerefsiz, adi, alçak kanlı bir darbe girişimini engelleyen şehitlerimize Allah’tan rahmet diliyor, mekânları cennet olsun diyorum. Gazilerimize acil şifalar diliyorum. Milletçe ve ümmetçe hepimizin başı sağ olsun ve geçmiş olsun. Bu millet, bu evlatlarını unutmayacaktır/unutmamalıdır. Bu nedenle ekonomik durumu iyi olmayan şehit ve gazilerimiz için bir yardım kampanyası açılmalıdır.

Allah bugünleri bize bir daha yaşatmasın.

Taksim Gezi parkı hadiseleri ile başlayan süreci, Üçüncü Nesil Kadife Darbe süreci olarak öngörüp “Taksim Kadife Darbe Süreci” olarak isimlendirmiş ve yol boyu, her bir aşamasını Milli Gazete ve Umran dergisinde değerlendirmiştik. 1 Kasım 2016 Tekrar Seçimlerden sonra, 6.11.2015 Tarihli Milli Gazetede “Taksim Kadife Darbesinin Tasfiye Süreci” başlıklı bir makale kaleme aldık. Bu makalede, Reyhanlı’dan 1 Kasım 2016 tekrar seçimlerine kadar Taksim Kadife darbe sürecinin farklı aşamaları özetlenmiştir.

Makalenin sonuç bölümünde; “Şer İttifakı (ABD-İngiltere-İsrail-AB) tarafından Taksim Kadife darbe süreci bir siyasi iktidarı düşürmek amacıyla başlatılmıştır. Ancak 7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra amaç, bir siyasi iktidarı düşürmekle birlikte Türkiye’yi Suriyeleştirmek ve Zihnen bölmek tarzında genişletilmiştir. AKP’nin tek başına iktidar olması, seçim endeksli kadife darbesini sonun başlangıcına getirmiştir. Bundan sonra yapılacak iş, Taksim Kadife Darbe Sürecinde rol alan tüm unsurların, belgeli ve delilli olarak teşhir edilip yargı önüne çıkarılmasıdır. Bu ülkeyi seven ve Allah’a ve Ahiret gününe iman ettiğini söyleyen herkes, ülkeyi birleştirici, bütünleştirici ve kaynaştırıcı bir politika ortaya koymalı ve güzel bir dil ve söylem kullanmalıdırlar. Henüz Vakit Varken! Yarın çok geç olabilir!” denmiştir.

Kadife darbenin beyin takımının amacı, sadece bir siyası iktidarı devirmek değil Türkiye’yi Sosyolojik olarak ayrıştıracak, bölecek, parçalayacak bir sosyolojik savaşı başlatıp derinleştirmektir. Hem parlamento dışı siyaset yapan gönüllü Kuruluşların/Teşkilatların/Hareketlerin/Cemaatlerin hem de siyasi iktidarın bu konuya dikkatini çekebilmek amacıyla Milli Gazete’de “Kadife Darbeden Sosyolojik Savaşa-1”(17.06.2016), “Kadife Darbeden Sosyolojik Savaşa-2: Sosyolojik Değişim Ve Sosyolojik Savaşın İki Boyutu” (24.06.2016), “Kadife Darbeden Sosyolojik Savaşa-3: Kadife Darbe Ve Sosyolojik Savaş İçin Bir Analiz” (01.07.2016), “Kadife Darbeden Sosyolojik Savaşa-4: Rand Raporunda İslam Dünyası İçin Sosyolojik Bir Analiz” (08.07.2016), “Kadife Darbeden Sosyolojik Savaşa-5: “Wikileaks Türkiye Belgeleri”nde Türkiye’nin Sosyolojik Analizi” (15.07.2016) makaleleri yazılmıştır. Eğer 15 Temmuz 2016 İhanet Hareketi olmamış olsaydı bugünkü yazının başlığı “Kadife Darbeden Sosyolojik Savaşa-6: Türkiye’de Öngörülen Sosyolojik Savaş” olacaktı.

15 Temmuz 2016 İhanet Hareketi, Gülen Hareketini Truva Atı olarak kullanan Şer İttifakının(ABD-İsrail-İngiltere-Siyonizm) Türkiye’ye karşı başlattığı askeri bir darbe girişimidir.

Bu yazı serisinde “Kadife Darbeden Sosyolojik Savaşa” yazı serisinin ışığı altında, bir ihanet hareketi olan 15 Temmuz 2016 Askeri Darbe girişimi ele alınıp değerlendirilecektir.

Reyhanlı’dan Bugüne Taksim Kadife Darbe Sürecinin Farklı Aşamaları ve Taşeron Örgütleri/Truva Atları

15 Temmuz 2016 Askeri Darbe girişimi, iç dinamikler, bölgesel dinamikler ve küresel dinamiklerin çatıştığı bir ortamda meydana gelmiştir. Şer İttifakı (ABD-İsrail-İngiltere-Siyonizm) ve AB, yeni sömürgeleştirme hareketine uygun olarak İslam coğrafyasını yeniden paylaşmak istemektedir. Bu paylaşım kavgası, hem bölgesel hem de küresel bazda, eksenler düzeyinde, yeni çatışmalara sebebiyet vermektedir.

Bu nedenle 15 Temmuz 2016 Askeri Darbe girişimini, Taksim Kadife darbe sürecinin genel stratejisi uzantısında ele alıp değerlendirmek gerekmektedir.

Dünyada bu güne kadar gerçekleştirilmiş olan kadife darbelerin ana stratejisini çizen beyin takımı, Soros Merkezli Siyonist-Mason bir kadrodur. Bu, hedef ülkelerin dışında bir merkezdir. Hedef ülkelerde, ana stratejiye uygun bir şekilde Kadife darbelerin yönetilebilmesi için o ülke içerisinde var olan, o ülkenin vatandaşı konumundaki Mason-Sabetayist-Siyonist-İşbirlikçilerden oluşan 2. Derecede bir beyin takımı daha vardır. Bu iki merkez, mevcut siyasi iktidara, sisteme/devlete, millete ve ülkeye karşı olan “gayrı memnun örgütleri”, bir “çatı kuruluş” etrafında (“Taşeron Yapı”-“Truva Atı”) birleştirerek (yönetimin üçüncü halkası), ana stratejiyi ve ana stratejinin öngördüğü tüm taktikleri, bunlar aracılığıyla hayata geçirmeye çalışmaktadır. Taşeron yapıda yer alan kadroların/yöneticilerin tümü, bu işbirliğinden haberi olmayabilir; ya da ortak düşmana/rakibe karşı çıkar birliği olarak meseleye bakabilirler. Fakat sonuç değişmez.

Türkiye’deki Taksim Kadife Darbe Sürecinin, Reyhanlı’dan bugüne kadar olan dönemini, aşağıdaki şekilde, ana hatları ile özetleyebiliriz:

Birinci Aşama: Eylemci Yapı(Taşeron yapı: “Alevi-Sol örgütler”) ve Dayanak Bir Kitle Ortaya Çıkarma, İktidara karşı Çıkılabilir Psikolojisini İnşa etme.

Birinci Evre: Reyhanlı Olayları Alevi-Sünni Gerilimi Meydana Getirme ve Sol-Alevi Özellikli DHKPC’nin öne çıkarılması.

İkinci Evre: Bu örgütün önderliğinde Taksim Gezi Parkı Olayları ile Türkiye’nin dört bir tarafında eylem yaparak sokak hâkimiyeti kurmaya çalışma,

İkinci Aşama: İttifakı Genişletme ve Gülen Hareketinin Taşeron Yapının (Truva Atı) Öncülüğüne Getirilmesi, Dershaneler Savaşı

Üçüncü Aşama: Gülen Hareketinin Öncülüğünde Polis-Yargı Kıskacı

Birinci Evre: 17 Aralık “Rüşvet ve Yolsuzluk Operasyonu” ile İtibarsızlaştırma

İkinci Evre: 25 Aralık “Rüşvet ve Yolsuzluk Operasyonu” ile İtibarsızlaştırma- Yalnızlaştırma-İhtilaflar çıkarma-Bel kırma

Üçüncü Evre: İzmir “Rüşvet ve Yolsuzluk Operasyonu”

Dördüncü Aşama: Gülen Hareketinin Öncülüğünde MIT Tırları Operasyonu,

MİT’in Tırları ile İŞİD’e silah gönderme Algısı Oluşturma-Teröre yardım yataklıktan suçlu gösterme- Acziyet içerisine sokma operasyonu.

Kürt halkında AKP karşıtlığı algısı oluşturma.

Beşinci Aşama: Dışişleri Bakanlığı’nın Dinlenmesi, Teröre yardım yataklıktan suçlu gösterme - Acziyet içerisine sokma operasyonu.

Altıncı Aşama: Mahalli Seçimlerde Yeni İttifak Modeli Deneme (Ankara/Yalova Modeli)

Yedinci Aşama: Cumhurbaşkanlığı Seçimi için CHP’nin önderliğinde, Bazı Alevi-Sol Yapılar ile Gülen Hareketi İttifakının Genişletilmesi

Birinci Evre: Soma Maden Sabotajı, 13 Mayıs 2014

İkinci Evre: IŞİD’in Musul Konsolosluğu personelini rehin alması

Üçüncü Evre: Cumhurbaşkanlığı Seçimine İhsanoğlu’nun CHP’den aday gösterilerek, CHP’nin belli bir seçmen kitlesinin öfke ile HDP’ye yönlendirilmesi.(Seçim sonuçlarına göre %2’lik bir oy oranı kayması var)

Cumhurbaşkanlığı Seçimine HDP adayı olarak Demirtaş’ın katılması ve %9,5 civarında bir rey alarak Genel Seçimlerde HDP’nin barajı geçeceği algısının inşa edilmesi.

HDP’nin, Kadife Darbenin Taşeron Çatı Örgütü olabilme algısının oluşturulması.

Sekizinci Aşama: HDP Öncülüğünde Bazı Sol-Alevi yapılar ve Gülen Hareketi İttifakı

Birinci Evre: Musul Konsolosluğu rehinelerinin serbest bırakılması

İkinci Evre: İŞİD’in Ayne El Arab’a (Kobani) saldırması ile Kürt Seçmenlerde İŞİD ile ilgili bir Şuur Altı oluşturma ve AKP karşıtlığını derinleştirme.

Üçüncü Evre: Bazı Sol yapılarla- PKK-HDP-KCK’nın Sokak Terörü provokasyonu (Kobani Provokasyonu) ile Barajın geçilmemesi durumunda Türkiye’nin kan gölüne döneceği algısını oluşturma.

HDP’nin Önderlik Rolünü Pekiştirme.

Kürt Halkında AKP karşıtlığını pekiştirme.

Dokuzuncu Aşama: 7 Haziran 2015 Seçimlerine Hazırlık: Psikolojik Alt yapı Oluşturma, Özel Mesajlar verme, “Biz Güçlüyüz Siyasi İktidar Çaresiz”, AKP Oy Tabanını Ayrıştırma ve AKP’yi yalnızlaştırma

Birinci Evre: Siber Saldırı; 79 ilde Elektriklerin kesilmesi. Seçimlere Şüphe Düşürme algısı oluşturma.

İkinci Evre: Çağlayan Adliyesinde Savcının öldürülmesi ve aynı anda Emniyet Müdürlüğüne saldırı düzenlenmesi

Üçüncü Evre: Fenerbahçe Futbolcularına silahlı saldırı yapılması

Dördüncü Evre: “MIT Tırları ile İŞİD’e silah gönderildi”(!) fotoğraflarının yayınlanması ile AKP’li Kürt Seçmenin bir kısmını AKP’den uzaklaştırma.

Onuncu Aşama: 7 Haziran 2015 Seçimlerinde AKP’nin tek başına iktidar olmasının engellenmesi (%41 oy oranı, 258 Milletvekili)

On Birinci Aşama: AKP’nin “Öngörülen Fabrika Ayarlarına Çekilmesi”

Birinci Evre: CHP ve/veya HDP ile koalisyon ortağı yapılarak yıpratılması

İkinci Evre: Koalisyon dışında bırakılarak iç ihtilaflar meydana getirilmesi

Üçüncü Evre: AKP Yönetiminin el değiştirmesi ve Erdoğan’ın Köşke kapatılması (ANAP, DYP Deneyimleri)

Dördüncü Evre: AKP’nin bölünmesi (RP/FP, ANAP, DYP, DSP Deneyimleri)

Beşinci Evre: Erken/Tekrar Seçime gidilerek oy oranının daha da düşürülmesi

Altıncı Evre: AKP’nin tasfiye edilmesi (RP/FP, ANAP, DYP, DSP Deneyimleri)

Bu evrelerin hiçbiri gerçekleştirilememiştir.

On İkinci Aşama: 1 Kasım 2015 Seçimlerinin Etkisini Kırma Türkiye’yi Bölgede yalnızlaştırma.

Birinci Evre:   Can Dündar’ın tutuklanması, “Akademisyenler Bildirisi” ile Dünya Kamuoyunu Harekete Geçirilmesi

İkinci Evre: ABD’nin PYD’yi Stratejik ortak seçmesi, Kürt Koridoru Sorunu ile Siyasal İktidarın İtibar kaybı

Üçüncü Evre: Rus Uçağının Düşürülmesi ile Güçlü bir müttefik kaybı ve Ekonominin Zarar görmesi.

Dördüncü Evre: Rıza Zarrab’ın ABD’ye götürülerek tutuklanması ve örtülü şantaj.

Beşinci Evre: Almanya’nın “Ermeni Soykırımını” Kabul etmesi ile Türkiye’nin bir müttefikini daha kaybetmesi ve yalnızlaştırılması.

Altıncı Evre: MHP içi Kavga ve Merkez Sağ Parti kurma operasyonu ile şantaj yapılması

Yedinci Evre: PKK ve İŞİD merkezli Bombalama Olayları (Şehzadebaşı ve Havaalanı canlı Bomba olayları)

Dokuzuncu Evre: “İzmir Casusluk Olayı” ve “Gülenci Subayları” Tutuklama Kararı

On üçüncü Aşama: Gülen Hareketini Truva Atı olarak kullanan Dış Gücün sosyolojik savaş amaçlı Askeri Darbe Girişimi

Sonuç: Cevaplandırılması Gereken Bazı Temel Sorular

Bugüne kadar Taksim Kadife Darbe süreci, iki farklı boyutta sosyolojik bir ayrıştırma ve fay hattı meydana getirmiştir: 1- AKP/Genel İslami Camialar-Gülen Hareketi Fay Hattı; 2- Türk-Kürt Fay hattı. Taksim Kadife Darbe Süreci, sadece Siyasi İktidarı düşürmeyi değil; aynı zamanda ülkeyi de bölmeyi hedeflemiş bir Kadife Darbe Sürecidir. Ancak bu bölünme, şimdilik fiziksel bir bölünme değil, sosyolojik, zihinsel bir bölünme olarak öngörülmektedir. Türkiye’de PKK, İŞİD, DHKPC ve Gülen Hareketi gibi örgütler, taşeron ve Truva atı olarak kullanılarak yürütülen gayrı nizamı savaş, psikolojik savaş, ekonomik savaş ve terör, tamamen sosyolojik savaşa hizmet etmek amaçlıdır. Şimdi, bu zincire askeri darbe eklenmiştir.  O nedenle 15 Temmuz 2016 büyük bir ihanet hareketi Askeri darbenin beyin takımının niyetlerini ve hedeflerini daha iyi aydınlatabilmek ve Türkiye’nin önümüzdeki günlerde daha az hata yapmasını sağlayabilmek için şu temel soruların cevaplarının, sağlıklı bir şekilde verilmesi gerekmektedir:

1- 7 Haziran 2015 Genel seçimlerinde 80 Milletvekili HDP kazanmış iken PKK neden “Kıra Dayalı Şehir Gerillası stratejisini” uygulayarak silahlı mücadeleyi başlatmıştır?

2- Aynı anda KCK “Sınırları belirsiz bir federasyon sistemini” niçin seslendirmiştir?

3- Bazı belediye başkanları niçin özerklik ilan etmeye kalkışmıştır?

4- Kadife Darbenin Beyin Takımı, bütün bunların yapılmasını teşvik ederek taşeron örgüt HDP’yi niçin feda etmiştir? Türkiye’den alamadığı ne vardı da buna mecbur kalmıştır?

5- Truva atı Gülen Hareketi, 17 – 25 Aralık Olaylarında, İş dünyasında, medyada, yargıda, poliste ve askerde daha güçlü iken niçin askeri darbe yapmaya kalkmamıştır da, bütün bu alanlarda güç ve itibar kaybına uğradıktan sonra askeri darbeye kalkmıştır?

6- Kadife Darbenin Beyin Takımı, Truva atı olarak kullandığı Gülen Hareketini niçin feda etmiştir? Türkiye’den alamadığı ne vardı da buna mecbur kalmıştır?

7- Kadife Darbenin Beyin Takımı, bundan sonra Türkiye’de hangi sosyolojik güçleri çatıştırmayı öngörmektedir? Buna karşı alınması gereken tedbirler nelerdir?

8- Kadife Darbenin Beyin Takımı, bugün Truva Atı Gülen Örgütü mensuplarını tasfiye etmek amacıyla devlette başlatılan operasyonları, sosyolojik savaş ajanları vasıtasıyla yönlendirmek ve Türkiye’de yeni sosyolojik fay hatları meydana getirmek isteyecektir.

Şer ittifakının yürüttüğü sosyolojik savaşa hizmet edecek yeni fay hatları oluşmaması için, Hukuk kurallarına uygun olarak belgeli ve delilli bir operasyon yürütülmelidir. Siyaset, sivil ve askeri bürokrasi ve tüm gönüllü kuruluşlar, bu konuda hassas davranmalıdır. Henüz Vakit Varken! Yarın çok geç olabilir!

 

15 Temmuz 2016 Cuma

KADİFE DARBEDEN SOSYOLOJİK SAVAŞA-5: “WikiLeaks Türkiye Belgeleri”nde Türkiye’nin Sosyolojik Analizi

(Milli Gazete)

Giriş

ABD, operasyon yapmaya karar verdiği ülkelerde, operasyondan çok önce, ABD’deki değişik düşünce kuruluşlarına ve CIA’ya özel raporlar hazırlattırarak, hedef ülke ile ilgili yapacağı mücadelenin mahiyetini belirlemektedir. Bu anlamda ABD’deki Rand Cooperation Düşünce kuruluşu tarafından hazırlanan “Sivil Demokratik İslam, Ortaklar, Kaynaklar ve Stratejiler” adlı Raporu geçen yazıda analiz ettik.

Burada, Taraf Gazetesinde 23.03.2011 tarihinde yayınlanan “WikiLeaks Türkiye Belgelerinde” yer alan ABD’nin Türkiye ilgili, 1999, 2003, 2005 ve 2009 tarihli dört ayrı resmî yazışmasından 1999 ve 2009 tarihli olanlar, belge olarak okuyucuların dikkatine sunulmaktadır.

18 Kasım 1996 Tarihli ABD Ankara Büyükelçisi Marc Grossman’ın Washington’a Gönderdiği Telgraf:

“1) Ankara Büyükelçiliği Siyasi Müsteşarı Richard McKee tarafından gizlilik statüsü verilmiştir. 

2) ÖZET: Başbakan Necmettin Erbakan’ın İslamcı Refah Partisi’nin seçmenler arasındaki gücünü arttırmasıyla birlikte, Türkiye’de Şeriat’ın yeniden kurulması fikri de yeni taraftarlar kazanmış gibi görünüyor. Aşağıda, Refah bünyesindeki İslamcı kaynaklardan ve Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan aktaracağımız gözlemler, bu ülkede din, siyaset ve toplum konusundaki tartışmanın nereye doğru gittiğine hızlıca bakma fırsatı verebilir. Türkiye’nin büyük bölümü koyu dindar olan Kürt azınlığı da bu mesele de merkezî bir rol oynayacağa benziyor.

3) Kürt olan Refah İstanbul Milletvekili Mehmet Fuat Fırat, 31 Ekimde (1996) Siyasi Müsteşar (McKee) ile yaptığı görüşme sırasında, kendi etnik kardeşleri açısından dinin taşıdığı önemi değerlendirdi. Fırat, Refah’ın Merkez Yürütme Konseyi’nde Hakkâri, Siirt ve Türkiye’nin nüfusunun çoğunluğu Kürt olan güneydoğusundaki diğer illerden siyaseten sorumlu olduğunu da kaydetti...

4) Fırat, Kürtlerin “Şeriat’a sadık olduklarını” söyledi. Bu, Fırat’ın da aile bağları bulunan Nakşibendi tarikatının (teknik olarak yasadışı bir grup) öğretilerinin doğrudan bir sonucuydu. Fırat, Türkiye’deki Nakşibendi müridlerinin çoğunun Kürt olduğunu belirtti. Ama Fırat, Nakşibendi Kürtlerin fanatik olmadığını da söyledi ve buna delil olarak, Nakşibendilerin ritüellerinin, çok daha esrik nitelikteki Kadiri tarikatınınkilere kıyasla nispeten ölçülü olmasını gösterdi. Fırat’a göre, Türkiye’nin Kürtleri, ABD’de sağlanan türden bir adalet istiyorlar, kendi dillerini kullanma ve kendi kültürlerini geliştirme hakkı da buna dahil. Fırat, Şeriat’ın bu özgürlükleri sağlayacağını söylüyor.

5) Fırat, müridlerinin aleyhine olacak şekilde kendi çıkarlarını gözetmek ve “devletle” ittifak kurmakla suçladığı birçok Nakşibendi şeyhinin tavırlarından duyduğu hayal kırıklığını da dile getirdi. “İstedikleri tek şey zengin olmak” diye şikâyette bulundu. Bariz bir gururla, Şeyh Said’in kendi servetini bir ordu kurmak için kullandığını, “kendi parasını askerlere harcadığını” söyledi.

6) Fırat genç bir adamken, yazıları mistik Nurcu Hareketi’nin temelini oluşturan Said Nursi ile karşılaşmasını da anlattı. Fırat’a göre, Nursi, İslam ve Kürt kültürel özerkliği yararına etkinlikleri nedeniyle Mustafa Kemal tarafından hapse attırılmıştı. Nursi, 1960’daki ölümünden önce de, Fırat’ın da aralarında bulunduğu bir grup Kürt ileri geleninin önünde, Kürtlerin “Kemalistlerden intikamını alacağı” üzerine ant içmişti.

7) Fırat gibi, Refah Bitlis Milletvekili Abdülhalûk Mutlu da Nakşibendî bir Kürt ve 14 Kasım’da, Siyasi Müsteşar ile INR’dan (ABD Dışişleri Bakanlığı bünyesindeki İstihbarat ve Araştırma Bürosu) gelen ziyaretçilere, Kürtlerin İslam’ın prensiplerine “bağlı” olduklarını söyledi. ABD’de üniversitede okuyan yeğeninin, insanlara ABD’nin “dünyanın en İslamî devleti” olduğunu, çünkü orada Şeriat’ın adalet ilkelerinin diğer herhangi bir rejimden daha yüksek bir derecede benimsendiğini söylediğini gülerek bize anlattı.

8) Mutlu, Kürtlerin aklında bugün Şeriat’ın özgürlük ve demokrasiyle ilişkilendirildiğini ama tıpkı “demokrasi” gibi, “Şeriat’ın da ne anlama geldiğinden kimsenin emin olmadığını” söyledi. Mutlu, ülkedeki demokrasi dekoruna rağmen, Türkiye’nin geri kalan Kürtleri gibi kendisinin de hiçbir zaman gerçek bir demokratik rejimde yaşamadığını ve bu nedenle de, gerçek bir demokrasinin nasıl işlediği hakkında çok az şey bildiğini itiraf etmesi gerektiğini söyledi. Bu tezini örneklemek amacıyla da, Refah’ın Türkiye’de dinî bir düzen kurmayacağı öngörüsünde bulundu ve bunun yerine, günün birinde parlamentoda çoğunluğu elde etmesi durumunda, Refah’ın “Milli Güvenlik Kurulu’na bu konu hakkındaki görüşlerini” soracağını belirtti.

9) 14 Kasımda Siyasi Müsteşar ve INR memurları Diyanet İşleri Başkanlığı Araştırma Dairesi Başkanı Niyazi Kahveci’yi ziyaret ettiler. Bir İslam bilgini olan Kahveci, Ortaçağ’dan bu yana İslamî doktrininde pek az değişiklik olduğunu söyledi. Dolayısıyla, Sünni İslam’ın Türkiye’deki şekliyle Afganistan’da Taliban’ın uyguladığı şekli arasında temelde bir fark yok. Müslümanlar Kur’an’ın sözüyle bağlı olduklarına inanıyorlar. Kahveci ve akademideki bazı meslektaşları İslamî prensiplerde, modern demokratik dünyaya uyum sağlayacak şekilde “reform” yapmaya çalışsalar da, Türk ilahiyatçılarının çoğu, mesleklerini “Cezayir ya da Mısır’da” öğrenmişler. Kahveci, Diyanet’te çalışanların çoğunluğu gibi, Türkiye’nin üniversitelerindeki ilahiyat profesörlerinin de genel olarak Refah’a destek verdiklerini de ekledi.

10) Kahveci, Refah’ın mesajını halka ulaştırmakta ve esasen kendini dindar Türklerin bir numaralı sözcüsü konumuna getirmekte çok akıllıca davrandığını belirtti. Kahveci’ye göre, laik partiler İslamcılara karşı harekete geçmekle Refah’ın elini güçlendirdiler. Mesela, siyasi içerikli televizyon tartışmaları, rutin olarak, bir yanda Refah’ın, diğer yanda diğer herkesin yer aldığı birer hesaplaşmaya dönüştü. Bu da, Refah’ın dindar kimliğini, izleyicilerin aklında meşrulaştırdı. Üstelik laik partilerin bunu kabullenmekten başka pek bir seçeneği de yoktu. “Nasıl olsun ki” dedi Kahveci, “onlar İslam hakkında hiçbir şey bilmiyorlar.”

11) “İcma” –konsensüs– geleneksel olarak, Kur’an, Sünnet ve Hadis ve “kıyas” ile birlikte İslamî içtihadın esas kaynaklarından biriydi. Bugün ise “icma“ demokratik ve İslamî prensipler arasında ortak noktalar bulmaya dönük akademik gayretlerin ilgi alanı.

12) Klasik içtihatta “icma,” eğitimlilerin konsensüsü anlamına gelirdi; İslamî doktrinin nazik konuları üzerine eğitim görmemiş olanların fikirlerinin bir ağırlığı yoktu. Bu geleneksel tavrı sürdüren Türkiye Müslümanları da, İslam bilginlerinin Şeriat’ı yorumlamasına ve inananları aydınlatmasına memnuniyetle razı oldular. Siyasi bakımdan, şimdi Refah sayesinde laik rejime bir İslamcı alternatif ortaya çıktığından, tarihî koşulların etkisiyle bugüne kadar laik partilere oy vermiş olan birçok dindar “muhafazakâr” seçmen artık, Başbakan Erbakan, ya da yandaşlarının ona verdiği adla “Hoca” için, koparılmaya hazır olgun bir meyve.

13) Kahveci’ye göre buradaki sorun, Refah’ın “Ortaçağ’dan kalma” Şeriat algısının, din bilginlerinin incelemesinden ve rekabetten muaf kalmış olması ve Kemalistlerin İslamî siyasi nüfuza olan husumetinin, konu üzerine serbest ve bilgili bir tartışma yürütülmesini engellemesi. Kendi siyasi alternatifleri olmadığı için, Türkiye’nin dindar Kürtleri de Refah’ın saflarına katılmaya başladılar ve böylece Erbakan’ın partisinin Türkiye’nin en büyük partisi haline gelmesine yardımcı oldular. Kahveci, Türkiye’nin geri kalanının büyük bölümünün de onları takip edeceğinden korkuyor.

14) Bizim algımıza göre, Şeriat’ı yeniden kurmayı destekleyenler, hatırı sayılır ve sayıları giderek artan bir grup da olsalar hâlâ küçük bir azınlık. Daha önemlisi, (nadiren kişisel dinî vecibelerini yerine getirseler bile) kararlı biçimde laik ve inanmış biçimde dindar/İslamcı olan yurttaşları birbirinden ayıran çizgiler kuvvetleniyor. Özellikle üniversite kampuslarında şiddet olaylarının başgöstermesi pekâlâ mümkün.”

22 Temmuz 2009’da ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın Onayıyla Washington’dan Ankara Büyükelçiliği’ne Gönderilen, “Tarikatlar, Kürtler Ve İslam Ve Türkiye’de Azınlık Dinleri Konusunda Bilgi Talebi” Başlıklı Telgraf:

“TARİKATLAR

1) Bugün Türkiye’de üye sayıları ve siyasi kudretleri bakımından en güçlü İslamî cemaatler ya da tarikatlar hangileri?

2) Tarikat üyeliğinin, mesela oy kullanma tercihleri gibi siyasi eylemlerle arasındaki ilişki ne? Tarikatlar hangi işlevleri görüyor?

3) Bu gruplara üyelik nasıl işliyor? Dışarıdan birileri de bir gruba yaklaşıp katılmak isteyebilir mi, yoksa üyeler tarafından davet edilmeleri mi gerekir? İnsanlar hiç tarikatlarından ayrılırlar mı? Tarikatlar birbirleriyle nasıl geçinir ya da ilişki kurarlar ve bunu niçin yaparlar?

4) Bir tarikatın bünyesinde, İslamî kuralların farklı geleneklerine ya da ekollerine mensup olmak cemaatin genel dinamiğini nasıl etkiler? Tarikatların önde gelen üyeleri, hâmilik ilişkisi dışında da, özellikle gündem belirlemek açısından bu gruplara göre mi hareket ederler?

KÜRTLER VE İSLAM

1) Türkiye’deki tarikatların üyelerinin ne kadarı Kürtlerden oluşuyor?

2) Fethullah Gülen’in takipçileri de dâhil olmak üzere, Nurcu Hareketi’ne Kürtlerin katılımı ne düzeyde? Kürtler genel olarak Gülen’e nasıl bakıyorlar?

3) Nakşibendi ve diğer geleneksel tasavvufî gruplar, özellikle Gülen Hareketi ile nasıl bir ilişki ve/veya rekabet içindeler?

4) Tarikatlar/Nurcu örgütler dindar Türklerle dindar Kürtler arasında ne ölçüde köprü oluşturuyor? Öte yandan, tarikatlar/Nurcu örgütler, Diyanet’in geleneksel Hanefi dışlayıcılığına kızarak ve kısmen de Kürt kimlik bilincinin/etnik Kürt ayrılıkçılığının körüklemesiyle, ne ölçüde retçi, “ayrılıkçı” bir İslam’ın üretildiği yerler haline geldi? Kongra-Gel (KGK) ve Demokratik Toplum Partisi (DTP) gibi laik örgütler bu eğilimlerin ne kadar farkında ve ne ölçüde bunları istismar etmeye ya da bunlara karşı harekete geçmeye çalışıyor?

5) Hizbullah’ın çeşitli cephelerde yeniden ortaya çıkması, ne ölçüde Gülen’in ve/veya AKP hükümetinin “reformist” tacizlerine karşı bir İslamî Kürt reddedişi temsil ediyor ya da yansıtıyor? Hizbullah’ın “İlim” ve “Menzil” kollarının yükselişinin nedeni ne? Kürtler, Ergenekon/Derin Devlet örgütlenmeleriyle mücadele çabaları kapsamında Hizbullah’ın ve çeşitli unsurlarının geri dönüşünü nasıl görüyor?

DIŞ ETKİLER

1) Türk Müslümanlar dinî rehberlik için Türkiye dışına bakıyorlar mı ve hangi kaynaklara ya da kişilere bakıyorlar?

2) Dışarıdaki dinî etkilerin Türkiye’ye nüfuz etmesine imkân veren ne gibi mekanizmalar mevcut? İslam’ın Türk tipi olmayan biçimleri ve tezahürleri Türkiye’deki gelişmeleri ve dinî tartışmaları nasıl etkileyebilir? Türk İslamî kanaat önderleri dış nüfuza ve tecrübelere ne ölçüde açık ve bu nüfuz nasıl sağlanıyor?

3) Türk Müslümanları günümüzdeki Sünni/İslam ümmete ne kadar entegre? Türk Müslümanları, Müslüman dünyanın diğer yerlerindeki İslamî gelişmelerden (teolojik, sosyal ya da siyasi tartışmalardan) ne kadar haberdar ya da ne kadar dışlanmış bir halde?

AZINLIK DİNLERİ

1) Anti-Semitizm ve Hıristiyanlara karşı husumetin tabandaki ifadeleri, siyasetin ve medyanın önderlerince ne kadar cesaretlendiriliyor ya da caydırılıyor?

2) Lütfen bu sorulara, konu satırına C-RE9-01283 yazarak cevap veriniz.”

Ankara’daki Amerikalı diplomatların bu sorulara verdiği cevapları içeren telgraf “WikiLeaks Türkiye Belgeleri” arasında yer almamaktadır.

Sonuç

Yukarıdaki iki belgeden anlaşılabileceği gibi ABD, 1990’lardan buyana Türkiye’ye tuzağı, Müslüman Türk ve Müslüman Kürt ayrışması üzerinden kurmaya çalışmaktadır. HDP’nin ortaya çıkışına, bu açıdan bakmakta fayda vardır. Türkiye’deki etnik bir ayrışma, bölgedeki etnik ayrışma ile birlikte ele alınıp değerlendirilmeli ve çözüm de bu düzlemde aranmalıdır.

Son üç yazıda sosyolojik analizlere yer veren belgeleri ele almamızdaki amacın nedeni ise, bu ülkede ve İslam coğrafyasında vuku bulan sosyolojik savaşın bir arka planı olduğuna, tesadüfen hiçbir şeyin meydana gelmediğine, iyi bir hazırlık döneminden sonra icraatın başlatıldığına dikkat çekmek; aynı zamanda gerekli dersleri almak ve hem karşı hamle yapmak hem de tez olarak ortaya çıkmak içindir.

“Öyleyse kâfirlere itaat etme ve onlara karşı Kur’an’la büyük bir cihad ver.” (25 Furkan 52)

Ve; “Allah adına gerektiği gibi cihad edin.” (22 Hac 78)

 

8 Temmuz 2016 Cuma

KADİFE DARBEDEN SOSYOLOJİK SAVAŞA-4: “Sivil Demokratik İslam, Ortaklar, Kaynaklar ve Stratejiler” Adlı Raporun Sosyolojik Savaş Açısından Analizi

 (Milli Gazete)

ABD, operasyon yapmaya karar verdiği ülkelerde, operasyondan çok önce, ABD’deki değişik düşünce kuruluşlarına özel raporlar hazırlattırarak, hedef ülke ile ilgili yapacağı mücadelenin mahiyetini belirlemektedir. Bu anlamda Rand Cooperation Düşünce kuruluşu tarafından hazırlanan “Sivil Demokratik İslam, Ortaklar, Kaynaklar ve Stratejiler” adlı raporun özel bir önemi vardır (1).

Burada, bu rapor ele alınıp değerlendirilecektir. Raporu değerlendirmekteki amacımız, bu ülkede ve İslam coğrafyasında vuku bulan olayların bir arka planı olduğuna, tesadüfen hiçbir şeyin meydana gelmediğine, iyi bir hazırlık döneminden sonra icraatın başlatıldığına dikkat çekmek, gerekli dersleri almak içindir. O nedenle Türkiye’de art arda patlayan bombalara ve İsrail’le yapılmak zorunda kalınan anlaşmaya bu açıdan bakılmasında fayda vardır.

Rand Raporunun Genel Yapısı ve Amacı

Raporun amacı, önsözünde şu şekilde ifade edilmektedir: “Akıllıca bir yaklaşım tertipleyebilmek için İslam dünyasının içinde süregelen ideolojik mücadeleyi iyi harmanlayıp anlayabilmek gerekiyor. Bunu yapmaktaki maksat uygun ortakları bulup gerçekçi hedefler tayin etmek ve bu evrimin olumlu yönde ilerlemesini desteklemektir…” Bu dünyadaki aktörleri farklı kategorilere ait bireyler olarak değil de bir spektrumdan kayan objeler olarak görmek işimizi kolaylaştıracaktır…” “Eğer bunu yapabilirsek spektrumun hangi yüzünün bizim değerlerimize uyumlu hangilerinin ise tamamen bize karşı olduğunu görebiliriz…” İslam dünyasının daha geniş bir demokrasi, modernizm, uluslararası dünya düzenine uyumluluk yolunda yapacağı değişimi cesaretlendirmek için ABD’nin ve Batı dünyasının İslam’ın içindeki hangi unsurları, trendleri ve kuvvetleri güçlendireceğini; düşmanlarının ve ortaklarının gerçek hedeflerini ve bu geniş gündemin sebep olabileceği muhtemel sonuçları iyi tahlil etmeleri gerekiyor” (1)

Bu rapor İslam coğrafyasında yürütülecek bir sosyolojik savaş için bir sosyolojik analiz yapmakta ve yürütülecek savaşın stratejisinin ana iskeletini ortaya koymaya çalışmaktadır. Okuyucunun bu noktayı gözden kaçırmaması gerekmektedir.

Rand Raporunda Dört Grup İnsan

Rapor, İslam dünyasındaki Müslüman potansiyeli sosyolojik bir analize tabi tutarak Fundamentalistler/Radikaller, Gelenekçiler, Modernistler, Laikler olmak üzere dört ana gruba ayırmakta ve her bir grubu tanımlamakta, birbirleri ile örtüşen ve örtüşmeyen fikirleri analiz etmektedir:

“Fundamentalistler/Fundamentalist”

Rapora göre bu grup,

* “Demokratik değerleri ve çağdaş Batı kültürünü reddediyor”.

* “İslam hukukunu ve değerlerini uygulayabilecekleri otoriter ve baskıcı bir devlet istiyor”.

* “Şiddetten kaçınmayan agresif ve yayılmacı bir anlayışa sahip”.

* “İslam’ın dünya üzerine olabildiğince geniş bir coğrafyada tanınmasını istiyor.”

* “Referans noktaları ise herhangi bir etnik grup ya da ulus-devlet değil, “ümmet”tir.

* Fundamentalistler, kendi aralarında iki gruba ayrılır. Birinci grup, “temellerini teoloji ve dini kuruluşlardan alan Kutsal Kitap’a dayalı fundamentalistlerdir”. İkinci grup ise “İslam’ın ilmi boyutuyla fazla ilgilenmeyen radikal fundamentalistlerdir”.

“Gelenekçiler”

Rapora göre “Gelenekçiler”,

* “Modernizm, yenilik ve değişim hakkında şüpheleri vardır”.

* “Bu kesim kendi içinde iki gruba ayrılmaktadır: “Muhafazakâr gelenekçiler” ve “reformcu gelenekçiler.”

* Muhafazakâr gelenekçiler, “İslam hukuku ve geleneklerinin sıkı sıkıya takip edilmesi gerektiğini, devletin ve siyasi otoritelerin bunun sağlanmasında etkin bir rol alması gerektiğini” savunuyorlar. Buna rağmen şiddet ve terör faaliyetlerinden yana değiller.

* “Modern yaşamı, en büyük tehdit olarak” görüyorlar.

* “Temel karakterleri, değişmeye karşı gösterdikleri dirençtir”.

* Reformcu gelenekçiler, İslam’ın zamanla değerini koruması için “Reform yapılması ve yeniden yorumlanması” gerektiğini düşünüyorlar.

“Modernistler”

Rapora göre bu grup,

* “Peygamber zamanında yapılmış olan uygulamaların o zamanın gerçekleri içinde en uygun olanlar olduğu ama günümüz şartlarında geçersiz olduğunu” düşünüyorlar.

* Modernistler “İslam dünyasının global modernizmin bir parçası olmasını istiyorlar”.

* “İslam’ı yeniçağa ayak uyduracak biçimde modernize etmek amacındalar”.

“Laikler”

Rapora göre Laikler,

* “Dini tamamen kişiye özel bir mesele olarak görmekte ve politika ve devletten ayrı tutulması gerektiğini savunmaktadırlar.”

* “Devlet bireyin dinini yaşamasına izin verirken, dini uygulamalar da hukuk ve insan hakları gibi bazı kavramlarla uyumlu olmak zorundadır.” Rapora göre bu dört grup, birbirlerinden kesin çizgilerle ayrılmamaktadır/ ayrılamamaktadır. Aralarındaki sınırlar, açık ve belli olmadığı için konulara bağlı olarak gelenekçiler ile fundamentalistler, gelenekçilerle modernistler ve modernistlerle laiklerin düşünce, tutum ve tavırları örtüşmektedir. Fundamentalistler ve gelenekçiler, laik Batı değerlerinin pek çok sosyal problemin kaynağı olduğunu; İslami düzenin ise ahlak, sağlam aile yapısı ve düşük suç oranını sağladığını ileri sürüyorlar.

Raporda Önerilen Strateji

Raporda yer alan dört grup, birbirleri ile iç içe geçmiş durumda ve hepsinin arasında bir ortak payda, arakesit mevcuttur. Bununla beraber ikişerli gruplar için ortak paydalar, geneldekinden daha fazladır. Gruplar arasında, zamana, zemine ve şartlara bağlı olarak meydana gelen etkileşim, karmaşık bir stratejinin benimsenmesini gerekli kılmaktadır. Rapor da, ABD yönetimine bunu teklif etmektedir:

“Karma bir yaklaşımdan kastımız, belli gruplarla kesinlikle işbirliği yapamayacağımız; ama bizim için vazgeçilmez değerleri ve normları koruyabileceğimiz, ayrıca farklı ülke ve topluluklara karşı esnek politikalar üretebileceğimiz bir yaklaşım olmalıdır.”

“Böyle bir yaklaşımın hedefi sivil ve demokratik İslam’ın kalkınması ve modernleşmenin ilerletilebilmesi olmalıdır.”

Raporda bu karma yaklaşımın gerekçeleri, İslam dünyasında var olduğu söylenen söz konusu dört grubun, güçlü ve zayıf yanları, birbirleri ile ve ABD ile etkileşimleri, genişçe analizi edilerek ortaya konmaktadır. Yer darlığından dolayı bu analize burada yer verilememektedir.

Aşağıda, karma yaklaşım üzerine inşa edilmesi önerilen bir stratejinin genel yapısı verilmektedir:

“1-Öncelikli Olarak Modernistleri Destekle

* Çağdaş İslam’ın yüzü olarak modernistler görülmeli, gelenekçiler değil.

* Eserlerini ve çalışmalarını yayınla ve dağıt

* Gençlere ve büyük kitlelere hitap etmeleri konusunda cesaretlendir.

* Fikirlerini İslami eğitim müfredatının içine sok.

* Onlar için bir kamu platformu oluştur.

* Dinin yorumlanması konusunda temel sorular hakkındaki fikirlerini ve yargılarını fundamentalist ve gelenekselcilerle rekabet edecek şekilde geniş kitlelere duyurmalarına yardım et, çünkü diğer grupların kendi web siteleri, yayınevleri, okulları kurumları ve düşüncelerin yaymak için pek çok alternatif yolları var.

* Laikliği ve modernizmi, olumsuz etkilenmiş İslami gençliğe karşı bir kültür olarak benimset.

* İslam öncesi tarih ve kültür hakkında bilgi ver ve bu konuların gerek medya gerekse çeşitli müfredatlarda konuşulmasını cesaretlendir.

* Bağımsız ve bireyci organizasyonların gelişimini destekle, bireysel kültürü yücelt, sıradan vatandaşların kendilerini eğitebilmelerini ve politik süreçte düşüncelerini rahatlıkla ifade edebilmelerini sağla.

* Fundamentalist ve gelenekçilerin İslâm’ı açıklama ve yorumlama konusunda oluşturdukları tekelin kırılmasına yardım et.

* Modernist İslam fikirlerinin yayılması için internet sitelerinde, radyo, televizyon ve popüler yerel medya organlarında günlük sorunlara cevaplar yazabilecek modernist aydınlar bul.”

“2-Geleneksel Müslümanları Fundamentalistlere Karşı Destekle

* Geleneksel Müslümanların fundamentalistlerin ortaya koyduğu şiddet ve aşırılık yanlısı tutumlarını eleştirmelerine izin ver ve bu düşüncelerini yayımlat.

* Gelenekçiler ve fundamentalistler arasında oluşabilecek muhtemel ittifakları boz.

* Spektrumun modernizm tarafına yakın duran geleneksel Müslümanlarla modernistler arasındaki işbirliğini destekle.

* Gelenekçileri, fundamentalistlerle yapacakları tartışmalarda daha başarılı olacak şekilde eğit. Gelenekçilerin fikirlerinin arkasında daha sağlam durabilmeleri için geleneksel İslam’ın yanı sıra akademik olarak da ciddi bir İslam birikimine sahip olmaları gerekiyor.

* Geleneksel olarak adlandırılan kurumlarda modernist simaların sayısını arttır.

* Gelenekçiler arasında bulunan farklı gruplar arasında ayrımcılık yap. Hanefi hukuku gibi modernizm anlayışına daha yakın olanları diğerlerine karşı destekle. Bu grupları kendi dini düşüncelerini yayma konusunda cesaretlendir ve bu fikirleri gerici Vahhabi anlayışını zayıflatmak için popüler yap. Vahhabiler’in parası hayli muhafazakâr olan Hanbeli okullarını desteklemek için kullanılıyor, bu işin finansal boyutu. İslam dünyasının iyice geri kalmış bazı kesimleri İslam hukukunun uygulanması ve yorumlanmasındaki gelişmelerden halen habersizler, bu da işin bilgiyle ilgili boyutu.

* Sufizmi güçlendir.”

“3- Fundamentalistlerle Savaş

* Onların İslam yorumunu ve çelişkilerini sorgula.

* Yasal olmayan eylem ve gruplarla aralarında bağlantı kur.

* Şiddet içeren eylemlerinin sonuçlarını abart.

* Ülkeleri için gerekli olan pozitif bir kalkınmacılığı kaldıracak seviyede yöneticilik kabiliyetlerinin olmadığını göster.

* Bu mesajlar için gençleri, dindar geleneksel toplulukları, Batı’daki Müslüman azınlıkları ve kadınları hedef seç.

* Terör eylemlerine sempati beslenmesini, kahramanlaşmalarını önle. Onları korkak ve düzen bozucu olarak göster.

* Bu kesimdeki liderlerin yolsuzluk ve ikiyüzlülük gibi olumsuz durumlarını ortaya çıkarmaları için gazetecileri ve medyayı cesaretlendir.

* Bu grup içindeki bölünmeleri destekle.

* Fundamentalistlerin zayıf taraflarına hücum ederek onlarla kesin bir mücadele içine gir.

* Yolsuzluk, vahşet, İslam’ı uygulamadaki ayrımcılık ve hataları ve yönetimdeki becerisizlikleri gibi ne gençlerin ne de dindar gelenekçilerin onaylamayacağı taraflarını ön plana çıkar.”

“4- Seçici Bir Şekilde Laikleri Destekle

* Fundamentalizmin ortak düşman olduğuna dair onları cesaretlendir.

* Laiklerin ABD karşıtı güçlerle, milliyetçilerle ve solcularla ittifak kurmalarını engelle.

* İslam’da da din ve devletin ayrı olabildiğini ve bunun imanı tehlikeye atmadığını aksine güçlendirdiği fikrini destekle.”

Sonuç: Asıl Düşman

Görülebileceği gibi Şer ittifakı (ABD-İngiltere-İsrail-Siyonizm-AB-Rusya-Çin) asıl düşmandır ve sinelerindeki düşmanlık, görünenden çok daha büyüktür:

“[3.118] Ey iman edenler, kendinizden olmayanı sırdaş edinmeyin. Onlar size kötülük ve zarar vermeye çalışırlar, size zorlu bir sıkıntı verecek şeyden hoşlanırlar. Buğz (ve düşmanlıkları) ağızlarından dışa vurmuştur, sinelerinin gizli tuttukları ise, daha büyüktür. Size ayetlerimizi açıkladık; belki akıl erdirirsiniz.”

Şer ittifakına sevgi yöneltmek Müslüman’ın ciddi bir zaafıdır:

“[3.119] Sizler, işte böylesiniz: onları seversiniz, oysa onlar sizi sevmezler.”

“[3.120] Size bir iyilik dokununca onları tasalandırır, size bir kötülük isabet edince ise onunla sevinirler. Eğer siz sabreder ve sakınırsanız, onların ‘hileli düzenleri’ size hiç bir zarar veremez.”

Allah, uğrunda “gerektiği gibi cihad edenlere” yardım edecek ve Şer ittifakının kurduğu pis tuzakları, “hileli düzenleri” başlarına yıkacaktır:

“Gerçek şu ki, onlar hileli-düzenler kurdular. Oysa onların düzenleri, dağları yerlerinden oynatacak da olsa, Allah katında onlara hazırlanmış bir düzen vardır. ” (14 İbrahim 46).

Öyleyse;

Allah’ın bu yardımına mazhar olmak için cemaatler/hareketler/gönüllü kuruluşlar ne yapmalı, nasıl çalışmalıdırlar?

Kaynaklar

1-Benard, C., “Sivil Demokratik İslam, Ortaklar, Kaynaklar ve Stratejiler”, ABD, Rand Cooperation, 2003.

 

1 Temmuz 2016 Cuma

Yeni Bir Anayasa Yapım Sürecinde Din ve Laiklik

 (Umran Dergisi)


“Hiç şüphesiz Allah katında din, İslâm’dır.” (3/19)

Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesinden buyana Türkiye, “Başkanlık sistemini” tartışmaktadır. Başkanlık sistemini isteyen kesimler, başkanlık sisteminin her derde deva olduğunu, bugünkü parlamenter sistemin her türlü kötülüğün, çözümsüzlüğün ve bunalımın kaynağı olduğunu savunmaktadır. Buna karşılık, Türkiye’de başkanlık sistemine karşı olanlar da, başkanlık sisteminin Türkiye’yi diktatörlüğe götüreceğini, çok daha vahim sonuçlar doğuracağını ileri sürmektedirler. Genel olarak her iki kesim de, başkanlık sisteminin yapısı, muhtevası, ne getirip ne götüreceğini tartışmamakta, kamuoyunu bu noktalarda gereğince aydınlatmamaktadır. Her iki kesim de meseleyi, Cumhurbaşkanı Erdoğan üzerinden ele almakta ve tartışmaktadır. Sloganlar ve şahıslar üzerinden meseleyi tartışmak, gelecekte, bizi büyük bir mayınlı arazının içine getirip sokabilir. Meseleyi Erdoğan’ın şahsı üzerinden değerlendirip ele alanların ve onu her derde deva görenlerin, onun bir beşer olarak ölümlü olduğunu(2/Âl-i İmran 144) asla unutmamaları gerekir. Erdoğan sonrasında laik, liberal, ulusalcı bir başkanın gelmesi ile genel olarak Müslüman camianın, özel olarak da dini hassasiyeti yüksek olan kesimlerin nelerle karşılaşabileceğini şimdiden düşünmelerinde fayda vardır. Başkanlık sistemi dendiğinde ilk akla gelen ABD sistemidir. 

Birleşik bir Türkiye’yi, eyaletlere ayırıp ayrı bayraklarla ve yönetimlerle donatmanın, gelecek on yıl içerisinde Türkiye’ye bedelinin ne olacağının da göz önüne alınması gerekmektedir. Ayrıca Başkanlık sisteminde, genel olarak, ikiden fazla partinin meclise girme şansı olamayacağına göre değer eksenli mücadele veren partilerin meclise girip giremeyeceklerini, Müslüman/İslâmcı/dindar/millici camia, tartışmalı ve düşünmelidir. Cari liberal-kapitalist-materyalist ve batı kültür ve medeniyet değerlerine göre kurulu bir sistemi, şimdilik, kuvvetlendirmekten anlamı taşıyan Başkanlık sistemini, bu kadar içten savunmak, nasıl yorumlanmalıdır? Laik, kapitalist-materyalist, Batı kültür ve medeniyet değerleri üzerine Lozan’da kurulan cari sistem, revize edilmiş “Ilımlı İslâm”(!) projesi ile kendine yeni bir hayat bulmaya çalışmaktadır. O nedenle hem milli hem de İslâmi değerlerimize yabancı olan cari sistemin felsefi temellerinin Müslüman/İslâmcı/dindar/millici camia tarafından tartışılması daha öncelikli bir görev ve sorumluluk olmalıdır. Bugüne kadar Türkiye’de anayasalar, ihtilalden ihtilale değiştirilebilmiştir. Ayrıca anayasaların, diğer kanunlar gibi kolayca ve kısa vadede değiştirilme şansları yoktur. O nedenle hazırlanacak yeni bir anayasada, bir felsefe ve dünya görüşünün ürünü olan laikliğin yer alması, gelecekte çok ciddi sıkıntılara sebebiyet verebilecektir. 

Bugün bu konunun üzerinde durmamızın amacı da budur. O nedenle dini ve milli hassasiyeti olanların, bu gerçeği görmeleri gerekmektedir. Yarın çok geç olabilir. Yeni bir anayasa yapım sürecinde başkanlık sistemi ile laiklik/sekülerlikten hangisinin düşünsel, felsefi boyutlu ve teknik olduğu, hangisinin taktik ve stratejik bir konu olduğu sorgulanmalıdır. Varılacak sonuca göre o konu, öncelikli olarak tartışılmalıdır. Bununla beraber bu iki konu, birbirine bağımlı da değildir. Bize göre Yeni bir anayasa yapım sürecinde, sistemin felsefi temelini oluşturan Laiklik/Sekülerlik öncelikli olarak ele alınıp tartışılmalıdır. Bundan dolayı Meclis Başkanı İsmail Kahraman’ın “Yeni Türkiye ve Yeni Anayasa” adlı konuşmasında, “Laiklik bir kere yeni anayasada olmamalıdır”, “tarifi yapılmalıdır”, “Dindar anayasa meselesinden anayasamızın kaçınmaması lazım”1 demesi üzerine, başlatılan tartışmaların yararlı olduğuna inanarak bu yazıyı kaleme almış bulunmaktayız. Ne yazık ki AK Parti, MHP yöneticileri, İslâmi ve milli hassasiyetleri öne çıkan yazar, düşünür, kanaat önderleri ve gönüllü kuruluşlar (TGTV hariç), başlatılan tartışmayı derinleştirip yaygınlaştırmadan aniden sonlandırmışlardır. Bu ani ve sert refleks, Meclis Başkanı İsmail Kahraman’ın, muhtemelen, taktik olarak geri adım atmasına sebebiyet vermiş, akabinde yaptığı yazılı basın açıklamasında laikliliği savunmuştur. 

Buna karşılık laiklik/sekülerliği savunan kesim ise tam bir taarruz başlatarak toplumu tek yanlı olarak bilgilendirmiş ve yönlendirmiştir. Cumhuriyet tarihi boyunca da benzer tavırlar ortaya konarak laiklik/sekülerlik üzerinden yürütülen psikolojik harekât ile yol boyu Müslüman camia tehdit edilmiş, hakarete uğramış, hatta mahkûmiyetler olmuştur. Yol boyu yürütülen psikolojik harekâtın sonucunda, Müslüman camia içerisinde laikliği benimseyen, kafası karışık bir insan unsuru ortaya çıkmıştır. Bu nedenle bu ülkenin asıl sorunu, istikamet sorunu, kimlik sorunu, kültür ve medeniyet sorunudur. Meclis Başkanı’nın konuşması üzerine başlatılan tartışmalarda kullanılan din, laiklik ve sekülerlik kavramlarına tarafların, aynı anlamı yüklememekte olduğu görülmektedir. Kelime aynı ve fakat muhteva farklıdır. Bu da, tarafların birbirini anlamasına mani olmakta, gerilim artmakta, hakaret edilmeye başlanmakta, kavga noktasına gelinmektedir. Bundan dolayı “Din”, “Sekülerlik”/“Laiklik”, Sekülarizim/Laisizm ve Sekülerleşme/Laikleşme kavramlarının hem “esas” hem de “Istılahı” manalarının tartışılmasında fayda vardır. Burada, bu konu ele alınmaktadır.

TBMM Başkanı İsmail Kahraman’ın Konuşması 

İsmail Kahraman konuşmasında, Osmanlı’nın son dönemlerinde başlayan ve Cumhuriyet döneminde zirveye çıkan yanlış bir yaklaşıma dikkat çekmeye çalışmıştır. Bu yanlış yaklaşım, insanı ve milleti önceleme yerine devleti önceleme; millet için devletin var olması yerine devlet için milletin var olması yaklaşımıdır. O nedenle Kahraman konuşmasında, devlet ve millet kaynaşmasına vurgu yaparak insanın ve milletin öncelenmesine dikkat çekmiştir: “Önce insan. Yeni Anayasa önce insan demelidir. Devlet insanın hizmetinde, vatandaşının hizmetindeki bir örgüt olmalıdır. Bizde tersine, devleti koruyan, ferdi ise hizmet ettiren noktada olan anayasalar olmuştur… 

Yeni anayasa ferde ehemmiyet vermeli. Devlet, kendini ferdin hizmetinde bilmeli.”2 Kahraman’a göre insanı ve milleti değil de devleti önceleme yanlış yaklaşımı, mevcut anayasanın ruhuna sinmiştir. Mevcut anayasa, bir yerde özgürlükleri verirken bir başka yerde özgürlükleri geri alarak yığınla tezadı bünyesinde barındırmaktadır. Bu tezat, hem diline hem de muhtevasına yansımıştır: “Mevcut anayasanın dili de imlası da düzgün değil… Birinci kısmında hürriyeti verir. Maddenin hemen ikinci kısmında ‘ancak, şu kadar ki, fakat’ diyerek hürriyeti geri alır. Niye? Çünkü bir darbe anayasasıdır. 61 de böyledir. 82 de böyledir… Hürriyeti verdikten sonra tahdit olmamalı …”3 Kahraman’a göre kendi toplumsal yapımıza, gerçekliğimize uygun olarak anayasa yapılmalıdır. Anayasada kurucu irade olarak millet yer almalı ve anayasa millet tarafından yapılmalı, zamana, zemine ve şartlara bağlı olarak da değiştirilebilmelidir. Tepeden inme Anayasa yapılmamalıdır: “Anayasa değişir mi değişmez mi?’ gibi tartışmalar var. Tabii ki değişir, nihayetinde bu bir yasa. Anayasayı millet istediği gibi yazar, kaleme alır ve yayınlar. Çünkü kendini yönetecek noktaları, o tespit edecek. ‘Kurucu irade şöyle dedi, böyle dedi’ denmez. Kurucu irade, milletin ta kendisidir. Millet bunu yapmalıdır… Anayasayı toplumla kaynaşarak yapacaksınız. Bizdeki anayasa çalışmaları daha çok tepeden inme şeklinde yapılmıştır.”4 Toplumsal değişimi, zamanı, zemini ve içinde bulunulan şartları göz önüne almayan, katı ve ayrıntılı bir anayasa, toplumsal isteklere zamanında cevap verememektedir. Böyle bir anayasa, toplumsal isteklere cevap verebilme amacıyla yapılacak tüm yasal düzenlemelerin önünde de büyük bir engeldir. Bunu aşabilmek için pansuman varı değişimler yapılarak ihtiyaçlar karşılanmaya çalışılmaktadır. Bu da, Anayasayı yamalı bohça haline getirmektedir. 1982 anayasası, bu nedenle “yamalı bohçadır ve Türkiye’nin bütünlüğünü göz önüne alamamaktadır.” Meclis Başkanı Kahraman’ın dikkat çektiği noktalardan biri de budur. 

Anayasalar, milletlerin inancına, hayat felsefesine, akaidine, dinine, imanına göre yapılır/yapılmalıdır. Kendi kültür ve medeniyet kodlarını koruyan, geliştiren, geliştirmeye imkân veren yasaların anası olarak şemsiye görevi görür/görmelidir. Ayrı dünya görüşü, hayat felsefesi, din ve imana sahip bir toplumda geçerli ve başarılı olan anayasa veya yasalar, farklı dünya görüşü, hayat felsefesi, din ve imana sahip bir başka toplumda geçerli, başarılı olmaz, olamaz. Bugün mevcut anayasa ve yasalar, tepeden inmeci ve toplumsal gerçekliğimize uygun olmayıp kültür ve medeniyet kodlarımızla uyuşmamaktadır. Kahraman’ın konuşmasında, dikkat çekmek istediği en temel noktalardan birisi de burasıdır:

“Peki, niye biz Müslüman bir ülke olarak, dinden kendimizi arındırma, geri çekme durumunda olacağız? Niye? İslâm İşbirliği Örgütü’ne kayıtlıyız, üyesiyiz, kurucusuyuz. İslâm Kalkınma Bankası’nda varız. İslâm Dışişleri Konferansı’nda varız. Bir İslâm ülkesiyiz. Bu nedenle dindar bir anayasa yapmalıyız ... Anayasamızın dinden kaçınmaması lazım.”5 Bin yıl İslâm kültür ve medeniyeti ile yoğrularak şekillenmiş bir milletin, dinine göre bir hayat tarzı inşa etmesinin önünde en büyük engel, laikliktir. Muhtemelen bu nedenle Meclis başkanı, dini hayattan koparan, tecrit eden bir ilke olarak laiklik ilkesinin Anayasa ve yasalarda yer almasına karşı çıkmaktadır: “Ladinilik olmamalı yeni anayasada ve dindar bir anayasa olmalı. …Herkes dini inancında, bunu yaşamada ve ifade etmede hürdür. ‘Allah demeyeceksiniz’ Allah Allah, ölürken mi diyeceksiniz?… Laiklik bir kere yeni Anayasa’da olmamalıdır…”6 Meclis Başkanı, Allah lafzının geçmediği ve fakat laiklik ilkesinin en katı bir şekilde yer aldığı 1961 ve 1982 anayasalarını, yanlış bir yaklaşımla, “dindar anayasalar” olarak da nitelendirmektedir: “Mevcut anayasanın herhangi yerinde Allah lafzı yok ama Anayasa inanca göre tasnif edildiğinde; bu 82 Anayasası da, 61 Anayasası da dindar anayasalardandır. Neden? Diyanet İşleri Başkanlığı idare içinde vardır. Resmi tatiller, Kurban Bayramı, Ramazan Bayramı’dır. Din dersleri mecburidir ve inanca dayalı bir yapısı vardır. Yani seküler değildir, dindar anayasadır. Laiklik tarifi de ona göre olmalıdır… Mesela dindar anayasa meselesinden Anayasamızın kaçınmaması lazım. Dini olarak bahsetmesi lazım.”7 Burada bir tezat vardır. Bir anayasada, “Diyanet İşleri Başkanlığı”, “Resmi tatiller”, “Kurban Bayramı”, “Ramazan Bayramı” ve “Din derslerinin mecburi” oluşunun yer almış olması, o anayasayı dindar anayasa yapmaz/yapamaz. Dinin hayatı tanzim etmesini sağlamayan, buna imkân vermeyen bir anayasa dindar olamaz. Dini, ibadet boyutuna indirgeyerek ferdin kalbine, evine ve camisine hapseden bir anayasa, İslâm dinini parçalamakta, bütünlüğünü bozmakta ve dini tahrif etmektedir. “Ilımlı İslâm”(!) denilen de bundan başkası değildir. Böyle bir din “Allah indinde Hak din İslâm’dır” ilkesine aykırıdır. Meclis Başkanı Kahraman, gerek yaptığı konuşmada ve gerekse yaptığı basın açıklamasında, laikliğin açık, net bir tarifinin yapılmamış olmasından ve bunun neden olduğu sıkıntılardan şikâyet etmekte, yerden göğe kadar haklıdır: “Dünyada üç anayasada laiklik var. Fransa’da var, İrlanda’da var, bir de Türkiye’de var. Tarifi de yok. İsteyen, istediği gibi bunu yorumluyor. Böyle bir şey olmamalıdır...”8

TBMM Başkanı Kahraman’ın 26 Nisan 2016 Tarihli Basın Açıklaması 

Meclis Başkanı Kahraman konuşmasının bütünlüğü içerisinde, kavramsal düzeyde tezatlar var olmuş olmasına rağmen, Türkiye’nin en hayatı meselesine cesaretle parmak basmış ve gündeme taşımıştır. Kendisinden Allah razı olsun. Normal olarak AK Parti, MHP, SP, BBP, gönüllü kuruluşlar, kanaat önderleri ve bilim insanları, bu değerlendirmelere sahip çıkıp laiklik konusunun felsefi boyutta tartışılmasına imkân vermeliydiler. AK Parti ve MHP kurmaylarının bu tartışmaya katılmayıp laiklik ilkesine sahip çıkmaları, Kahraman’ı çok etkilemiş/zorda bırakmış olmalı ki 26 Nisan 2016 tarihli yazılı basın açıklamasında, “yanlış anlaşıldığını” ifade ederek laikliğin tanımının yeniden yapılmasını istemekte ve laiklik ilkesine, -muhtemelen- taktik olarak sahip çıkmaktadır: “…Bu kavram siyasi hayatımızda ve yargısal uygulamalarda bireysel ve toplumsal hak ve özgürlükleri sınırlayıcı, yok edici bir araç olarak kullanılmıştır ve ciddi mağduriyetlere yol açmıştır. Bu haksızlıkların en temel sebebi laiklik kavramının tanımının yapılmamış olmasıdır.

Mevcut anayasamızda Türkiye’nin, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olduğu belirtilmekte ancak laikliğin tanımı yapılmadığından, din ve vicdan hürriyeti kavramları da tartışmaların ortasında yer almaktadır. …Esasında; laiklik her türlü din ve inanç mensuplarının ibadetlerini özgürce icra etmelerini, dini kanaatlerini açıklayıp bu doğrultuda hayatlarını tanzim etmelerini güvence altına alır. Bu bakımdan laiklik, özgürlük ve toplumsal barış ilkesidir. “Anayasanın dindar olması” beyanımdaki kastım; hiçbir ayrım yapmaksızın din ve vicdan özgürlüğünün anayasamızın lâfzî ve ruhu ile güvence altına alınmasını sağlamayı temenni etmektir. Laikliğin farklı inanç gruplarına sağladığı hürriyetlerin mevzuatta yer bulması, devlet ve milleti karşı karşıya getirmeyen bir laikliğin tarifi ve tatbikatı yeni anayasada olmalıdır.”9 Bu açıklama, daha önce yapılmış olan konuşma ile tezat teşkil etmektedir. Bize göre çok da yanlış olmuştur. Bu konu Din, laiklik ve sekülerlik kavramlarının incelendiği kısımda okuyucu tarafından daha rahat değerlendirilebilecektir. 

Kelimelerin Anlam Alanları ve Kavramsal Kargaşa 

Türkçe sözlüklerde tarif (tanım), “1- Bir nesneyi bütün vasıflarını içine alacak şekilde sözlü veya yazılı olarak anlatma; 2- Bir kavramı kelimelerle ifade etme, 3- Bir nesneyi belli başlı noktalarını zikrederek tanıtma.”10 olarak ifade edilmektedir. Bir şeyin tarifi öyle olmalı ki kafa karışıklığına, anlaşmazlığa sebebiyet vermemelidir. Bunun için tarifin, ‘Ağyarını/Ağyarına mâni, efradını/efradına câmi’ olması gerekir denmiştir.11 Bununla anlatılmak istenen tarifin, tarif edilen hususa ait bütün nitelikleri toplaması, ondan farklı olan nitelikleri dışta bırakmasıdır. Ne gereğinden fazla uzun olması ne de anlaşılamayacak kadar kısa kalmasıdır. Kelimeler, yalnızca bir konuşma aracı değil; aynı zamanda, toplumun içinde bulunduğu durumu, dünya görüşünü, kültürü, sistemi algılayıp değerlendirebilme aracıdır da. Kavramlar, toplumun ilişkileri, davranışları, anlayışları, kültür ve yaşantısı hakkında bilgi verirler.12 Her kelimenin kendine özgü bir sözlük manası vardır ki biz o kelimeyi, bulunduğu münasebet sistemi dışında da mütalaa etsek, kelime yine o manayı taşır. Buna kelimenin “esas manası” denmektedir.13 Bazılarının ise sözlük anlamlarının yanısıra, sözlük anlamlarından daha öncelikli olarak kullanılan bir başka anlamı daha vardır. Buna “ıstılahi” anlam denmektedir. Istılahi (izafî) mana, kelimenin kökünden gelmeyen, fakat içinde bulunduğu münasebet sisteminden ve bu sistemdeki diğer kelimelerle kurduğu ilişkiden doğan özel bir anlamdır. Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için Kur’ân’da geçen “Kitap” kelimesini ele alalım. Kitap kelimesinin esas manası, “yazılmış veya basılmış sayfaların bir araya getirilmesi ile oluşan toplam”14 iken vahiy alanında dini terminolojide ıstılahı anlamı, “Kur’ân”dır (2/174). Tıpkı bunun gibi, din ve laiklik kelimelerinin bir esas anlamları, bir de ıstılahı anlamları vardır. Din ve laiklik tartışmalarına bu açıdan bakmak gerekmektedir.

Türkiye’nin en ciddi sıkıntısı, kavramların kendi anlam alanlarından koparılarak çarpıtılmasıdır. Kavramların bu şekilde anlamlarının çarpıtılması, kavramların tanımlanmasındaki sınırları muğlâklaştırmakta ve silah haline dönüştürmektedir. O nedenle Allah Kur’ân’da “Onlar, kelimeleri konuldukları yerlerinden saptırırlar. …İçlerinden birazı dışında, onlardan sürekli ihanet görür durursun.” (5 Maide 13, 41) uyarısında bulunmaktadır. Değer yüklü olan kavramların, bu şekilde çarpıtılarak kullanılması, hakla batılın, maruf ile münkerin, adaletle zulmün, helal ile haramın birbirine karışmasına, melez değer sisteminin meydana gelmesine ve bunun doğal sonucu olarak da sosyal şizofreninin ortaya çıkmasına sebebiyet vermektedir. O nedenle Allah, “Hakkı batılın yerine geçirmeyin ve sizce de bilinirken hakkı gizlemeyin!” (2/Bakara 42) buyurmaktadır. 

Seküler, Sekülarizm ve Sekülerleşme 

Osmanlı’da Batıya giden Jöntürkler, kendilerinin dahi tam bilemedikleri, kendi toplumları için de bir karşılığı olmayan birçok kavramı Avrupa’dan alıp toplumlarına kabul ettirmeye çalışarak kavramsal bir kargaşaya neden olmuşlardır.15 Bu, Cumhuriyet döneminde devlet eliyle yapılmak istenmiş; sekülerlik ve laiklik gibi birçok kavram ithal edilerek kabullenmesi için halka baskı yapılmıştır. “Seküler” kelimesi, Latince olup ‘ırk, çağ, dünya’ demek olan ‘saeculum’dan gelmektedir. ‘Saecularis’, ‘saeculum’a ait olan’ anlamındadır. Bu kelime eski Fransızcaya ‘seculer’ ve oradan İngilizceye ‘secular’ şeklinde intikal etmiştir. Kelime modern Fransızcada ‘seculaire’dir. 16Seküler, “yeryüzüne ait olan, içinde yaşanılan çağa ait olan, ömür boyu olan, dine ve kiliseye bağlı/bağımlı olmayan, ruhbanlara(clergy) ait olmayan” anlamına gelmektedir.17 Ancak seküler kelimesi, doğduğu zamanki anlamıyla yol boyu kazandığı ıstılahı anlamı birbirinden çok farklılaşmıştır. Aşağıda ismi geçen sözlüklerde sekülerleşme ve bununla ilgili kavramlara yüklenen anlamlarda bu değişimi rahatlıkla görebilmekteyiz: 

Samuel Johnson Sözlüğü: “Sekülerleştirmek(secularize):Uhrevi/dini olanı, gündelik hayattan uzaklaştırma. Sekülerleşm e(secularization):Sekülerleştirme eylemi. Dinin gündelik hayattaki etkisini ve yerini azaltma, sınırlama süreci.”18 

Loobster Sözlüğü: “a- Dünyevi ruh dünyevi yönelişler. İlke ve uygulamalardan oluşan ve her çeşit inanç ve ibadeti ret eden sistem. b- Din ile kilisenin, devlete ve özellikle genel eğitim işlerine hiçbir şekilde müdahale edememesi anlayışı.” 

Oxford Sözlüğü: “a- Dünyevi ya da maddi olan. Dini ve ruhi olmayan. b- Dinin, ahlak ve eğitime temel olması gerekmediğini söyleyen görüş.” 

“Uluslararası Üçüncü Yeni Sözlük”: “Hayatın tamamında ya da bir bölümünde dinin veya dini değerlerin yönetime müdahalede bulunmaması veya bu değerlerin amaçlı bir biçimde hayatın dışına itilmesi anlayışı üzerine kurulu yöneliş, akım, davranışsal ve ahlakı değerler. Din kesinlikle dikkate alınmaksızın hayatın çağdaş ve sosyal dayanışma değerleri üzerine kurulmalıdır düşüncesi üzerine kurulu sosyal ahlak sistemi.”19 Yukarıdaki tanımlardan görülebileceği gibi Sekülerleşmede insanın bütün ilgisi ve dikkati, yalnız ve yalnız bu dünyaya çevrilmiştir. Ahiret hayatı ya inkâr, ya unutulmuş ya da önemsiz bir hale gelmiştir. Sekülerleşme teorisyenlerinden Harvey Cox, bu süreci şöyle tanımlamaktadır: 

“İnsanların en temel ilgi ve yöneliminin bu dünyanın dışından-ötesinden ve üstünden, sadece ve sadece bu dünyaya yönelmesi hareketidir. Bu, bu dünyanın bağlı olduğu mitik, metafizik ve dini her çeşit dualizmden(iki dünya) arındırılmasını içermektedir. Bunun nihai anlamı ise, bütün hastalıkları ve günahlarıyla, bütün sağlık ve umutlarıyla sadece yeryüzü alanını kemaliyle ciddiye almaktır.”20 Peter Berger’e göre sekülerleşme, düşünme sistemi/zihin hayatı dahil tüm alanların dinin etkisinden tamamı ile arındırılması hareketidir: “Mamafih kültür ve sembollerden bahsettiğimizde sekülarizasyonun toplumsal-yapısal bir süreçten daha fazla bir şey olduğunu kastediyoruz. Sanat, felsefe ve edebiyatta dini içeriklerin kayboluşu ve hepsinden önemlisi bilimin dünyada özerk ve tamamen seküler bir yöntem olarak yükselişinde gözlendiği gibi o, kültürel ve düşünsel bir hayatın tamamını etkisi altına alır. Bununla kalsa iyi, burada sekülarizasyonun aynı zamanda öznel bir yanının da bulunduğu ima edilmektedir. Nasıl ki toplum ve kültürün sekülarizasyonundan bahsediyorsak, aynı şekilde bilincin sekülarizasyonundan da bahsedebiliriz…..”21 Edward Bailey’e göre de sekülerleşmenin değişmeyen anlam boyutu, din karşıtlığıdır: “Seküleri tanımlamak gayet kolaydır. Sekülerin anlamı sürekli değişmektedir, ama sürekli olan bir yönü de vardır: Her zaman açık bir şekilde dini olanın karşıtı anlamına gelir. Dini olan ne anlama gelirse gelsin bu öyledir.”22 Max Weber’e göre, “Sosyal eylem için kesin bilgi sağlama anlamında ilahi otoriteye yöneliş, geçmişe göre güvenirliliğini kaybetmiş, pratik ekonomik faktörler, bilginin değerini belirlemede giderek artan bir rol oynamaya başlamıştır.”23 Sekülerleşme teorisyenlerine göre; “Sekülerleşme teorisinin ana teması gayet nettir: Modernleşme ile hem toplumsal seviyede hem de bireyin zihninde(bilincinde) din gerileyecektir.”24 Ancak zaman bunun tersini ortaya koymuş, din bireylerin ve toplumların hayatında, ruh dünyalarında çok ciddi bir ihtiyaç olarak ortaya çıkıp yaygınlaşmıştır. Bunun üzerine sekülerleşme teorisyenlerinden Bryan Wilson, Peter Berger, Thomas Lucman ve Karel Dobbelaere, Dinin insanın düşünce ve ahlak dünyasında bir ihtiyaç olarak var olması gerektiğini savunarak inşa ettikleri sekülerleşme teorisini kısmen eleştiriye tabı tutmuşlardır.25 

Teorisyenlere göre sekülerleşmenin bir “toplumsal boyutu” bir de “kişisel bilinç boyutu” vardır. Sekülerleşme, başlangıçta her iki boyutta da dine savaş açmıştır. Ancak bu savaşta isteneni sağlayamamış, özellikle kişisel bilinç boyutunda ciddi bir başarısızlığa uğramıştır. Peter Berger bu noktada, “Toplumsal seviyedeki sekülerleşmenin mutlaka bireysel bilinç seviyesinde de gerçekleşmesi gibi bir zorunluluk söz konusu değildir”26 diyerek sekülerleşmenin tümüne değil bilinç düzeyindeki değişim zorlamasına karşı çıkmaktadır. Burada dikkat edilmesi gereken şey, hayatın dini kurallarla tanzim edilmesi ile düşünce, inanç ve ahlak yapısında dinin etkili olması farklı şeylerdir. Sekülerleşme teorisine eleştiri yönelten bu seküler düşünürler, dinin birey için bir ihtiyaç olduğunu, bireyin özel hayatında/zihninde bir karşılığı bulunduğunu fakat bunun toplumsal, kamusal, siyasal hayatı tanzim etmek şeklinde anlaşılmaması gerektiğini ifade ederek önceki düşüncelerini bir miktar revize etmektedirler.27 Yoksa sekülerleşme teorisinin tamamından vazgeçmiş değillerdir. Bu durum, Jürgen Habermas’ın 3 Haziran 2008’de İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde yaptığı konuşmada açıkça görülmektedir: “…Dindar vatandaşlar ve cemiyetler yasal düzene sadece yüzeysel olarak uymamalıdır; ayrıca, kendi inançlarının önermelerini anayasal prensiplerin seküler meşruiyetine uygun hale getirmeleri beklenir.

….Açıkça görülüyor ki, bugün İslâmî dünyada da, Kurân’ın doktrinine ‘tarihsel-hermenötik’ bir yaklaşımın gerekli olduğu kavrayışı gelişiyor... Seküler devletin çatışan dini görüşlere karşı tarafsızlığıyla, siyasi kamusal alanın tüm dinsel katkılardan temizlenmesini birbiriyle karıştırmayalım.”28 

Laik Kavramının Ortaya Çıkış ve Esas Anlamı 

“Laik” kelimesi Grekçe olup ‘laos’ kökünden türetilmiştir. ‘Laos’, ‘halk’, ‘avam’, “ahali”, “reaya” anlamındadır. Laos’tan ‘laikos’ türemiştir. ‘Halkdan adam’ demektir. Kelimenin klasik Grekçedeki anlamı ‘ferdi kişi’, belirli bir şeye bağlı olmayan’dır. Bu kelime, Geç Latincede ‘laicus’, Fransızcada ‘lai’ ve İngilizcede ise ‘lay’ şeklini almıştır. Terim olarak anlamı, genel olarak, ‘belirli bir meslek grubuna dâhil olmayan kişi’, “belirli bir sınıfa dahil olmayan kişi” demektir. Özel anlamları ‘rahipler sınıfının dışında olan kişi’ ve/ veya, ‘bu sınıfa dahil olup da hizmet ve el işleriyle meşgul olan kişi’, olmaktadır. Görülebileceği gibi ‘Laik’ kelimesinin esas anlamı, köken olarak ‘dinin karşıtı olan kişi’ değil, bir müessese olan ‘kilise mensuplarının/ruhban’ın (clerical)’ dışındaki kişi’, ‘avam’dır. Ruhbanlar ‘havass’dır, laikler ise ‘avam’dır. Eski Ahit’te mevcut olmayan, Laos’dan türetilen “laik” kelimesi, din adamları(klerikaler) dışındaki kitleyi ifade etmesi anlamında miladi ilk asırda RomaIı Clement tarafından kullanılmıştır.29 Ruhbanlar ve diğerleri şeklinde bir ayırıma gidilmesinin sebebi, Hıristiyanlığın kutsal ve bağlayıcı referansları, İnciller, Resullerin İşleri, Havari Mektupları ve Kilise konsüllerinin tespit ettiği temel iman esasları ile ilgilidir. Hz. İsa’dan sonra onun vahiyleri, Resul ve kilise azizlerine intikal etmeye devam etmektedir düşüncesi(18) ve Pavlus’un, “Havariler, Mesih’in hizmetçileri ve Allah’ın sırlarının kâhyalarıdır. İnsan bunu böyle bilmelidir.” “Vaiz ve Resul olarak imanda ve hakikatte milletlerin muallimi olarak ben tayın olundum” (Timoteosa 1,2: 71; Timoteosa II, 1:11) ifadeleri, Hristiyanlıkta, ruhbanlara/din adamlarına özel bir ağırlık kazandırmıştır.

Hıristiyanlık düşüncesinde hiyerarşinin zirvesinde “Tanrı” en alt basamağında da “halk”, Tanrı ile halk arasında ara katman olarak “ruhbanlar” yer almaktadır. Ruhbanlar, böyle bir konumda olunca, bu sınıfa dâhil olmayanların durumunu belirleyecek bir kavrama, ihtiyaç hâsıl olmuştur; o da, yukarıda ifade edilen laik kelimesidir. Bu nedenle Hıristiyanlıkta toplum ruhbanlar ve laikler/ sekülerler olarak iki ana sınıfa ayrılmışlardır. 30 Başlangıçta, ‘Ruhban olmamak’ demek, ‘Kilise kurumu mensubu olmamak’ anlamındaydı. Laik, ruhban olmayan, ama Hıristiyan olan sıradan insan demekti. Laik kelimesinin esas anlamı buydu. Ancak tarihi süreç içerisinde esas anlamında meydana gelen kırılmalar sonucu kelime, kökeninden koparak yepyeni bir anlam, ıstılahı anlam, kazanmıştır. Aşağıda bu sürecin kısa bir özeti verilmektedir. 

“İki-Kılıç” Doktrini; “Regnum-Sacerdotium” 

Batıda Hıristiyanlığın yasak olduğu dönemlerde Hıristiyanlar, Roma’nın zulmünden korunmak amacıyla Matta İncil’indeki “Kayzer’in/Sezar’ın Hakkını Kayzer’e/Sezar’a ve Allah’ın Hakkını Allah ‘a Verin” (Matta, Bab:22., Ayet:21) ayetini bir ilke olarak benimseyip mücadelelerini buna göre yapmışlardır. Hıristiyanlığın iki büyük kurucusu olan Aziz Petrus ve Aziz Pavlus (St. Peter ve St. Paul), “dünyevilik” ile “uhrevilik” , “dünya işleri” ile “din işleri” ve “dünyevi güç merkezi” ile “ruhani güç merkezi” ayrımı yaparak Hıristiyanlığın dünya işlerini, krallara, imparatorlara bıraktığı; dolayısıyla kendilerinin tehlikeli olmadığı mesajını Romalı İmparatorlara vermek istemişlerdir.31 Ancak Hıristiyanlık meşruiyet kazanıp kuvvetlenince, bu ilke terk edilmiş; bunun yerine “İkiKılıç Doktrini” savunulmaya başlanmıştır. İki-Kılıç Doktrini, Luka İncili’ndeki “Ve onlar: Ya Rab, işte, burada iki kılıç, dediler. İsa onlara:”Yeter”, dedi.” (Luka., Bab:22., Ayet:38) ayetine dayandırılmıştır. Buradaki İki Kılıç ile “Tanrı’nın Hıristiyanlık’ı  korumak üzere verdiği iki güç kaynağı” kast edilmektedir: “Dünyevi İktidar (Regnum)”, “Ruhani İktidar (Sacerdotium)”.32 

İki Devlet: “Dünya Devleti-Sitesi”(“civitate terrana”) ve “Tanrı Devleti-Sitesi” (“civitate- dei”)

Hıristiyan teolojisinin önemli isimlerinden Saint Augustin-Aziz Augustin(354-430) yazdığı eserde, Roma’nın yıkılışının sebebini, “iki devlet” “Dünya Devleti-Sitesi(civitate terrana) ve Tanrı Devleti-Sitesi(civitate- dei)”) arasındaki ilişkinin yanlış olmasına bağlamıştır. Saint Augustin’e göre(354-430) iki devlet, Tanrı devletinin/kilisenin otoritesi altında birleşmeli ve tek otorite olmalıdır. 33 İki Kılıç ve İki Devlet doktrini, birlikte, “Kayzeryo-Papizm” veya “Papalık Doktrini” (Papal Doctrine) olarak isimlendirilmektedir. Papalık Doktrini, felsefi olarak Hıristiyanlığın Kutsal kitaplarında yer alan bazı ayetlere dayandırılmıştır (Yuhanna, 3:17; 5:22-23; 27:47; Koloselilere, 2:10; II. Korintoslulara, 11:13, 13:11; Efesoslara, 5:23; 1:18, 24). “Kilisenin başında bulunan Papa resullerden vahy almaktadır. Papa masum ve yanılmazdır.” fikri, doktrinin inşasında etkili olmuştur. 34 Papa I. Leo (440-561), “ruhani ve dünyevi iktidarın başının Papa ve din adamları olması gerektiğini” ileri sürmüştür. Benzer şekilde 11. asırda Papa VII. Gregoria, bu iki iktidarın, ruhani iktidarın başkanlığında birleştirilmesi gerektiğini, Pavlus’un “Mademki biz size ruhani şeyler ektik, sizin cismani şeylerinizi biçeceksek, büyük şey mi? Eğer başkaları sizi hâlâ hâkimiyette hissedar iseler, biz daha ziyade değil miyiz?” (I. Korintoslulara, 9: 11-12) sözlerine dayanarak savunmuş ve mücadelesini vermiştir.

Batı’da Kilise-Devlet İlişkisi: Üç Model 

Batı’da, Kilise-Devlet ilişkisi, ana hatlarıyla, üç farklı modele göre şekillenmiştir: · Ortodoks Kilisesi ve “Bizantinizm” Modeli (“Tabi Klerikalizm”) · Katolik Kilisesi ve “Kayzeryo-Papizm” Modeli (“Metbu Klerikalizm”) · Seküler/Laik Model (Protestan Kilisesi ve Katolik Kilisesi)35 Bizantinizm modelinde, Ortodoks Kilisesi, devlete bağlıdır. Kayzeryo-Papizm modelinde, yukarıda ana hatları ile açıkladığımız iki devlet, iki kılıç, iki iktidar, kilisenin altında ruhani liderliğin önderliğinde birleştirilmiştir. Bu güçlerin her ikisini birden nefsinde toplayan papalar, “İmparatorPapa” kimliği kazanmışlardır. Seküler/Laik Model (Protestan Kilisesi ve Katolik Kilisesi) ortaya çıkışı, aşağıda özetlenmektedir. 

“Rönesans”(“Yeniden Doğuş”) ve “Reformasyon”(“Yeniden Biçimleniş”) 

Miladi V. asırda, Batı-Roma İmparatorluğu çökmeye başladığı bir dönemde bir kısım Romalılar, bu çöküşün sebebini, “atalarının dinlerinin terk edilmiş” olmasına bağlayarak Hıristiyanlık öncesi “Kadim Antik çağa” dönmeyi savunmuşlardır. Bu düşünce, mazinin ihtişamını hasretle anan ve arayan Romalılar arasında kısa zamanda bir taraftar kitle bulmuştur. Antik çağa dönüş düşüncesi (eski Yunan, Roma, Yahudi ve Roma’da Hıristiyanlığın başlangıç dönemi) gittikçe ilgi görmeye başlamış ve bu arayış, Rönesans ve Reformasyon denilen, birbirinin devamı olan iki önemli sürecin başlamasına sebebiyet vermiştir. Kesin bir tarih belirtilmemekle beraber, Rönesans’ın, 1453 İstanbul’un Osmanlılar tarafından fethiyle; Reformasyon’un da, Alman Papazı Martın Luther’in 1517 yılında 95 maddeden oluşan tezini Wüttenberg kilisesinin kapısına asmasıyla başladığı belirtilmektedir.36 Rönesans ve reformasyon hareketleri, “antik düşünceye” dönüş olarak başlamışken; zamanla onu da aşarak yeni bir felsefenin, yeni bir dünya görüşünün ve yeni bir din anlayışının ortaya çıkmasına sebebiyet vermiştir. Rönesans hareketi, Batı Roma İmparatorluğunun yıkılmasının tüm günahını, Hıristiyanlığa fatura ederek kadim Yunan, Roma ve Yahudi düşüncesinin yeniden ihya edilmesini hedeflemiştir. Kilisenin etkisini kırabilmek için de, Hıristiyanlığın başlangıçtaki “Sezar’ın Hakkı Sezar’a Tanrı’nın Hakkı Tanrı’ya Aittir” ilkesine geri dönülmesi ve iki devletin ayrılması, Papalığın/Kilisenin dünya işlerinden el etek çekmesi gerektiğini savunmaya başlamışlardır. Rönesans’ın meydana getirdiği sonuçları, aşağıdaki gibi özetlemek mümkündür37:

· İnsan merkezli bir dünya tasavvuru, hümanizm, · Dış-dünya ve eşyanın hakikatinin eşyadan sorgulanması, · Bilgi kaynağı olarak akıl ve beş duyunun kabul edilmesi, · Yeni bir din ve tanrı anlayışı, · Dinden bağımsız bir felsefe, · Dinden bağımsız bir kültür, · Şüphecilik, · Otoriterlerden bağımsız olmak, · Bireycilik, · Ulusçuluk, · Yeni bir devlet ve hukuk anlayışı, · Papalık derebeyi dayanışması yerine burjuva milli kiliseler dayanışması, · Milli Kiliseler fikrinin ortaya çıkması, · Dünyevileşme.

Kilisenin bu gelişmelere tepkisi çok sert olmuştur. Papalık makamının, kendisine bağlı Kilise teşkilatları vasıtasıyla, Katolik olan memleketlerdeki siyasi iktidarlar üzerinde kurduğu yoğun baskı, zamanla tepki almaya başlamış ve milliyetçilik duygularını harekete geçirmiştir. Almanya, İngiltere gibi ülkelerde Katolik Kiliseleri, ‘Roma’nın ajanı’ olarak görülmeye başlanmış ve “Milli Kiliseler” fikri gelişip yaygınlaşmıştır.38 Aynı zamanda, Hıristiyanlığı, ilk ve sade biçimine döndürmek düşüncesi, gittikçe yaygınlaşmış ve geniş bir taraftar kitle kazanmıştır. Bunun sonucu olarak da Almanya’da Luther’in, Fransa’da Calvin’in ve İsviçre’de Zwingli’nin geliştirdiği Protestan hareketler ortaya çıkmıştır. Calvin ve Zwingli’nin geliştirdiği Protestan hareketler, İngiltere’ye geçerek Anglikanizm’in doğmasına imkân vermiştir. Calvin ve Zwingli’nin Protestan hareketinin, Kuzey ve Kuzey Batı Avrupa’da önemli etkileri olmuştur. Reformasyon süreci, Alman Papazı Martın Luther’in Papalığa tavır koyması ile başladığı için “dini bir hareket” olarak kabul edilmektedir.39 Bununla beraber Reformasyon hareketi, Kiliseyi çok ciddi bir eleştiriye tabı tutmuştur. Luther, “İki Kılıç” ve “İki Devlet” doktrinine karşı çıkarak kilise ile devletin, Papa ile İmparatorun ayrılığı ilkesini savunmuş; Kilisenin ayrı bir hukuku olamayacağını ilan ederek Papalığın otoritesini sarsmıştır. Protestanların bu mücadelesi, şiddetli çatışmalara ve din savaşlarına sebebiyet vermiştir. 1555 senesinde “Augsburg Din Barışı” imzalanmıştır. Antlaşmadaki “Kimin Toprağı, Onun Dini (Cuius Egio, Eius Religio) ilkesi”ne göre, “bir prens Katoliklik ya da Protestanlık’tan hangisini seçmişse tebaası da, onun mezhebini (dinini) seçmek zorunda” kalmıştır. Ayrıca dört yıllık (1644-1648) müzakerelerin sonucunda Westfalya Antlaşması imzalanmıştır. Bu anlaşma metninde “sekülerleştirme” ifadesi ilk defa kullanılmış, “Kilise’nin elinde bulunan emlakin kamulaştırılması” gerçekleştirilmiş; “ruhani iktidara ait olan dünyevi gücün mülkiyet ve denetimi dünyevi iktidara” verilmiştir.40

Üç Akım 

Katolik Kilisesi’ne karşı verilen mücadele, Avrupa coğrafyasının her tarafında, aynı muhteva ve şiddette olmamıştır. Mücadelenin şiddeti ve büyüklüğüne bağlı olarak üç farklı yaklaşım, akım ortaya çıkmıştır: · Dini tamamen reddetmek: Ateizm · Dinin bünyesinde bir ıslahata girişmek: Sekülerizm · Dini tamamen pasifize etmek, hayattan izole etmek: Laisizm Birincisi, ateizm olup geniş kesimler tarafından tasvip görmemiştir. İkincisi, Luther ile birlikte başlayan Reformasyon olup German kökenli kuzey ülkelerde Sekülerizm olarak taban bulmuş, dini parçalayan ve özel hayata indirgeyen bir yaşam tarzı inşa etmiştir. Üçüncüsü, Fransa başta olmak üzere Latin kökenli güney ülkelerinde gerçekleşmiş, uzun, sert mücadelelerin sonucunda Laisizm olarak vücut bulmuştur. 

Laiklik/Laisizm/Laikleşme’nin Istılahı Anlamları 

Laisizm, Laikliğin ideolojik kimlik kazanmış halıdır. “Laisizasyon” ise, bu fikirlerin eylem haline gelişini yanı “Laikleşme”yi ifade eder. Laiklik/Laisizm, dine karşı sert, katı nitelikler taşıyan keskin bir ideolojik harekettir. Laiklik/Laisizm, Sekülerizmin dine daha aşırı şekilde karşı olan özel bir halidir. Sekülerizm için daha önce ifade ettiklerimiz Laisizm için de geçerlidir. Sekülerizm/ laisizm, ateizm değildir. Laisizm, sekülerizme nazaran, dine karşı tutumu daha sert ve katıdır, ateizme daha meyillidir. Sekülerizm, Protestan dünyevileşmesi iken laisizm, Katolik dünyevileşmesidir. Latin/Katolik ülke olan Fransa, laikliğin hem teoride ve hem de pratikte kalesidir.41 Fransız Laisizmi, ateizme daha yakın olup dine karşı en köktenci, en sert, en yıkıcı, en müsamahasız ve ateizme daha yakın hatta ateizme kolaylıkla kayabilen ideolojik bir yaşam tarzıdır. ‘Laikliğin lügat manası, ‘Kilise mensubu olmayan halktan kişi’ iken, süreç içerisinde, Dinin hayattan el etek çektiği, hayata müdahil olmadığı, Allah ve Ahiretin unutulup önemsizleştiği, Allah ve Ahiret göz önüne alınarak hayatın tanzim edilmediği, Dinin Devlette/kamuda hiçbir şekilde etkisi olmayan bir yaşam tarzı anlamına gelen Istılahı bir anlam kazanmıştır. 

Laiklik, bilgi kaynağı olarak sadece akıl ve beş duyuyu alarak hayatı tanzim eder; vahyi ve peygamberlerin sünnetini ret eder. Laiklik/Laisizm, dinin devlet idaresinde/kamuda hiçbir etkisinin olmamasını öngörmekte ve uygulamaktadır. Laiklik/Laisizm, toplumsal var oluşun her alanında, Devlet eliyle Din’i etkisizleştirerek, tamamıyla bireysel bir hale getirilmesini istemektedir. Laiklik/Laisizmde Din, sadece kişilerin özel dünyalarına ve manevi dünyalarına hapsedilmiş, dünya ile olan bağlantısı koparılıp atılmıştır. Din tamamen devletin kontrolü altındadır.42 Laisizmde Devlet, sadece beşer aklının öngördüğü hukuku referans almakta, Vahyin vazettiği hukuku kabul etmemektedir: “Laik bir devlette hükümet ve idari işler ve bunları tanzim eden kanun ve kaideler, prensiplerini dini mülahazalardan değil, sırf ihtiyaçlardan ve hayat realitelerinden alır. Hâlbuki laik olmayan devlette kaide ve kanunlar dini esaslara dayanır… Laiklik sadece devlet faaliyetlerine ve amme faaliyetleri sahasına ait bir prensiptir. Ferdin hususi ve manevi hayatı, ailesi ve sevdikleri muhit, bu prensibin dışında kalır.”43 

Kur’ân ve Sünnete Göre Din 

Din kelimesi, dil yönünden incelendiğinde; “baş eğmek”, “itaat etmek”, “hakkını almak”, “ödünç almak”, “borç etmek”, “borç vermek”, “adet edinmek”, “baş eğdirmek”, “zorlamak”, “hesaba çekmek”, “idare etmek”, “ceza veyamükâfat vermek” ve “hizmet etmek” gibi anlamları bulunmaktadır.44 Kur’ân-ı Kerim’de dinin bütün bu anlamları, birbiri ile bağlantı kurularak yer almakta ve altı boyutlu bir uzay tanımlayan ıstılahı bir anlam kazanmaktadır: 

Birinci Boyut: Yüce, yüksek egemenlik sahibinden gelen üstünlük, galibiyet ve mutlak hâkimiyet, Tek ve mutlak otorite. 

İkinci Boyut: Bu yüce, tek ve mutlak otoriteden gelen değerler sistemi, yol ve istikamet gösterme. 

Üçüncü Boyut: Bu yüce egemenlik sahibi otoritenin insana verdiklerine karşı insanın kendini borçlu hissedip ona boyun eğmesi, itaat etmesi, tapınması, hizmet yapması, ibadet yapması. 

Dördüncü Boyut: Yüce egemenlik sahibi otoriteden gelen değerler sistemini benimseyip hayata aktaran İnsan, İnsan Topluluğu, Cemaat, Millet, Ümmet 

Beşinci Boyut: Yüce egemenlik sahibi otoriteden gelen değerler sistemine ve vazedilen nizama karşı insanın gösterdiği tepki ve takındığı tavra bağlı olarak vazedilen ödül ve ceza sistemi. 

Altıncı Boyut: Yüce egemenlik sahibi otoriteden gelen değerler sistemi çerçevesinde fıtrat üzerine inşa edilen ‘fikri ve ameli nizam’/sistem. 

Kurân-ı Kerim’de “Din” kelimesi, bazen birinci ve dördüncü manada (40/64-65; 39/2,3, 11-17; 16/52; 3/83; 98/5), bazen ikinci ve üçüncü manada (10/103,104; 12/ 40,76; 30/26-30; 24/2; 9/36; 6/137; 42/21; 109/6), bazen beşinci manada (2/130, 135; 3/95; 4/125; 6/161; 16/123; 22/78), bazen de altıncı manada (51/5,6; 107/1-3; 82/17- 19), bazen de 6 manayı da içerecek şekilde kullanılmıştır(9/29, 33; 40/26; 3/19, 85; 8/ 39; 110/1-3). Mevdudi, Kurân’da din kavramına yüklenen asıl anlamın, bu altı boyutu ihtiva eden anlam olduğunu ifade etmektedir.45 9/29 ve 40/26 ayetlerinde, din kelimesine yüklenen bütün anlamlar, birlikte yer almaktadır. Bu ayetlerde ‘Allah’ın ve Peygamberi’nin haram ettiği şeyleri haram tanımayan’ tabirinde; aile hayatından, topluma ve günlük hayatın tanzim edilmesine kadar tüm ilişkilere ilişkin kanun, kural ve kaideler dile getirilmektedir. Daha açıkçası Allah’ın ve Peygamber’in vazettiği genel hükümlerle inşa edilen bir sistemin varlığından bahsedilmektedir. Hz. Peygamber, “Onlar Allah’ı bırakıp hahamlarını, papazlarını ve Meryem oğlu Mesih’i rableri olarak kabul ettiler. Oysa tek ilâhtan başkasına kulluk etmemekle emrolunmuşlardı. Ondan başka ilâh yoktur. Allah, koştukları eşlerden münezzehtir.” (9Tevbe 31) ayetini; “Aslında onlar, bunlara (ruhbanlarına) tapınmadılar, ancak bunlar (Allah’ın haram ettiği bir şeyi) kendileri için helâl kılınca hemen helâl addediverdiler, (Allah’ın helâl kıldığı bir şeyi de) kendilerine haram edince hemen haram addediverdiler.”46 şeklinde yorumlarken, din kelimesindeki 6 boyutun nasıl bir bütünlük içerisinde olduğunun da güzel bir örneğini vermiştir Hz. Musa’nın Firavun’a karşı verdiği mücadeleyi anlatan âdetler incelendiğinde, tarafların dini, yukarıdaki 6 boyutlu bir uzay çerçevesinde anlamlandırdıkları çok rahat görülebilir (20/49,50; 28/38; 79/23-24). Eğer en yüksek otorite Allah ise hayat onun emir ve direktiflerine göre; yok eğer en yüksek otorite Firavun’sa hayat onun emir ve direktiflerine göre tanzim edilecektir. Hz. Musa ile Firavun arasındaki tartışmanın Rab kavramı etrafında şekillenmesinin ana nedeni budur. Hz. Musa’nın getirmek istediği dinin anlamını, Firavun kavminin önde gelenleri ile sihirbazlar da Firavun gibi anlayıp benzer tepkiyi göstermişlerdir (7/127; 20/63).

Firavun’un, “Bırakın beni dedi, Musa’yı öldüreyim; varsın Rabbine yalvarsın! Çünkü Ben O’nun, dininizi değiştireceğinden, yahut yeryüzünde fesat çıkaracağından korkuyorum.” (40 Mü’min 26) demiş olmasının sebebi, Hz. Musa’nın anlattığı dinin sadece ibadeti içeren bir inanç sistemi değil; aynı zamanda yeni değer sistemine göre halkın içinde yaşadığı ve kendisini bağımlı hissettiği kurallar, kaideler ve kanunlar bütününün oluşturduğu bir nizam ve bir yaşam tarzını da inşa etme boyutlu olmasından dolayıdır. Kur’ân, din kelimesini, bu boyutu ile Hz. Yusuf olayında da kullanmaktadır (12/76). 

Dinleri Birbirinden Ayıran Temel Unsurlar 

İnsanın yeryüzünde nasıl yaşaması ve hangi değerlere göre hayatını tanzim etmesi gerektiğine ve hangi bilgi kaynaklarını kullanacağına ilişkin kaideleri, kuralları ve kanunları kimin vaaz edeceği, vaaz edilen bu nizamda insanın yetki ve sorumlulukları, vaaz eden otoriteye karşı insanın sorumlulukları, bu dünya ile ölüm sonrası hayat arasındaki ilişkinin nasıl kurulacağı, otoriteden insana doğru yönelen ödül ve cezanın ne olacağı, dinleri birbirinden ayıran temel unsurlardır. Bu sorulara verilen cevaplar, dinleri birbirinden ayırmaktadır. Kurân ve Sünnet düzleminde meseleyi ele aldığımızda, iki ana din ekseni söz konusudur: Tevhidi Dinler, Şirk Dinleri. Kur’ân’a göre Allah, insanlara uymaları gereken temel değerleri, kanuniyetleri, Peygamberler ve Kitaplar vasıtasıyla ‘Allah’ın dini’ adı ile bildirmiştir. İnsan ise buna uyup uymamakta serbest olup kendine Allah’ın dininin dışında başka bir din arayabilmektedir (3/83). Tevhid dininde Allah, en yüksek otorite olup temel değerleri koymada hiçbir ortak kabul etmemektedir. Kur’ân, insanoğlunun Allah’ın dışında veya yanında ikinci derece bir otorite kabullenmesini, şirk olarak nitelendirmektedir (42/21). 

Bu açıdan baktığımızda “Allah’ın Dini” dışındakilerin hepsi, şirk dinidir. Kur’ân’da Yunus Suresi’nde iki farklı dinin varlığını görebilmekteyiz (10/104). Bu ayette din kavramının birinci anlam boyutunda yer alan yüce otorite ve hükümdarın Allah olduğu; üçüncü anlam boyutu ile itaat ve teslimiyetin yalnızca ona yapılması gerektiği belirtilirken gizli olarak ölüm ötesi hatırlatılarak ödül ve ceza sistemi ile ilgili olan beşinci anlam boyutuna dikkat çekilmektedir. Bu dine tabi olanların müminler topluluğundan olduğunun ifade edilmesi ile dördüncü anlam boyutuna vurgu yapılmaktadır. Kur’ân’da, Allah’ı en yüce otorite olarak benimseyip onun gönderdiği değerlere ve gösterdiği yola tabi olanlar muvahhit, diğerleri ise müşrik olarak nitelendirilmekte; muvahhitlerin müşrikler ile aralarına mesafe koyması emredilmektedir. Allah’ın dışındaki şeylere tapılmaması, ibadet edilmemesi ifade edilirken dinin üçüncü anlam boyutuna vurgu yapılmış olmaktadır (10/105, 106). İnsanın kurtuluş ve mutluluğu, Allah’ın insanlığa gönderdiği bilgiye tabi olup olmamasına bağlıdır ve bu konudaki seçimde insan, serbest bırakılmıştır. Ödül ve ceza, yaptığı tercihe göre şekillenecektir (10/108). Yukarıdan incelemelerden anlaşılabileceği gibi dinleri birbirinden ayıran ana kıstas, din kavramının altı anlam boyutudur. 

Tevhid Dini 

Tevhid dini dediğimizde, kafamızda canlanması gereken olmazsa olmazlar nelerdir? Bunu, dinin altı anlam boyutunu göz önüne alarak cevaplandırmamız gerekmektedir. 

Birinci Boyut: Tevhid dininde, en yüce, yüksek mutlak hâkim otorite, Allah’tır. Allah, Kur’ân-ı Kerim’de ‘Esmâü’l-Hüsnâ’ diye ifade edilen 99 dokuz sıfatla kendini tanıtmaktadır. Allah, en yüksek otorite olarak mutlak hâkim, mutlak kanun koyucu, hüküm koyucu, mutlak yol gösterici, mutlak terbiye edici, mutlak huzur ve sükûn verici ve tek sığınılacak mercidir (21/22, 172; 25/43; 9/31). 

İkinci Boyut: Tevhid dininde en üst otorite olarak Allah, insanları yol boyu başıboş bırakmamış, bunalım dönemlerinde onlara peygamberler, resuller, nebiler ve kitaplar göndererek onlara yol göstermiş, yaşanacak bir sistem vazetmiştir. 

Üçüncü Boyut: Tevhid dininde, insanın Allah’a olan borcunun bir edası olarak itaat, kulluk ve tapınma anlamlarını içerecek bütünlükte yalnızca Allah’a ibadet etmesi istenmektedir (36/60, 61; 9/31; 21/92, 93). 

Dördüncü Boyut: Bu, yüce otoriteden gelen değerler sistemini benimseyip yaşama aktaran insan topluluğu, müminler topluluğu, ‘Ümmet’/‘Millet’ olarak isimlendirilmektedir. Allah’tan gelen değerler sistemini benimsemiş olmayanlar ise müşrikler topluluğu olarak ayrı bir toplum, ayrı bir millet, ayrı bir ümmettirler (10/104-106). Farklı topluluklarla bütünleşebilmek, ancak rab, ilah ve ibadet kavramlarını yalnızca Allah’a has kılmakla mümkündür (3/64). 

Beşinci Boyut: Yüce egemenlik sahibi otoriteden gelen değerler sistemine ve vazedilen nizama karşı insanın gösterdiği tepki ve takındığı tavra bağlı olarak vazedilen “ödül ve ceza sistemi”, Cennet ve Cehennem’dir. Ancak ödül ve cezanın bir kısmı, bu dünya, bir kısmı ise öteki dünya ile ilgili olduğu göz ardı edilmemelidir. Altıncı Boyut: Kur’ân’da “Hükmün Allah’a ait olmasından”, “Allah’ın indirdikleri ile hükmedilmesinden” kast edilen, Allah’ın gönderdiği değer sistemine göre inşa edilen ‘fikri ve ameli nizamıdır’ (12/40; 5/44-50; 118-120, 2/85-86; 15/90- 95).

Şirk Dini 

Tevhid dininin, yukarıda izah edilen altı boyutundan herhangi birinin inkârı, reddi, önemsiz kılınması dini, tevhid dini olmaktan çıkarmakta onu, şirk dini haline dönüştürmektedir. Dini, sadece Allah ile kul arasında namaz, oruç, hac, zekât, dua ve zikir boyutlu (Üçüncü Boyut) olarak tanımlayıp onu, ferdin kalbine, vicdanına, evine ya da mabedine hapsetmek, bireysel hayattan toplumsal hayata, ekonomik hayattan ceza hukukuna kadar her alandan tasfiye etmek, günlük hayatın her sahasını tanzim etmesine karşı çıkmak (Altıncı Boyutu inkâr), tevhid dinini parçalayıp yeni bir din inşa etmek demektir: “Gerçek şu ki, dinlerini parça parça edip kendileri de gruplaşanlar, sen hiç bir şeyde onlardan değilsin. Onların işi ancak Allah’adır. Sonra O, işlemekte olduklarını kendilerine haber verecektir.” (6/159). Böyle bir din, Kur’ân’a göre şirk dinidir; müntesipleri de müşriktir (5/44-50; 3/118-120; 2/85- 86, 7/3; 10/104-108; 12/40; 15/90-95). Şirk dininde vahyi bilgi ya yoktur ya da parçalanmış olarak vardır. Şirk dinindeki bilgi, yalnızca insan aklına, deney ve gözleme dayanmaktadır. 

Sekülerlik/Laiklik, Sekülerizm/Laisizm Şirk Dinidir 

Samuel Johnson, Loobster, Oxford sözlüklerinde, Uluslar Arası Üçüncü Yeni Sözlük’de yapılan tanımlar ve sekülerizm teorisyenlerinden Harvey Cox, Edward Bailey, Max Weber, Bryan Wilson, Peter Berger, Thomas Lucman, Karel Dobbelaere, Jürgen Habermas’ın Sekülerlik/Laiklik, Sekülerleşme/Laikleşme, Sekülerizm/Laisizm’e ilişkin yaptıkları tanım ve açıklamalar, Dinin Altı Anlam Boyutu ile mukayese edildiğinde, sekülerlik/ laiklik’in, sekülerizm/ laisizm’in şirk dini olduğunu ortaya koymaktadır. Sekülerlik/laiklik, sekülerizm/laisizm dinin toplumsal hayattan tasfiye edildiği bir yaşam tarzının adıdır. Sekülarizasyonda/laisizmde varlık teorisi, bilgi teorisi ve değer teorisi açılarından dine açılmış bir savaş vardır. Her ikisinde de, Allah ve Ahiret unutulmuş ya da önemsizleştirilmiş, insan ve dünya ile bütün irtibatı koparılıp atılmıştır. Vahyi bilgi fonksiyonsuzdur. Seküler/Laik düşüncede, Allah’ın ve Ahiret hayatının var olup olmaması önemli değildir. Allah, Ahiret var olabilir. Ancak Allah, hiçbir şekilde bu dünyaya, bu dünyadaki hayata karışamaz, onu tanzim edemez. Bu dünyadaki hayat da, ahiret var diye düzenlenemez. 

Bütün bu ana kabullerin uzantısında günlük hayatta, sanatta, kültürde, eğitimde, dilde, bilimde, değerlerde, düşüncede, ekonomide, siyasette yönetimde ve devlet hayatında; kısaca günlük hayatın herhangi bir yerinde dine ve dini düşünceye yer yoktur. Bu açıdan Laik-Seküler düşünce, Kur’ân’ın tanımladığı ve Hz. Peygamber’in hayata geçirdiği dini parçalamış ve anlam alanını daraltmış(6/159; 30/32) olup tam bir şirk dinidir. Bu çerçevede Laik-Seküler düşünceyi değerlendirdiğimiz zaman, Laik-Seküler düşüncenin kökleri, İblis’in Allah’a isyan etmesine kadar uzanmaktadır (2/30-39; 7/11-31; 15/26-48; 17/61-65; 20/115-127; 38/71-85; 53/32; 55/14-15). Kavramsallaştırmanın çok sonra yapılmış olması muhtevayı değiştirmemektedir. İblis, Hz. Âdem’i tuzağa düşürmek için Allah’ın Hz. Âdem’e verdiği bilginin ve koyduğu kanunların tersini Hz. Âdem’e söylemiş ve onu kandırarak tuzağa düşürmüştür. O nedenle Laik-Seküler düşüncenin atası İblis’tir: “Ve ey Âdem, sen ve eşin cennete yerleş. İkiniz de dilediğiniz yerden yiyin; ama şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa zalimlerden olursunuz. Şeytan, kendilerinden ‘örtülüp gizlenen çirkin yerlerini’ açığa çıkarmak için onlara vesvese verdi ve dedi ki: «Rabbinizin size bu ağacı yasaklaması, yalnızca, sizin iki melek olmamanız veya ebedi yaşayanlardan kılınmamanız içindir.» Ve: «Gerçekten ben size öğüt verenlerdenim» diye yemin de etti.” (7/19-21; Bkz. 2/30-39; 15/26-48; 17/61- 65; 20/115-127; 38/71-85; 55/14-15; 71/19).

Sonuç: İslâm Hayatı Bir Bütün Olarak Ele Alıp Tanzim Eden Bir Dindir 

Vahyi bilgi, insanlık için gerekli olan ana değerleri ihtiva etmekte, ana frekansları vermektedir. Peygamberler ise bunları yorumlamış, uygulamıştır. Peygamberler, ana değerler etrafında bir zihniyet, bir anlama, değerlendirme, yorumlama sistemi ve bir hayat nizamı inşa etmişlerdir. Bu sistem, zamanı, zemini ve içinde bulunulan koşulları, ana değerlerle birlikte ele almakta ve kendi içinde bir bütünlük meydana getirmektedir. Âlimler, bu sistemi zaman, zemin ve koşulları da göz önüne alarak geliştirip, zenginleştirmektedir. Bu noktada akıl, deney ve gözlem işin içerisine girmektedir. Böylelikle insanın Allah’la, kendisi ile nesillerle, ailesi ile toplumu ile, devleti ile, doğa ile ve diğer inanç sistemindeki insanlarla ilişkileri, Allah’tan gelen hidayet, vahyi bilgi, çerçevesinde tanzim edilmektedir. Kur’ân, Tevrat ve İncil’e atıfta bulunarak Peygamberlerin, “Bilgin-yöneticilerin” ve “yüksek bilginlerin” Kitap’la hükmettiklerini belirtmektedir. Bu, hayatın tanzim edilmesi ile ilgili fikri ve ameli nizama yapılan bir vurgudur. 

Vahye dayalı bir hukuk sisteminden bahsedilmekte, bunu uygulamayanlar “kâfir”, “zalim” ve “fasık” olarak nitelendirilmektedir: “[5.44]…Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar, kâfir olanlardır.” “[5.45]…Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar, zalim olanlardır.” “[5.47]…Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar, fasık olanlardır.” Bu ayetlerin devamında Allah, doğrudan doğruya Hz. Muhammed’i muhatap alarak “Allah’ın indirdiğiyle hükmetme”sini emretmektedir: “[5.48] Sana da (Ey Muhammed,) önündeki kitap(lar) ı doğrulayıcı ve ona ‘bir şahid-gözetleyici’ olarak Kitab’ı (Kur’ân’ı) indirdik. Öyleyse aralarında Allah’ın indirdiğiyle hükmet ve sana gelen haktan sapıp onların heva(istek ve tutku)larına uyma.” Daha da önemli olan nokta, Allah Peygamberini, hükmün bir kısmında şaşırtılma, yanıltılma tehlikesine karşı uyarmakta, sistemi bir bütün olarak düşünmesi gerektiğini hatırlatarak “hainlerin savunucusu” olmama konusunda O’nu ikaz etmektedir: “[5.49] Aralarında Allah’ın indirdiğiyle hükmet ve onların hevalarına uyma, Allah’ın sana indirdiklerinin bir kısmından seni şaşırtmasınlar diye onlardan sakın!” “[4.105] Şüphesiz, Allah’ın sana gösterdiği gibi insanlar arasında hükmetmen için biz sana Kitabı hak olarak indirdik. Sakın hainlerin savunucusu olma.” Öyleyse; Ey iman edenler”, “laikliği/sekülerliği” savunarak “sakın hainlerin savunucusu olmayın!”

ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI HİBRİT SAVAŞLAR DÜZLEMİNDE BÖLGESEL EKSENDE BAŞLATILMIŞTIR

(Umran Dergisi)   “Eğer Hakk, onların hevalarına (istek ve tutku) uyacak olsaydı, hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herke...