24 Haziran 2016 Cuma

KADİFE DARBEDEN SOSYOLOJİK SAVAŞA-2: Sosyolojik Değişim ve Sosyolojik Savaşın İki Boyutu

(Milli Gazete)

Giriş

Türkiye-Irak-Suriye Düzleminde vuku bulan kaosun, daha iyi analiz edilebilmesi ve tedbir alınabilmesi için Sosyolojik Savaşın çok iyi anlaşılması gerekmektedir. Bu amaçla başlattığımız yazı serisinde, geçen hafta kimlik ve sosyoloji kavramlarını ele alıp incelemiştik. Burada ise, sosyolojik değişim ve sosyolojik savaş kavramlarını inceleyeceğiz.

Sosyolojik Değişim

Fertler arasında bazı değerlerin, özelliklerin, ortak payda olarak benimsenmesine bağlı olarak fertler arasındaki ilişkinin mahiyeti değişmektedir. Bu ortak paydaları benimsememiş olanlara göre farklı bir ilişki ağı, dayanışma, aidiyet ve güven duygusu oluşmaktadır. Ortak paydalar etrafında bütünleşme sağlanmaktadır. Bu ortak paydaları benimsememiş olanlardan farklı olunduğu kabul edilmekte ve “farklılık” şuuru meydana gelmekte, “ben idraki”/Biz İdraki oluşmaktadır. Ben/Biz idrakinin meydana gelmesi ile kişiden beklenen roller, görev ve sorumluluklar, severek, istenerek yapılmaktadır. Bu durumda, kalabalıklar/yığınlar, yığın olmaktan çıkmakta, toplum haline gelmektedirler. Etrafında bütünleşilen ve kader birliği edilen ortak paydalar, aynı zamanda topluma özel bir de kimlik kazandırmakta ve toplum bu kimlikle anılmaktadır. Kimlik, bireyler arası bir olgu olup, toplumsal boyutludur ve rızaya dayalı, gönüllü birlikteliktir. Başkalarının onu nasıl görüp konumlandırdığı değil; kendisinin kendisini nasıl görüp konumlandırdığı, kim ya da kimlerle kader birliği yaptığıdır.

Topluma ayrı bir kimlik kazandıran en temel ortak paydalar/ortak özellikler; 1- Değer Sistemi, 2- Kültür ve Medeniyet, 3- Tarih, 4- Coğrafya, 5- Dil, 6- Kan ya da Soy Bağı, 7- Vatandaşlık Bağı, 8- Özel Sözleşme şeklinde tasnif edilebilir. Bir kimliğin varlığı, üç ana unsurun var olması ile ortaya çıkar: 1- Taraflar: Ben/Biz# Öteki/Ötekiler, 2- Ortak Payda-Ortak Özellikler, 3- Taraflar Arasında ki Etkileşim: Dost, Müttefik, Rakip, Düşman. Toplumları farklı kılan, onlara ruh ve şekil veren kimlikleridir.

Sosyoloji, toplumsal bir olayın, geçmişini ve bugününü inceleyerek (Sosyolojinin Pratik Boyutu), toplumun geleceğinin nasıl bir seyir izleyeceğini öngörür (Teorik Boyut). Arzu edilen toplumsal yapı ile var olan toplumsal yapı arasındaki ilişkiyi göz önüne alarak, toplumun geleceğini biçimlendirebilmek için gerekli müdahale etme imkânlarını ortaya koyar (Eylem Boyutu).

“Değişme, önceki durum ya da davranıştan farklılaşma biçimidir” (1). Mahiyeti itibarıyla olumlu ya da olumsuz olabilir. Bu nedenle bir yön ve istikamet belirtmez. Toplumsal değişme ise, toplumun yapısını meydana getiren toplumsal ilişkiler ağının ve bunları belirleyen toplumsal kurumların değişmesi olarak tanımlanabilir (1). Toplumsal ilişkiler ağı ve bunları belirleyen toplumsal kurumların değişimi, toplumu meydana getiren, kader birliği ettiren, dayanışma içerisine sokan, sosyo-kültürel, sosyo-ekonomik yapının değişmesinin bir sonucudur. O nedenle toplumsal değişme, sosyo- kültürel değişimin bir sonucudur. Sosyo-kültürel değişme ise aşağıdaki değişkelerde meydana gelene değişimlerin bir sonucudur (1,2):

Dini anlayış ve kurumlardaki değişmeler

Gelenek ve göreneklerdeki değişmeler

Aile ve akrabalık ilişkilerindeki değişmeler

Çocuğa bakış ve çocuk yetiştirmedeki değişmeler

Kişiliklerdeki değişmeler

Cinsel davranış, tutum ve değerlerindeki değişmeler

Eğitim kurumlarındaki değişmeler

Dildeki değişmeler.

Toplumsal rol ve statülerdeki değişmeler

Sanat anlayışındaki değişmeler.

Kitle iletişim sistemlerindeki değişmeler

Ekonomik varlıklardaki değişmeler

Üretim ilişkilerindeki değişmeler

Nüfus artış hızındaki değişmeler

Teknolojik değişmeler

Genel olarak değişme, özel olarak da toplumsal değişme, 1- şartlara, 2- etmenlere/faktörlere bağlı olarak meydana gelmektedir. Değişmenin şartları/koşulları, değişmeyi mümkün kılan, buna müsaade eden uygun durumlar iken; değişmenin faktörleri/etmenleri, değişmeyi sağlayan, harekete geçiren nedenlerdir.

Sosyo-kültürel değişmeyi, gerekli kılan uygun şartlar aşağıdaki gibi özetlenebilir(1,2):

İnsanlar için yeni ihtiyaçların ortaya çıkması

Mevcut ihtiyaçların değişen şartlara bağlı olarak daha iyi karşılanabilmesi için ferdi şiddetli istek ve etkinlikler

Bilgi ve teknolojideki değişme ve yayılma hızı

Bilgi ve teknolojideki değişimlerin toplumsal değerleri etkilemesi ve bunun gerekliliğine ilişkin bir inancın ortaya çıkması

Toplumsal ve kültürel yapının karmaşıklık derecesi.

Bütün bunların karşılıklı olarak birbirini etkilemesi

Toplumsal değişmenin etmenleri/faktörleri, genel olarak, aşağıdaki gibi özetlenebilir (1,2):

Coğrafi Etmenler(İklim Değişiklikleri, toprak erozyonu, su baskınları, depremler, doğal kaynakların tükenmesi, ormanların tahribi, Madenler, enerji kaynakları…)

Demografik Etmenler (Nüfus artışı, azalışı…)

Din

Felsefe, ideoloji ve düşünce

Liderler

Sivil ve Askeri Bürokrasi, Ordu

Buluşlar ve Keşifler

Teknoloji

Çatışmalar

Toplumsal değişmelerin biri içsel diğeri de dışsal olmak üzere iki boyutu vardır. Bunla bağlantılı olarak da serbest toplumsal değişmeler ve zorlayıcı değişmeler olmak üzere toplumsal değişme tiplerini sınıflandırabiliriz (1). Toplumsal değişme, hangi tür değişme olursa olsun yukarıda ifade edilen değişmenin şartları ile etmenlerinin karşılıklı etkileşiminin bir sonucudur. Sosyolojik savaş, toplumsal değişmenin şartları ve etmenleri üzerine yapılan bir sosyolojik analiz üzerine oturtulmaktadır.

Sosyolojik Savaşta İki Ana Boyut/Eksen

Sosyolojik Savaş, “sosyoloji teorilerinin savaş fenomenine uygulanarak, hedef toplumun işleyişine yöneltilen sosyolojik müdahaleleri ifade eden bir kavramdır.” (3). Sosyolojik Savaş, nihai tahlilde bir kimlik çözülmesi meydana getirme veya var olanı muhafaza etme ya da var olanı daha ileri düzeye taşıma operasyonudur.

Sosyolojik savaşın biri içe (Sosyolojik savunma) birisi de dışa dönük (Sosyolojik saldırı) olmak üzere iki boyutu/ekseni vardır.

Sosyolojik savaşın dışa dönük boyutu, rakip/düşman toplumla ilgili olup onun sosyolojik yapısını, sosyolojik savaşın amacına uygun olarak tamamen ya da kısmen değiştirme ve yeniden yapılandırma ile ilgilidir. Sosyolojik savaşın dışa dönük boyutunda, hedef toplumun dayanışma ve bütünleşme kapasitesini, zayıflatma, ortadan kaldırma, tahrif etme-dönüştürme amaçlanır. Toplumdaki farklı sosyal güçler karşı karşıya getirilir ve farklı kesimler aktif halde kitlesel çatışmaya sokularak toplum bir kaosa sürüklenir. Ardından hedef topluma müdahale edilerek toplum, yeni ortak paydalar etrafında şekillendirilip yapılandırılır(3).

Sosyolojik savaşın içe dönük ekseni/boyutu ise, kendi toplumu ilgili olup var olan sosyolojik yapısını, sosyolojik saldırılara karşı korumak, olumsuz yönde değişmesine mani olmak, kendi toplumsal değerleri, kültür ve medeniyet kodları düzleminde daha iyiye, güzele doğru bir seyir takip etmesini sağlamakla ilgilidir. Sosyolojik savunmada amaç, toplumun dayanışma ve bütünleşme kapasitesinin korunması, geliştirilmesi, güçlendirilmesi ve canlı tutulması; toplumda var olan sosyal gücün, var olan merkez etrafında bir araya getirilerek aradaki bağların daha da sağlamlaştırılması ve kuvvetlendirilmesidir.

Sonuç: Bir Sosyal Savunma Olarak “Ey İman Edenler İman Edin”

Sosyolojik savunma, doğal seyir içinde şeytanın vesveselerine bağlı olarak toplumda ortaya çıkan çözülme veya çürümelere karşı ve düşmanın sosyolojik saldırılarına karşı var olan toplumu korumak, en azından eski konumunda tutabilmek amaçlı bir koruma hareketidir. Kuran, insanın helal-haram, hak- batıl, maruf-münker, temiz-pis, güzel-çirkin, adalet-zulüm düzleminde yaşaması ile ilgili, genel olarak, üç ana evrenin var olduğunu bize haber vermektedir: 1- Cahiliye Evresi, 2- İslam Evresi, 3- İman Evresi. Hucurat Süresinin 14-16. Ayetleri bu üç evre arasındaki ilişkiyi ortaya koymaktadır. Bu üç evre, imanın şartlarını merkeze alan bir kimliğe kayıtsız şartsız bağlılık ve o bağlılığın göstergesi olarak ötekilere karşı cihat merkezli bir mücadele referans alınarak tasnif edilmektedir.

İnsanin Cahiliye Evresi, haram, batıl, münker, pis, çirkin, zulüm üzere inşa edilen bir düşünce ve hayat sistemidir. İnsanın kalbi, Kur’an’ı deyimle kararmıştır. İnsanın İslam Evresi, helal-haram, hak- batıl, maruf-münker, adalet-zulüm, temiz-pis, güzel-çirkin düzleminde yeni bir hayata başlamak üzere helal, hak, maruf, adalet, temiz, güzel eksenli bir hayatı yaşamaya karar verip eyleme geçme evresidir. Ancak yeni bir hayata başlamaya karar vermekle insanın kalbi, gönlü, zihni ve düşünce dünyası anında değişmemekte, pir-ü pak olmamaktadır/olamamaktadır. İnsanın kalbinde siyah noktalarla beyaz noktalar iç içe geçmiştir. İnsanın İman Evresi ise helal, hak, maruf, adalet, temiz ve güzel eksenli tam bir arınma halidir.

Şeytanın vesveseleri ve/veya düşmanın sosyolojik saldırıları karşısında, cahiliyeden İslam’a oradan da iman evresine geçiş şeklinde işleyen arınma mekanizması tersine dönebilir. İnsan, İman dairesinden İslam dairesine yönelmiş ve fakat İslam dairesi içerisine henüz girmemiş olabilir. Kur’an’ın “Ey İman edenler İman edin” çağrısı, geri dönün amaçlı bir uyarıdır. Bu çağrı ile birlikte sosyolojik savunma mekanizmasının harekete geçirilerek tedbir alınması istenmektedir:

“Ey iman edenler, Allah’a, Resulüne, Resulüne indirdiği Kitaba ve bundan önce indirdiği kitaba iman edin. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse, kuşkusuz uzak bir sapıklıkla sapıtmıştır.”(4/136)

Benzer şekilde İnsan, İslam dairesinden cahiliye dairesine yönelmiş ve fakat cahiliye dairesi içerisine henüz girmemiş olabilir. Kuran’ın “Ey İman edenler İslam’a girin” çağrısı, geri dönün amaçlı bir uyarıdır. Bu çağrı ile birlikte sosyolojik savunma mekanizmasının harekete geçirilerek tedbir alınması istenmektedir:

“Ey iman edenler, hepiniz topluca silm’e İslam’a girin ve şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o, size apaçık bir düşmandır.”(2/208) Aşağıdaki ayetlerin doğrudan doğruya iman edenlere yapılan bir hitap olduğunu göz önüne aldığımızda, sosyolojik değişiminin olumsuz istikamette oluşundan dolayı iman edenleri korumaya dönük bir çağrıdır, bir uyarıdır.

“Ey iman edenler, Allah’a ve Resulüne ihanet etmeyin, bile bile emanetlerinize de ihanet etmeyin.”(8/27)

Bir toplumda var olan dayanışma, Sosyal Dayanışma, Siyasal Dayanışma, Ekonomik Dayanışma ve Askerî Dayanışma olarak sınıflandırılabilir (3). Dayanışma olgusu, fertlerin ortak paydalara olan kalbi inanç ve bağlılıklarıyla ortaya çıkmakta, karşılıklı saygı, sevgi, kalplerinin derinliklerinden başlayıp dışa yansımaktadır. Kur’an’ın iman edenlerle ilgili, aşağıdaki uyarısı bu açıdan hayatı önemdedir.

“İman etmekte olanların, Allah›ın ve haktan inmiş olanın zikri için kalplerinin ‘saygı dolu bir korku ile yumuşaması zamanı gelmedi mi Onlar, bundan önce kendilerine kitap verilmiş, sonra üzerlerinden uzun bir süre geçmiş, böylece kalpleri de katılaşmış bulunanlar gibi olmasınlar. Onlardan çoğu da fasık olanlardı.”(57/16)

Kaynaklar

1-Tezkan, M., Sosysl ve Kültürel Değişme, Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Yayınları, No 129, Ankara, 1984, S: 2-10.

2-Giddens A., Sosyoloji, Kırmızı Yayınları, İstanbul, 2012, S: 77-82

3-Çağlayan, Y., Osmanlıdan Ortadoğu’ya Sosyolojik Savaş, Etkileşim, İstanbul, 2013, S: 43-45.

  

17 Haziran 2016 Cuma

Kadife darbeden sosyolojik savaşa - 1

(Milli Gazete)

‘Göz O ki Dağın Arkasını Göre,

Akıl O ki Başına Geleceği Bile’

ABD tarafından 1992 yılında başlatılan Irak operasyonu, askeri ve ekonomik ağırlıklı bir operasyondu. Saddam, ilk askeri operasyonla birlikte devrilebilir yerine ABD yanlısı merkezi bir yönetim getirilebilir ve ülke bütünlüğü sağlanabilirdi. Ancak Saddam İktidarı düşürülmedi, sadece hareket kabiliyeti ve nüfuz alanı kısıtlandı. Saddam ikinci operasyonla düşürülene kadar, yaklaşık on yıllık bir sürede, provokasyonlarla, kitlesel katliamlarla, suikastlarla iç göç yaptırılarak ülke, etnik ve mezhepsel temelde ayrıştırıldı. Bu on yıl boyunca “Kuzeyde Kürtler, Ortada Sünniler, Güneyde Şiiler” söylemiyle hemen hemen herkesin kafasında Irak zihnen bölündü. Saddam sonrasında fiziksel bölünme, nüfus hareketleri ile daha da derinleştirildi. İŞİD operasyonuyla birlikte Irak, hukuken değil amma fiilen etnik ve mezhepsel temelde üçe bölündü. 1992 yılından bugüne geçen 24 yıl boyunca şer ekseni dediğimiz ABD-İngiltere-İsrail-Siyonist ekseni, sosyolojik savaşa hizmet edecek şekilde askeri, ekonomik, psikolojik ve gayrı nizamı bir savaşı ve terörü birbiri ile entegre ve uyumlu olacak tarzda kullanmış ve de kullanmaktadır.

Başta ABD yöneticileri olmak üzere Batı dünyasının yöneticileri, Irak’ta uyguladıkları stratejiye benzer şekilde, “Esed’i birinci derecede tehlike olarak görmüyoruz”, “birinci derecede tehlike İŞİD’dir ve “İŞİD’le mücadelemiz 20 yıl sürecek” demektedirler. Bu söylem, Irak’ta yaptıklarının benzerini Suriye’de yaparak ülkeyi zihnen, sosyolojik ve fiziksel olarak bölmek istediklerini açıkça ortaya koymaktadır. Sosyolojik savaşa uygun bir alt zemin inşa etmek amacıyla İç savaş (askeri, ekonomik ve psikolojik savaş) kullanılmaktadır. İç göç hızlandırılarak, Suriye dini, etnik ve mezhepsel olarak önce kantonlara sonra da küçük devletçiklere bölünmek istenmektedir.

Türkiye-Irak-Suriye Düzleminde icra edilen sürecin daha iyi analiz edilebilmesi ve tedbir alınabilmesi için Sosyolojik Savaşın çok iyi anlaşılması gerekmektedir.

Burada, bu konu, bir yazı serisi olarak ele alınıp değerlendirilecektir.

Üç Nesil Kadife Darbe

Kadife darbeler, seçim endeksli, dış destekli, gayrı memnunlar ittifakına ve gerilime dayalı, seçim öncesi, esnası ve sonrasında sokak hâkimiyeti kurarak ve genellikle “yumuşak güç” (“Hard Power”) kullanarak (zaman zaman, özel amaçla sert güç kullanılmaktadır), siyasi iktidarları düşürmeyi hedefleyen yeni bir darbe türüdür.

Gene Sharp’ın şiddet içermeyen “sivil itaatsizlik teorisi”, diktatörlükle yönetilen ya da yönetildiği iddia edilen ülkelerde iktidarın, “şiddete başvurmadan”, “askeri darbe yapmadan”, sokak eylemleri ile devrilmesine ilişkin bir teoridir (1).

Başlangıçtaki görünür amaç, ülkedeki mevcut diktatörü (!) yıkmak iken, sonraları bu amaca, hedef ülkelerin bölünmesi eklenmiştir. Bugüne kadar üç farklı coğrafyada, üç farklı kadife darbe türü denenmiştir. Bir kısmı başarılı olmuş, bir kısmı da başarılı olamamıştır.

Kadife darbelerin ilk denendiği ve başarılı olduğu ülke Sırbistan’dır. Sırbistan, kobay olarak kullanılmış, elde edilen tecrübe, Ukrayna, Gürcistan ve Kırgızistan, Belucistan ve Kıbrıs’ta kullanılarak kadife darbeler başarı ile sonlandırılmıştır. Bu darbelerin ortak özelliklerinden dolayı bunlara Birinci Nesil Kadife Darbeler adını vermekteyiz. Birinci Nesil Kadife Darbelerde, mevcut iktidarın devrilmesi, yerine, Batı, özellikle, Şer ekseni (ABD-İngiltere-İsrail-Siyonizm) güdümlü bir iktidarın işbaşına getirilmesi hedeflenmiştir.

Birinci nesil Kadife darbelerde, Kadife Darbelerde kullanılan üçüncü halkadaki taşeron örgütler ve iktidara getirilmek istenen liderler, açık olarak bellidir ve hepsi de Batının İşbirlikçileridir.

İkinci Nesil Kadife Darbeler, “Arap Baharı” denen süreçle başlatılan darbelerdir. Siyasi iktidarların düşürülmesi aşamasında Tunus ve Mısır’da başarılı olunmuş; fakat seçim aşamasında, her iki ülkede de Müslüman Hareketler iş başına gelerek Kadife darbecilerin öngördükleri yönetimi engellemişlerdir. Daha sonra Mısır’da Sisi Darbesi ile Müslüman kardeşler; Tunus’ta ise provokasyonlar altında yapılan bir seçim ile Nahta Hareketi düşürülmüştür. İkinci nesil Kadife darbe dediğimiz “Arap Baharında” amaç ve hedef, sadece siyasi iktidarları düşürmek değil; aynı zamanda ülkeleri bölmek de hedeflenmiştir. Nitekim Libya ve Suriye’de Kadife Darbe girişimi, iç savaşı başlatmak üzere kurgulanmış ve uygulamaya sokulmuştur. Yapılan dış müdahale ve istihbarat örgütlerince desteklenen bir kısım muhalefet güçlerinin savaşı, sosyolojikbir savaşın zeminini hazırlayacak şekilde planlanmıştır. Libya ve Suriye’deki iç savaş, sosyolojik olarak ülkeyi bölmeye dönük olarak devam etmektedir.

İkinci Nesil Kadife Darbelerde, halka açık, aleni taktım edilen tek bir taşeron örgüt ve Batı işbirlikçisi tek bir lider söz konusu değildir. Ancak bu, Kadife Darbenin Birinci ve İkinci Beyin takımının kafasında olmadığı manasına gelmemelidir.

Reyhanlı ve hemen ardından Taksim “Gezi Parkı” olayları ile Türkiye’de Üçüncü Nesil Kadife Darbe adını verdiğimiz bir Kadife Darbe süreci, başlatılmıştır. Taksim Gezi Parkı eylemleri ile birlikte başlatılan Kadife Darbe sürecinin ana stratejisi, mahalli seçimler, Cumhurbaşkanlığı seçimleri ve 2015 genel seçimleri göz önüne alınarak çizilmiş ve 7 Haziran Genel Seçimleri ile birlikte AKP’nin tek başına iktidar olması engellenerek bir başarı kazanılmıştır.

Taksim Kadife Darbe sürecini, ilk iki nesil Kadife darbelerden ayıran en temel özellik, Lider Taşeron Örgütün, Kadife darbenin farklı aşamalarında sürekli olarak değiştirilmesidir. İkinci önemli özellik de iki farklı boyutta sosyolojik bir ayrıştırmanın ve fay hattının meydana getirilmesidir: 1- AKP-Gülen Hareketi Fay Hattı; 2- Türk-Kürt Fay hattı. Bizim üçüncü Nesil Kadife Darbe dediğimiz Taksim Kadife darbe süreci, Sadece Siyasi İktidarı düşürmeyi değil aynı zamanda ülkeyi de bölmeyi hedeflemiş bir Kadife Darbe Sürecidir. Ancak bu bölünme, şimdilik fiziksel bir bölünme değil, sosyolojik, zihinsel bir bölünme olarak öngörülmektedir. Şuan Türkiye’de PKK ve İŞİD aracılığıyla ve işbirliği ile yürütülen askeri savaş, gayrı nizamı savaş, psikolojik savaş, ekonomik savaş ve terör tamamen sosyolojik savaşa hizmet etmek amaçlıdır. Türkiye, tıpkı Irak ve Suriye’de olduğu gibi, şimdilik, etnik boyutta zihnen bölünmek istenmektedir.

Yaklaşık üç yıllık çözüm süreci içerisinde alt yapı çalışmalarını yaygınlaştıran ve derinleştiren PKK, kendi alt yapı çalışmalarını, daha da yaygınlaştırma imkânına sahipken; HDP, 80 milletvekili ile meclise girmişken ve kimse kendilerine dokunmaz iken, yaptıkları tüm faaliyetlere “çözüm süreci aşkına göz yumulurken”, beklemeyip 7 Haziran seçimlerinden hemen sonra niçin terör eylemlerine başvurmuş, silahlı mücadeleyi başlatmıştır? “Kır gerillası” konusunda ihtisaslaşmış, yıllardır “kır gerillası” yöntemlerini kullanan PKK, niçin, “Kıra Dayalı Şehir Gerillası” stratejisine geçmiştir?

Bu soruların cevabı, PKK’nin yeni bir konsepti benimseyip topyekûn bir mücadele safhasına, Kadife Darbeci ekiple organize olarak, geçtiği ve seçim sonrasında da mücadeleyi “Topyekûn Özerklik” aşamasına taşımak ve Türkiye’yi zihnen bölerek sosyolojik bölünmeye zemin hazırlamak şeklinde verilebilir.

Kimlik

İnsanlar, kim olduğunu, kimlere ait olduğunu, nereden gelip nereye gittiğini, hayatın başlangıcının ve sonun ne olduğunu sürekli sorgulamışlar ve sorularına cevap aramışlardır. Soruların cevapları, tek bireyin malı olmaktan çıkıp, bireylerin ortak doğruları olduğu zaman topluluk; bireylerin toplamı -yığın-, olmaktan kurtulup toplum olmaya başlamış demektir. Fertler arasında ki karşılıklı etkileşimin, ortak paydalar etrafında bir senteze ulaşması, bir kimliğin ortaya çıkması demektir.

Fertler arasındaki ilişki ve tasnif, ortak paydalara göre yapılmakta, ortak paydalar etrafında bütünleşme sağlanmakta, güven duygusu oluşmaktadır. Bu ortak paydaları benimsemiş olmayanlardan farklı olunduğu kabul edilmekte ve “farklılık” şuuru meydana gelmekte, “ben idraki” oluşmaktadır. Ben idrakinin meydana gelmesi ile kişiden beklenen roller, görev ve sorumluluklar, istenerek yapılmaktadır.

Kimlik, rızaya dayalı bir birlikteliğin doğal sonucudur. Başkalarının onu nasıl görüp konumlandırdığı değil; kendisinin kendisini nasıl görüp konumlandırdığı, kim ya da kimlerle kader birliği yaptığıdır. Kimlik, bireyler arası bir olgu olup, toplumsal boyutludur.

Kimliğin inşasında geçerli olabilen en temel ortak paydalar/ortak özellikler;

1-Değer Sistemi, 2- Kültür ve Medeniyet, 3-Tarih, Coğrafya, 4- Dil, 5- Kan ya da Soy Bağı, 6- Vatandaşlık bağı, 7- Özel sözleşme şeklinde tasnif edilebilir.

Kimlikte en etkili unsur, değer sistemidir. Değer sistemi, hem iç hukuku hem de dış hukuku belirler. Değer sisteminin değişmesi, hem iç hem de dış hukukun değişmesine neden olur.

Bu açıklamaların uzantısında bir kimlikte olmazsa olmaz unsurları, aşağıdaki gibi tasnif edebiliriz.

*  Taraflar: Ben/Biz # Öteki/Ötekiler

*  Ortak Payda-Ortak Özellikler

*  Taraflar Arasında ki Etkileşim: Dost, Müttefik, Rakip, Düşman

Toplumları farklı kılan, onlara ruh ve şekil veren kimlikleridir. Sosyolojinin konusu, nihai analizde, kimlik oluşumu, çözülmesi ve bunların neden olduğu tutum ve davranışlardır.

Sosyoloji (Toplum Bilim, İçtimaiyat)

Sociology kelimesi ilk kez 1838’de Auguste Comte tarafından Latince socius (arkadaş, dost) ve Yunanca logos/logy (bilim) kelimelerinin bir araya getirilmesi ile oluşturulup kullanılmıştır(2).

Sosyoloji ile ilgili farklı tanımlamalar aşağıda verilmiştir:

1-“Toplumun oluşum, işleyiş ve gelişim yasalarını inceleyen bilim dalıdır.”(3).

2- “Sosyal münasebetleri ve bu münasebetlerin düzenlenmesi, teşkilatlanması, meydana geliş şekillerini araştıran bir ilim dalıdır”(4).

3- “Sosyoloji, toplumsal bir olayın hal ve geçmişteki oluşum süreçlerini inceleyerek, geleceği biçimlendiren, müdahale etme imkânlarını da araştıran ve uygulayan bir bilim dalıdır.” (5)

Yukarıdaki tanımları göz önüne alarak sosyolojide üç ana unsurun var olduğunu söyleyebiliriz:

*  Pratik Boyut: Toplumun geçmişteki hali, şimdiki halı, toplumsal değişimin istikameti/gelecekteki muhtemel halı, 

*  Teorik Boyut: Öngörülen, tasavvur edilen toplum ile var olan toplum arasındaki ilişki,

*  Eylem Boyutu: Değişim ihtiyacı varsa ne yapılmalıdır? Var olandan toplumsal yapıdan arzulanan toplumsal yapıya geçmek için ne yapılmalıdır?

Sonuç

“Ey görmek ve anlamak gücüne sahip olanlar! Olan olaylardan ibret alınız; görülmeyen olayları görülenlere kıyas ediniz” [59 Haşr sûresi 2].

Kaynaklar

1- Sharp G., Diktatörlükten Demokrasiye Kurtuluş İçin Teorik Bir Çerçeve, ABD, The Albert Einstein Enstitüsü, Dördüncü Baskı, Mayıs 2010, S: 10-16; 34-36;77-85

2- Vikipedi, Özgür Ansiklopedi.

3- Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu, Ankara, 2005.

4- Doğan m., Büyük Türkçe Sözlük, Pınar yayınları, İstanbul, 2005.

5- Çağlayan, Y., Osmanlıdan Ortadoğu’ya Sosyolojik Savaş, Etkileşim, İstanbul, 2013, S: 43-45.

10 Haziran 2016 Cuma

DİNLERİ BİRBİRİNDEN AYIRAN TEMEL UNSURLAR VE İKİ ANA DİN

 (Milli Gazete)

“Hiç Şüphesiz Allah Katında Hak Din, İslâm’dır.”(3/19)

Giriş

Geçen yazılarda sekülerlik/laiklik ve Din’in, esas ve ıstılahı anlamlarını incelemiştik. Burada İki farklı Din olan Tevhid Dini ile Şirk Dini ele alınıp incelenecek ve Sekülerlik/Laiklik’in dinle ilişkisi sorgulanacaktır.

Dinleri Birbirinden Ayıran Temel Unsurlar

İnsanın yeryüzünde hangi değerlere göre yaşaması ve hayatını tanzim etmesi gerektiğine ve hangi bilgi kaynaklarını kullanacağına ilişkin kaideleri, kuralları ve kanunları kimin vaaz edeceği, vaaz edilen nizamda insanın yetki ve sorumlulukları, vaaz eden otoriteye karşı insanın sorumlulukları, bu dünya ile ölüm sonrası hayat arasındaki ilişkinin ne olduğu, tek otoriteden insana doğru yönelen ödül ve cezanın ne olacağı, dinleri birbirinden ayıran temel unsurlardır. Bu sorular, aynı zamanda geçen yazıda incelediğimiz sekülerlik/laiklik ve Dinin anlam alanı ile ilgili sorulardır. Bu sorulara verilen cevaplar, dinleri birbirinden ayırmaktadır.

Kur’an’a göre Allah, insanlara uymaları gereken temel değerleri, kanuniyetleri, Peygamberler ve Kitaplar vasıtasıyla ‘Allah’ın Dini’ adı ile bildirmiştir. İnsan ise buna uyup uymamakta serbest olup kendine Allah’ın dininin dışında başka bir din arayabilmektedir (3/83). Kur’an, Allah’ın en yüksek otorite olarak temel değerleri koymada hiçbir ortak kabul etmediğini bize bildirmektedir. Kur’an, insanoğlunun Allah’ın dışında veya yanında ikinci derece bir otorite kabullenmesini, şirk olarak nitelendirmektedir (42/21). Bu nedenle Kur’an, “Allah’ın Dini” dışında dinlerin  hepsini, “Şirk Dini” olarak isimlendirmektedir. Dolayısıyla iki farklı ana din ekseni vardır: Tevhid Dini (Allah’ın Dini= İslam), Şirk dini.

Kur’an’da Yunus Sûresi’nde, iki farklı dinin varlığını görebilmekteyiz (10/104). Bu ayette din kavramının birinci anlam boyutunda yer alan yüce otorite ve hükümdarın Allah olduğu; üçüncü anlam boyutu ile itaat ve teslimiyetin yalnızca ona yapılması gerektiği belirtilirken; ölüm ötesi hatırlatılarak gizli olarak ödül ve ceza sistemi ile ilgili olan beşinci anlam boyutuna dikkat çekilmektedir. Bu dine tabi olanların müminler topluluğundan olduğunun ifade edilmesi ile dördüncü anlam boyutuna vurgu yapılmaktadır.

Kur’an’da, Allah’ı en yüce otorite olarak benimseyip onun gönderdiği değerlere ve gösterdiği yola tabı olanlar muvahhit, diğerleri ise müşrik olarak nitelendirilmekte; muvahhitlerin müşrikler ile aralarına mesafe koyması emredilmektedir. Allah’ın dışındaki şeylere tapınılmaması, ibadet edinilmemesi ifade edilirken dinin üçüncü anlam boyutuna vurgu yapılmış olmaktadır(10/105, 106).

İnsanın kurtuluş ve mutluluğu, Allah’ın insanlığa gönderdiği Bilgiye ve Peygamberine tabi olup olmamasına bağlıdır ve bu konudaki seçimde insan, serbest bırakılmıştır. Ödül ve ceza, yaptığı tercihe göre şekillenecektir (10/108).

Yukarıdan incelemelerden anlaşılabileceği gibi dinleri birbirinden ayıran ana kriter, dinin 6 anlam boyutudur. 

Tevhid Dini

Tevhid dini dediğimizde, kafamızda canlanması gereken olmazsa olmazlar nelerdir   Bunu, dinin altı anlam boyutunu göz önüne alarak cevaplandırmamız gerekmektedir.

Birinci Boyut: Tevhid dininde, en yüce, yüksek, mutlak hâkim, tek otorite, Allah’tır. Allah, Kur’an-ı Kerim’de ‘Esma-ul Hüsna’ olarak ifade edilen 99 sıfatla kendini tanıtmaktadır. Allah, en yüksek otorite olarak mutlak hâkim, mutlak kanun koyucu, hüküm koyucu, mutlak yol gösterici, mutlak terbiye edici, mutlak huzur ve sükûn verici ve tek sığınılacak mercidir (21/22, 172; 25/43; 9/31).

İkinci Boyut: Tevhid dininde en üst otorite olarak Allah, insanları yol boyu başıboş bırakmamış, bunalım dönemlerinde onlara peygamberler, resuller, nebiler ve kitaplar göndererek onlar yol göstermiş, yaşanacak bir sistem vazetmiştir (4/105; 6/161; 1/1-7).

Üçüncü Boyut: Tevhid dininde, insan, Allah’a olan borcunun bir edası olarak itaat, kulluk ve tapınma anlamlarını içerecek bütünlükte yalnızca Allah’a ibadet ve kulluk eder (36/60, 61; 9/31; 21/92, 93).

Dördüncü Boyut: Bu, yüce yüksek otoriteden gelen değerler sistemini benimseyip yaşama aktaran insan topluluğu, müminler topluluğu,  tek bir ‘Ümmet’/‘Millet’tir. Allah’tan gelen değerler sistemini benimsemiş olmayanlar ise müşrikler topluluğu olarak ayrı bir toplum, ayrı bir millet, ayrı bir ümmettirler (10/104-106). Farklı topluluklarla bütünleşebilmek, ancak Rab, ilah ve ibadet kavramlarını yalnızca Allah’a has kılmakla mümkündür (3/64).

Beşinci Boyut: Yüce egemenlik sahibi otoriteden gelen değerler sistemine ve vazedilen nizama karşı insanın gösterdiği tepki ve takındığı tavra bağlı olarak vazedilen “ödül ve ceza sistemi”, Cennet ve Cehennem’dir. Ancak ödül ve cezanın bir kısmı, bu dünya, bir kısmı ise öteki dünya ile ilgili olduğu göz ardı edilmemelidir.

Altıncı Boyut: İnsan ve toplum hayatının her alanının Allah’ın gönderdiği değer sistemine göre inşa edilmesi, ‘fikri ve ameli nizamı’ oluşturur. Kur’an’da “Hükmün Allah’a ait olmasından”, “Allahın indirdikleri ile hükmedilmesinden” kast edilen budur(12/40; 5/44-50; 3/118-120; 2/85-86; 15/90-95).

İnsanoğlu yeryüzüne gönderilirken başıboş bırakılmamış, kurtuluş ve mutluluğu için fıtratına uygun bir şekilde nasıl yaşaması ve nasıl davranması gerektiği kendisine bildirilmiş (vahyi bilgi) ve yol gösterilmiştir. Hz. Âdem’le başlayan Hz. Muhammed’le son bulan peygamberler silsilesinin görevi, budur.

Vahyi bilgi, insanlık için gerekli olan ana değerleri içermekte ve ana frekansları bize vermektedir. Peygamberler ise bunları yorumlamış ve uygulamıştır. Peygamberler, ana değerler etrafında bir zihniyet, bir anlama ve değerlendirme ve yorumlama sistemi geliştirmişlerdir. Bu sistem, zamanı, zemini ve içinde bulunulan koşulları, ana değerlerle birlikte ele almaktadır. Kendi içinde bir bütündür. Âlimler, bu sistemi zaman, zemin ve koşulları da göz önüne alarak geliştirir, zenginleştirir. Bu noktada akıl, deney ve gözlem işin içerisine girer. İçtihat da bundan başka bir şey değildir.

Böylelikle insanın Allah’la, kendisi ile, nesillerle, ailesi ile toplumu ile, devleti ile ve doğa ile ilişkilerinin Allah’tan gelen hidayet, vahyi bilgi, çerçevesinde yeniden tanzim edilmesi sağlanmış; insanın öteki dünyadaki durumunun bu dünyaya bağımlı olduğu hatırlatılarak kendisine burada çeki düzen vermesi istenmiştir. İşte bu Tevhid dinidir. Tevhid dini, insan fıtratının bir yansıması olup huzur ve mutluluğun kaynağıdır (30/30).

Şirk Dini        

Tevhid dininin, yukarıda izah edilen altı boyutundan herhangi birinin inkârı, reddi, önemsiz kılınması veya unutulması/unutturulması dini, tevhid dini olmaktan çıkarmakta onu, şirk dini haline dönüştürmektedir.

Dini, sadece Allah ile kul arasında namaz, oruç, hac, zekât, dua ve zikir boyutlu (Üçüncü Boyut) olarak tanımlayıp onu, ferdin kalbine, vicdanına, evine ya da mabedine hapsetmek, bireysel hayattan toplumsal hayata, ekonomik hayattan ceza hukukuna kadar her alandan tasfiye etmek, günlük hayatın her sahasını tanzim etmesine karşı çıkmak (Altıncı Boyutu İnkar), tevhid dinini parçalayıp yeni bir din inşa etmek demektir:

“Gerçek şu ki, dinlerini parça parça edip kendileri de gruplaşanlar, sen hiç bir şeyde onlardan değilsin. Onların işi ancak Allah’adır. Sonra O, işlemekte olduklarını kendilerine haber verecektir.” (6/159).

Böyle bir din, Kuran’a göre şirk dinidir; müntesipleri de müşriktir (5/44-50; 3/118-120; 2/85-86, 7/3; 10/104-108; 12/40; 15/90-95).

Şirk dininde vahyi bilgi ya yoktur ya da parçalanmış olarak vardır. Bütünlük kaybolmuştur. Şirk dinindeki bilgi, yalnızca insan aklına, deney ve gözleme dayandığından, genelde, izafidir.

Sonuç: Sekülerlik/Laiklik, Sekülerizm/Laisizm Şirk Dinidir

Samuel Johnson, Loobster, Oxford Sözlüklerinde, Uluslararası Üçüncü Yeni Sözlük’de yapılan tanımlar ve sekülerizm teorisyenlerinden Harvey Cox, Edward Bailey, Max Weber, Bryan Wilson, Peter Berger, Thomas Lucman , Karel Dobbelaere, Jürgen Habermas’ın Sekülerlik/Laiklik, Sekülerleşme/Laikleşme, Sekülerizm/Laisizm’e ilişkin yaptıkları tanım ve açıklamalar (2-4), Dinin Altı Anlam Boyutu ile mukayese edildiğinde (5), sekülerlik/laiklik’in, sekülerizm/ laisizm’in şirk dini olduğunu söyleyebiliriz.

Sekülerlik/laiklik’de, sekülerizm/laisizm’de, insanın bütün ilgisi ve dikkati, yalnız ve yalnız bu dünyaya çevrilmiştir. Allah ve Ahiret hayatı, ya unutulmuş ya da önemsiz bir hale gelmiş; insan ve dünya ile bütün irtibatı koparılıp atılmıştır. Sekülerizasyonda/laiksizimde varlık teorisi, bilgi teorisi ve değer teorisi açılarından dine açılmış bir savaş vardır. Bütün bu ana kabullerin uzantısında günlük hayatta, sanatta, kültürde, eğitimde, dilde, bilimde, değerlerde, düşüncede, ekonomide, siyasette yönetimde ve devlet hayatında; kısaca günlük hayatın hiçbir yerinde dine ve dini düşünceye yer yoktur. Bu açıdan Laik-Seküler düşünce, Kur’an’ın tanımladığı ve Hz. Peygamberin hayata geçirdiği dini parçalamış ve anlam alanını daraltmıştır (6/159; 30/32).

Ancak sekülerizm/laisizm, ateizm değildir. Laisizm, sekülerizme nazaran, dine karşı tutumu daha sert ve katıdır, ateizme daha meyillidir. Sekülerizm, Protestan dünyevileşmesi iken laisizm, Katolik dünyevileşmesidir.

Bu çerçevede Laik-Seküler düşünceyi değerlendirdiğimiz zaman, Laik-Seküler düşüncenin kökleri İblis’in Allah’a isyan etmesine kadar uzanmaktadır.  Kavramsallaştırmanın daha sonraları yapılmış olması muhtevayı değiştirmemektedir. Hz. Adem’i tuzağa düşürmek için Allah’ın Hz. Adem’e verdiği bilginin ve koyduğu kanunların tersini, Hz. Adem’e söylemiş ve onu kandırıp tuzağa düşürmüş, Cennetten çıkarılmasına sebebiyet vermiştir. O nedenle Laik- Seküler düşüncenin atası, İblistir:

“Ve ey Adem, sen ve eşin cennete yerleş. İkiniz de dilediğiniz yerden yiyin; ama şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa zalimlerden olursunuz.

Şeytan, kendilerinden ‹örtülüp gizlenen çirkin yerlerini› açığa çıkarmak için onlara vesvese verdi ve dedi ki: «Rabbinizin size bu ağacı yasaklaması, yalnızca, sizin iki melek olmamanız veya ebedi yaşayanlardan kılınmamanız içindir.

Ve: «Gerçekten ben size öğüt verenlerdenim» diye yemin de etti.” (7/19-21; Bak: 2/30-39; 15/26-48; 17/61-65; 20/115-127; 38/71-85; 55/14-15; 71/19).

İblis’in yolundan gidenlerden olmamak için;

“Aralarında Allah’ın indirdiğiyle hükmet ve onların hevalarına uyma. Allah’ın sana indirdiklerinin bir kısmından seni şaşırtırlar diye onlardan sakın.”(5/44-50; 3/118-120, 2/ 85-86, 7/3)

Öyleyse;

“Allah’ın sana gösterdiği gibi insanlar arasında hükmetmen için biz sana Kitabı hak olarak indirdik.

Sakın Hainlerin savunucusu olma.”(4/105)

Kaynaklar

1- Mevdudi E.A., Kur’an’ın Dört Temel Terimi,

2- Can, B., Meclis Başkanı İsmail Kahraman’ı Linç Etme Girişiminin Düşündürdükleri-3: Sekülerlik, Sekülerleşme 13.5.2016, Milli Gazete

3- Can, B., Meclis Başkanı İsmail Kahraman’ı Linç Etme Girişiminin Düşündürdükleri-4: Laiklik, Laikleşme, Laisizm; 20.5.2016, Milli Gazete

4- Can, B., Laiklik, Laikleşme, Laisizm-2: Istılahı Anlamları, 27.5.2016, Milli Gazete

5- Can, B., Din’in Anlam Alanı, 3.6.2016, Milli Gazete

 

3 Haziran 2016 Cuma

DİN?İN ANLAM ALANI

 (Milli Gazete)

Giriş

Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesinden buyana Türkiye, “Başkanlık sistemini” tartışmaktadır. Başkanlık sistemini isteyen kesimler, başkanlık sisteminin her derde deva olduğunu, bugünkü parlamenter sistemin her türlü kötülüğün, çözümsüzlüğün ve bunalımın kaynağı olduğunu savunmaktadır.

Buna karşılık Türkiye’de başkanlık sistemine karşı olanlar da başkanlık sisteminin Türkiye’yi diktatörlüğe götüreceğini, çok daha vahim sonuçlar doğuracağını ileri sürmektedirler. Genel olarak her iki kesim de başkanlık sisteminin yapısı, muhtevası, ne getirip ne götüreceğini tartışmamakta, kamuoyunu bu noktalarda aydınlatmamaktadır.

Başkanlık dendiğinde ilk akla gelen ABD sistemidir. Her iki kesim de meseleyi, Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan üzerinden ele almakta ve tartışmaktadır. Sloganlar ve şahıslar üzerinden meseleyi tartışmak, gelecekte, bizi büyük bir mayınlı arazının içine getirip sokabilir. Meseleyi Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın şahsı üzerinden değerlendirip ele alanların ve onu her derde deva görenlerin, onun bir beşer olarak ölümlü olduğunu (2 Alı Imran 144) asla unutmamaları gerekir.

Erdoğan sonrasında laik, liberal, ulusalcı bir başkanın gelmesi ile Müslüman camianın nelerle karşılaşabileceğini şimdiden düşünmelerinde fayda vardır. Birleşik bir Türkiye’yi, eyaletlere ayırıp ayrı bayraklarla ve yönetimlerle donatmanın, gelecek on yıl içerisinde Türkiye’ye bedelinin ne olacağını da göz önüne almaları gerekmektedir.

Ayrıca Başkanlık sisteminde, genel olarak, ikiden fazla partinin meclise girme şansı olmayacağına göre değer eksenli bir mücadele veren partilerin meclise girip giremeyeceklerini, Müslüman/İslamcı/Dindar/Millici camia, kendi arasında tartışmalı ve düşünmelidir. Cari liberal-kapitalist-materyalist ve Batı kültür ve medeniyet değerlerine göre kurulu bir sistemi, şimdilik kuvvetlendirmekten başka bir anlam taşımayan Başkanlık sistemini, bu kadar içten savunmak, çok ciddi zihinsel bir kaymanın sonucu olmalıdır.

Laik, kapitalist-materyalist, Batı kültür ve medeniyet değerleri üzerine Lozan’da kurulan cari sistem, revize edilmiş “Ilımlı İslam” (!) projesi ile kendine yeni bir hayat bulmaya çalışmaktadır. O nedenle hem milli hem de İslami değerlerimize yabancı olan cari sistemin felsefi temellerinin Müslüman/İslamcı/Dindar/Millici camia tarafından tartışılması daha öncelikli bir görev ve sorumluluk olmalıdır.

O nedenle geçen yazıda başkanlık sistemi ile laiklik/sekülerlikten hangisinin düşünsel, felsefi boyutlu ve teknik olduğunu, hangisinin taktik ve stratejik bir konu olduğunu sorduk. Varılacak sonuca göre o konu, öncelikli olarak sorgulanmalı ve de tartışılmalıdır. Bu iki konu birbirine de bağımlı değildir. 

Bize göre Yeni bir anayasa yapım sürecinde, sistemin felsefi temelini oluşturan Laiklik/Sekülerlik öncelikli olarak ele alınıp tartışılmalıdır. Bundan dolayı Meclis Başkanı İsmail Kahraman’ın  “Yeni Türkiye ve Yeni Anayasa” adlı konuşmasında, “Laiklik bir kere yeni anayasada olmamalıdır”, “tarifi yapılmalıdır”,  “Dindar anayasa meselesinden anayasamızın kaçınmaması lazım” demesi üzerine, başlatılan tartışmaların yararlı olduğuna inanarak laiklik/sekülerlik yazı serisini başlattık. Ne yazık ki AKP, MHP yöneticileri ve İslami ve milli hassasiyetleri öne çıkan yazar, düşünür, kanaat önderleri ve gönüllü kuruluşlar, başlatılan tartışmayı derinleştirmeyip aniden sonlandırmışlardır.

Bu ani ve sert refleks, Meclis Başkanı İsmail Kahraman’ın geri adım atmasına sebebiyet vermiş, akabinde yaptığı yazılı basın açıklamasında laikliliği savunmuştur. Buna karşılık laiklik/sekülerliği savunan kesim ise tam bir taarruz başlatarak toplumu tek yanlı olarak bilgilendirmiş ve yönlendirmiştir. Cumhuriyet Tarihi boyunca da benzer tavırlar ortaya konarak laiklik ve sekülerlik üzerinden yürütülen psikolojik harekât ile yol boyu, Müslüman camia tehdit edilmiş ve hakarete uğramış, hatta mahkûm edilmiştir. Yürütülen psikolojik harekâtın sonucunda, Müslüman camia içerisinde laikliği benimseyen, kafası karışık bir insan unsuru ortaya çıkmıştır.

Bu ülkenin asıl sorunu istikamet sorunu, kimlik sorunu, kültür ve medeniyet sorunudur. Bundan dolayı “Din”, “sekülerlik” ve “laiklik” kavramlarının taşıdığı anlamların tartışılmasında fayda vardır. Bu nedenle önceki yazılarımızda “Sekülerlik”/“Laiklik”, Sekülarizim/Laisizm ve Sekülerleşme/Laikleşme kavramları hem esas manaları hem de Istılahı manaları ele alınıp değerlendirilmiştir.

Burada da, Din kavramının esas ve Istılahı manaları ele alınıp değerlendirilecektir.           

Kur’an Ve Sünnet Dini Nasıl Tanımlamaktadır?

Din kelimesi, dil yönünden incelendiğinde; “baş eğmek”, “itaat etmek”, “hakkını almak”, “ödünç almak”, “borç etmek”, “borç vermek”, “adet edinmek”, “baş eğdirmek”, “zorlamak”, “hesaba çekmek”, “idare etmek”, “ceza veya mükâfat vermek” ve “hizmet etmek” gibi anlamları bulunmaktadır(1-3).

Kur’an-ı Kerim’de dinin bütün bu anlamları, birbiri ile bağlantı kurularak kullanılmakta ve 6 boyutlu bir uzay tanımlamaktadır:

Birinci Boyut: Yüce, yüksek egemenlik sahibinden gelen üstünlük, galibiyet ve mutlak hâkimiyet. Tek ve mutlak otorite.

İkinci Boyut: Bu yüce, tek ve mutlak otoriteden gelen değerler sistemi ve yol ve istikamet gösterme.

  Üçüncü Boyut: Bu yüce egemenlik sahibi otoritenin verdiklerine karşı kendini borçlu hissedip ona boyun eğmek, itaat etmek, tapınmak, hizmet yapmak, ibadet yapmak.

Dördüncü Boyut: Yüce egemenlik sahibi otoriteden gelen değerler sistemini benimseyip hayata aktaran İnsan, İnsan Topluluğu, Cemaat, Millet, Ümmet olmak.

Beşinci Boyut: Yüce egemenlik sahibi otoriteden gelen değerler sistemine ve vazedilen nizama karşı insanın gösterdiği tepki ve takındığı tavra bağlı olarak vazedilen ödül ve ceza sistemi.

Altıncı Boyut: Yüce egemenlik sahibi otoriteden gelen değerler sistemi çerçevesinde fıtrat üzerine inşa edilen ‘fikri ve ameli nizam’.

Kur’an-ı Kerim’de “Din” kelimesi, bazen birinci ve dördüncü manada (40 Mümin 64-65; 39 Zümer 2,3, 11-17; 16 Nahl 52; 3 Âli imran 83; 98 Beyyine 5); bazen ikinci ve üçüncü manada (10 Yunus 103,104; 12 Yusuf 40,76; 30 Rum 26-30; 24 Nur 2; 9 Tevbe 36; 6 Enam 137; 42 Şura 21; 109 Kafirun 6); bazen beşinci manada (2/130, 135; 3/95; 4/125; 6/161; 16/123; 22/78), bazen de altıncı manada (51 Zariyat 5,6; 107 Maun 1-3; 82 İnfitar 17-19), bazen de 6 manayı da içerecek şekilde kullanılmıştır (9 Tevbe 29, 33; 40 Mümin 26; 3 Âli İmran 19, 85; 8 Enfal 39; 110 Nasr 1-3).

 Mevdudi, Kur’an’da Din kavramına yüklenen asıl anlamın, bu altı boyutu ihtiva eden anlam alanı olduğunu ifade etmektedir(1). 9 Tevbe 29 ve 40 Mümin 26’da, din kelimesine yüklenen bütün anlamlar, birlikte yer almaktadır:

“Kendilerine kitap verilenlerden, Allah’a ve ahiret gününe inanmayan, Allah’ın ve Peygamberinin haram ettiği şeyleri haram tanımayan, hak dini din olarak kabul etmeyen kimselerle, zelil ve hakir (olmuş bir halde) kendi elleriyle cizye verecekleri zamana kadar muharebe edin.” (9 Tevbe 29).

Ayette ‘Allah’ın ve Peygamberinin haram ettiği şeyleri haram tanımayan’ tabirinde; aile hayatından, topluma ve günlük hayatın tanzim edilmesine kadar tüm ilişkilere ilişkin kanun, kural ve kaideler dile getirilmektedir. Daha açıkçası Allah’ın ve Peygamberin vazettiği genel hükümlerle inşa edilen bir sistemin varlığından bahsedilmektedir.

Hz. Peygamber, 9 Tevbe sûresinin 31. ayetini, “Onlar Allah’ı bırakıp hahamlarını, papazlarını ve Meryem oğlu Mesih’i rableri olarak kabul ettiler. Oysa tek ilâhtan başkasına kulluk etmemekle emrolunmuşlardı. Ondan başka ilâh yoktur. Allah, koştukları eşlerden münezzehtir.” (9 Tevbe 31) okuyup aşağıdaki şekilde yorumlarken, din kelimesindeki 6 boyutun nasıl bir bütünlük içerisinde olduğunun da güzel bir örneğini vermiştir:

“Aslında onlar, bunlara (ruhbanlarına) tapınmadılar, ancak bunlar (Allah’ın haram ettiği bir şeyi) kendileri için helâl kılınca hemen helâl addediverdiler, (Allah’ın helâl kıldığı bir şeyi de) kendilerine haram edince hemen haram addediverdiler.” (4)

Hz. Musa’nın Firavun’a karşı verdiği mücadeleyi anlatan ayetler incelendiğinde, tarafların dini, yukarıdaki 6 boyutlu bir uzay çerçevesinde anlamlandırdıkları çok rahat görülebilir. Bu nedenle Firavun, Hz. Musa’ya; “Ey Musa, sizin Rabb’iniz kimdir?” (20/49) diyerek ilk tepkisini göstermiştir. Hz. Musa Firavun’a verdiği cevapta, Firavun’un dışında daha üst bir otorite olarak Allah’ı, Rab olarak adlandırmış ve onun yol göstericiliğini dile getirmiştir (20/50). Bu cevap karşısında Firavun’un, önde gelenlere hitaben; “Ey önde gelenler, sizin için benden başka bir ilah olduğunu bilmiyorum.” (28/38) demiştir. “Sonunda (yardımcı güçlerini) topladı, seslendi; dedi ki: Sizin en yüce Rabbiniz benim.” (79/23-24) Firavun’un çevresine bu tarzda bir konuşma yapmış olması, Rab kelimesindeki derin anlamı çok iyi bilmiş olmasından dolayıdır.

Eğer en yüksek otorite Allah ise hayat onun emir ve direktiflerine göre; yok eğer en yüksek otorite Firavun’sa hayat onun emir ve direktiflerine göre tanzim edilecektir. Hz. Musa ile Firavun arasındaki tartışmanın Rab kavramı etrafında şekillenmesinin ana nedeni budur. Hz. Musa’nın getirmek istediği Dinin anlamını, Firavun kavminin önde gelenleri ile sihirbazlar da Firavun gibi anlayıp benzer tepkiyi göstermişlerdir (7/127; 20/63).

“Firavun: “Bırakın beni dedi, Musa’yı öldüreyim; varsın Rabbine yalvarsın! Çünkü Ben O’nun, dininizi değiştireceğinden, yahut yeryüzünde fesat çıkaracağından korkuyorum.” (40 Mümin 26) demiş olmasının sebebi, Hz. Musa’nın anlattığı Dinin, sadece ibadeti içeren bir inanç sistemi değil; hayatın tamamını yeni değer sistemine göre bir bütün olarak tanzim etme boyutuna sahip olmuş olmasından dolayıdır.

Firavun’un endişesi, yeni dinin, var olan toplumun sadece ibadete ilişkin değerlerini değiştirmek istemesi değil; aynı zamanda halkın içinde yaşadığı ve kendisini bağımlı hissettiği kurallar, kaideler ve kanunlar bütününün oluşturduğu bir nizam ve bir yaşam tarzını da değiştirmek istemesidir. Bunu için Hz. Musa’yı fesat çıkarmakla, bozgunculuk yapmakla suçlamaktadır.

Kur’an’ın bu boyutu ile Din kelimesini, Hz. Yusuf olayında da kullandığını görmekteyiz:

“Böylece (Yusuf) kardeşinin kabından önce onların kaplarını (yoklamaya) başladı, sonra da onu kardeşinin kabından çıkardı. İşte biz Yusuf için böyle bir plan düzenledik. (Yoksa) Hükümdarın dininde (yürürlükteki kanuna göre) kardeşini (yanında) alıkoyamazdı.”(12/76).

Sonuç: Dinler Hayatın Tümünü Tanzim Etmek İsterler

Dinin anlam alanını yukarıdaki altı boyut ile tanımladığımızda ve Firavunun Hz. Musa’ya karşı tavrını göz önüne aldığımızda, temel olarak iki farklı eksende iki farklı din anlayışının olduğunu söyleyebiliriz.

İki farklı Din ekseni nedir ve neye göre şekillenmektedir? Bu bağlamda Tevhid Dini ile Şirk Dini arasındaki ilişki nedir? Eğer iki farklı ana, temel din varsa, Sekülerlik/Laiklik bu dinlerden hangisi ile irtibatlıdır? (Devamı Var)

Kaynaklar

1- Mevdudi, Kuran’ın Dört Temel Terimi, Özgün Yayıncılık, İstanbul, 1999, S:123-137

2- Attas N., İslam ve Laisizm, Pınar Yayınları, İstanbul, 2002, S: 69-99

3-Ünal A., Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları, İstanbul, 1990, 122-132

4- Tirmizî, Tefsir, Berâe, (3094).

ŞER İTTİFAKI ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI İÇİN İKİ ANA EKSEN OLUŞTURMAYA ÇALIŞMAKTADIR

(Umran Dergisi)   Şer İttifakı (Siyonizm-ABD-İngiltere-İsrail, AB) 21. yüzyılı “dijital dönüşüm” yüzyılı olarak öngörmekte, bu nedenle “büyü...