27 Mayıs 2016 Cuma

LAİKLİK, LAİKLEŞME, LAİSİZM -2: Istılahi Anlamları

 (Milli Gazete)

Giriş

Geçen yazıda Laiklikin sözlük anlamını (esas anlam) incelemiştik. Burada Laiklik, Laikleşme, Laisizm kavramlarının ıstılahı anlamlarını ele alınıp inceleyeceğiz.

Rönesans (Yeniden Doğuş) ve Reformasyon (Yeniden Biçimleniş)

Miladi V. asırda, Batı-Roma İmparatorluğu çökmeye başladığı bir dönemde bir kısım Romalılar, bu çöküşün sebebini, atalarının dinlerinin terk edilmiş olmasına bağlayarak Hıristiyanlık öncesi Kadim Antik çağa dönmeyi savunmuşlardır. Bu düşünce, mazinin ihtişamını hasretle anan ve arayan Romalılar arasında kısa zamanda bir tarafta kitle bulmuştur. Antik çağa dönüş düşüncesi (eski Yunan, Roma, Yahudi ve Roma da Hıristiyanlığın başlangıç dönemi) gittikçe ilgi görmeye başlamış ve bu arayış, Rönesans ve Reformasyon denilen, birbirinin devamı olan iki önemli sürecin başlamasına sebebiyet vermiştir. Kesin bir tarih belirtilmemekle beraber Rönesans'ın 1453 İstanbul un Osmanlılar tarafından fethiyle Reformasyon un da Alman Papazı Martın Luther in 1517 yılında 95 maddeden oluşan tezini Wüttenberg kilisesinin kapısına asmasıyla başladığı belirtilmektedir (1). 

Rönesans ve reformasyon hareketleri, antik düşünceye dönüş olarak başlamışken; zamanla onu da aşarak yeni bir felsefenin, yeni bir dünya görüşünün ve yeni bir din anlayışının ortaya çıkmasına sebebiyet vermiştir. Bu nedenle Rönesans ın en karakteristik iki vasfı; 1- Antikiteye (antik çağa ) dönüş , 2- bir geçiş dönemi olmak tır (1). Rönesans hareketi, Batı Roma İmparatorluğunun yıkılmasının tüm günahını Hıristiyanlığa fatura ederek kadim Yunan, Roma ve Yahudi düşüncesinin yeniden ihya edilmesini hedeflemiştir. Kilisenin etkisini kırabilmek için de, Hıristiyanlığın başlangıçtaki Sezar ın Hakkı Sezar a Tanrı nın Hakkı Tanrı ya Aittir ilkesine ( iki kılıç doktrini ) geri dönülmesi ve iki devletin ayrılması, Papalığın/Kilisenin dünya işlerinden el etek çekmesi gerektiğini savunmaya başlamışlardır. Rönesans'ın meydana getirdiği sonuçları, aşağıdaki gibi özetlemek mümkündür (1-3):

* Zihniyet Değişmesi,

* İnsan Merkezli Bir Dünya Tasavvuru, Hümanizm,

* Bilgi Kaynağı Olarak Akıl ve Beş Duyunun Kabul

Edilmesi,

* Şüphecilik,

* Otoriterlerden Bağımsız Olmak,

* Bireycilik,

* Ulusçuluk,

* Yeni Bir Din ve Tanrı Anlayışı,

* Yeni Bir Devlet ve Hukuk Anlayışı,

* Felsefenin Dini Düşünceden Bağımsızlaştırılması,

* Papalık Derebeyi dayanışması Yerine Burjuva Milli

Kiliseler Dayanışması,

* Milli Kiliseler Fikrinin Ortaya Çıkması,

* Dış-Dünya ve Eşyanın Hakikatinin Eşyadan Sorgulanması,

* Dinden Bağımsız Bir Kültür,

* Dünyevileşme.

Bunların muhtevası Kilisenin savunduğu muhteva ile çatıştığından Kilisenin bu gelişmelere tepkisi sert olmuştur. Papalık makamının, kendisine bağlı Kilise teşkilatları vasıtasıyla, Katolik olan memleketlerdeki siyasi iktidarlar üzerinde kurduğu yoğun baskı, zamanla tepki almaya başlamış ve milliyetçilik duygularını harekete geçirmiştir. Almanya, İngiltere gibi ülkelerde Katolik Kiliseleri, Roma nın ajanı olarak görülmeye başlanmış ve Milli Kiliseler fikri ortaya atılmıştır (2-4). Hıristiyanlığı, ilk ve sade biçimine döndürmek düşüncesi gittikçe yaygınlaşmıştır. Bunun sonucu olarak da Almanya da Luther in, Fransa da Calvin in ve İsviçrede Zwingli nin geliştirdiği Protestan hareketler ortaya çıkmıştır (1-3). Calvin ve Zwingli nin geliştirdiği Protestan hareketler, İngiltere ye geçerek Anglikanizm'in doğmasına imkân vermiştir. Calvin ve Zwingli nin Protestan Hareketleri, Kuzey ve Kuzey Batı Avrupa da önemli etkileri olmuştur. Reformasyon süreci, Alman Papazı Martın Luther in Papalığa tavır koyması ile başladığı için dini bir hareket olarak kabul edilmektedir (1-3).

Reformasyon hareketi Kiliseyi; Dininin asıl dan ziyade şekil e yöneldiği , öz ü terk edip kabuk ile uğraştığı, ruhlar ile değil bedenler ile ilgilenmeyi tercih ettiği, Papalık ve Ruhbanlık kurumunun dejenere olduğu , onun dünyevi hâkimiyeti, Civitas Dei adına değil, Civitas Terrara adına bir hâkimiyet olduğu, Şeytani bir dünya saltanatı halini aldığı , dünyevi bir baskı kurumuna dönüştüğü , Papalığın, başlangıçta Hristiyanlara reva görülen zulümleri şimdi başkalarına karşı uyguladığı , Endüljans ın, dinin para ile satılması halini aldığı ve Kilise mensuplarının din i ticarete döktüğü şeklinde çok ciddi bir eleştiriye tabı tutmuştur. Luther in Doksan beş Tezi nin konumuzla ilgili bazı maddeleri aşağıdadır(1,4):

1: Dini konularda başvurulacak tek kaynak İncil dir; Konsil kararları ve Kilise Dogmaları değildir: İncil i okumak ve yorumlamak ise Kilise nin tekelinde değildir; bunu, aklı baliğ olan ve okuyabilen herkes yapabilir.

2: Ruhban (klerika/) ve gayri ruhban (laik, seküler) olan arasında bir fark, birinin diğerine bir üstünlüğü yoktur. Ruhban olmayanlar papazlık yapabilir, papazlar da evlenebilir.

3: Kilisede hiyerarşi olamaz. Papanın ve piskoposların Hristiyanlara hizmetten başka bir varlık sebebi yoktur.

4: Ayrı bir Kilise Hukuku olamaz.

5: Tanrı dan başka kimsenin günah affetmesi söz konusu olamaz.

6: Dünyevi İktidar Tanrı tarafından verilmiştir. Bu sebeple, Dünyevi İktidar Sahibi , Tanrı nın görevlisidir. Bu güç ve yetki ile o, din adına hizmet eder.

7: Yeryüzündeki tek otorite Dünyevi İktidardır. Papa'nın dünyevi hiçbir yetkisi yoktur ve imparatora üstün değildir. Ancak, Dünyevi İktidar da ruhani hususlarda yasa koyamaz. Luther in bu çıkışı, Papalığın otoritesini sarmış, geçen yazıda incelediğimiz İki Kılıç ve İki Devlet doktrinini yıkarak Kilise ile Devletin, Papa ile İmparatorun ayrılığı ilkesini savunmuş; Kilisenin ayrı bir hukuku olamayacağını ilan etmiştir. Protestanların bu mücadelesi uzun ve çileli yılları kapsamış, şiddetli çatışmalar ve din harpleri meydana gelmiştir. 1555 senesinde Augsburg Din Barışı imzalanmıştır (1). Antlaşmadaki Kimin Toprağı, Onun Dini (Cuius Egio, Eius Religio) ilkesini ne göre, bir prens Katoliklik ya da Protestanlık tan hangisini seçmişse tebaası da onun mezhebini (dinini) seçmek zorunda kalmıştır. Ayrıca dört yıllık (1644-1648) müzakerelerin sonucunda Westfalya Anlaşması imzalanmıştır. Bu anlaşma metninde ilk defa olarak Sekülerizasyon ifadesi kullanılarak Kilise nin elinde bulunan emlakin kamulaştırılması gerçekleştirilmiş; böylece, resmi bir metinde ilk defa kullanılan sekülerleştirme ibaresi ile ruhani iktidara ait olan dünyevi gücün mülkiyet ve denetimi dünyevi iktidara verilmiştir (1).

Üç Hal Üç Akım

Katolik Kilisesi ne karşı verilen bu mücadele, Avrupa coğrafyasının her tarafında aynı muhteva ve şiddette olmamıştır. Mücadelenin şiddeti ve büyüklüğüne bağlı olarak üç farklı yaklaşım ortaya çıkmıştır:

* Dini tamamen reddetmek,

* Dinin bünyesinde bir ıslahata girişmek

* Dini tamamen pasifize etmek, hayattan izole etmek.

Birincisi, ateizm olup geniş kesimler tarafından tasvip görmemiştir. İkincisi, Luther ile birlikte başlayan Reformasyon olup German kökenli kuzey ülkelerde Sekülerizm olarak taban bulmuş, dini parçalayan ve özel hayata indirgeyen bir yaşam tarzı inşa etmiştir. Üçüncüsü, Fransa başta olmak üzere Latin kökenli güney ülkelerde gerçekleşmiş ve uzun sert mücadelelerin sonucunda Laisizm olarak Dine karşı Sekülerizmden daha sert bir tavır almış hatta dini yok varsaymıştır.

Laiklik/Laisizm/Laikleşme'nin Istılahı Anlamları

Laisizm, Laikliğin ideolojik kimlik kazanmış halıdır. Laisizasyon ise, bu fikirlerin eylem haline gelişini yanı Laikleşme yi ifade eder (1). Laiklik/Laisizm, dine karşı sert, katı, hatta yer-yer agresif nitelikler taşıyan keskin ve bir ideolojik harekettir. Laiklik/Laisizm, Sekülerizmin dine daha aşırı şekilde karşı olan özel bir halidir. Sekülerizm için daha önce ifade ettiklerimiz Laisizm için de geçerlidir. Laiklik, Latin/Katolik tarzı bir dünyeviliktir . Ancak Latin/Katolik ülke olan Fransa, Laiklik in hem teoride ve hem de pratikte kalesidir (1,5). Fransız Laisizmi, ateizme daha yakın olup dine karşı en köktenci, en sert, en yıkıcı, en müsamahasız ve ateizme daha yakın hatta ateizme kolaylıkla kayabilen bir ideolojidir, bir yaşam tarzıdır. Laikliğin lügat manası, Kilise mensubu olmayan halktan kişi iken, süreç içerisinde, Dinin hayattan el etek çektiği, hayata müdahil olmadığı, Allah ve Ahiretin unutulup önemsizleştiği, Allah ve Ahiret göz önüne alınarak hayatın tanzim edilmediği, Devlette/kamuda hiçbir şekilde etkisi görünür olmayan bir yaşam tarzı anlamına gelen Istılahı bir anlam kazanmıştır.

Laiklik, bilgi kaynağı olarak sadece akıl ve beş duyuyu alarak hayatı tanzim eder; Kur an ve sünneti dışlar, hatta ret eder. Laiklik/Laisizm, dinin devlet idaresinde/kamuda hiçbir etkisinin olmamasını öngörmekte ve uygulamaktadır. Laiklik/Laisizm, dinin toplumda, toplumsal var oluşun her alanında, devlet eliyle, siyasi güç kullanımı ile etkisizleştirilerek tamamıyla asosyal, tamamıyla bireysel bir hale getirilmesi yanı dinin tamamen devletin kontrolü altında olması demektir (1,5). Laiklik/Laisizmde din, sadece kişilerin özel dünyalarına, ahlak ve manevi dünyalarına hapsedilmiş, dünya ile olan bağlantısı koparılıp atılmıştır.

Devlet, sadece beşer aklının öngördüğü hukuku referans almakta, vahyin vazettiği hukuku kabul etmemektedir: Laik bir devlette hükümet ve idari işler ve bunları tanzim eden kanun ve kaideler, prensiplerini dini mülahazalardan değil, sırf ihtiyaçlardan ve hayat realitelerinden alır. Halbuki laik olmayan devlette kaide ve kanunlar dini esaslara dayanır Laiklik sadece devlet faaliyetlerine ve amme faaliyetleri sahasına ait bir prensiptir. Ferdin hususi ve manevi hayatı, ailesi ve sevdikleri muhit, bu prensibin dışında kalır. (6).

Sonuç: Yorumsuz

Laiklik bu çerçevede ilk defa Fransa da uygulanmıştır. Fransa da 1880 de Cizvit tarikatı kanun-dışı ilan edilmiş; 1882 de Mecburi ve Laik İlk-Öğretim Kanunu ile İlk-Öğretim okulları devletleştirilmiş; 1901 tarihli Dernekler ve Tarikatlar Kanunu ile tarikat okulları kapatılmış ve bütün dini kurumlar sıradan birer dernek (cemiyet) kategorisine indirgenmiş, manastırların birçoğu lağvedilmiş; 1904 de, Napoleon tarafından Papalık ile aktedilmiş olan konkorda iptal edilmiş, 1905 de Devlet ile Kilise arasındaki bağları kökten koparıp atan ve kısaca Ayrılık Kanunu olarak da bilinen, meşhur Kiliseler ile Devlet in Ayrılması Kanunu çıkarılmıştır. Laiklik ilkesi ise Fransız anayasasına 1946 yılında konmuştur. Cumhuriyet Dönemindeki laiklik uygulamaları, Fransız Laiklik uygulamalarının birer kopyası ve tekrarıdır. Arada başlangıçta ciddi bir fark yoktur. Türkiye de Başkanlık Sistemi mi daha felsefi, düşünce temellidir, yoksa Laiklik sistemimi daha felsefi temellidir Hangisi, teknik ve taktik konudur Hangisi, felsefi ve stratejik bir konudur. Hangisi Lozan da Batı kültür ve medeniyeti değerlerine göre kurulmuş sistemin felsefesini tartışmaya açar; hangisi göz ardı ettirir. Türkiye yeni bir anayasa yapmaya hazırlanırken öncelikli olarak hangisini tartışmalıdır Başkanlık sistemini mi Laik Sistemi mi.

Kaynaklar

1-Hocaoğlu, D., Laisizm den Milli Sekülerizm e Laiklik Sorununun Felsefi Çözümlenmesi, Selçuk Yayınlar, Ankara, 1995, S: 48-52, 80-90, 100-150.

2- Hançerlioğlu, O., Felsefe Sözlüğü, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1975, S:266-269.

3- Gökberk M., Felsefe Tarihi, Bilgi Yayınevi, İstanbul, 1974, S: 187-253

4- Öktem N., Dinler ve laiklik, Cogito, Laiklik, Sayı 1 Yaz 1994, Yapı Kredi Yayıncılık, İstanbul, Mayıs 2007, S:33-49

5- Altındal, A., Laiklik Enigmaya dönüşen Paradigma, Alfa, İstanbul, 2007, S:6-10.

6- Başgil, A. F., Din ve Laiklik, yağmur Yayınevi, İstanbul, 1962, S: 147-173.

 

20 Mayıs 2016 Cuma

LAİKLİK, LAİKLEŞME, LAİSİZM-1: Bir Arka Plân

(Milli Gazete) 

Giriş

“Laiklik” ve “Sekülerlik” kavramlarının anlam alanları ve tarihsel gelişimleri, göz önüne alındığında “din ve devlet ayrımı” yahut da “din işleri ve devlet işlerinin ayrımı” şeklinde formüle edilebilecek kavramlar olmadığı rahatlıkla görülebilir. Kavramların gerçek boyutları ile ortaya konabilmesi için tarihi arka planı göz önüne almak, onu tartışmak gerekmektedir. Söz konusu kavramların tarihin bir döneminde aniden ortaya çıkmadıkları, çok uzun bir tarihi geçmişleri olduğu, varlık teorisi, bilgi teorisi ve değer teorisi kapsamında, Yunan (Grek) - Roma-Yahudi - Hristiyan kültürü düzleminde vuku bulan “Rönesans”, “Reform”, “Aydınlanma” ve “Modernizm” diye isimlendirilen hareketlerin sonucunda (1) “esas” anlamlarından koparak yeni “istilahi” anlamlara kavuştuklarının bilinmesinde fayda vardır.

Burada Laiklik, Laikleşme, Laisizm kavramlarının ortaya çıkmasına vesile olan arka plan ele alınıp incelenmektedir.

Laik Kavramının Ortaya Çıkış: Esas Anlamı

“Laik” kelimesi Grekçe olup ‘laos’ kökünden türetilmiştir. ‘Laos’, ‘halk’, ‘avam’, “ahali”, “reaya” anlamındadır. Laos’tan ‘laikos’ türemiştir. ‘Halktan adam’ demektir. Kelimenin Klasik Grekçe’deki anlamı ‘ferdi kişi’, ‘belirli bir şeye bağlı olmayan’dır. Bu kelime, Geç Latince’de ‘laicus’, Fransızca’da ‘lai’ ve İngilizce’de ise ‘lay’ şeklini almıştır. Terim olarak anlamı, genel olarak, ‘belirli bir meslek grubuna dâhil olmayan kişi’, “belirli bir sınıfa dâhil olmayan kişi” demektir. Özel anlamları ‘rahipler sınıfının dışında olan kişi’ ve/veya, ‘bu sınıfa dâhil olup da hizmet ve el işleriyle meşgul olan kişi’, olmaktadır. Görülebileceği gibi ‘Laik’ kelimesinin esas anlamı, köken olarak ‘dinin karşıtı olan kişi’ değil, bir müessese olan ‘kilise mensuplarının/ruhbanın (clerical)’ dışındaki kişi’, ‘avam’dır. Ruhbanlar ‘havass’dır, laikler ise ‘avam’dır (1).

Grekçe’de, “halk’’ kavramını ifade etmek üzere iki ayrı kelimeden söz edilebilir. Bunlardan birisi, “aristokratlar (zadegan)” sınıfının dışında olan kitleyi ifade eden “demos” kelimesidir. Bu kelime, bu sebeple, aynı zamanda, siyası iktidardan pay alamayan kesimi de ifade etmektedir. İkincisi ise, din adamları (klerikaller) sınıfının dışında kalan kitleyi ifade eden “laos” kelimesidir. Laos ile ifade edilen kitle içerisine, siyasi iktidarı elde tutan krallar da dâhildir. Nasıl ki Demos, aristokratların ve/veya siyasi iktidarın düşmanı olan değil, sadece onun dışında olan kitleyi ifade etmekte ise, benzer şekilde, laos da,  din adamları ve/veya din adamları tarafından temsil edilen din kurumunun düşmanı olan değil, o kurumun dışında olan kitleyi ifade etmektedir.

Eski Ahit’te mevcut olmayan, Laos’dan türetilen “laik” kelimesi, din adamları (klerikaler) dışındaki kitleyi ifade etmesi anlamında miladi ilk asırda RomaIı Clement tarafından, laiklerle ruhbanların münasebetlerinden bahseden bir pasajında kullanılmıştır (1).

Ruhbanlar ve diğerleri şeklinde bir ayırıma gidilmesinin sebebi, Hıristiyanlık düşüncesinde ruhbanlara/Din Adamlarına atfedilen anlam ile ilgilidir. Hıristiyanlığın kutsal ve bağlayıcı referansları İnciller, Resullerin işleri, Havari mektupları ve Kilise konsüllerinin tespit ettiği temel iman esaslarıdır. Hz. İsa’dan sonra onun vahiyleri, Resul ve kilise azizlerine intikal etmeye devam etmektedir (2). Pavlus’a, göre “Havariler, Mesih’in hizmetçileri ve Allah’ın sırlarının kâhyalarıdır. İnsan bunu böyle bilmelidir.” “Vaiz ve Resul olarak imanda ve hakikatte milletlerin muallimi olarak ben tayin olundum” demektedir (Timoteosa 1,2: 71; Timoteosa II, 1:11)

Görülebileceği gibi Hıristiyanlık düşüncesinde hiyerarşinin zirvesinde “Tanrı”  en alt basamağında da “halk”, Tanrı ile halk arasında ara katman olarak “ruhbanlar” yer almaktadır. Ruhbanlar böyle bir konumda olunca bu sınıfa dâhil olmayanların durumunu belirleyecek bir kavrama, ihtiyaç hasıl olmuştur; o da, yukarıda ifade edilen laik kelimesidir. Bu nedenle Hıristiyanlıkta toplum ruhbanlar ve laikler/sekülerler olarak iki ana sınıfa ayrılmışlardır (1,2).

‘Ruhban olmamak’ terimi ‘Kilise kurumu mensubu olmamak’ anlamındadır. Bundan dolayı laik, ruhban olmayan, ama Hıristiyan olan sıradan insan demektir (1). Bu sınıflandırma ile Kilise, Kilise kurumu içi ve Kilise kurumu dışı şeklinde iki ayrı varlık alanına bölünmüştür. Bu iki sosyal alan birbirlerinin düşmanı değil birbirlerinin tamamlayıcılarıdır. Ancak ruhbanlar “Tanrı’nın” memurları ve laikler de kul/reaya taifesidir.

Laik kelimesinin esas anlamı buydu. Ancak tarihi süreç içerisinde esas anlamında meydana gelen kırılmalar sonucu kelime yepyeni bir anlam, ıstılahı anlam, kazanmıştır. Aşağıda bu sürecin kısa bir özeti verilmektedir.

“İki-Kılıç” Doktrini; Regnum-Sacerdotium

Batıda Hıristiyanlığın yasak olduğu dönemlerde Hıristiyanlar, Roma’nın zulmünden korunmak amacıyla Matta İncili’ndeki “Kayzer’in/Sezar’ın Hakkını Kayzer’e/Sezar’a ve Allah’ın Hakkını Allah’a verin” (Matta, Bab:22., Ayet:21) ayetini bir ilke olarak benimseyip mücadelelerini buna göre yapmışlardır. Hıristiyanlığın iki büyük kurucusu olan Aziz Petrus ve Aziz Pavlus (St. Peter ve St. Paul) bu yaklaşımla, “dünyevilik” ile “uhrevilik” , “dünya işleri” ile “din işleri”  ve “dünyevi güç merkezi” ile “ruhani güç merkezi” ayrımı yaparak Hıristiyanlığın dünya işlerini, krallara, imparatorlara bıraktığı, dolayısıyla kendilerinden tehlikeli olmadığı mesajını Romalı İmparatorlara vermek istemişlerdir (1).

Ancak Hıristiyanlık meşruiyet kazanıp açık faaliyet gösterip kuvvetlenince, bu ilke terk edilmiş; bunun yerine “İki-Kılıç Doktrini” savunulmaya başlanmıştır. İki-Kılıç Doktrini, Luka İncili’ndeki “Ve onlar: Ya Rab, işte, burada iki kılıç, dediler. İsa onlara:”Yeter”, dedi.” (Luka., Bab:22., Avet:38) ayetine dayandırılmıştır. Buradaki İki Kılıç ile “Tanrı’nın Hristiyanlığı korumak üzere verdiği iki güç kaynağı” kast edilmektedir. Bunlar “Dünyevi İktidar (Regnum)” ile “Ruhani İktidar (Sacerdotium)’dır”(1,2).

İki Devlet: Dünya Devleti-Sitesi (civitate terrana) ve Tanrı Devleti –Sitesi (civitate- dei)” 

Hristiyan Teolojisinin önemli isimlerinden Saint Augustin-Aziz Augustin (354-430) yazdığı eserde, Roma’nın yıkılışının sebebini, “iki devlet”in, “Dünya Devleti-Sitesi (civitate terrana) ve Tanrı Devleti –Sitesi (civitate- dei)”,  yanlış konumlanması, aralarındaki ilişkinin yanlış kurulması olarak açıklamaktadır. Saint Augustin’e göre (354-430) “İlk Günah sonucunda Cennet’ten kovulmuş olmasından beri dünya iki ayrı siyasi varlık alanına taksim olunmuştur. Bunlardan birisi, “Tanrı Devleti –Sitesi” (civitate- dei) diğeri de Yeryüzü/Dünya Devleti-Sitesidir (civitate terrana).  Tanrı Devleti (Sitesi) gelecekteki Tanrı ülkesinin bütün yurttaşlarından, yani Tanrı’nın inayetine mazhar olmuş, günahlardan arınmış mü’minlerden kurulu olacaktır. Buna mukabil Yeryüzü (Arz) Sitesi (Devleti) ise kötü’ye, Şeytan’a boyun eğmiş olanlardan kurulmuş olacaktır. Dünya Devleti acımasız, gaddar, işkenceci, savaşçı, baskıcı ve entrikacıdır. Tanrı devletinde ise ebedi huzur, sükûn, huzur ve mutluluk, ahlak ve adalet vardır. Hz. İsa’nın amacı bu tür bir yaşam tarzıdır. Bizim görevimiz, bu anlayışa uygun bir devlet kurmak için çaba göstermektir. Bütün insanlık tarihi, bu ikisinin arasındaki mücadelenin ve gitgide birbirlerinden ayrılmalarının bir sürecidir.” (1, 3).

Aziz Augustin yazdığı eserle Hristiyanlığı etkisi altına alacak olan bir devlet ve tarih felsefesi geliştirmiş ve iki devletin kilise çatısı altında olması gerektiğini savunmuştur.

İki Kılıç ve İki Devlet doktrinlerinin temelleri, Hıristiyanlığın kutsal kitaplarında yer almaktadır. Hıristiyanlığa göre “Baba kimseye hükmetmez, hükmü oğula vermiştir” (Yuhanna, 3:17; 5:22-23; 27:47). “İsa ise her hükümetin başıdır” (Koloselilere, 2:10). “İsa’nın hakikati resullerdir” (II. Korintoslulara, 11: 13). “Resuller Rabbin verdiği yetkilere göre hareket ederler” (II. Korintoslulara, 13:11). “Bedenin kurtarıcısı Mesih aynı zamanda Kilisenin başıdır” (Efesoslara, 5:23). “Kilise, Mesih’in kendi bedenidir” (Koloselilere, 1:18, 24). “Kilisenin başında bulunan Papa resullerden vahy almaktadır. Papa masum ve yanılmazdır.” (2)

Bu esaslara dayalı ve “Kayzeryo-Papizm” olarak da adlandırılan “Papalık Doktrinini” (Papal Doctrine), Papa I. Leo (440-561) tarafından, “Papa’nın İsa tarafından St. Peter’e verilen yetki ve fonksiyonlarının meşru varisi ve halefi olduğunu ve buna dayanarak monarşik fonksiyonlara sahip olduğunu”, “ruhani ve dünyevi iktidarın başının Papa ve din adamları olması gerektiğini” ileri sürerek savunmuştur (1). Benzer şekilde 11 asırdan itibaren Papa VII. Gregoria, bu iki iktidarın ruhani iktidarın başkanlığında birleştirilmesini savunmuştur. Bunun için Pavlus’un “Mademki biz size ruhani şeyler ektik, sizin cismani şeylerinizi biçeceksek, büyük şey mi? Eğer başkaları size hâlâ hâkimiyette hissedar iseler, biz daha ziyade değil miyiz?” (I. Korintoslulara, 9: 11-12) sözlerini mücadelesine dayanak olarak kullanmıştır.

Batı’da Kilise-Devlet İlişkisi: Üç Model

Batı’da, Kilise-Devlet ilişkisi, ana hatlarıyla, Hıristiyanlığın yasak olup olmamasına ve “dünyevileşmenin” olup olmamasına bağlı olarak üç farklı modele göre şekillenmiştir (1, 2, 4):

•Ortodoks Kilisesi ve “Bizantinizm” Modeli (Tabi Klerikalizm)

•Katolik Kilisesi ve “Kayzeryo-Papizm” Modeli (Metbu Klerikalizm)

•Seküler/Laik Model (Protestan Kilisesi ve Katolik Kilisesi)

Ortodoks Kilisesi ve Bizantinizm modelinde (Tabi Klerikalizm), Ortodoks Kilisesi, (Bizans İmparatorluğunun çok güçlü olduğu bir dönemde doğmuştur.)  devlete bağlıdır(1,2). Katolik Kilisesi ve Kayzeryo-Papizm Modelinde (Metbu Klerikalizm), yukarıda ana hatları ile açıkladığımız iki devlet, iki kılıç, iki iktidar, kilisenin altında ruhani liderliğin önderliğinde birleştirilmiştir. Bu güçlerin her ikisini birden nefsinde toparlayan papalar, “İmparator-Papa” kimliği kazanmışlardır (1)

Sonuç:

Papalık makamının, kendisine bağlı Kilise teşkilatları vasıtasıyla, Katolik olan memleketlerdeki siyasi iktidarlar üzerinde kurduğu büyük baskı ve otorite, zamanla tepki almaya başlamış ve milliyetçilik duygularını harekete geçirmiştir. Almanya, İngiltere gibi ülkelerde Katolik Kiliseleri, ‘Roma’nın ajanı’ olarak görülmeye başlanmış ve “Milli Kiliseler fikri” ortaya atılmıştır (1). Almanya’da Lutheran Protestan Hareketi, İngiltere’deki Anglikanist Protestan Hareketi ortaya çıkmış ve Calvin ve Zwingli Protestan Hareketlerinin de Kuzey ve Kuzey Batı’da önemli etkileri olmuştur. Bütün bu Protestan hareketlerin neticesi, anlam alanının geçen yazıda incelediğimiz Sekülerizmin ortaya çıkması olmuştur.

Almanya ve İngiltere’nin aksine Fransa’da Kiliseye karşı mücadele, çok sert ve şiddetli olmuştur. Bu mücadele sürecinde Papalık makamına tepki olarak Protestan olmayan bir Milli Katolik Kilisesi (Gallikanizm)  ve Laiklik, Laisizm, Laikleşme ortaya çıkmıştır.

Öyleyse Laiklik, Laisizm, Laikleşme nedir? Sekülerlik, Sekülarizm, Sekülerleşme ile aralarında ne ilişki vardır? (Devamı Var).

Kaynaklar

1-Hocaoğlu, D., Laisizm’den Milli Sekülerizm’e Laiklik Sorununun  Felsefi Çözümlenmesi, Selçuk Yayınlar, Ankara, 1995, S: 48-52, 80-90, 100-150.

2-Bulaç A., İslam ve Modern Zamanlarda Din-Devlet İlişkisi, Cogito, Laiklik, Sayı 1 Yaz 1994, Yapı Kredi Yayıncılık, İstanbul, Mayıs 2007, S:67-87)

3-Öktem N., Dinler ve laiklik, Cogito, Laiklik, Sayı 1 Yaz 1994, Yapı Kredi Yayıncılık, İstanbul, Mayıs 2007, S:33-49

4-Altındal, A., Laiklik Enigmaya dönüşen Paradigma, Alfa, İstanbul, 2007, S:6-10.

 

12 Mayıs 2016 Perşembe

MECLİS BAŞKANI İSMAİL KAHRAMAN’I LİNÇ ETME GİRİŞİMİNİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ-3: Sekülerlik, Sekülerleşme

(Milli Gazete)

Giriş

Meclis Başkanının anayasa ve laiklikle ilgili konuşması üzerine başlatılan tartışmalarda kullanılan din, laiklik ve sekülerlik kavramlarına taraflar, aynı anlamı yüklememektedir. Kelime aynı ve fakat muhteva farklıdır. Bu da tarafların birbirini anlamasına mani olmaktadır. Bu nedenle konumuz açısından “Din”, “sekülerlik” ve “laiklik” kavramlarının taşıdığı anlamların tartışılmasında fayda vardır.

Burada sekülarizm/sekülerleşme kavramı ele alınıp incelenmektedir.

Sekülarizm

Kavramlar, toplumun ilişkileri, davranışları, anlayışları, kültür ve yaşantısı hakkında bilgi verirler. Bazı kelimelerin hem “esas anlamı” hem de “ıstılahı anlamı” vardır (1). Bazı kelimeler “anahtar ya da odak kelime özelliğine sahiptir. Bazı kelimeler, zamana bağlı olarak anlam kaymasına uğrayabilir, anlam alanları daralabilir ya da genişleyebilir. Bazı kelimeler de tamamen unutulup kullanılmaz hale gelebilir. Bunlar, toplumun zihinsel ve kültürel değişiminin bir ölçüsü olarak ortaya çıkmaktadır. Bazı kavramlar da, aydınlar, okumuşlar veya devlet eliyle yabancı bir toplumdan transfer edilip kendi toplumlarına sunulmakta hatta dayatılmaktadır.

Osmanlı’da Batıya giden jöntürklerin, kendilerinin dahi tam bilemedikleri, kendi toplumları için de bir karşılığı olmayan birçok kavramı Avrupa’dan alıp toplumlarına kabul ettirmeye çalışarak kavramsal bir kargaşaya neden olmuşlardır (2). Bu, Cumhuriyet döneminde Devlet eliyle yapılmak istenmiştir. Sekülerlik ve laiklik gibi birçok ithal kavram, kabullenmesi için halka baskı yapılmıştır.

Hem Sekülarizm hem de laiklik kelimesi, sosyal hayatta pek çok kelimeyi etkileyen ve şekillendiren çok önemli anahtar ve odak kelimelerdir. Zamanla anlam alanları, bazen daralmış bazen de genişlemiştir. Bunlar ortaya çıktığı günden bu güne anlam alanı değişiklik göstermiş kavramlardır. İlk kullanılışı ile şimdiki kullanılışı arasında çok ciddi anlam farklılıkları vardır.

“Seküler” kelimesi, Latince olup ‘ırk, çağ, dünya’ demek olan ‘saeculum’dan gelmektedir. ‘Saecularis’, ‘saeculum’a ait olan’ anlamına gelmektedir. Bu kelime eski Fransızcaya ‘seculer’ ve oradan İngilizceye ‘secular’ şeklinde intikal etmiştir. Kelime modern Fransızcada ‘seculaire’dir (3). Sekülarizm (secularisim), “saccularis”ten türemiş bir kavram olup çok geniş bir anlam alanı vardır. Sekülarizm, “yeryüzüne ait olan, içinde yaşanılan çağa ait olma, ömür boyu olan, dine ve kiliseye bağlı/bağımlı olmayan, ruhbanlara (clergy) ait olmayan, toplumsal ahlak standartlarının dine ve dinlere göre değil, güncel hayata göre düzenlenmesinden ve ayarlanmasından yana olmak, güncel-dünyevi hayatı ilgilendiren her konuda ve/veya özel konuda dinsel yargıları dıştalamak veya kasten dıştalamak anlamlarına gelmektedir” (3,4).

Sekülerleşme, doğduğu zamanki anlamıyla yol boyu kazandığı ıstılahı anlamı birbirinden çok farklılaşmıştır. Samuel Johnson’ın Sözlüğünde sekülerleşmeyle ilgili kavramlara yüklenen anlamlarda bunu görebilmekteyiz:

“Sekülerleştirmek (secularize): Uhrevi/dini olanı, gündelik hayattan uzaklaştırma. Sekülerleşme (secularization): Sekülerleştirme eylemi. Dinin gündelik hayattaki etkisini ve yerini azaltma, sınırlama süreci.” (5)

Loobster sözlüğünde ‘secularism’ sözcüğü şöyle açıklanmaktadır (6):

“a- Dünyevi ruh dünyevi yönelişler. İlke ve uygulamalardan oluşan ve her çeşit inanç ve ibadeti ret eden sistem.

b- Din ile kilisenin, devlete ve özellikle genel eğitim işlerine hiçbir şekilde müdahale edememesi anlayışı.”

Oxford sözlüğünde ‘secular’ sözcüğü şöyle tanımlanmaktadır(6):

“a- Dünyevi ya da maddi olan. Dini ve ruhi olmayan.

b- Dinin, ahlak ve eğitime temel olması gerekmediğini söyleyen görüş.”

“Uluslararası Üçüncü Yeni Sözlük”, ‘secularism’ sözcüğünü şöyle açıklamaktadır (6):

“Hayatın tamamında ya da bir bölümünde dinin veya dini değerlerin yönetime müdahalede bulunmaması veya bu değerlerin amaçlı bir biçimde hayatın dışına itilmesi anlayışı üzerine kurulu yöneliş, akım.

Davranışsal ve ahlakı değerler, din kesinlikle dikkate alınmaksızın hayatın çağdaş ve sosyal dayanışma değerleri üzerine kurulmalıdır düşüncesi üzerine kurulu sosyal ahlak sistemi”

Yukarıdaki tanımlardan görülebileceği gibi Sekülerleşmede insanın bütün ilgisi ve dikkati, yalnız ve yalnız bu dünyaya çevrilmiştir. Şu an, yaşanan an önemlidir. Ahiret hayatı ya inkâr edilmiş, ya unutulmuş ya da önemsiz bir hale gelmiştir. Harvey Cox, bu süreci şöyle tanımlamaktadır:

“İnsanların en temel ilgi ve yöneliminin bu dünyanın dışından-ötesinden ve üstünden, sadece ve sadece bu dünyaya yönelmesi hareketidir. Bu, bu dünyanın bağlı olduğu mitik, metafizik ve dini her çeşit düalizmden (iki dünya) arındırılmasını içermektedir. Bunun nihai anlamı ise, bütün hastalıkları ve günahlarıyla, bütün sağlık ve umutlarıyla sadece yeryüzü alanını kemaliyle ciddiye almaktır.”(7).

Sekülerleşme, hayatın tüm alanlarının, hatta düşünme sisteminin/zihnin bile dinin etkisinden tamamı ile arındırılması hareketidir dersek abartmış olmayız:

“Peter Berger: Mamafih kültür ve sembollerden bahsettiğimizde sekülarizasyonun toplumsal-yapısal bir süreçten daha fazla bir şey olduğunu kastediyoruz. Sanat, felsefe ve edebiyatta dini içeriklerin kayboluşu ve hepsinden önemlisi bilimin dünyada özerk ve tamamen seküler bir yöntem olarak yükselişinde gözlendiği gibi o, kültürel ve düşünsel bir hayatın tamamını etkisi altına alır.

Bununla kalsa iyi, burada sekülarizasyonun aynı zamanda öznel bir yanının da bulunduğu ima edilmektedir. Nasıl ki toplum ve kültürün sekülarizasyonundan bahsediyorsak, aynı şekilde bilincin sekülarizasyonundan da bahsedebiliriz. Yalın bir şekilde ifade edecek olursak, bu, modern Batı’nın dini açıklamalarından yararlanmaksızın dünyayı ve kendi öz yaşamlarını yorumlayan gittikçe artan sayıda bireyler ürettiği anlamına gelir.”(7)

Edward Bailey’e göre de sekülerleşmenin değişmeyen anlam boyutu, din karşıtlığıdır:

“Seküleri tanımlamak gayet kolaydır. Sekülerin anlamı sürekli değişmektedir, ama sürekli olan bir yönü de vardır: Her zaman açık bir şekilde dini olanın karşıtı anlamına gelir. Dini olan ne anlama gelirse gelsin bu öyledir.” (8)

Sekülaristler, sekülerleşme teorisi ile dini hem tüm toplumsal hayattan, günlük hayattan hem de bireyin düşünce/zihin ve ahlak hayatından tamamıyla tasfiye etmek istemişlerdir. Sekülerleşme kavramını ortaya ilk kez atan Max Weber’e göre, “Sosyal eylem için kesin bilgi sağlama anlamında ilahi otoriteye yöneliş geçmişe göre güvenirliliğini kaybetmiş pratik ekonomik faktörler bilginin değerini belirlemede giderek artan bir rol oynamaya başlamıştır.” (8)

Sekülerlere göre bilim ve sosyoloji geliştikçe, din etkisiz hale gelecektir: “Sekülerleşme teorisinin ana teması gayet nettir: Modernleşme ile hem toplumsal seviyede hem de bireyin zihninde (bilincinde) din gerileyecektir.” (9)

Ancak zaman bunun tersini ortaya koymuş, din bireylerin ve toplumların hayatında, ruh dünyalarında çok ciddi bir ihtiyaç olarak ortaya çıkıp yaygınlaşmıştır. Bu, sekülerleşme teorisine vurulan ciddi bir darbedir. Sekülerleşme teorisyenlerinden Bryan Wilson, Peter Berger, Thomas Lucman ve Karel Dobbelaere, Dinin insanın düşünce ve ahlak dünyasında bir ihtiyaç olarak var olması gerektiğini savunarak inşa ettikleri sekülerleşme teorisini eleştiriye başlamışlardır (8-10). Sekülerlere göre sekülerleşmenin bir “toplumsal boyutu” bir de “kişisel bilinç boyutu” vardır. Sekülerleşme, her iki boyutta da dine savaş açmıştır.

Ancak bu savaşta isteneni sağlayamamış, özellikle kişisel bilinç boyutunda ciddi bir başarısızlığa uğramıştır. Peter Berger bu noktada, “Toplumsal seviyedeki sekülerleşmenin mutlaka bireysel bilinç seviyesinde de gerçekleşmesi gibi bir zorunluluk söz konusu değildir” diyerek sekülerleşmenin tümüne değil bilinç düzeyindeki değişim zorlamasına karşı çıkmaktadır.

Burada dikkat edilmesi gereken şey, hayatın dini kurallarla tanzim edilmesi ile düşünce, inanç ve ahlak yapısında dinin etkili olması farklı şeylerdir. Sekülerleşme teorisine eleştiri yönelten bu seküler düşünürler, dinin birey için bir ihtiyaç olduğunu, bireyin özel hayatında/zihninde bir karşılığı bulunduğunu fakat bunun toplumsal, kamusal, siyasal hayatı tanzim etmek şeklinde anlaşılmaması gerektiğini ifade ederek önceki düşüncelerini bir miktar revize etmektedirler (8-11). Yoksa sekülerleşme teorisinin tamamından vazgeçmiş değillerdir.

Bu durum, Jürgen Habermas’ın 3 Haziran 2008, İstanbul Bilgi üniversitesinde yaptığı konuşmada açıkça görülmektedir:

“…Dindar vatandaşlar ve cemiyetler yasal düzene sadece yüzeysel olarak uymamalıdır; ayrıca, kendi inançlarının önermelerini anayasal prensiplerin seküler meşruiyetine uygun hale getirmeleri beklenir.

Katolik Kilisesi renklerini Liberalizm ve demokrasinin gönderine, 1965’te 2. Vatikan Konsülü’yle çekti. Ve Almanya’da, Protestan Kiliseleri de farklı davranmadı. Açıkça görülüyor ki, bugün İslam’i dünyada da, Kur’an’ın doktrinine ‘tarihsel – hermenötik’ bir yaklaşımın gerekli olduğu kavrayışı gelişiyor... Seküler devletin çatışan dini görüşlere karşı tarafsızlığıyla, siyasi kamusal alanın tüm dinsel katkılardan temizlenmesini birbiriyle karıştırmayalım.” (12)

Sonuç: Sekülerizm, Dinin Toplumsal Hayattan Tasfiye edildiği Bir Yaşam Tarzının Adıdır

Sekülarizasyon, varlık teorisi, bilgi teorisi ve değer teorisi açılarından dine açılmış bir savaşın adıdır. Günlük hayatta, sanatta, kültürde, eğitimde, dil de, bilimde, değerlerde, düşüncede, ekonomide, siyasette yönetimde ve devlet hayatında; kısaca günlük hayatın hiçbir yerinde dine ve dini düşünceye yer yoktur.

Seküler düşüncede, Allah’ın ve Ahiret hayatının var olup olmaması önemli değildir. Allah var olabilir. Ancak Allah, hiçbir şekilde bu dünyaya, bu dünyada ki hayata karışamaz, onu tanzim edemez. Bu dünyada ki hayat, Ahiret var diye düzenlenemez. “Biz bu dünyada varız, bu dünyada yaşar ve ölürüz. Öte bizi ilgilendirmez. Olsa da olur olmasa da olur, fark etmez” denmektedir. Nitekim İngiliz Ansiklopedisi, “Secularism”i, Ahiretten ilgilerini keserek insanları yalnızca dünyaya yönlendirme hareketi” (6) olarak tanımlamaktadır.

Özet olarak Seküler düşünce, Allah’ın ve Ahiretin bu dünyanın tanzim edilmesinde hiçbir rolü olmaması esasına dayanmaktadır.

Bir mümin bunu kabul edebilir mi?

Kaynaklar

1- Izutsu, T., Kur’an’da Allah ve İnsan, Ankara Ünv., Ankara, 1975, s.: 21, 22.

2-Ramsaur, E. E., Jöntürkler, 1908 İhtilalinin Doğuşu, Pınar yayınları, İstanbul, 2011, S: 18.

3- Hocaoğlu, D., Laisizm’den Milli Sekülerizm’e Laiklik Sorununun Felsefi Çözümlenmesi, Selçuk Yayınlar, Ankara, 1995, S: 80-90; 48-52;

4-Webster, 1976, S: 2053, Aktaran; Aytunç Altındal, Laiklik Enigmaya dönüşen Paradigma, Alfa, İstanbul, 2007, S: 6.

5- Kaplan Y., ‘Seküler Aklin Ötesi’, İslamiyat IV (2001), Sayı 3 S: 81-102.

6-Kardavi, Y., İslam ve Laiklik, Denge Yayınları, İstanbul, 1996, S: 59-60.

7- Güler İ., “Dünyanın başına gelen Derin sapkınlı: Dünyevileşme, İslamiyat IV

 (2001), Sayı 3, Sİ 35-58.

8 – Swatos, W., H., Christiano, K.,j., Sekülerleşme Teorisi: Bir Kavramın Serüveni, Sekülerizm Sorgulanıyor, Ufuk Kitapları, İstanbul, 2002, S: 95-122.

9- Berger, B., “Sekülerizmin Gerilemesi”, Sekülerizm Sorgulanıyor, Ufuk Kitapları, İstanbul, 2002, S: 7-10

10- Hadden J., K., “Sekülerizmden dönüş”, Sekülerizm Sorgulanıyor, Ufuk Kitapları, İstanbul, 2002, S: 123-159.

11- Berger, B., “Dinin Krizinden Sekülerizmin Krizine”, Sekülerizm Sorgulanıyor, Ufuk Kitapları, İstanbul, 2002, S: 75-94.

12- 6 Haziran 2008, Radikal, S. 10.

 

5 Mayıs 2016 Perşembe

MECLİS BAŞKANI İSMAİL KAHRAMAN’I LİNÇ ETME GİRİŞİMİNİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ-2: Kavramsal Kargaşa

 (Milli Gazete)

Giriş

İslam Ülkeleri Akademisyen ve Yazarlar Birliği’nin düzenlediği konferansta, Meclis Başkanı İsmail Kahraman’ın  “Yeni Türkiye ve Yeni Anayasa” adlı konuşmasında, kendisine sorulan sorulara verdiği cevaplarda, “Laiklik bir kere yeni anayasada olmamalıdır”, “tarifi yapılmalıdır”,  “Dindar anayasa meselesinden anayasamızın kaçınmaması lazım” (1) demesi üzerine, Türkiye’de her zamanki gibi “bir kaşık suda fırtına kopartanlar”, Meclis başkanı İsmail Kahramanı “linç etmeye kalkmış  lar” ve “İstifa etmesini” istemişlerdir.

Meclis Başkanının konuşması üzerine başlatılan tartışmalarda kullanılan din, laiklik ve sekülerlik kavramlarına taraflar aynı anlamı yüklememektedir. Kelime aynı ve fakat muhteva farklıdır. Bu da tarafların birbirini anlamasına mani olmakta, gerilim artmakta, hakaret edilmeye başlanmakta, kavga noktasına gelinmektedir. Bu nedenle konumuz açısından “Din”, “sekülerlik” ve “laiklik” kavramlarının taşıdığı anlamların tartışılmasında fayda vardır.

Bu tartışmaya girmeden önce, genel olarak, bir kelime haznesinde/sözlükte yer alan “anahtar” ve “odak” kelimelerin anlam alanlarının ne olduğunu, yanlış değerlendirildiklerinde neden olacağı sorunları, ana hatları ile ele alıp incelemeliyiz.

Tarif Nedir?

Meclis Başkanı Kahraman, gerek yaptığı konuşmada ve gerekse yaptığı basın açıklamasında, laikliğin açık, net bir tarifinin yapılmamış olmasından ve bunun neden olduğu sıkıntılardan şikâyet etmektedir:

“Dünyada üç anayasada laiklik var. Fransa’da var. İrlanda’da var. Bir de Türkiye’de var. Tarifi de yok. İsteyen, istediği gibi bunu yorumluyor. Böyle bir şey olmamalıdır...” (1)

“…Bu kavram siyasi hayatımızda ve yargısal uygulamalarda bireysel ve toplumsal hak ve özgürlükleri sınırlayıcı, yok edici bir araç olarak kullanılmıştır ve ciddi mağduriyetlere yol açmıştır. Bu haksızlıkların en temel sebebi laiklik kavramının tanımının yapılmamış olmasıdır.

Mevcut anayasamızda Türkiye’nin, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olduğu belirtilmekte ancak laikliğin tanımı yapılmadığından, din ve vicdan hürriyeti kavramları da tartışmaların ortasında yer almaktadır.

Yersiz, lüzumsuz ve halkı kamplaştırıcı tartışmaların önüne geçmek için, laiklik kavramı, kötü niyetli yorumlara yol açmayacak şekilde, açık ve net bir biçimde tarif edilmeli, istismar edilmesinin önüne geçilmelidir.” (2)

Türkçe sözlüklerde Tarif (Tanım), “1- Bir nesneyi bütün vasıflarını içine alacak şekilde sözlü veya yazılı olarak anlatma; 2- Bir kavramı kelimelerle ifade etme, 3- Bir nesneyi belli başlı noktalarını zikrederek tanıtma.” (3) olarak ifade edilmektedir. Bir şeyin tarifi öyle olmalı ki kafa karışıklığına, anlaşmazlığa sebebiyet vermesin. Bunun için tarifin, ‘Ağyarini/Ağyarına mâni, efradını/efradına câmi’ olması gerekir denmiştir (4). Bununla anlatılmak istenen tarifin, tarif edilen hususa ait bütün nitelikleri toplaması, ondan farklı olan nitelikleri dışta bırakmasıdır. Ne gereğinden fazla uzun olması ne de anlaşılamayacak kadar kısa kalmasıdır.

Herhangi bir şeyin tarifinin bu kapsamda olması gerektiği gerçeğini göz önüne aldığımızda Türkiye’de laiklik, laisizm, sekülerlik ve sekülerleşmenin açık bir tanımı olduğunu söylemek çok zordur.

Kelimelerin Anlam Alanları, Anahtar Kelime, Odak Kelime

İnsanoğlu hayatı boyunca, haberleşmenin, iletişimin, karşılıklı anlaşmanın aracı olarak değişik kelimeleri türetmiş ve kullanmıştır. Kelimeler, yalnızca bir konuşma aracı değil; aynı zamanda, toplumun içinde bulunduğu durumu, dünya görüşünü, kültürü, sistemi algılayıp değerlendirebilme aracıdır da. Toplumun ilişkileri, davranışları, anlayışları, kültür ve yaşantısı hakkında bilgi verirler.

Bazı kelimeler tek anlamlı, bazıları ise birden fazla anlamlıdır. Her kelimenin kendine özgü bir sözlük manası vardır ki biz o kelimeyi, bulunduğu münasebet sistemi dışında da mütalaâ etsek, kelime yine o manayı taşır. Buna kelimenin “esas manası” denmektedir. Esas mana, kelimenin her zaman taşıdığı, hangi sisteme girerse girsin, toplum tarafından aynı kelime olarak bilindiği sürece yitirmediği manadır (5).

Bazılarının ise sözlük anlamlarının yanı sıra, sözlük anlamlarından daha öncelikli olarak kullanılan bir başka anlamları daha vardır. Buna ıstılahı anlam denmektedir. Istılahı (izafî ) mana, kelimenin kökünden gelmeyen, fakat içinde bulunduğu münasebet sisteminden ve bu sistemdeki diğer kelimelerle kurduğu ilişkiden doğan özel bir anlamdır. Esas mana, kelimenin her zaman taşıdığı asıl mana iken; ıstılahı (izafî) mana içinde bulunduğu özel sistemden, bu sistemdeki diğer kelimelerle olan münasebetinden kazandığı özel manadır.

Kur’ân’ın içinde yer alan Kitap, Yavm, Sâ’at, Kefere gibi pek çok kelimenin hem esas manası hem de ıstılahı manası vardır. Kitap kelimesinin esas manası, “yazılmış veya basılmış sayfaların bir araya getirilmesi ile oluşan toplam” (3) iken vahiy alanında dini terminolojide ıstılahı anlamı, “Kur’an”dır (2/174). Tıpkı bunun gibi, din ve laiklik kelimelerinin bir esas anlamları bir de ıstılahı anlamları vardır. Din ve laiklik tartışmalarına bu açıdan da bakmak gerekmektedir.

Kelimelerin ıstılahı anlamları, bir mıknatısın çekim alanına benzer. Bir mıknatıs gibi kelimenin çevresinde bir anlam alanı meydana getirir. Başka kavramlarla özel bir ilişki ağı kurarak, genel düşünce ve kültürel yapı sisteminin içinde özel bir konum alır. Genel olarak bir sistem içinde yer alan bu tür kelimelere “anahtar kelime” adı verilmektedir (5). Bazı anahtar kelimeler, çok geniş bir alanda birçok farklı anahtar kelimenin anlam alanları üzerinde etkili olabilme gücüne sahiptir. Bu tür anahtar kelimelere “odak kelime” adı verilmektedir. Genel olarak kelimeler, özel olarak da, anahtar ya da odak kelimeler, zamana bağlı olarak anlam kaymasına uğrayabilir, anahtar ya da odak kelime olma özelliğini kaybedebilir. Anlam alanları daralabilir ya da genişleyebilir. Bazıları tamamen unutulup kullanılmaz hale gelebilir. Bunlar, toplumun zihinsel ve kültürel değişiminin bir ölçüsü olarak ortaya çıkmaktadır.

Hem din hem de laiklik kelimesi sosyal hayatta pek çok kelimeyi etkileyen ve şekillendiren çok önemli anahtar ve odak kelimelerdir. İnsanlık tarihi boyunca anlam alanları, bazen daralmış bazen de genişlemiştir.

Bir düşünce sisteminde, bir bilim dalında kendine özgü pek çok anahtar kelime mevcuttur. Bu kelimeler; bu alanla ilgilenen şahıslarda, kelimenin kuşattığı alanın, ilişki ağının toptan bir bütün olarak canlanmasına neden olur. Bir bilgisayar mühendisinin, Bilgisayar dendiğinde donanımdan yazılıma kadar birçok alt anlam alanlarını içeren terimler, konular hafızasında canlanır. Bilgisayar kelimesinin oluşturduğu sistem, birçok anahtar sözcüğü içermekte, onlarla karışık bir ilişki ağı kurmaktadır. Bu nedenle bir anahtar sözcük olan bilgisayar, kendi özel alanı içerisinde odak kelime olarak nitelendirilmektedir. Fakat aynı bilgisayar terimi, internet içerisinde odak kelime olma özelliğini kaybeder, bir anahtar kelime olma özelliği kazanır.

Kelimeler, alanla ilgilenen bireyler tarafından aynı şekilde algılanmalıdır. Kafalarda aynı çağrışım olmalı, hafızada aynı şey canlanmalıdır. Aksi takdirde o özel alanla ilgilenenlerin anlaşmaları mümkün değildir.

Günümüzdeki kavram kargaşasının biraz daha anlaşılabilmesi için Televizyon kavramını, göz önüne alalım. Televizyon haberleşme sisteminde ses ve görüntüyü insanlara aktaran teknik bir cihazdır. Televizyonda ses ve görüntü aktarımı, birlikte olan iki önemli fonksiyondur. Televizyonda görüntü yok, ses varsa, şekil olarak televizyon olmasına karşılık; bir radyo olarak fonksiyon icra ediyor demektir. O teknik cihaza televizyon demiş olmanız, onun, televizyonun fonksiyonunu icra ettiği anlamına gelmez.

İşte Türkiye’de belli zamanlarda canlanan din ve laiklik tartışmalarında tarafların her iki kavrama yükledikleri anlamlar aynı değildir. Dahası taraflar, her iki kelimenin anlam alanlarını, televizyon örneğinde olduğu gibi, içini boşaltarak kullanmaktadırlar.

Kavramsal Kargaşa

Konfüçyüs’e, ‘Toplumun kaderi senin eline verilirse onu düzeltmek ve iyileştirmek için ne yapardın?’ diye sormuşlar. Konfüçyüs soruyu; “İlk işim isim ve kavramları değiştirmek olacaktır.  Çünkü toplum, isim ve kavramları yanlış tabir etmek ve kullanmakla bozulur.” (6) şeklinde cevaplandırmıştır. Max Moller ise ‘Kelimelerin yanlış ve bozuk kullanılması önce eserde dil hastalığı, sonra da ahlakta hastalık doğurur; çünkü bozuk bir kelime ve yanlış bir deyim giderek yaşamanın bir parçası haline gelir.’ (6) demek suretiyle kelimelerin anlamlarının bir toplum ve bir kültür ve medeniyet için ne kadar hayatı öneme haiz olduğunu ortaya koymaktadır.

Kelimelerin Anlamlarını Çarpıtmak Suretiyle Tahrif Etme

Tevhidi değerlerin/İslam’ın meydana getirdiği dinamizm ve direnç karşısında tutunamayanlar, Tevhidi değerleri/İslam’ı bulandırarak tasfiye etmek için onun anahtar-odak kelimelerinin anlam alanlarını tahrif etmeye kalkmışlardır. Birçok kelimenin anlamlarını çarpıtmak için onları bulundukları anlam ağından, semantik alandan, koparmak istemişlerdir ve de istemektedirler: “Onlar, kelimeleri konuldukları yerlerinden saptırırlar. …İçlerinden birazı dışında, onlardan sürekli ihanet görür durursun.” (5 Maide 13, 41)

Gerçeklerin Üzerini Örterek Tahrif Etme

Bazı durumlarda Kur’an’da var olan bazı değerleri, eklemleme yaparak veya anlam sahalarını kısıtlayarak çarpıtmak mümkün olamayabilir. Bu durumda, kendi savundukları fikirlere karşı olan bu değerlerin gündeme gelmemesi için gayret sarf ederler. Onlar için bunların üzerlerinin örtülmesi, tartışılmasından daha yararlıdır:

“Allah’ın indirdiği Kitaptan bir şeyi gözardı edip saklayanlar ve onunla değeri az bir karşılığı satın alanlar; onların yedikleri karınlarında ateşten başkası değildir...” (2 Bakara 174)

Sonuç: Asıl Tehlike

Türkiye’nin en ciddi sıkıntısı, kavramların kendi anlam alanlarından koparılarak çarpıtılmasıdır. Birçok kavram gibi Din ve Laiklik kavramları kendi asli anlam alanlarından koparılarak yorumlanmakta ve değerlendirilmektedir. Kavramların bu şekilde anlamlarının çarpıtılması, kavramların tanımlanmasındaki sınırları muğlâklaştırmakta ve silah haline dönüştürmektedir. Değer yüklü olan kavramların, bu şekilde çarpıtılarak kullanılması, hakla batılın, maruf ile münkerin, adaletle zulmün, helal ile haramın birbirine karışmasına ve bunun doğal sonucu olarak sosyal şizofreniye sebebiyet vermektedir. O nedenle Baki,  “Batıl her zaman batıldır, asıl tehlike onun Hak suretinde görünmesindedir.” Demiştir.

Öyleyse;

“Hakkı batılın yerine geçirmeyin ve sizce de bilinirken hakkı gizlemeyin.” (2-Bakara 42)

Kaynaklar

1-http://haber.star.com.tr/sondakika/kendimize-uygun-bir-anayasa-yapacagiz/haber-1106687; Star 26.04.2016.

2-http://www.timeturk.com/mustafa-sentop-anayasa-teklifimizde-laiklik-var/haber-141317; Timetürk 26.04.2016.

3- Doğan M., Büyük Türkçe Sözlük, Pınar Yayınları, İstanbul, 2005.

4- Ülken, H. Ü., Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, S.121.

5- Izutsu, T., Kur’an’da Allah ve I+nsan, Ankara Ünv., Ankara, 1975, s.21,22

6- Şeriati A. Medeniyet ve Modernizm, Düşünce Yayınları, İstanbul, 1980, S:40-120.

 

ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI HİBRİT SAVAŞLAR DÜZLEMİNDE BÖLGESEL EKSENDE BAŞLATILMIŞTIR

(Umran Dergisi)   “Eğer Hakk, onların hevalarına (istek ve tutku) uyacak olsaydı, hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herke...