28 Nisan 2016 Perşembe

MECLİS BAŞKANI İSMAİL KAHRAMAN’I LİNÇ ETME GİRİŞİMİNİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ-1: İsmail Kahraman Ne Dedi?

(Milli Gazete)

Giriş

İslam Ülkeleri Akademisyen ve Yazarlar Birliği’nin düzenlediği konferansta, Meclis Başkanı İsmail Kahraman da bir konuşma yapmıştır. Meclis Başkanının “Yeni Türkiye ve Yeni Anayasa” adlı konuşmasında, “Laiklik bir kere yeni anayasada olmamalıdır”, “Dindar anayasa meselesinden anayasamızın kaçınmaması lazım” (1,2) demesi üzerine, Türkiye’de her zamanki gibi “bir kaşık suda fırtına kopartanlar”, Meclis başkanı İsmail Kahraman’ı “linç etmeye kalkmışlar” ve “İstifa etmesini” istemişlerdir.

Cumhuriyet Tarihi boyunca laiklik ve sekülerlik üzerinden yürütülen psikolojik harekat ile yol boyu, Müslüman camia tehdit edilmiş ve hakarete uğramış, hatta mahkum edilmiştir. Yürütülen psikolojik harekâtın sonucunda, Müslüman camia içerisinde laikliği benimseyen bir insan unsuru ortaya çıkmıştır. Din ve Laiklik kavramlarının anlam alanlarının çarpıtılarak kullanılması, sosyal bir şizofreniye sebebiyet vermiştir. Bu nedenle “Din”, “sekülerlik” ve “laiklik” kavramlarının tartışılmasında fayda vardır.

Bu yazı dizisinde önce Meclis Başkanı Kahraman’ın yaptığı konuşma değerlendirilecek sonra da Din, dünyevileşme, sekülerleşme ve laikleşme kavramlarının anlam alanları ele alınıp incelenecektir.

Meclis Başkanı İsmail Kahraman’ın Konuşması

Meclis Başkanı İsmail Kahraman konuşmasında, Osmanlının son dönemlerinde başlayan ve Cumhuriyet Döneminde zirveye çıkan yanlış bir yaklaşıma dikkat çekmeye çalışmıştır. Bu yanlış yaklaşım, insanı ve milleti önceleme yerine devleti önceleme; millet için devletin var olması yerine devlet için milletin var olması yaklaşımıdır. O nedenle Kahraman konuşmasında, devlet ve millet kaynaşmasına vurgu yaparak insanın ve milletin öncelenmesine dikkat çekmek istemiştir:

«Önce insan. Yeni Anayasa önce insan demelidir. Devlet insanın hizmetinde, vatandaşının hizmetindeki bir örgüt olmalıdır. Bizde tersine, devleti koruyan, ferdi ise hizmet ettiren noktada olan anayasalar olmuştur… Yeni anayasa ferde ehemmiyet vermeli. Devlet, kendini ferdin hizmetinde bilmeli… “ (1,2).

Kahraman’a göre insanı ve milleti değil de devleti önceleme yanlış yaklaşımı, mevcut anayasanın ruhuna sinmiştir. Mevcut anayasa, bir yerde özgürlükleri verirken bir başka yerde özgürlükleri geri alarak yığınla tezadı bünyesinde barındırmaktadır. Bu tezat, hem diline hem de muhtevasına yansımıştır:

“Mevcut anayasanın dili de imlası da düzgün değil… Birinci kısmında hürriyeti verir. Maddenin hemen ikinci kısmında ‘ancak, şu kadar ki, fakat’ diyerek hürriyeti geri alır. Niye? Çünkü bir darbe anayasasıdır. 61 de böyledir. 82 de böyledir… Hürriyeti verdikten sonra tahdit olmamalı…” (1,2)

Kahraman’a göre kendi toplumsal yapımıza, gerçekliğimize uygun olarak anayasa yapılmalıdır. Anayasada kurucu irade olarak millet yer almalı ve anayasa millet tarafından yapılmalı, zamana, zemine ve şartlara bağlı olarak da değiştirilebilmelidir. Tepeden inme Anayasa yapılmamalıdır:

“Anayasanın gözlerde büyütülmesi çok yanlıştır. ‘Anayasa değişir mi değişmez mi?’ gibi tartışmalar var. Tabii ki değişir, nihayetinde bu bir yasa. Anayasayı millet istediği gibi yazar, kaleme alır ve yayınlar. Çünkü kendini yönetecek noktaları, o tespit edecek. ‘Kurucu irade şöyle dedi, böyle dedi’ denmez. Kurucu irade, milletin ta kendisidir. Millet bunu yapmalıdır… Anayasayı toplumla kaynaşarak yapacaksınız. Bizdeki anayasa çalışmaları daha çok tepeden inme şeklinde yapılmıştır.” (1,2)

Toplumsal değişimi, zamanı, zemini ve içinde bulunulan şartları göz önüne almayan, katı ve ayrıntılı bir anayasa, toplumsal isteklere zamanında cevap verememektedir. Böyle bir anayasa, toplumsal isteklere cevap verebilme amacıyla yapılacak tüm yasal düzenlemelerin önünde de büyük bir engeldir. Bunu aşabilmek için pansumanvari değişimler yapılarak ihtiyaçlar karşılanmaya çalışılmaktadır. Bu da, Anayasayı yamalı bohça haline getirmektedir. 1982 anayasası, bu nedenle “yamalı bohçadır ve Türkiye’nin bütünlüğünü göz önüne alamamaktadır.” Meclis Başkanı Kahraman’ın dikkat çektiği noktalardan biri de budur.

Anayasalar, milletlerin inancına, hayat felsefesine, akaidine, dinine imanına göre yapılır. Kendi kültür ve medeniyet kodlarını koruyan, geliştiren, geliştirmeye imkân veren yasaların anası olarak şemsiye görevi görür. Ayrı dünya görüşü, hayat felsefesi, din ve imana sahip bir toplumda geçerli ve başarılı olan anayasa veya yasalar, farklı dünya görüşü, hayat felsefesi, din ve imana sahip bir başka toplumda geçerli, başarılı olmaz, olamaz. Bugün mevcut anayasa ve yasalar, tepeden inmeci ve toplumsal gerçekliğimize uygun olmayıp kültür ve medeniyet kodlarımızla uyuşmamaktadır. Kahraman konuşmasında, dikkat çekmek istediği en temel nokta burasıdır:

“Peki, niye biz Müslüman bir ülke olarak, dinden kendimizi arındırma, geri çekme durumunda olacağız? Niye? İslam İşbirliği Örgütü’ne kayıtlıyız, üyesiyiz, kurucusuyuz. İslam Kalkınma Bankası’nda varız İslam Dışişleri Konferansı’nda varız. Bir İslam ülkesiyiz. Bu nedenle dindar bir anayasa yapmalıyız.” ... Anayasamızın dinden kaçınmaması lazım.” (1,2)

Bin yıl İslam Kültür ve medeniyeti ile yoğrularak şekillenmiş bir milletin, dinine göre bir hayat tarzı inşa etmesinin önünde en büyük engel, laikliktir. Muhtemelen bu nedenle Meclis başkanı, dini hayattan koparan, tecrit eden bir ilke olarak laiklik ilkesinin Anayasa ve yasalarda yer almasına karşı çıkmaktadır:

“Ladinilik olmamalı yeni anayasada ve dindar bir anayasa olmalı. … Herkes dini inancında, bunu yaşamada ve ifade etmede hürdür. Fransa’daki anlayış da bu. ‘Allah demeyeceksiniz’ Allah Allah. Ölürken mi diyeceksiniz… Laiklik bir kere yeni Anayasa’da olmamalıdır. Dünyada üç anayasada laiklik var. Fransa’da var. İrlanda’da var. Bir de Türkiye’de var. Tarifi de yok. İsteyen, istediği gibi bunu yorumluyor. Böyle bir şey olmamalıdır...” (1,2)

Meclis Başkanı Kahraman, bir taraftan laikliğin anayasada yer almamasına karşı çıkarken diğer taraftan da laikliğin tanımının açık olarak yapılmamasından şikâyet etmektedir. Ancak Allah lafzının geçmediği ve fakat laiklik ilkesinin en katı bir şekilde yer aldığı 1961 ve 1982 anayasalarını “dindar anayasalar” olarak da nitelendirmektedir:

“Mevcut anayasanın herhangi yerinde Allah lafzı yok ama Anayasa inanca göre tasnif edildiğinde; bu 82 Anayasası da, 61 Anayasası da dindar anayasalardandır. Neden? Diyanet İşleri Başkanlığı idare içinde vardır. Resmi tatiller, Kurban Bayramı, Ramazan Bayramı’dır. Din dersleri mecburidir ve inanca dayalı bir yapısı vardır. Yani seküler değildir, dindar anayasadır. Laiklik tarifi de ona göre olmalıdır… Mesela dindar anayasa meselesinden Anayasamızın kaçınmaması lazım. Dini olarak bahsetmesi lazım.” (1,2)

Burada bir tezat vardır. Bir anayasada, “Diyanet İşleri Başkanlığı”, “Resmi tatiller”, “Kurban Bayramı”, “Ramazan Bayramı” ve “Din derslerinin mecburi”  oluşunun yer almış olması, o anayasayı dindar anayasa yapmaz/yapamaz. Dinin hayatı tanzim etmesini sağlamayan, buna imkân vermeyen bir anayasa dindar olamaz. Dini, ibadet boyutuna indirgeyerek ferdin kalbine, evine ve camisine hapseden bir anayasa, İslam dinini parçalamakta, bütünlüğünü bozmakta ve dini tahrif etmektedir. “Ilımlı İslam” denilen de bundan başkası değildir. Böyle bir din “Allah indinde Hak din İslam’dır” ilkesine aykırıdır.  

Meclis Başkanı Kahraman’ın 26 Nisan 2016 Salı Tarihli Basın Açıklaması Yanlış Olmuştur.

Meclis Başkanı konuşmasının bütünlüğü içerisinde, kavramsal düzeyde tezatlar var olmuş olmasına rağmen, Türkiye’nin en hayatı meselesine cesaretle parmak basmış ve gündeme taşımıştır. Normal olarak AKP, MHP, Saadet Partisi, BBP, gönüllü kuruluşlar, kanaat önderleri ve bilim insanları bu değerlendirmelere sahip çıkıp laiklik konusunun felsefi boyutta tartışılmasına imkân vermeliydiler. AKP ve MHP kurmaylarının bu tartışmaya katılmayıp laiklik ilkesine sahip çıkmaları, Kahraman’ı çok etkilemiş olmalı ki 26 Nisan 2016 Salı Tarihli Basın Açıklamasında yanlış anlaşıldığını ifade ederek laikliğin tanımının yeniden yapılmasını istemekte ve laiklik ilkesine sahip çıkmaktadır:

«… Bu kavram siyasi hayatımızda ve yargısal uygulamalarda bireysel ve toplumsal hak ve özgürlükleri sınırlayıcı, yok edici bir araç olarak kullanılmıştır ve ciddi mağduriyetlere yol açmıştır. Bu haksızlıkların en temel sebebi laiklik kavramının tanımının yapılmamış olmasıdır.

Mevcut anayasamızda Türkiye’nin, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olduğu belirtilmekte ancak laikliğin tanımı yapılmadığından, din ve vicdan hürriyeti kavramları da tartışmaların ortasında yer almaktadır.

Yersiz, lüzumsuz ve halkı kamplaştırıcı tartışmaların önüne geçmek için, laiklik kavramı, kötü niyetli yorumlara yol açmayacak şekilde, açık ve net bir biçimde tarif edilmeli, istismar edilmesinin önüne geçilmelidir.

Esasında; laiklik her türlü din ve inanç mensuplarının ibadetlerini özgürce icra etmelerini, dini kanaatlerini açıklayıp bu doğrultuda hayatlarını tanzim etmelerini güvence altına alır. Bu bakımdan laiklik, özgürlük ve toplumsal barış ilkesidir.

“Anayasanın dindar olması” beyanımdaki kastım; hiçbir ayrım yapmaksızın din ve vicdan özgürlüğünün anayasamızın lafzi ve ruhu ile güvence altına alınmasını sağlamayı temenni etmektir.

Laikliğin farklı inanç gruplarına sağladığı hürriyetlerin mevzuatta yer bulması, devlet ve milleti karşı karşıya getirmeyen bir laikliğin tarifi ve tatbikatı yeni anayasada olmalıdır.” (3)

Bu açıklama çok yanlış olmuştur. Din Laiklik ve sekülerlik kavramları incelenirken bu metin yeniden değerlendirilecektir.

Sonuç: Meclis Başkanı Kahraman Yalnız Adam Konumuna Sokulmamalı

Bu ülkede Allah’ın var olup olmadığı, Hz. Peygamberin aile hayatı dâhil tüm yapıp ettikleri, Kur’an ve sünnet, namaz, hac, oruç, kurban sürekli tartışılmakta/tartışılabilmektedir. Ancak bu ülkede, “laiklik” gibi bazı kavramlar, belli kesimler tarafından putlaştırılarak tartışılamaz kılınmıştır. Tartışmaya açılmak istendiğinde de bir kaşık suda fırtınalar kopartılarak muhataplar suçlu ilan edilip susturulmaya çalışılmaktadır.

Mümin olduğunu söyleyen herkesin, laikliğin felsefi/hikmet boyutunun ne olduğu üzerinde tefekkür etmesi gerekmektedir. Laiklik, dini, sadece ibadet boyutuna indirgeyen bir tanımlama yapmaktadır. Bu yeni din, Kur’an ve Sünnetin tanımladığı bir din değildir. O nedenle, Dinin, Sekülerlik ve laikliğin felsefi, hikmet boyutu tartışılmalıdır.

Meclis Başkanı yaptığı konuşma ile bu imkânı sağlamıştır. Türkiye’nin en hayatı meselesine cesaretle parmak bastığı için de takdir edilmeli ve desteklenmelidir. Desteklenecektir. Şer cephesi tarafından linç edilmesine müsaade edilmemelidir. Müsaade edilmeyecektir. Yalnızlığa terk edilmemelidir. Terk edilmeyecektir.

Kendilerine teşekkür ediyoruz.

Tam zamanında yaptığı basın açıklaması için TGTV yönetimine de teşekkür ediyoruz.

Herkesi, Meclis Başkanı Kahramanı destek olmaya davet ediyoruz.

Kaynaklar

1- TBMM Başkanı Kahraman’dan Tartışılacak Sözler”, Doğan Haber Ajansı 25.04.2016;

http://www.dha.com.tr/tbmm-baskani-ismail-kahraman-laiklik-bir-kere-yeni-anayasada-olmamalidir_1207891.html.

2- “TBMM Başkanı Kahraman: Kendimize Uygun Bir Anayasa Yapacağız”, Star 26.04.2016;

http://haber.star.com.tr/sondakika/kendimize-uygun-bir-anayasa-yapacagiz/haber-1106687

3- Mustafa Şentop: Anayasa Teklifimizde Laiklik Var, Timetürk 26.04.2016;

http://www.timeturk.com/mustafa-sentop-anayasa-teklifimizde-laiklik-var/haber-141317

 

22 Nisan 2016 Cuma

Kut’ülAmare Savaşında Komutanlar Arası Psikolojik savaş-3: YA KUTÜL AMARE KAZANACAK YA SYKES-PİCOT KAZANACAK

 (Milli Gazete)

Giriş

Burada, “Kut’ül- Amâre” savaşı boyunca Osmanlı ve İngiliz Komutanları arasında yürütülen psikolojik savaşı ele alacağız.

Komutanlar Arası Psikolojik savaş

Psikolojik savaş, genel olarak, zihinler üzerine yoğunlaşmış, muhatabın iradesini çözmeye, suçlu olduğuna inandırmaya, teslim almaya, kendine taraftar yapmaya ve eğitip eski sisteme/kendi sistemine kazandırmaya dönük bir savaştır. Sıcak Savaş dönemlerinde Psikolojik Harekâtın muhatapları, psikolojik harekâtı yürüten tarafın hem kendi kuvvetleri hem de düşman kuvvetleridir. Kendi tarafında, karşı tarafın psikolojik savaşının her türlü etkisini kırmaya ve yok etmeye dönük bir savunma mekanizması geliştirilirken; aynı zamanda düşmana karşı da bir psikolojik savaş yürütülür. Sıcak savaş dönemlerinde yürütülen psikolojik harekât, genel olarak, düşmanın cephe gerisi, cephedeki subay ve erleri olmakla beraber, asıl muhatap insan unsuru, cephedeki komutan, subaylar, erler ve savaşın cereyan ettiği yöre halkıdır. Cephedeki komutanın iradesini çözmek, kararsızlığa itmek, karar vermesini zorlaştırmak, sıhhatli düşünmesine mani olmak, strese sokup çevresi ile iletişimini bozmak, psikolojik savaşın en öncelikli hedeflerinden biridir.

Kut’ulAmare savaşında Osmanlı Komutanı Nurettin Bey, Halil Paşa ile İngiliz komutanı General Townshend arasında, birbirlerini hedef alan bir psikolojik savaş yürütülmüştür.

Kut’ulAmare kuşatma sürecinde Osmanlı Komutanı Nurettin Bey’in İngiliz Komutanı General Townshend’a gönderdiği mesajda, İngilizlerin teslim olmalarını istemiştir. Eğer teslim olmazlarsa, “Türk birliklerinin şehre gireceklerini” ve “bu esnada vuku bulacak olan saldırılardan zarar görmemeleri için şehir sakinlerini Kut’ül-Amare’den çıkartmalarını istemiştir” (2). Nurettin Bey, bu mesajı ile kesin olarak şehre gireceklerine vurgu yaparak karşı tarafın iradesini çözmeye çalışmıştır. Yerli halkın şehri terk etmesini istemesinin sebeplerinden biri, saldırılardan zarar görmemeleri iken diğer sebep de, Osmanlı ordusunun daha serbest askeri harekat yürütebilmesi içindir. Şehir halkını koruma, aynı zamanda İngilizlerin daha sonra yapabileceği karşı psikolojik harekâtı engelleme amaçlıdır da.

General Townshend, Nurettin Beyin mesajına verdiği cevapta, “İngiliz birliklerinin teslim olmayacaklarını ve şehir sakinlerinin de kaderlerini İngilizler ile birleştirerek şehri terk etmemeyi tercih ettiklerini” bildirmesi (2), karşı psikolojik harekat olarak başarılıdır. Özellikle şehir halkının kaderlerini İngilizlerle birleştirdiği şeklinde bir yaklaşım, yanıltma, tahrik etme ve irade çözme amaçlıdır.

Osmanlı ordusu, Kut’ül-Amare’ye neredeyse her gün saldırılarda bulunarak İngiliz ordusu devamlı baskı altında tutulmuştur. Bununla, bir taraftan İngiliz ordusunun düzeni bozulmak istenirken; diğer taraftan da askerin iradesi çözülmek ve farklı etnik unsurlardan, Hint, İngiliz gibi, meydana gelen İngiliz ordusunda ihtilaflar meydana getirerek karmaşa çıkarılmak istenmiştir.

Nurettin Beyin yerine komutan atanan Halil bey (sonra paşa olmuştur) her vesilede mesaj göndererek İngiliz komutan General Townshend’in iradesini çözmeye çalışmıştır. Halil Paşa, Kut’ulAmare kuşatmasını kırmak için gelen General Alymer kuvvetlerini geri püskürttükten sonra, General Townshend’eAlymer kuvvetlerinin durumunu anlatan ve Townshend’i teslim olmaya çağıran 10 Martta 1916 tarihli bir mektup göndermiştir. Halil Paşa mektubunda, Townshend’in elinde yeteri kadar yiyecek malzemesi kalmadığını,  askerler arasında hastalıkların, intiharların ve firar olaylarının arttığını ifade ederek İngiliz ordusunda olup biten her şeyden haberdar olduğu algısını oluşturarak İngiliz komutanın iradesini çözerek teslim olmasını sağlamaya çalışmıştır (3).

General Townshend’e yardım ulaştırma konusunda İngilizler başarısız oldukça, şehirde erzak sıkıntısı her geçen gün artmaya başlamıştır. Bu durumda ekonomik olarak sıkıntıya düşen yerli Arap halkı, her gün şehirden kaçarak Türk birliklerine sığınmaktadır. Yerli halkın şehri boşaltması, İngiliz Komutanın işine gelirken Osmanlı Komutanının işine gelmemektedir. Çünkü Halk Kut’ül-Amare’yi terk ettikçe mevcut erzakla İngilizlerin dayanma gücü artmaktadır. Gelişen durum üzerine Halil Paşa Townshend’e bir mektup göndererek “erzak sıkıntısından dolayı göçe zorlayan ve halka verdiği sözü tutmayan komutan” olarak niteleyerek bir psikolojik saldırıda bulunmuştur:

“Biz Kütülamare’yi muhasaraya başladığımız zaman, size halkın şehirden çıkarılmasını teklif etmiştik. Siz halkın akıbetini İngiliz hükümetiyle birlik gördüğünüzü söylemiştiniz. Ve halkı çıkarmadınız. Şimdi açlık baş gösterince bunları çıkarmak suretiyle kalenin mukavemetini arttırıyorsunuz. Siz de pek güzel takdir edersiniz ki, biz buna müsaade edemeyiz. Birinci hatlarımıza iltica edecek halka karşı silah kullanacağız. Bu tarzı hareketinizden dolayı tarih sizi sözünü tutmamış bir kumandan olarak tanıyacaktır” (2)

Halil Paşa bu mektubunda, Osmanlılara karşı başlangıçta halkı güvenlik şemsiyesi olarak kullanan İngilizlerin, ekonomik sıkıntı ortaya çıkınca, halkı bizzat göçe zorladıklarını ifade ederek samimiyetsizliklerine vurgu yapmakta; sözünü tutmamakla itham etmekte, hatta yalan söylediğini ima etmektedir. Townshend’in karşı hamlesindeki psikolojik saldırı da, en az Halil Paşa’nın ki kadar etkili bir hamledir:

“Küt’ül- Amare muhasarası başladığı zaman, müracaatınız üzerine ben de halka Küt’ül-Amare’yi terk etmelerini tebliğ etmiştim. O vakit onlar bunu kabul etmediler. Takdir edersiniz ki, İngiliz ordusuyla mukadderatını birleştirmek isteyen bu halkı zorla yurtlarından çıkarmak elimden gelemezdi. Muhasaranın bütün meşakkatine bizimle birlikte katlanmış olan bu halk, nihayet askerin tahammüle mecbur olduğu zorluklara tahammül edemedi, çıkmak istedi. Kendilerine yaptığım her türlü tebligat ve yardıma rağmen çıkmaya devam ettiler. Şimdi de sizin silahla karşılayacağınız yolundaki tebligatınızı tekrar halka ilan ettim. Fakat müessir olmadı. Tekrar çıkıyorlar. Çıkaran ve tutan ben değilim, kendileridir. Tarih bizi sözünde durmayan bir kumandan olarak tanıyamaz. Fakat siz, perişan ve aç bir halka silah kullanırsanız, tarih sizi kendi teba’sına silah kullanmış bir kumandan tanıyacaktır” (2).

İngiliz General, Halil Paşanın iddialarını ret ettikten sonra, “Siz, perişan ve aç bir halka silah kullanırsanız, tarih sizi kendi teba’sına silah kullanmış bir kumandan tanıyacaktır” ifadesi ile elini kolunu bağlamıştır.

Halil Paşa: “Baltacı Mehmet Paşa Devrinde Yaşamıyoruz”

26 Nisan 1916’da Kut’ul-Amare’deki İngiliz ordusu teslim olmaya karar vermiş ve bu amaçla teslim şartlarını görüşmek üzere General Townshend, Halil Paşa ile bir araya gelmiştir. General Townshend, Halil Paşa’ya aşağıdaki şartlarda teslim olmayı teklif etmiştir:

“-Dünya Harbi devam ettiği müddetçe, gerek kendisi, gerek maiyeti, Türkiye aleyhinde bir harekette bulunmayacaklar.

-Elinde mevcut 40 top ve bütün tüfek ve cephaneyi, sağlam olarak teslim edecek.

-Arzu edeceğim herhangi bir bankaya hitaben şahsıma bir milyon İngiliz liralık bir çek verilecek. (Bu çeki vermek için İngiliz Hükümetinden mezuniyet aldığını ayrıca beyan ediyordu.)

-Yukarıdaki şartları kabul ettiğimiz takdirde, mevcut İngiliz kuvvetinin esir alınmayarak, güneydeki İngiliz ordusu, yani Basra istikametinde serbest bırakılacak.” (3).

General Townshend’in en çok önem verdiği nokta, “5 general, 481 subay ve 13.300 İngiliz askerini Osmanlı kuvvetlerince esir edilmeyip serbest bırakılmasını sağlamaktır (3). Çünkü İngiliz tarihinde bu kadar çok subay ve erin esir edildiği bir savaş vuku bulmamıştır. Üstelik de, Osmanlı ordusunun 10 bin şehit ve yaralısına karşılık; İngiliz kuvvetleri 30.000 zayiat vermiştir. Böyle bir teslim olayının İngiliz şuuraltında oluşturacağı travmanın çok derin ve köklü olacağını General Townshend bilmektedir. Bu nedenle para gücünü kullanarak Halil Paşayı resmen satın almak istemiş ve İngiliz birliklerinin esir edilmemesini sağlamaya çalışmıştır.

General Townshend’in bu hamlesine karşılık Halil Paşa, bu sayıdaki İngiliz askerinin esir edilmesinin İngiliz tarihinde meydana getireceği travmayı, çok iyi gördüğünden psikolojik harekâtın merkezine İngilizlerin kayıtsız ve şartsız teslim şartını yerleştirerek rüşvet olayına çok manidar bir cevap vererek karşı çıkmıştır:

“Şahsıma ait olarak teklif edilen bir milyon İngiliz liralık çek işine gelince, bunu ancak bir şaka, bir lâtife olarak telâkki ettiğimi, vaktiyle Rus Çarı Katerina’dan bazı hediyeler kabul ederek Çar Deli Petro’yu harekâtında serbest bırakan Baltacı Mehmet Paşa devrinde yaşamadığımızı da açıkça ve kuvvetle kendisine bildirdim”(3).

General Townshend Halil Paşadan umduğunu bulamayınca para şartını, miktarı iki milyon sterline çıkararak ve fakat hükümete verme şeklinde değiştirerek esir edilmeme şartını tekrarlamıştır. Halil Paşa, İngilizlere psikolojik olarak öldürücü darbeyi vurmak için “Osmanlı hükümetinin ne böyle bir paraya ne de İngiliz silahlarına ihtiyacı olmadığını” ifade ederek kayıtsız şartsız teslim şartını tekrarlamış ve eğer İngilizler, 29 Nisan günü teslim olmazlar ise saldırıya başlanacağını bildirmiştir.

Ve İngilizler, 29 Nisan 1916 tarihinde kayıtsız şartsız teslim olmuşlardır.

Sonuç: Bugün de Kut’ul- Amare Kazanacak

Kutü’l-Amare Savaşı, İngiliz Ordusunun 29 Nisan 1916 günü kayıtsız şartsız teslim olması ile Çanakkale’den sonra kazanılan büyük bir zafer olarak Tarihimizin altın sayfalarına yazılırken; komutan Halil Paşa, aynı gün ordusuna, aşağıdaki tebliği yayınlamıştır:

Orduma!

Arslanlar! Bu gün Türklere şeref şan, İngilizlere kara meydan olan şu kızgın toprakların güneşli havasında, şehitlerimizin ruhları şâd ve handan uçuşuyorlar. Hepinizin pâk alınlarınızdan öperek, hepinizi tebrik ederim.

Bize 200 yıldan beri tarihimizde okunmayan bir vakayı kaydettiren Allah’a, hamd ve şükürler olsun. Allah’ın azametine bakınız ki 1500 senelik İngiliz tarihine böyle bir vakayı, ilk defa sizin süngülerinizle yazdırdı.

Ordum, gerek Kut karşısında, gerekse Kut’u kurtarmak isteyenler karşısında, 300’den fazla zabiti ile 10,000 erini şehit veya yaralı verdi. Fakat buna karşılık İngiliz ordusundan bugün burada, 5 general, 481 subay, 13.300 er esir aldı. Bunları kurtarmaya gelen İngiliz ordusunun ise, bugüne kadar zayiatı 30.000 kişidir, Türk sebatının, İngiliz inadını kırdığı bu harpte, birinci vaka Çanakkale’de, ikinci vaka da burada geçti.

Bu güne “Kut Bayramı” adını veriyorum. Ordumun her ferdi, her yıl bu günü kutlarken, şehitlerimize “Yâsin”ler, “Tebâreke”ler,”Fatiha”’lar okunsun…”(3)

Eğer bugün, genel olarak tüm ülke, özel olarak da Ordu+Emniyet+İstihbarat Örgütleri, “şehitlerimize “Yâsin”ler, “Tebâreke”ler,”Fatiha”’lar okuyabilme şuur, basiret, feraset ve cesaretini gösterebilirse, önümüzde Allah’ın izniyle zaferlerle dolu bir gelecek vardır.

Bunun için genel olarak tüm eğitim sistemi, özel olarak da ordunun eğitim sistemi, kendi kültür ve medeniyet kodlarımıza göre yeniden yapılandırılmalıdır.

Yeni Kut’ulAmare’ler için Ordu, “Peygamber Ocağı” haline getirilmelidir.

Kaynaklar

1-Küçükvatan, M., İngiliz Basınında Osmanlının Kut’ül-Amare Zaferi,

Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi  XIII/26 (2013-Bahar, ss. 55-85. 

2- Üzen, İ., Türklerin Kut’ül-Amare Kuşatması Sırasında İngiliz Ordusunda Bulunan Hintli Askerlerin Tutumu (Aralık 1915 - Nisan 1916), Akademik Bakış, Cilt 2, Sayı 3, Kış 2008

3- Özgelen, N.,Kut’ülAmare, Komutanı Halil Paşa’nın Hatıraları, Akıl Fikir Yayınları, Mart 2016. S: 158-185.

14 Nisan 2016 Perşembe

'YA KUT'ÜL AMARE KAZANACAK YA SYKES-PİCOT KAZANACAK' Kut'ül Amare Savaşı Sürecinde Psikolojik Savaş

 (Milli Gazete)

Giriş

Geçen iki yazıda Kut’ul-Amare Askeri savaşını ve bu savaşta yürütülen Psikolojik savaşın bir boyutunu ele aldık.  Burada, “Kut’ül- Amâre” savaşı boyunca İngilizlerin ve Osmanlıların Araplara ve Hintlilere karşı yürüttüğü psikolojik savaşı ele alacağız.

İngiliz ve Osmanlıların Kut’ul-Amare’de Araplara Yönelik Psikolojik Savaşı

Psikolojik savaş, zihinler üzerine yoğunlaşmış, muhatabın iradesini çözmeye, suçlu olduğuna inandırmaya, teslim almaya, kendine taraftar yapmaya ve eğitip eski sisteme//kendi sistemine kazandırmaya dönük bir savaştır. O açıdan, bir inanç, bir din, bir ideoloji veya bir sistem için mücadele eden insanların, uğrunda mücadele verdikleri, inanç, din, ideoloji, sistem, düşünce ve fikirlerin gözden düşürülmesi gerekir. Ya da bunların istismar edilerek, anlam alanları çarpıtılarak, daraltılarak, genişletilerek muhatap kitle ve şahısların yanlış yönlendirilmesi ile psikolojik harekâtı yürüten merkezin emellerine hizmet etmesi sağlanmaya çalışılır.

Sıcak Savaş dönemlerinde Psikolojik Harekâtın muhatapları, psikolojik harekâtı yürüten tarafın, hem kendi kuvvetleri hem de düşman kuvvetleridir. Kendi tarafında, karşı tarafın psikolojik savaşının her türlü etkisini kırmaya ve yok etmeye dönük bir savunma mekanizması geliştirilirken; aynı zamanda düşmana karşı da bir psikolojik savaş yürütür. Sıcak savaş dönemlerinde yürütülen psikolojik harekât, düşmanın cephe gerisi ve cephedeki subay ve erleri olmakla beraber, asıl muhatap insan unsuru, cephedeki komutan, subaylar, erler ve savaşın cereyan ettiği yöre halkıdır.

İngilizler, Irak harekâtına başladıkları andan itibaren Arap aşiretleri arasında yürüttükleri psikolojik savaşı, Irak seferinin Arapları değil Türk yönetimini hedef aldığı, İslam dini ile bir alakası olmadığı ve İngiltere’nin Müslümanların dostu olduğu ana teması üzerine oturtmuştur. Arapları, Türklerin hegemonyasından kurtarmak amaçlı bir savaş olduğuna inandırmaya, bunun için de desteklerini almaya ve Türklere karşı kendi yanında savaşmaya ikna etme amaçlı bir psikolojik savaş yürütmüşlerdir.

Bu iddialarını kuvvetlendirmek için İngiliz uyruğunda bulunan diğer halklar örnek olarak gösterilmekteydi. Propagandaya göre savaşın ana amacı, dini değil Arapları Türk zulmünden korumaktı. İngiltere, Arapları bu nokta da ikna etmeye çalışıyordu. Osmanlı tarafına geçmemeleri ve fakat tarafsız kalmaları durumunda da “kendilerine dostça davranılacağı belirtiliyordu” (1). İngiltere sonuç alabilmek için sadece psikolojik harekât yürütmüyor, propagandasına para faktörünü de ekleyerek, Arap aşiret reislerini satın almaya çalışmaktaydı. Kurna Muharebelerinde para ile satın alına Muhammara aşireti, İngilizlerle birlikte Osmanlı kuvvetlerine karşı savaşmıştır (1).

Buna karşılık Osmanlı, İngiliz kuvvetlerine karşı yürüttüğü psikolojik harekâtta, Müslümanlar için çok derin ve özel anlamı olan cihadı ön plana çıkararak tüm Müslümanları düşmanla cihad etmeye çalışmıştır. Ancak kaynaklarda bu cihad ilanının Arap aşiretleri arasında çok ciddi bir etkisi olmadığı ifade edilmektedir (1). Osmanlı’nın Irak seferi sırasında ilan ettiği cihadın, Arap aşiretleri arasında niçin etkili olmadığı/olamadığının bugün bir analizinin yapılması gerekmektedir. Uzmanların bu konuyu ele almaları ve bugüne dersler çıkarmalarında fayda vardır.

İngiliz ve Osmanlıların Kut’ul-Amare’de Hintli Müslümanlar ve Hindulara Yönelik Psikolojik Savaşı

İngiliz ordusu içerisinde bulunan Sih ve Hinduların, Müslümanlarla savaşmaya dini açıdan itirazları yoktu. Bununla beraber Sih ve Hinduların, Müslümanlarla savaşında heyecanlarını artıracak, morallerini yükseltecek ve öfkelerini kabartacak malzemeye ihtiyaç vardı. İngilizler bunu, Hindistan’da, “Türklerin ele geçirdikleri Müslüman olmayanları zorla Müslüman yapmaya çalıştıkları” (2) şeklindeki propaganda ile elde etmişlerdir. Hindistan’da yürütülen bu kampanyanın neden olduğu infial, Irak cephesine farklı boyutları ile taşınarak savaşan Sih ve Hindu askerlerin savaşma performanslarının artmasına, başlangıçta, çok etkili olmuştur.

Irak savaşlarında Osmanlı Psikolojik harekâtı, çok boyutlu olarak tasarlanmış ve bizzat cephede savaşan Sih, Hindu ve Müslüman Hintliler muhatap alınmıştır. Kut’ül-Amare’de dağıtılan bildirilerde, Türklere karşı sömürgeci İngilizlerin saflarında savaşan Hintli askerler kınanıyordu. Propaganda malzemelerinde ana hedef kitle ise, İngiliz ordusu içerisinde bulunan Müslümanlardı. Müslümanların yanlış yerde bulundukları, yanlış insanlara karşı savaştıkları, bu nedenle İngilizlerin saflarından ayrılarak Osmanlıların saflarına katılmaları teşvik ediliyordu. Propaganda bildirileri, gece karanlıkta İngiliz tel örgülerinin önüne bırakılıyor ve siperlerin içine atılıyordu (2).

Türkler, Kut’ul-Amare kuşatmasının başından beri yaptıkları sürekli propaganda ile Kut’ül-Amare’den Hintli askerleri firar etmeleri için teşvik ediyordu. Çeşitli Hint dillerinde bastırılan propaganda malzemelerinde, “Hintli askerler ayaklanmaya”, “İngiliz subaylarını öldürmeye”, “Türk kardeşlerine katılmaya” davet ediliyorlardı. “Osmanlı saflarına katılanlara daha iyi maaş ödemesi yapılacağı ve toprak verileceği” vaad ediliyordu (2). Aşağıda, Kut’ul Amare savaşında İngiliz siperlerine atılan bildirilerden biri yer almaktadır.

“Ey sevgili Hintli Kardeşler.

Zalim İngiliz’in ellerinden Hindistan’ın özgür olmasını sağlamak için Allah’ın bu savaşı yarattığı gerçeğini iyi anlıyorsunuz. Bu, cesur Hint askerlerinin yardımıyla tüm Racaların ve Nevvabların halen tüm Hindistan’da karışıklıklar çıkarmasının ve İngilizleri ülkeyi terk etmeye zorlamasının sebebidir. Sonuç olarak, Hindistan’ın Saad, Chakdara, Mohmond ve Kohat ilçelerinin Kuzey Batı sınırında bir tek İngiliz görülmeyecektir. Singapor, Sekunderabad ve Meerut kantonlarında cesur Hintli askerleri birkaç (İngiliz) subaylarını öldürdüler. Birçok Hintli askerinin çeşitli sebeplerden müttefikimiz olan Türkler, Almanlar ve Avusturyalılara katıldığını işitmiş olmalısınız.

Ey kahramanlar! Dostlarımız Türkler, Almanlar ve Avusturyalılar sadece ülkemizin (Hindistan) İngiltere’den özgür olması için çalışıyor ve Hintli olan sizler onlara karşı savaşıyor ve bu yüzden gecikmeye sebep oluyorsunuz. Onların aşağılayıcı davranışından ve sizden nefret etmesinden bıkmadığınızdan, sizin küçük düşüren konumunuzu gören biri çoğu kez utanmaktadır…

…Lord Hamilton’un yaralandığı ve Lord Kitchener’in korkak bir şekilde geceleyin Çanakkale’den beraberinde sadece İngilizleri götürerek ve geride Hintli askerleri bırakarak kaçtığı Çanakkale’deki son savaşı işitmiş olmalısınız. Bunu gören Hintli askerler tüm İngiliz subaylarını öldürdüler ve Türklere katıldılar. Hemen her yerde Hintli askerlerimizin Britanyalıları terk ettiğini görüyoruz. Hâlâ onlara yardım etmeye devam etmeniz ne acı şey değil midir?

Sadece şuna dikkat ediniz ki evimizi ve ülkemizi terk ettik ve yalnız 15 veya 20 Rupi için savaşıyoruz; Bizim yaşlı Risaldar (yerli süvari komutanı) ve Subadar binbaşılara bir teğmen kadar ödenmezken ve bir Britanya askeri onlara selam vermezken sadece 20 veya 25 yaşlarındaki bir teğmen Hint kaynaklarından büyük bir meblağ alıyor. Ülkemizi sömürmelerine izin vermemiz sebebiyle elde ettiğimiz zenginliğin bütün karşılığı ve saygısı bu mudur?

Örneğin, Selmanıpak muharebesinde siz Hintli askerin kaç tanesinin öldürüldüğü ve yaralandığını ve ölü ve yaralı kardeşlerin ailelerine bakacak kimsenin olmadığını gör. Sadece size ödenenle bir Britanya askerine ödenen miktarı kıyaslayınız. Din kardeşleri, acele edin. Britanya Krallığı yıkılacak. Bulgaristan onlara birkaç yenilgi tattırdı; İrlanda ve Transvaal’ın onları terk ettiğini zaten biliyorsunuz.

Daha önce Bulgar sınırında savaşan Yüce Sultan’ın cesur kuvvetleri şimdi Hintlileri kurtarmak amacıyla büyük miktarda bu tarafa doğru gelmektedir.

Britanyalılar tarafından sevgili ülkemizi terk etmeye ve Amerika’da yaşamaya zorlandık, fakat ülkemizin İngiliz ellerinden kurtulmakta olduğu haberini işitince, Almanya yoluyla buraya geldik ve Hintli kardeşlerimizi dostumuz Sultan’a karşı savaşır bulduk.

Diğer milletler özgürlüğünüzü İngilizlerden geri almak için çalışıyor, fakat kölelikten kurtulmak istemediğiniz anlaşılıyor ki dostlarımız olan Türklere karşı savaşıyorsunuz.

Bir kardeşe yapılan şeydir bu ve şimdi siz tüm subaylarınızı öldürmelisiniz ve taraf değiştirmelisiniz ve Mısır’da ve Çanakkale’de cesur Hint askerlerinin yaptığı gibi Yüce Sultan’ın ordusuna katılmalısınız. Bu ordunun tüm subayları ve Araplar Yüce Sultan’dan hangi kasttan olduğuna bakılmaksızın Türklere katılan Sih, Racput, Maharat, Gurka, Patan, Shiah veya Syed gibi herhangi bir Hintli askeri Sultan’ın topraklarında yerleşmek isterse kendisine iyi bir ödeme ve toprak bağışlanacağına dair emirler aldılar. O halde özgürlüğünüzü geri almak için Türklere yardım ederek subaylarınızı öldürme ve Türklere katılma şansını kaçırmamalısınız.

28 Aralık 1915. Hint Millî Cemiyeti, tarafından basılmış ve dağıtılmıştır.”(2)

Sonuç:

Gerek İngilizlerin ve gerekse Osmanlıların yürüttüğü psikolojik savaş, muhatap kitle için önemli olan bir ana felsefe üzerine inşa edilmiştir. İngilizler savaşın Arapları Osmanlılardan kurtarmak için yapıldığını ifade ederken; Osmanlılar da Hintlileri, zalim sömürgeci İngilizlerden kurtarmak için savaştıklarını ifade etmektedirler. Osmanlı psikolojik savaşının en can alıcı noktası, Savaşı, “Zalim İngiliz’in elinden Hindistan’ın özgür olmasını sağlamak için Allah’ın yarattığı” şeklinde bir zemine oturtmaları ve Hindistan’da İngilizlere karşı savaşan kabilelerin bu amaçla isyan ettiğini söylemeleridir.

Ayrıca İngilizlerin Hindistan’da Hintlilere yaptıkları zulüm ve sömürü üzerine vurgu yapılması, İsyanlardan bahsedilmesi, İngiliz ordusu içerisinde İngilizlerle Hintlilere ödenen maaşlar arasındaki tezatlara dikkat çekilmesi, Çanakkale ve benzeri savaşlarda, İngilizlerin İngiliz olanların kurtulmasına öncelik verip Hintlileri geri plana itmelerine vurgu yapılması ile cephedeki askerlerin ruh dünyasına girilmeye çalışılmakta ve savaşma azimleri kırılmak istenmektedir.

Kut’ul Amare’de lojistik destek hatlarının kesilmesi ile İngilizlerin içinde bulunduğu şartların zorlaşması, yiyecek ve giyecek sıkıntısının artması, Osmanlıların yürüttüğü psikolojik savaşı çok etkili kılmıştır. Osmanlıların yürüttüğü psikolojik harekât, Sih, Hindu ve Müslüman Hintliler arasında çözülmeler meydana getirmiş, öncelikli Müslüman Hint askerleri olmak üzere Hintli birliklerde ciddi isyanlar meydana gelmiş, İngiliz askerlerine ve subaylarına ateşli saldırılar yapılmış ve Osmanlı Ordusu saflarına geçmek için firar olayları meydana gelmiştir (2,3). İngiliz ordusunda disiplin sorunları ortaya çıkmıştır.

Sefer bizden zafer Allah’tandır.

Kaynaklar

1- Küçükvatan, M., İngiliz Basınında Osmanlının Kut’ül-Amare Zaferi,

Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi  XIII/26 (2013-Bahar, ss. 55-85. 

2- Üzen, İ., Türklerin Kut’ül-Amare Kuşatması Sırasında İngiliz Ordusunda Bulunan Hintli Askerlerin Tutumu (Aralık 1915 - Nisan 1916), Akademik Bakış, Cilt 2, Sayı 3, Kış 2008

3- Özgelen, N., Kut’ül Amare, Komutanı Halil Paşa’nın Hatıraları, Akıl Fikir Yayınları, Mart 2016. S: 158-185.

 

7 Nisan 2016 Perşembe

Kut?ül Amare Savaşı Sürecinde Psikolojik Savaş-2: YA KUT ÜL AMARE KAZANACAK YA SYKES-PİCOT KAZANACAK

(Milli Gazete) 

Giriş

Türkiye’de PKK-İŞİD üzerinden yapılan vekâlet savaşlarında, “şiddet içermeyen eylemlerle” “şiddet içeren” eylemlerin birlikte kullanıldığı bir aşamaya gelinmiştir. Dolayısıyla amacı farklı olan ve fakat Kadife darbeyi de ihtiva eden daha karmaşık yeni bir süreç başlatılmıştır.

Başbakan Davudoğlu’nun “Ya Kut’ül- Amâre Kazanacak Ya Sykes- Pıcot Kazanacak” ifadesini rastgele, tesadüfen söylemediği, çok hayatı bir konuya dikkat çekmek istediğini göz önüne alarak “Kut’ül- Amâre” savaşı ve “Sykes- Pıcot anlaşmasıni” bir yazı serisinde ele almanın, bugünkü ve gelecekteki nesiller açısından yararlı olduğunu düşünüyoruz. Bu nedenle, unutturulan bir zafer olan “Kut’ul Amare savaşını” ele aldık.

Bugünkü yazıda, unutturulan bir zafer “Kut’ül- Amâre” savaşı boyunca tarafların yürüttüğü psikolojik savaşı ele alacağız. Bu konuyu esas alarak yapılmış özel bir çalışmaya ulaşamadığımızı ve satır aralarında söylenmiş sözlerden hareketle konuyu ele alacağımızı hatırlatmakta fayda vardır.

Psikolojik Savaş

Psikolojik savaş, Askerî ve ekonomik harekât dışında mütalâa edilebilen insan zihnini, psikolojisini, iradesini hedef alan bütün araçların ve eylem şekillerinin kullanılmasıyla yürütülen bir savaş şeklidir (1,2). Psikolojik savaş, zihinler arası bir savaş olup, zihinler üzerine sistemli bir baskı kurma olayıdır. Karar verici merkezlere veya güçlere karşı bir liderin, bir komutanın, bir askeri birliğin, bir ülke halkının veya bir grubun direncini kırmak; onu, kaosa sürükleyerek kararsızlığa itmek, sonuçta suçlu psikolojisine sokarak teslim olmasını sağlamaktır. Bu savaşta muhataplar, hareket edemez hale getirilip suçlanır, suçlu hale sokularak teslim alınır ve eğitilerek sisteme, otoriteye bağlı hale getirilir.

Psikolojik savaşta, savaşı yürüten merkezin çeşitli kolları, farklı ideolojiler ve farklı örgütler aracılığıyla ihtilafları körükler. Karşılıklı suçlamaların yapılması sağlanarak muhataplar içinde (ülke ya da askeri birlik) gerilim artırılır. Halk ya da üçüncü taraflar, bu suçlama ve bilgi bombardımanı anaforunda korkuya kapılarak tarafsızlık yolunu seçebilir. Askeri birlikler ise savaşın anlamsızlığına ya da kazanılamayacağına inanmaya başlar. Burada hedef, lider, komutan, dava adamlarını yalnızlaştırmak; hedef kitleyi itaatsizliğe sevk etmektir.

Psikolojik savaşın başarılı yürütülebilmesinin en temel unsurlarından biri, savaşı yürüten merkezin, psikolojik savaş açacağı grup, cemaat, teşkilat, toplum veya ordu/askeri birliğe, değişik teşkilat, yapı veya fertler aracılığıyla sızabilmesidir (3-5). Sızma işlemi, yıllar öncesinden başlatılır; istenen şahıs veya örgüt, istenen konuma getirilinceye kadar sabırla bir mücadele yürütülür. Bir dantelâ gibi örümcek ağlarını örer, ilmikler, düğümler atılır ve taşlar yerine konur. Mekanizma tamamlandıktan sonra, bu sahte örgütler ve şahıslara ‘dolambaçlı harp taktiği’ uygulanarak saldırılmaya başlanır. Böylelikle yavaş yavaş meşhur edilirler. Sonra yoğun bir saldırı başlatılarak teşkilat/cemaat içinde ihtilaflar meydana getirilerek bölme, parçalama işlemi gerçekleştirilir. Bu operasyonlarla, bazen arzu edilen şahıs liderliğe yükseltilebilir. Bazen de, kamuoyunda arzu edilen hedef ele geçirilmiş ise hiçbir şey yokmuş gibi suskunluk tercih edilir ve işler bir başka bahara ertelenir. Bazen kullanılan şahıs veya örgütler, kullanan irade için tehlike arz etmeye başlamışsa ortadan kaldırılmaları, temizlenmeleri de söz konusudur.

Size rağmen, sizin adınıza, sizi yok etmek için örgüt kurmak, örgütlemek psikolojik savaşın mantığıdır. Psikolojik savaşta, aşırı hırs, asilik, şımarıklık, tamahkârlık, ihtiras, zaaf ve korku duygusu en çok kullanılan eğilimlerdir (4). Bu eğilimler kullanılarak örgütlenme, cephe hareketi ve yıpratma hareketi yürütülür.

Psikolojik savaşta, açık, gizli, yarı gizli olacak şekilde propaganda yapılır. Gerçekte psikolojik savaş hemen hemen bulanık propaganda ağırlıklıdır. Kaynağı açık değildir. “İddialar var”, “duyumlar var”, “halk arasında söylentiler var” şeklindeki değerlendirmeler, psikolojik savaşta çok sık kullanılan kavramlardır (2).

Türkiye’de her ihtilaldan önce yoğun bir psikolojik savaş ortamı yaşanması, yığınla cinayet işlenmesi, sabotaj ve bombalama eylemlerinin olması, kitle hareketlerinin yoğunluk kazanması bu anlayışın ürünüdür. Türkiye’deki gençliği kamplaştırıp birbirine kırdıran ve bu yolla şartları olgunlaştırıp siyasi iktidarları yıpratarak darbeye zemin hazırlayan, aynı derin mekanizmaya bağlı düşman görünen kardeşlerdi.

Halk, bu operasyonlarla ıslah edilir, uysallaştırılır, sindirilir ve teslim alınır. Bu, İblisin yolundan gidenlerin tarih boyu insanlığa açtığı bir savaşın günümüze yansımasıdır (7Araf 16, 17)

Kut’ul- Amare Savaşı İçin İngiliz Şuuraltını Okumak

1. Cihan savaşında İngilizler, ilk mağlubiyeti, Çanakkale savaşlarında almışlardır. Bu İngilizler için büyük bir itibar kaybı olmuştur. İtibarı zedelenen İngilizler, Çanakkale’nin şuur altında meydana getirdiği travmayı silebilmek için Bağdat’ın alınmasını öngörmüşlerdir (6-8). İngiliz siyasi subayı Sir Percy Cox’un, General Townshend’e “Bağdat’a girmenin siyasi olarak büyük önem arz ettiğini ve İstanbul’a girmek kadar büyük yankı uyandıracağını ve bu haberin etkisinin tüm Asya’ya yayılacağını” bildirmesi bu amaçladır (6,7). Kut’ul-Amare savaşında psikolojik etki, şuur altı o kadar önemli ki İngiliz Kurtarma Ordusu, Kut’ül-Amare’de kuşatılmış olan 6. Tümeni kurtarmak için, 6 Ocak–22 Nisan arasında, 6. Tümenin 2 katı, yaklaşık 21.973 kişi kayıp vermeyi göze alabilmiştir (6,7).  

Kut’ul Amare Komutanı Halil Paşa bu durumu; “Bütün kadrolara mensup 20.000 kadar İngiliz’in kaderi, şimdi bu çöl harbindeki muhasara sonunda belli olacaktı. Ama eğer biz muvaffak olursak, o zaman da o güne kadarki İngiliz tarihinde görülmemiş sayıda bir esir kafilesi, bizim elimize düşecekti. Hülâsa tarihi bir vaziyet içinde ve tarihi bir görev karşısındaydım. Bu görev başarılmalıydı” (8). Şeklinde ifade ederken gerek Osmanlı ve gerekse İngilizler için Kut’ul-Amare savaşının çok özel bir anlamı ve önemi olduğunu dile getirmiş oluyordu.

Bağdat gibi stratejik bir yerin İngilizlerin eline geçmesi ile hem Hindistan yolunun güvenliği sağlanacak hem de Çanakkale’de alınan mağlubiyetin İngiliz hafızasında ve müttefiklerinde açtığı yara kapanmış olacaktı. Dolayısıyla Kut’ul-Amare Savaşı, sadece bir klasik askeri savaş değil; psikolojik boyutu yüksek olan psikolojik bir savaştır da. İngilizler, Irak savaşlarında sadece mücadeleyi kaybettiklerinin değil ciddi itibar kaybına uğradıklarının farkındaydılar.

Kut’ul-Amare’de Kavramlar Üzerinden Psikolojik Savaş Yürütmek

Psikolojik savaş, zihinler üzerine yoğunlaşmış, muhatabın iradesini çözmeye, suçlu olduğuna inandırmaya, teslim almaya ve eğitip eski sisteme kazandırmaya dönük bir savaştır. O açıdan, bir inanç, bir din, bir ideoloji veya bir sistem için mücadele eden insanların, uğrunda mücadele verdikleri, inanç, din, ideoloji, sistem, düşünce ve fikirlerin gözden düşürülmesi gerekir. Fikri temsil eden şahısların, isimlerin, kavramların yıpratılması esas alınır. Bu amaçla, diğer psikolojik savaş faaliyetlerinin yanı sıra, o inanç veya düşünce sistemindeki temel, önemli kavramların anlamları çarpıtılmaya, değersizleştirilmeye, değiştirilmeye veya unutturulmaya çalışılır (1).

Bağdat’a doğru ilerleyen İngiliz ordusu içerisinde İngilizlerin yanı sıra, Hintli Müslümanlarla Hindular bulunmaktaydı. Hindu ve Müslüman Hintlilerin sayısı, İngilizlere göre daha fazlaydı. İngilizler, Aziziye’de hazırlıklarını yaparlarken Osmanlılar da Bağdat yolundaki son savunma noktası olan Selman-ı Pak’da hazırlıklarını yapmaktaydı.  Selman-ı Pak’ın stratejik öneminin ötesinde psikolojik bir önemi vardı. Çünkü ilk sahabe neslinden Selman-ı Farisi’nin türbesi burada bulunmaktaydı.  Bölgenin isminin Selam-ı Pak olmasının sebebi orada bulunan sahabenin isminden dolayı idi.  

Selman-ı Farisi’nin türbesinin bulunduğu bu bölgenin, İngilizlerin eline geçmiş olmasının Müslümanların şuur altında yapacağı tahribat, çok büyük olacaktır. Böyle bir bölgeyi, Müslüman Osmanlı kuvvetlerinin canla başla, fedakârca savunmaları, güçlü bir direniş ortaya koymaları, Aziziye’de hazırlıklarını yapan İngiliz komutan Townshend için beklenen bir durumdur. Ancak İngiliz Ordusu içerisindeki Hintli Müslümanların Bölgenin ismini öğrendiklerinde nasıl bir tepki verecekleri belli değildir. Savaşmak istemeyebilirler, İngilizlere olan güvenleri sarsılabilir. Her iki halde de ordu içerisinde disiplin bozulabilir. Bu ihtimalleri   düşünen Townshend, psikolojik savaş yürüterek Selman-ı Pak bölgesinin adını “Helenistik dönemdeki adı olan Ctesiphon” ile değiştirmiş ve bu ismin herkes tarafından kullanılması talimatını vermiştir ( 6,7).

Sonuç: “Muharebe Kazanıldı Harb Değil”

Farklı değer sistemleri arasındaki savaşın genel özelliği, sınırsız ve topyekûn özellikli olmuş olmasıdır. Askeri, ekonomik, psikolojik ve sosyolojik savaş türleri, karşılıklı olarak birbirlerini etkiler. Kut’ul Amare Savaşının Çanakkale’den sonra kazanılmış ikinci büyük savaş olmasının, hem Osmanlı’nın hem de müttefiklerinin üzerindeki etkisi çok yüksek olmuştur. Osmanlı’nın mağlubiyetler döneminde, böylesine bir zafer kazanmış olmak, zafer dönemi şuur altının harekete geçmesine sebebiyet vermiştir.

Kut’ul Amare Komutanı Halil Paşa savaşın psikolojik boyutunu şu şekilde ifade etmektedir:

“29 Nisan 1916, Irak cephesinde, Kutü’l-Amare’de muhasara altına alınan İngiliz birliklerinin, ordumuza teslim oldukları gündür. Bu tarihin, yalnız Birinci Dünya Harbi’mizin kronolojisi bakımından değil, İngiliz kuvvetleri sayısında bir kuvveti, ayrı bir önemi vardır. Çünkü İngiliz tarihinde ve o güne kadar İngilizler, Kutü’l-Amare’de bize silâhlarını teslim etmek zorunda kalan İngiliz kuvvetleri sayısında bir kuvveti, hiçbir zaman ve hiçbir devir ve muharebede esir vermediler...

Irak’ta, o zaman yalnız memleketi değil, dünyayı da çalkalandıran bir zafer kazanmıştık. Ama kazanılan bir muharebe idi. Harb ise devam ediyordu. Harbi henüz kazanmamıştık, O halde yapılacak iş, artık bu zaferi arkada bırakarak, şimdi geleceği düşünmekti... (8)”

Kaynaklar

1- Korkut, R., Psikolojik Savunma, Ankara (1975) s.2-10

2- Megret, M., Psikolojik Savaş, Varlık Yayınları, İstanbul(1972), s.103

3- Lazareff, H., Fransa’da Basın Rezaletleri, TGC Yayınları, İstanbul (1995) , S:34-37,182

4- Lawrence, T.E., Bilgeliğin Yeni Direği, Rey Yayıncılık, İstanbul, 1991 S: 60-61

5- Chomsky, N, ABD Terörü, Terörizm Kültürü, Pınar Yayınları, İstanbul,(1991) S:.22-23.

6- Küçükvatan, M., İngiliz Basınında Osmanlının Kut’ül-Amare Zaferi,

Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi  XIII/26 (2013-Bahar, ss. 55-85. 

7- Üzen, İ., Türklerin Kut’ül-Amare Kuşatması Sırasında İngiliz Ordusunda Bulunan Hintli Askerlerin Tutumu (Aralık 1915 - Nisan 1916), Akademik Bakış, Cilt 2, Sayı 3, Kış 2008

8- Özgelen, N., Kut’ül Amare, Komutanı Halil Paşa’nın Hatıraları, Akıl Fikir Yayınları, Mart 2016. S: 158-185.

 

ŞER İTTİFAKI ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI İÇİN İKİ ANA EKSEN OLUŞTURMAYA ÇALIŞMAKTADIR

(Umran Dergisi)   Şer İttifakı (Siyonizm-ABD-İngiltere-İsrail, AB) 21. yüzyılı “dijital dönüşüm” yüzyılı olarak öngörmekte, bu nedenle “büyü...