25 Mart 2016 Cuma

VEKÂLET SAVAŞLARININ HEDEFİ: Türkiye?yi Zihnen Bölme ve Suriyeleştirme

(Milli Gazete)

GİRİŞ

Türkiye’de PKK-İŞİD üzerinden vekâlet savaşları yapılmaktadır. Bu iki örgütün arkasındaki güç, bizim şer ekseni dediğimiz ABD-İsrail/Siyonizm-İngiltere-AB eksenidir. Amaçları, Türkiye’yi önce zihinsel sonra da fiziksel olarak bölmektir.

Taksim Kadife Darbesinin On Üçüncü aşaması diyebileceğimiz süreç, 1 Kasım seçimlerinden AKP’nin tek başına iktidar olarak çıkması ve fakat Kadife Darbecileri tasfiye etme noktasındaki eksik politikası sonucu başlayan bir süreçtir. Bu süreç, Suruç Provokasyonu ile başlayan Türkiye’yi zihnen bölme ve Suriyeleştirme Politikasının devamıdır. 

Burada bu konu ele alınacaktır. 

Kadife Darbelerde Etkili İç ve Dış Dinamikler

Kadife Darbeci kadro, hedef ülkede kadife darbe yapmak istediğinde ilk yaptığı işlerden biri, iç, bölgesel ve küresel olmak üzere üç ana dinamiğin kadife darbe sürecine etkilerinin neler olabileceğidir. O nedenle Kadife darbe süreci başlatılmadan önce bu dinamikleri, çok gerçekçi bir şekilde analiz etmekte, kadife darbenin stratejisini buna göre kurgulamakta, alternatif taktik ve politikalar geliştirmektedir.

Kadife Darbecilerin kuvvetler analizinin çerçevesini, aşağıdaki gibi özetleyebiliriz:

* Siyasal Kültür Ve Kurumlaşma:

* Diktatörün Var olup Olmaması; Yoksa İnşa Edilebilme İmkânları

* Diktatörün Güç Kaynakları, İlişki Ağı, Halk ve Devlet Bürokrasisindeki Durumu

* Devlet Yapısı İle Halk Arasında İlişki,

* Kurumların Birbirine Karşı Tutumları, Diyalogları.

* Ekonomik Yapı:

Ekonomide Bozukluk: Nimet Ve Külfetleri Paylaşmada Adaletsizlik

* Yolsuzluk,

* Yoksulluk, İşsizlik

* Toplumsal Yapı:

* Demografik Parçalanmışlık: Etnik Unsurlar Arasında ve Farklı İnançlar Arasında Kin ve Nefretin Yayılması

* Değerlerin Yozlaşması, Toplumsal Bağların Çözülmesi

* Öğrencilerin ve Gençlerin Biriken Öfkesi

* Yabancı İstihbarat Mensuplarının Öğrencilerin Arasına Sızarak İyi Bir Konum Elde Etmiş Olmaları

* Şiddetin Yaygınlaşması, Suç Oranlarında Artış,

* Bizzat Dışarıdan Finanse Edilen İşbirlikçi Sivil Toplum Örgütlerinin Var olması

* Yönetime Ve Sisteme Karşı Güvensizlik, Biriken Öfke, Gittikçe Artan Küskünler Kitlesi, Güvensizlik Dalgasının Yaygınlaşması

* İktidarın Durumu

* İktidardakilerin Bütünlük Düzeyi,

* Liderle İktidar Arasındaki Uyum,

* İktidarın İktidar Olma Kararlılığı

* Yönetimdeki Zaaflar:

* Yöneticilerin Lükse İsrafa Kaymaları,

* Halka Karşı Duyarsızlaşmaları,

* Eş Dost Akraba ve Yandaşlık İlişkisi, Aile Saltanatı.

* Yönetimden Dışlananların Varlığı, Aradaki Gerilimin Düzeyi ve İşbirliğine Yatkınlıkları

* Yönetimden Dışlanan Yöneticilerin Muhalefet Lideri Olabilme Kapasiteleri, Potansiyelleri

* Muhalefetin Durumu:

* Muhalefetin Parçalı veya Bütünleşmiş Olması.

* Muhalefetin Halk ile İlişkisi, Gücü, Sürükleyiciliği

* Muhalefet Liderlerinin Popülaritesi, Güvenirliliği, Sempatikliği

* Diş Güçlerle İşbirliğine Girme Durumları

* Kitle İletişim Araçlarının Durumu

* Kimin Kontrolünde Olduğu

* Ülke İçinde ve Dışında Güvenirliliği

* Dünya ve Bölge Kamuoyunu Etkileme Gücü

* Eğlence Kültürünün Yayıcısı Olup Olmadıkları

* İşbirlikçi Olabilme İhtimalleri, yatkınlıkları

* Yargının ve Güvenlik Güçlerinin İktidara Karşı Tutumu:

* Tarafsız mı? Muhalif mi? Destekliyor mu?

* Destekliyor ise Muhalif Hale Getirme ya da Tarafsız Kılma İmkânları

* Bütünlük Düzeyleri, Fikri Yapıları, Farklı Ekiplerin, Gruplaşmaların Olup Olmadığı veya Oluşturulabilme İmkânları

* Rahatsız Oldukları Konular ve Rahatsızlıkların Artırılabilmesi İmkânları

* Muhtemel Hareket Tarzları

* İşbirliğine Yatkınlıkları

Dış Dinamikler:

* Ülkenin Stratejik Durumu

* Bölgesel Ve Küresel Güçler İçin Ne Anlam İfade Ettiği?

* Büyük Ortadoğu’yu Kuşatacak Jeostratejik Konumlarının Olup Olmadığı

* Enerji Kaynakları ve Ulaşım Yollarının Durumu

* Diğer Kıymetli Yeraltı Kaynaklarının Durumu

* Batıdan Ziyade Rusya veya Çin’le Daha Yakın İşbirliğinde Olup Olmamaları

* Diş Güçlerin Tutumu (Kadife darbelerin asıl dayanakları dış baskılardır: ABD yönetimleri ya doğrudan ya da Elçilikleri aracılığıyla müdahale etmektedir.)

* Bölgesel ve Küresel Güçlerin, Uluslararası Kuruluşların Olaya Bakışı,

* Bölgesel ve Küresel Güçlerin, Uluslararası Kuruluşların Tavrı ve Müdahale Etme Kararlılığı.

* Bölgesel ve Küresel Güçlerin, Uluslararası Kuruluşların Kimlerin Yanında Yer Alabilecekleri.

* Ekonomik Manipülasyon:

* Mevcut Yönetimi Sıkıntıya Düşürebilmek ve Halkın Şikâyetlerinin Artması İçin Ekonomi İle Oynama İmkânları.

* İşsizliğin Artırılması ile Beraber Memnuniyetsizlik ve Güvensizlik Ortamının Meydana Getirilip Getirilemeyeceği.

* Esnafın Tutum ve Tavrı; Siyasi İktidarla Karşı Karşıya Getirilebilme İmkânları

* Yabancı Vakıfların/STK’ların Ülke İçerisinde Yürütebileceği Faaliyetler

 * Mevcut Sivil Toplum Örgütlerine Sızma Durumu ve Birlikte Hareket Edebilme İmkânları, İşbirliğine Yatkınlıkları

* Yeni STK’lar Kurdurma İmkânları

* İçerdeki Sivil Toplum Örgütlerine Parasal Destek Verebilme İmkânları

* Siyasi İktidara Muhalif STK’ların Koordinasyonu ve Tek Bir Çatı Örgütü Altında Toparlanabilme İhtimalleri

* Gençliğin Kamuoyu Oluşturma Konusunda Eğitilme İmkânı.

* Gençlere Burslar Verilmesi ile Sempati Oluşturulması İmkânları.

* Gençlerin Örgütlemeye Fiilen İştirak Ettirilmesi İmkânları.

* Yönetimden Dışlanmış Yöneticilerle İşbirliği Kurulabilme İmkânları.

* Muhalefet Liderleri ile İşbirliği Kurulabilme İmkânları.

* Eylemlerin Finansmanının Sağlanması.

* Uluslararası Kamuoyu Oluşturma, İlgili Kurum, Kuruluş ve Medya Desteğini Sağlama.

* Seçim Gözleyicilerinin Davranışlarının Belirlenmesi:

* Seçimlere Hile Karıştırıldığı İddiasında Bulunma

* Seçim Sonuçlarını Tanımama

* Seçim Sonuçlarını Uluslararası Kamuoyuna Yanlış Bir Şekilde Aktarma.

* İç Gerilimin Artmasına Katkıda Bulunma İmkânını Araştırma

* Uluslararası Kitle İletişim Araçlarının Tutumu

* Kadife darbe Sürecinde Dış Destek Sağlamaları

* Gerçeği Çarpıtarak Yansıtmaları

* Sürekli Gündemde Tutmaları

* Hedef Ülkenin İmajını Kötü Gösterme

Şimdiye kadar şiddet öngörmeyen Kadife Darbeci Kadro, 7 Haziran seçimlerinden buyana başlattıkları şiddet, terör eylemleri ile hem Türkiye’yi hem de Siyasi iktidarı yalnızlaştırmak ve Türkiye’yi bölmek istemektedir.

Dünyada bugüne kadar gerçekleştirilmiş olan kadife darbelerin ana stratejisini çizen beyin takımı, Soros Merkezli Siyonist-Mason bir kadrodur. Bu, kadife darbelerin yönetimi anlamında ilk halkayı oluşturmaktadır. ABD’nin eski Ankara büyükelçileri CIA ajanı ve Siyonist ekip mensubu Morton Abramowitz ve Eric Edelman’ın, Washington Post’ta yayınlanan yazılarında, Türkiye’yi “terör ihraç eden ülke” olarak gösterip bir taraftan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın istifa etmesini isterken; diğer taraftan Erdoğan ile Hükümetin arasını açmaya çalışması bu açıdan değerlendirilmelidir:

“Türkiye alevlendirdiği terörizmin tehlikeli misillemesini yaşıyor.” ‘Türkiye ekonomik durgunluk ve iç savaşa sürükleniyor. Bu otoriterliğin ve istikrarsızlığın sonuçları, Türkiye’nin turizm endüstrisini kötü biçimde etkiliyor ve Türkiye ekonomisinin geleceğinden kaygı duyan pek çok ekonomisti ve yabancı yatırımcıların gözünü korkutuyor.”

“Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın liderliğindeki Türkiye, durmadan otoriterliğe ve istikrarsızlığa gömüldü. Hükümetin Türkiye’nin yüksek tirajlı gazetesi de dâhil olmak üzere muhalif medya gruplarına el koyması Erdoğan’ın ülkesinin potansiyeline nasıl ihanet ettiğinin yalnızca son göstergesi. Açıkçası demokrasi, bundan böyle Erdoğan’la ilerleyemez.

Geçen sene AKP ve PKK arasındaki müzakerelerin çökmesi, askeri çatışmayı yeniden canlandırdı. Güçlü, istikrarlı ve demokratik bir Türkiye’nin mümkün ve elzem olduğuna inanmaya devam edeceğiz. Ama bu, hükümetin bu hedeflere bağlı kalmasını ve kararlı olmasını gerekli kılıyor. Eğer Erdoğan ülkesine daha parlak bir gelecek hazırlamayı hâlâ istiyorsa, ya reform yapmalı ya da istifa etmeli.” (1)

 28 Şubat Postmodern Darbesinin mimarı, Morton Abramowitz’in bugün bu ifadeleri kullanmış olması, Kadife Darbenin beyin takımı olan Soros ve ekibinin görüşlerini dışa yansıtmak zorunda kaldıkları ve tüm mensuplarını cepheye sürerek Türkiye’ye Erdoğan üzerinden savaş açtıkları anlamına gelmektedir.

Kadife darbe sürecinde eylemlerin sürekli hale getirilmesi ile siyası iktidarın yıpratılması sağlanarak siyasi iktidarla bürokrasi arasındaki ilişkilerin bozulması ve bürokrasinin işleri savsaklaması ya da geciktirmesi sağlanmaya çalışılır. Ya da gücün, siyasi iktidardan asker, polis ve yargıya geçmesi sağlanarak siyasi iktidar yalnızlaştırılır. Böylelikle siyasi iktidar etrafında oluşan ittifakın yavaş yavaş çözülmesi sağlanır.

Bugün Taksim Kadife Darbe Sürecinin 13. aşaması diyebileceğimiz bir aşamada, Doğu ve Güneydoğu’da terör eylemlerinin yoğunlaşması ve iç savaş görüntüsünün ortaya çıkması, Ankara, İstanbul’da art arda meydana gelen canlı bomba olayları, bir güvensizlik ortamı inşa etmeye dönüktür. Türkiye Cumhuriyeti’nin merkezi Ankara’da, 5 ay içerisinde 3, Türkiye’nin uluslararası özelliğe sahip en büyük ili İstanbul’da 2 canlı bomba vakasının art arda meydana gelmesi ile Türkiye’yi yönetenlere ve halka verilmek istenen mesaj, “Türkiye’ye siz hâkim değilsiniz, güç bizde, istediğimizi yaparız” anlamındadır. Bu mesajın halkta ve siyasi iktidarı destekleyen tüm kesimlerde yankı bulması ile bir çözülmenin başlatılması öngörülmektedir.

Diğer taraftan İstanbul’daki iki canlı bomba olayının ortak özelliği, turistleri hedef almasıdır. Dünya kamuoyuna verilen mesaj, Türkiye turizm için güvenli bir ülke değildir. Türkiye’ye gelmeyin. Bir taraftan Türkiye, mevcut siyasi iktidar tarafından yöneltilemiyor mesajı verilirken; diğer taraftan Türkiye’nin turizm gelirleri yok edilerek ülkeye ekonomik bir darbe vurulmak isteniyor. Akademisyenler bildirisini hazırlayan ekibin, diğer ülkelerdeki akademisyenlere, “Türkiye güvenli değildir, o nedenle akademik toplantıya gelmeyin” çağrısı yapması, aynı amaçlıdır. Morton Abramowitz ve Eric Edelman’ın Türkiye’nin turizminin çöktüğünü seslendirmesi, uygulanmakta olan bir stratejinin sonucu olarak değerlendirilmelidir.

Kadife darbede etkili olan dış dinamiklerden “Dış Güçlerin Tutumu”nu göz önüne aldığımızda, Türkiye Rusya ilişkileri Kadife Darbeci kadro açısından özel bir öneme sahiptir. “Al bizi Şangay İşbirliği Örgütüne vazgeçelim AB’den” (Erdoğan’ın Putin’e söylediği sözler) diyen bir Türkiye’den Rusya Karşıtı bir Türkiye’ye dönmesi, Rus Uçağının NATO operasyonu düşürülmesi ile sağlanmış ve Türkiye bölgede daha da yalnızlaştırılmıştır.

Şer İttifakına Karşı Birleşik Cephe Hareketi

 Türkiye Kadife Darbe sürecini, iyi anlamak, iyi analiz etmek ve ona göre optimal bir strateji üretmek zorundadır. Her cephede savaşmak, iyi bir strateji değildir. Şer İttifakına karşı bu ülkeyi, bu milleti seven herkesle, yerli olan herkesle, her kesimle, her yapıyla şer ittifakına karşı bir birleşik cephe hareketi başlatılmalıdır. Şer ittifakının beli kırılmadan işbirlikçileri tasfiye edilmeden ne getirip ne götüreceği enine boyuna tartışılmadan, parlamentodaki sayısal çoğunluğa güvenerek Başkanlık sistemini gündemin birinci maddesi yapmak, doğru mudur?

Ülke içinde derleyici, toparlayıcı, birleştirici olacak ve son sözü söyleyecek olan Cumhurbaşkanı Erdoğan olmalıdır.

Bu ülkenin buna ihtiyacı vardır.

Henüz Vakit Varken.

Kaynaklar

1-Mort Abramowitz Ve Eric Edelman “Ya Reform Yap Ya İstifa Et”, Diken.Com.Tr 11.03.2016;

http://www.diken.com.tr/abdnin-turkiye-eski-buyukelcilerinden-erdogana-cagri- ya-reform-yap-ya-da-istifa-et/

 


17 Mart 2016 Perşembe

Kadına şiddet/Aile içi şiddet söylemi üzerine-2: Resmi belgelerde şiddet tanımı

(Milli Gazete) 

GİRİŞ

Şiddet kavramı, son yılların önemli anahtar, hatta odak kavramlarından biri haline gelmiştir. Bu kavrama, her toplumun, her kültür ve medeniyetin yüklediği bir anlam vardır (1,2).

Burada resmi belgelerde şiddet kavramının anlamları ele alınıp değerlendirilecektir.

Resmi Belgelerde Şiddet Kavramı

Dünya Sağlık Örgütü 1996 yılında şiddeti, “Genel anlamda şiddet sahip olunan güç veya kudretin, yaralanma ve kayıpla sonlanan veya sonlanma olasılığı yüksek bir biçimde bir başka insana, kendine, bir gruba veya bir topluma karşı tehdit yoluyla ya da bizzat uygulanmasıdır.” şeklinde tanımlamıştır. Ancak Dünya Sağlık Örgütü, 2002 yılında, yayınladığı “Dünya Sağlık ve Şiddet Raporu’nda” şiddetin tanımını; “Fiziksel güç ya da kuvvetin, amaçlı bir şekilde kendine, başkasına, bir gruba ya da topluluğa karşı fiziksel zarara ya da fiziksel zararla sonuçlanma ihtimalini artırmasına, psikolojik zarara, ölüme, gelişim sorunlarına ya da yoksunluğa neden olacak şekilde tehdit edici biçimde ya da gerçekten kullanılmasıdır” (2) şeklinde yeniden tanımlayarak, şiddet kavramının anlam alanını genişletmiştir. Tanıma “psikolojik zarar” ifadesi eklenmiştir. Her iki tanımda “sonuçlanma ihtimali” ibaresi kullanılarak tanıma izafiyet sokulmuş, keyfilik etkin hale getirilmiştir.

Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı Kadının Statüsü Genel Müdürlüğünün 2008 yılında yayınladığı “Aile İçi Şiddetle Mücadele El Kitabı”nda şiddet, “Eşinizin size veya çocuklarınıza ya da sizinle aynı evde yaşayan akrabalarınıza yönelik… tehdit, baskı ve kontrol içeren, fiziksel, cinsel, ekonomik veya psikolojik zarar görmenize veya acı çekmenize sebep olan her türlü davranış aile içi şiddettir.” denerek şiddetin kapsam alanı, fiziksel, psikolojik, cinsel, ekonomik şeklinde ayrılarak genişletilmiştir. El kitabına göre fiziksel, psikolojik, cinsel, ekonomik şiddet türleri şunlardır.

Fiziksel şiddet

El kitabında Fiziksel şiddet başlığı altında “eşin ya da akrabaların kadına fiziksel şiddet uygulama bahaneleri”, şu şekilde sıralanmakta ve ardından nelerin fiziksel şiddet kapsamına girdiği sayılmaktadır:

“Kadının giydiği kıyafet, gittiği yer, yabancı kişilerle konuşması, evlilik dışı ilişkisinin olması, evlilik dışı hamile kalması, bakire olmaması, ailenin ya da akrabaların uygun gördüğü kişi ile evlenmek istememesi, boşanması gibi bahaneler…”

 “Fiziksel şiddet: Tokat atmak, tekmelemek, yumruklamak, hırpalamak, kolunu bükmek, boğazını sıkmak, bağlamak, saçını çekmek, kesici veya vurucu aletlerle yaralamak, kezzap veya kaynar suyla yakmak, vücudunda sigara söndürmek, ellerini, ayaklarını ezmek, sakat bırakmak, işkence yapmak, sağlıksız koşullarda yaşamaya mecbur bırakmak, sağlık hizmetlerinden yararlanmasına engel olarak bedensel zarar görmesine neden olmak gibi eylemler fiziksel şiddet içeren eylemlerdir.

Psikolojik şiddet: Bağırmak, korkutmak, küfür etmek, tehdit etmek, hakaret

etmek, ailesiyle akrabalarıyla komşularıyla arkadaşlarıyla ya da başkalarıyla görüştürmemek, eve kapatmak, küçük düşürmek, çocuklarından uzaklaştırmak, kıskançlık bahanesiyle sürekli kontrol altında tutmak, başkalarıyla kıyaslamak, kadının nasıl giyineceği, kimlerle görüşeceği konusunda baskı yapmak, kendini geliştirmesine engel olmak gibi eylemler psikolojik şiddet içeren eylemlerdir.

Cinsel şiddet: “Evli olduğu kişi bile olsa kadını istemediği yerde, istemediği zamanda ve istemediği biçimlerde cinsel ilişkiye zorlamak (tecavüz), başkalarıyla cinsel ilişkiye zorlamak, cinsel organlara zarar vermek, çocuk doğurmaya ya da doğurmamaya, kürtaja, enseste (akrabalar arası cinsel taciz ve tecavüz), fuhşa zorlamak, zorla evlendirmek, telefonla, mektupla ya da sözlü olarak cinsel içerikli rahatsızlık verici davranışlarda bulunmak gibi eylemler cinsel şiddettir.”

Ekonomik şiddet: Para vermemek veya kısıtlı para vermek, ailenin tasarrufları, gelir ve giderleri konusunda bilgi vermemek, mallarını ve diğer gelirlerini elinden almak, çalışmasına izin vermemek, istemediği işte zorla çalıştırmak, çalışıyorsa iş hayatını olumsuz etkileyecek kısıtlamalar getirmek, aileyi ilgilendiren ekonomik konularda kadının fikrini almadan tek başına karar vermek gibi eylemler ekonomik şiddet içeren eylemlerdir.”

“2011 İstanbul Sözleşmesini” referans alarak hazırlanan 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun’da ise şiddet; “Kişinin, fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik açıdan zarar görmesiyle veya acı çekmesiyle sonuçlanan veya sonuçlanması muhtemel hareketleri, buna yönelik tehdit ve baskıyı ya da özgürlüğün keyfî engellenmesini de içeren, toplumsal, kamusal veya özel alanda meydana gelen fiziksel, cinsel, psikolojik, sözlü veya ekonomik her türlü tutum ve davranışı...” olarak tanımlanmaktadır.

Yapılan Tanımların İrdelenmesi

Yukarıdaki resmi belgelerde yer alan şiddet tanımı, ele alınıp değerlendirildiği zaman, dikkati çeken hususlar şunlardır:

1-Şiddete ilişkin “algılanan eşik seviye” düşürülmüştür (2). Günlük hayatın doğal akışı içerisinde vuku bulan bazı tavır ve davranışlar, şiddet kavramının içerisine sokularak şiddet kavramının kapsam alanı çok genişletilmiştir. “Bağırmak”, insanların birçok konuda ortaya koyduğu doğal bir tavırdır. Karadeniz bölgesindeki insanların günlük konuşmalarının neredeyse tamamı, başka yörelerdeki insanlara göre kavga etmek olarak algılanabilir. Bağırma ve saç çekmek ile kaynar suyla haşlamak, vücutta sigara söndürmek ve cinayet, “fiziksel şiddetin” bu tanımıyla eş değer hale getirilmiştir.  Keza, “Nasıl giyineceğine karışmak” ile “işkence yapmak”; “ailenin geliri hakkında bilgi vermemek” ile “fuhşa zorlamak” arasında bir fark gözetilmemekte hepsi “şiddet” kavramında eşitlenmektedir. “Kocanın eşinin istemediği zamanda cinsel ilişki” yapma isteğiyle, “eşini fuhşa zorlamak” aynı kefeye konarak “cinsel şiddet” tanımı içinde eş değer görülmektedir(2).

2- Şiddet tanımı içerisinde geçen bazı kavramlarda izafilik vardır. “Sonuçlanması muhtemel hareketler”, “özgürlüğün keyfî engellenmesi”, “başkalarıyla görüştürmemek”, “küçük düşürmek”, “kontrol içeren her türlü davranış” gibi ifadelerin anlamı, önemi, algılanma şekli ve düzeyi, şahıstan şahısa, toplumdan topluma, yöreden yöreye değişmektedir. Bu ifadeler, yargının keyfi davranmasına, hâkimin kendi sosyal, psikolojik durumuna göre karar vermesine sebebiyet verebileceği için hükme izafilik ve keyfilik sokulmuş olacaktır. Bu nedenle yöreden yöreye değişebilen olguları, şiddet kavramı içerisine sokarak resmiyet kazandırmak tehlikelidir.

3- Evlilik karşılıklı bir akit olup aile bireylerine karşılıklı sorumluluklar yüklemektedir. Karı kocanın bu anlamda yerine getirmesi gereken sorumlulukları vardır. Aile bütçesinin hazırlanması, ailenin çocuk sahibi olması, kadın ve erkeğin giyeceği kıyafetler ve görüşebileceği kişiler, cinsel ihtiyaçların meşru zeminde tatmin edilmesi, aile olmanın, yuva kurmanın fertlere yüklediği sorumluluklardır. Hal böyle iken “kısıtlı para vermek”, “Evli olduğu kişi bile olsa kadını istemediği yerde, istemediği zamanda” cinsel ilişkiye zorlamak (tecavüz)”, “çocuk doğurmaya zorlamak”, “kadının nasıl giyineceği, kimlerle görüşeceği konusunda baskı yapmak”, “Kadının giydiği kıyafet”, “gittiği yer”, “yabancı kişilerle konuşması”, “evlilik dışı ilişkisinin olması”, “evlilik dışı hamile kalması”, “bakire olmaması” ile ilgili olarak eşin ortaya koyabileceği tepkinin, düzeyi göz önüne alınmadan, şiddet kapsamına sokulması, aile bağlarının zayıflamasına ve karı kocanın birbirlerine iki yabancı gibi davranmalarına sebebiyet verecek; aralarındaki meveddet, sevgi, şefkat, merhamet, bağı gittikçe zayıflayacaktır.

Kaldı ki burada zikredilenlerin çoğu kadından erkeğe yönelik olarak da gerçekleşebilmektedir. Resmi belgelerde, bu noktada kadın ve erkeğe şiddet ifadesi birlikte kullanılmayıp sadece kadına şiddet ifadesinin kullanılması, kasıtlıdır ve Bakanlığı, aile bakanlığı düzeyinden kadın bakanlığı düzeyine indirgemektedir. Bakanlığın bu hatalı tutuma son vermesi çok yararlı olacaktır.

4- Kıskançlık, şiddeti fertten ferde değişen ve fakat her insanda var olan doğal bir duygudur. “Kıskançlık bahanesiyle sürekli kontrol altında tutmak”,  ifadesi, çerçevesi belirlenmemiş, her tarafa çekilebilen bir özelliktedir. Kıskançlığın hastalık boyutuna vurgu yapılması gerekirken, “bahane” statüsüne indirgenmesi, yanlış bir yaklaşımdır. Kıskançlığın meşru sınırlarını göz önüne almadan kıskançlığı, şiddetin bir unsuru olarak görmek, insan doğasını görmemek, anlamamak manasına gelmektedir. Üstelikte bu duygu, sadece erkekten kadına değil kadından erkeğe doğru olan çift yönlü bir duygudur. Erkeğin kıskançlığını şiddet kapsamına sokup kadının kıskançlığını hiç göz önüne almamak, kasıtlı bir davranışın ürünüdür. Bakanlık bu noktada üstüne düşen sorumluluğu yerine getirmelidir.

5- Kadına Şiddet ile ilgili tanımlamalarda en ciddi sıkıntı, Aile mahremiyetini yıkarak karı koca arasında olan her şeyi, karakola, mahkemeye taşıyarak alenileştirmeyi hedeflemiş olmasıdır. “Evli olduğu kişi bile olsa kadını istemediği yerde, istemediği zamanda cinsel ilişkiye zorlamak (tecavüz),”, “çocuk doğurmaya zorlamak” gibi davranışların şiddet kapsamına sokulması, aile mahremiyetini yıkar. Daha vahim olanı, “kadının istememesine rağmen” kendi nikahlı karısıyla erkeğin cinsi ilişkiye girmesi, tecavüz olarak nitelendirilip suç kapsamına alınırken; “kadının evlilik dışı ilişkisinin olması, evlilik dışı hamile kalması, bakire olmaması” gibi sebepler meşrulaştırılmakta, makul olağan şeyler olarak gösterilmekte ve bunlardan dolayı uygulanabilecek baskılar, suç olarak görülmektedir.  Böylelikle zina ve gayrı meşru çocuk edinme meşrulaştırılarak evlilik kurumuna asıl darbe vurulmaktadır. Bu noktada, açıkça ifade edilmemekle beraber dolaylı olarak devletin gayrı meşru ilişkiyi onayladığı, gayrı meşru ilişki içerisine girenleri koruyacağı mesajı verilmektedir (2).

Sonuç: “Algılanan Şiddet Eşiğinin” Düşürülmesi Kimin İşine Yarar?

Şiddet tanımındaki yaklaşımla Kadın, ferdileştirilmek yalnızlaştırılmak, genetik ve fıtri yapısına yabancılaştırılmak, kadın ve erkek birbirlerine karşı ötekileştirilmek istenmektedir. Kocasını ve çocuklarını rakip, alt edilmesi gereken bir düşman, hesaplaşılması gereken bir varlık şeklinde gösterip Kadın militanlaştırılmaya çalışılmaktadır.

Kadına şiddetin, genel şiddet olgusundan tecrit edilerek sadece kadın, cinsiyet ve ev kapsamlı olarak ele alınmasının arka planında, insanlardan gizlenen daha büyük bir amaç ve hedef vardır. Kadına şiddet konusu, insanları sürüleştirerek dünyayı yönetmek isteyen bir zihniyetin ve stratejinin çizdiği çerçeveye göre ele alınmaktadır.

Türkiye’nin bu tehlikeyi görmesi ve kendi kültür ve medeniyet kodlarımıza uygun bir aile yapısını inşa ve ihya edecek bir aile yasası hazırlayıp uygulamaya sokmalıdır.

Henüz Vakit Varken.

Kaynaklar

1-Şahin,M., Gültekin, M., Toplumsal Cinsiyet Eşitliğine Dayalı Politika Uygulayan Ülkelerde Kadın ve Aile(İzlanda, Finlandiya, Norveç, İsveç, Türkiye), SEKAM, Aile Akademisi, İstanbul, Aralık 2014.

2-Gültekin, M., Şahin, M; Türkiye’de ve Dünyada Kadına Şiddet, SEKAM, Aile Akademisi, İstanbul, Mart 2015.

 

 

11 Mart 2016 Cuma

Kadına şiddet/Aile içi şiddet söylemi üzerine-1: Tarihsel Arka Plan

(Milli Gazete)

“Dünyadaki her şeyin bir sebebi vardır.

Her bitki bir hastalığı tedavi etmek için büyür

Ve her insan bir görevle yaratılmıştır.”

Apaçi Kızılderilileri Atasözü

GİRİŞ

8 Mart Dünya Kadınlar Günü vesilesiyle Türkiye’nin her tarafında toplantılar yapıldı, yürüyüşler düzenlendi ve medyada özel programlar gerçekleştirildi. Sivil toplum örgütlerinden siyasetçilere kadar hemen hemen her kesim, sahnede rol aldı. Söylem ve dillerinde farklılıklar olsa bile konuşmaların ortak paydası, “Kadına Şiddet”, “Aile İçi Şiddet”, “Erkek Egemen Toplum”, “Ataerkil Aile” olarak tezahür etti. Şiddet konusu, bir bütün olarak ele alınma yerine özellikle ve sadece “Kadına şiddet” konusu, bütünden koparılıp, yalıtılıp seslendirildi.

Kadınlara yönelik şiddet, sırf kadın olduğu için sırf cinsiyetinden dolayı yapılan bir şiddet türü olarak sunulmaktadır. Acaba gerçek böyle midir? Kadın salt kadın olduğu için mi şiddete maruzdur? Şiddet sadece ve sadece kadınlara yönelik bir olgu mudur? Erkeklere, çocuklara yönelik şiddet yok mudur? Erkeklere erkek, çocuklara çocuk oldukları için mi şiddet uygulanmaktadır? Kadından kadına, erkekten kadına, çocuktan kadına, erkekten erkeğe, kadından erkeğe, çocuktan erkeğe şiddet uygulanmamakta mıdır? Bu farklı muhataplara uygulanan şiddettin dağılımı, oranı nasıldır?

Niçin şiddet bir bütün olarak ele alınmamakta, böyle bir talep “şiddetle” susturulmaya çalışılmaktadır? Şiddeti, sadece kadın boyutuna ve aile içi boyuta indirgemekten maksat nedir? Evi, yuvayı, kocayı bizzat şiddetin kaynağı olarak gösterme gayreti neden var? Şiddete neden olan “risk faktörleri” hiç göz önüne alınmadan evi, yuvayı ve kocayı şiddetin ana unsuru gösterme gayretinin arkasında nasıl bir zihniyet ve strateji yatmaktadır?

Mevcut söyleme karşı farklı şeyler söyleyenler, niçin linç edilmeye ve susturulmaya çalışılmaktadır. Kadını, ferdileştirerek yalnızlaştıran, genetik ve fıtri yapısına yabancılaştıran, kadın ve erkeği birbirlerine karşı ötekileştiren bir strateji kimin ya da kimlerin işine yarar? Kocasını ve çocuklarını rakip, alt edilmesi gereken bir düşman, hesaplaşılması gereken bir varlık şeklinde gösterip kadını militanlaştırma, nasıl bir zihniyetin eseridir?

Bunun için öncelikle tarihsel arka plana bakmakta fayda vardır.

Bu yazı serisinde yukarıdaki soruların cevapları, istatistikî verilere ve belgelere dayalı olarak cevaplandırılmaya çalışılacaktır.

Dünya Kadınlar Günü

8 Mart 1857 tarihinde ABD’nin New York kentinde, 40.000 dokuma işçisi, daha iyi çalışma koşulları istemiyle Triangle Gömlek Fabrikasında greve başlamıştır. 25 Mart günü öğleden sonra polisin işçilere saldırması ve işçilerin fabrikaya kilitlenmesi sonrasında, sebebi kesin olarak belirlenememiş yangın başlamış ve bu yangında yaklaşık 120 kadın işçi ölmüştür.

26 - 27 Ağustos 1910 tarihinde Danimarka’nın Kopenhag kentinde 2. Enternasyonale bağlı Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı’nda, Almanya Sosyal Demokrat Partisi liderlerinden Clara Zetkin, 8 Mart 1857 tarihindeki tekstil fabrikası yangınında ölen kadın işçiler anısına 8 Mart’ın “Dünya Kadınlar Günü” olarak anılması teklifini getirmiş ve teklif oybirliğiyle kabul edilmiştir (1).

Tarihin 8 Mart olarak kesinleşmesi ise 1921’de Moskova’da gerçekleştirilen 3. Uluslararası Kadınlar Konferansı’nda (3. Enternasyonal Komünist Partiler Toplantısı) gerçekleşmiştir. Adı da “Dünya Emekçi Kadınlar Günü” olarak belirlenmiştir. 1960’lı yılların sonunda Amerika Birleşik Devletleri’nde yapılan çeşitli gösterilerden sonra Batı Bloku ülkelerinde konu daha güçlü bir şekilde gündeme gelmiştir. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 16 Aralık 1977 tarihinde 8 Mart’ın “Dünya Kadınlar Günü” olarak anılmasını kabul etmiştir (1).

Türkiye’de 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü ilk kez 1921 yılında, Moskova toplantısı ile uyumlu olarak “Emekçi Kadınlar Günü” olarak kutlanmaya başlanmıştır. Türkiye’de, 1975 yılında, “Türkiye 1975 Kadın Yılı” kongresi yapılmıştır. 1984’ten itibaren her yıl, düzenli olarak, çeşitli kadın örgütleri tarafından “Dünya Emekçi Kadınlar Günü” kutlanmaktadır (1).

Tarihsel arka plandan da görülebileceği gibi Dünya Kadınlar Günü hareketinin kökeninde, sosyalist hareket dolayısıyla sosyalist söylem ve felsefe vardır. Komünizmin “Komun hayatı” felsefesine uygun olarak, aileye açtığı savaş, zamanla feminist hareketin şuur altına yer ederek benzer bir söylemin devam ettirilmesini sağlamıştır. Feminist harekette erkek, kadının rakibi hatta düşmanı olarak konumlandırılmakta, ev de özgürlüğün kaybedildiği, şiddetin var olduğu bir mekân olarak yorumlanmaktadır.

Diğer taraftan her şeyi para gören Batının açgözlü kapitalistleri, ucuz işçi bulabilmek için evinde, bağında, bahçesinde çalışan, kendi ihtiyaçlarını üreten, yağını, yoğurdunu, salçasını, peynirini vb. ürünleri üreten kadınlara savaş açmış, onları “asalak” olarak nitelendirip fabrikalarda ucuz işçi olarak çalışmaya zorlamışlardır (2).

Başlangıçta çok iyi çalışan bu sistem, zamanla kadınların “Eşit işe eşit ücret”  direnişi ile karşılaşmıştır. Bu mücadele, kadınların “kariyer yapma”, “yönetici olma” mücadelesiyle bir üst boyuta taşınmıştır (2).

Görülebileceği gibi feminist hareket, hem kapitalistler hem de sosyalistler tarafından desteklenen bir hüviyete kavuşmuştur.

Bu noktada en ciddi problem, kadınların kariyerlerinin önünde çocuğun ciddi bir engel olarak ortaya çıkması olmuştur. Bunun üzerine kariyer yapan kadınlar, çocuk yapmak istememişlerdir.

Açgözlü kapitalist patronlar da çocuğu iş verimini düşürdüğü gerekçesiyle çalışan kadınların çocuk yapmasına taraftar olmamışlardır. Kadınların çocuk yapmaması, bir taraftan neslin yaşlanmasını sağlarken diğer taraftan karı koca arasındaki önemli bağların da zedelenmesine, birbirinin kahrını çekmeme eğiliminin baskın olmasına ve aile hayatının anlamsızlaşmasına sebebiyet vermiştir (2).

Artık haz ve hız merkezli bir hayat için nikâh külfet olarak görülüp “Nikâhsız birliktelik” bir hayat felsefesi olarak kabul edilmeye başlanmıştır. Aile hayatı, “haz”/”şehvet”/”zevk” boyutuna indirgenince farklı cinsel yönelimler, tatmin aracı olarak tezahür etmeye başlamış eşcinsellik ve eşcinsel birliktelikler yaygınlaşmıştır. Feminist hareketin üçüncü destekçileri eşcinseller olmuştur.

Kutsalla bağını koparan Batı aile yapısı, hızlıca çözülürken, şiddet, uyuşturucu, alkol, kumar, nikâhsız birliktelik, tecavüz, gayrı meşru çocuk sayısında ve boşanmalarda patlama yaşanmaktadır (2-4).

Toplumsal Cinsiyet Eşitliği ve Kadına Şiddet

Birleşmiş Milletler, dünyadaki kadın sorunlarını ele alıp çözümlemek amacıyla 1970’lı yıllardan buyana 4 kez dünya kadın konferansı düzenlemiştir. Birinci Dünya Kadın Konferansı Meksika’da düzenlenmiş ve bu toplantıda alınan kararların bir sonucu olarak, 1979 yılında, BM Genel Kurulu tarafından “Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi” (CEDAW) kabul edilmiştir.

Türkiye’nin de 1986 yılında imzaladığı sözleşmeye 186 ülke taraf olmuştur. CEDAW, kadına karşı ayrımcılığın önlenmesi için geniş bir katılımla imzalanmış, bağlayıcılığı olan, en önemli uluslararası belge olarak kabul edilmektedir.

İkinci konferans 1980’de Kopenhag’da, üçüncü konferans ise 1985 yılında Nairobi’de yapılmıştır. Dördüncü Konferans 1995 yılında Pekin’de gerçekleştirilmiş ve konferansın sonunda “Pekin Deklarasyonu” ve “Eylem Planı” isminde iki belge kabul edilmiştir.

2000 yılında ise BM tarafından, Pekin’de yapılan konferansın sonuçlarını ve yeni gelişmeleri değerlendirmek ve yeni stratejiler belirlemek amacıyla “Kadın 2000: 21. Yüzyıl İçin Toplumsal Cinsiyet Eşitliği, Kalkınma ve Barış (Pekin+5) ” ismiyle özel bir oturum gerçekleştirilmiştir. Toplantı sonucunda bir siyasi deklarasyon ve bir de sonuç belgesi kabul edilmiştir.

BM, 1999 yılında “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği” mücadelesinin en önemli kazanımı olarak görülen CEDAW sözleşmesine ek bir protokolü kabul etmiş ve üye ülkelerin onayına sunmuştur. CEDAW’a imza atmış ülkelerin yargılama yetkisi altında bulundurduğu bireylere CEDAW komitesine hukuki başvuru hakkı tanımaktadır. BM ve AB, üye ülkelerin toplumsal cinsiyet eşitliği politikalarını uygulamasını önemsemekte, ülkelerin takibini yapmakta ve periyodik değerlendirme raporları yayınlamaktadır.

“Toplumsal cinsiyet eşitliği”, AB uyum sürecinin de önemli makro göstergeleri arasında yer almaktadır. Türkiye, 8 Eylül 2000’de imzaladığı bu protokolü, 30 Temmuz 2002 tarihinde onaylamıştır.

Ayrıca Türkiye, 2011 Mayıs ayında, kısa adı “İstanbul Sözleşmesi/Konvansiyonu” olan “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi” adlı uluslararası sözleşmeyi, hiçbir maddesine çekince konulmaksızın, imzalayarak kabul etmiştir. Bu sözleşme, 8 Mart 2012 tarihinde kabul edilen “Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun”a esas teşkil etmiştir.

“26218 Sayılı Başbakanlık Genelgesi: Çocuk Ve Kadınlara Yönelik Şiddet Hareketleriyle Töre Ve Namus Cinayetlerinin Önlenmesi İçin Alınacak Tedbirler”, 4 Temmuz 2006 tarihinde resmi gazetede yayınlanarak yürürlüğe girmiştir. Türkiye, Toplumsal Cinsiyet Eşitliği politikasını (TCE) bakanlıklar üstü bir ana bir politika haline getirmiş, 9. Kalkınma planı, Toplumsal Cinsiyet Eşitliğine duyarlı olarak hazırlamıştır.

Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, bu genelgenin uzantısında “2007-2010 Kadına Yönelik Aile İçi Şiddetle Mücadele Ulusal Eylem Planı” hazırlamış ve yürürlüğe sokmuştur. Bu plan daha sonra “2008-2013 Kadına Yönelik Şiddetle Mücadelede Ulusal Eylem Planı” ve “2012-2015 Kadına Yönelik Şiddetle Mücadelede Ulusal Eylem Planı” şeklinde yol boyu güncellenmiştir.

Ayrıca Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü’nün “Kadına Yönelik Aile İçi şiddetle Mücadele Projesi” kapsamında Avrupa Birliği desteğiyle “Aile içi şiddetle mücadele el kitabi” yayınlanmıştır. Toplumsal Cinsiyet Eşitliği politikasına dayalı uluslararası belgeleri esas alan yönetmelik ve genelgeler çıkarılmıştır.

Sonuç

Batı Kültür ve medeniyetinin aileye ilişkin ürettiği kavram, teori ve modeller, yapılar ve bulduğu çözümler, kendi toplumsal yapımız, zihin dünyamız, kendi değerlerimiz ve kültür ve medeniyetimizle uyuşup uyuşmadığına bakılmadan, AB uyum yasaları ve Uluslararası sözleşmeler gerekçe gösterilerek alınmakta, sonuçlarının ne olabileceği öngörülmeden hemen uygulamaya sokulmaktadır.

Bu anlamda “Toplumsal Cinsiyet eşitliği”, “şiddet”, “kadına şiddet”, “cinsel yönelim” gibi kavramlar, aileyi ilgilendiren önemli, hayatı kavramlardır. Bunların felsefi boyutları, ana kabulleri ve ne getirip ne götürecekleri tam olarak tartışılmadan uygulamaya sokulması, Türkiye’nin ciddi bir zaafıdır.

Bu gerçek, kanun yapıcılar tarafından ve siyasiler tarafından göz önüne alınmamaktadır. Gönüllü kuruluşlar ise genel olarak sürece seyirci kalmaktadırlar.

Kaynaklar

1-https://tr.wikipedia.org/wiki/Dünya_Kadınlar_Günü

2- Fukuyama F., Büyük Çözülme, Sabah Kitapları, İstanbul,2000

3- Şahin,M., Gültekin, M., Toplumsal Cinsiyet Eşitliğine Dayalı Politika Uygulayan Ülkelerde Kadın ve Aile(İzlanda, Finlandiya, Norveç, İsveç, Türkiye), SEKAM, Aile Akademisi, İstanbul, Aralık 2014.

4- Gültekin, M., Şahin, M;  Türkiye’de ve Dünyada Kadına Şiddet, SEKAM, Aile Akademisi, İstanbul, Mart 2015. 

 

3 Mart 2016 Perşembe

D-8 hareketi, Erbakan?ın dünyanın yönetimine isyanıdır

(Milli Gazete)

“Bana Ne Amerika’dan!”

Prof. Dr. Necmettin Erbakan

Giriş

Rahmetli Erbakan’ın öncülüğünü yaptığı D-8 hareketinin önemi, o gün Türkiye tarafından anlaşılabilmiş değildir. O zamanki muhalefet partileri tarafından dalga geçilmiş ve alaya alınmıştır. ABD-İsrail-İngiltere şer ekseninde hareket eden sivil ve askeri bürokrasi tarafından da engellenmek istenmiştir. Ama daha da vahim olanı, daha sonra Milli görüş hareketinin ‘yenilikçileri’ olarak adlandırılan gençleri tarafından Erbakan’ın hayali olarak görülüp nitelendirilmesidir.

Burada, Erbakan’ın D-8 Hareketi ana hatları ile ele alınacaktır.

D-8 İslam Birliğinin Kurulabilmesi İçin Etkin Olabilecek Stratejik Bir Çekirdek Yapı.

Rahmetli Erbakan’ın kafasında, daha önce kurulmuş olan İslam Konferansı Teşkilatı gibi yapılar, fonksiyonsuz olup hiçbir işe yaramamaktadır. Müslümanları savunmadıkları gibi Müslümanların hiçbir yarasına da merhem olamamaktadırlar. Bu hantallaşmış yapıları harekete geçirmek çok zordur. Onun yerine Müslüman ülkelerin tümünü değil, Batının en çok baskı uyguladığı, stratejik öneme sahip ve belli alt yapıları olan ülkeleri bir araya getirmek, hem daha kolay hem de daha faydalıdır. Devamlı olarak horlanmaktan, aşağılanmaktan ve sömürülmekten şikâyetçi olmuş olan bu ülkeler, baskıyı azaltabilecek, kırabilecek bir güç arayışı içinde idiler. D-8’lerin kuruluş çalışmaları sürecinde liderlerin (Türkiye Başbakanı Erbakan, Malezya Başbakanı Muhatir Muhammed, Pakistan başbakanı Nevaz Şerif, Endonezya Devlet Başkanı Prof. Dr. Habibi) yaptıkları konuşmalarda bunu görmek mümkündür(1). Müstekbirlerin karşısına mustazafların bir güç olarak çıkması gerekliliğine ilişkin bir psikoloji oluşmuştu. Rahmetli Erbakan, bu psikolojiyi tam zamanında görerek D-8’lerin kuruluşunu gündeme getirmiştir.

D-8’in kuruluş sürecinde Müslüman dünyada kurulmuş ve varlığı ile yokluğu belli olmayan teşkilatların yapısından bıkmış olan liderler, etkisiz, faydasız toplantılarla vakit harcanmamasında ısrarcıydılar. Bu nedenle Rahmetli Erbakan, D-8’lerin “etkinlik prensibi” üzerine kurulması noktasında ısrarcıydı (1). Erbakan’a göre etkinlik ilkesinin iki hedefi vardır: 1- Gelişmekte olan ülkelere yürek vermek; 2- Sanayileşmiş ülkeler tarafından ciddiye alınmak. Her ikisi için de güce ihtiyaç vardı. Açıkça ifade edilmemiş olmasına rağmen konuşulanlara, çizilen stratejiye bakıldığında bu gücün; 1- D-8’ler tarafından geliştirilmiş teknolojiler; 2- D-8’lerin sahip olduğu stratejik önem; 3- D-8 ülkelerinin 800 milyonluk bir pazar oluşturması; 4- Sahip oldukları enerji kaynakları ve enerji nakil yolları; 5- Kıymetli zengin Maden yatakları; 6- Genç nüfus; 7- Temiz su havzaları; 8- Mustazafların müstekbirlere duyduğu öfke üzerinden oluşturulması öngörülmüştür.

Bu gücü hızlıca oluşturabilmenin yolu olarak da etkin çalışabilecek, hareketli, oyalama yapmayacak ülkeler seçilmiş ve onlarla yola çıkılmıştır. Dolayısıyla D-8’ler, müstekbirlere karşı mücadelede hedeflenen asıl büyük gücün çelik çekirdeğini oluşturmaktaydı. Birinci hedef Müslümanlar; İkinci hedef tüm mustazaflar, üçüncü hedef de müstekbirler dâhil tüm insanlıktı. En azından Erbakan böyle düşünmekteydi:

“Burada 8 tane Müslüman ülke bir araya gelmiş, çekirdek oluşturulmuş,1 milyarlık bir nüfus meydana getirilmiştir. Bu bir çekirdektir; yola çıkmış, çekirdeği teşkil etmiştir.

İşbirliğine başlamış, projeleri taksim edilmiş ve kolları sıvamıştır. Bunun arkasından 2. hedefimiz vardı. Bunlar, bütün Müslüman ülkeleri ve ezilen ülkeleri yani Rusya’sı, Çin’i, Hindistan’ı dâhil 5 milyar ezilen sömürülen insanın hepsini biz adil bir dünya düzeni etrafında toplayacağız, prensibinden hareket edilmişti.

Bizim gayemiz sadece 5 milyara değil. 6 milyar insanın hepsine hizmettir.

O takdirde kendini gelişmiş sayan ülkeleri de bu sefer bir yuvarlak masa etrafında toplayacağız. Onlara, “Oturun bakalım buraya, yeni dünya sizin kuvvet ve prensiplerinize göre değil, adil düzen prensiplerine göre kurulacaktır” diyeceğiz. “Herkes saadet bulacak” diyeceğiz ve buna uymak için de gereken müeyyideyi elimizde tutacağız. Çünkü bunlar laftan anlamazlar. Müeyyidesiz bunlara bir iş yaptırmak mümkün değildir. İşte yeni dünyanın adil esaslara göre kurulması prensibi gözetilerek D-8`ler kurulmuştur.

Bundan sonra 3 ana istikamet var. 3 istikameti bir kez daha özetliyorum.

Bunlardan birincisi, sömürgeleşmeyeceğiz. Lider ülke olacağız.

İkinci husus, ana istikamet ise biz mutlaka emperyalist güçlere köle olmak mecburiyetinde değiliz. Ekonomide milli çözüm vardır. Kendi gücümüzle kalkınmak mecburiyetindeyiz.

Üçüncü husus, gidilecek yol, Avrupa Birliği’ne kul, köle olmak değil, önce İslam birliğini kurmak, D-8’ler vasıtasıyla yeni bir dünyayı kurmak yoludur.

Bu istikametlerde çalışma yapılırken çok önemli bir istikamet ise Yeni Bir Dünya düzeni nasıl kurulacak? Yeni dünya düzeni 6 milyar insana saadet getirmek üzere adil bir düzene dayanmak üzere yapılmak mecburiyetindedir.” (2)

D-8, Enerji Bölgelerinin Ve Enerji Nakil Hatları ile Ulaşım Yollarının Kontrol Edilmesi Projesidir

D-8’ler, Büyük Ortadoğu coğrafyasında, uçları, Nijerya, Endonezya-Malezya ve Türkiye olan geniş bir üçgen üzerine konumlandırılmıştır. D-8’lerdeki ülkelerin seçimindeki stratejik akıl, çok geniş bir coğrafyanın stratejik olarak kontrol edilmesini ön görmüştür. Nijerya Afrika’da ağırlığı olan bir ülkedir. Türkiye-Mısır-Pakistan-Bangledeş-Endonezya-Malezya hattı, hem enerji üretim alanlarının hem de nakil hatlarının ve ulaşım yollarının geçtiği boğazların ve körfezlerin kontrol edilebildiği bir hattır. İstanbul boğazı, Çanakkale Boğazı, Süveyş Kanalı, Babul Mendap Boğazı, Aden Körfezi,  Hürmüz Boğazı, Basra Körfezi, Arap Denizi, Bengal Körfezi, Malaka boğazı, Sonda Boğazı ve Lombok Boğazı, tamamen D-8’lerin kontrolü altında olan boğazlar ve körfezlerdir. Bu, büyük bir jeostratejik güç demektir.

Sonuç: D-8 Hareketi, Erbakan’ın Dünyanın Yönetimine Olan İtirazı ve İsyanıdır

Rahmetli Erbakan, siyasi mücadeleye başladığı andan itibaren hep seslendirdiği ve gündeme taşıdığı bir hedefi vardı: Dünya İslam Birliği. Bu, Erbakan’ın ufkunun (vizyonunun) özü idi. Siyasete atıldıktan ölümüne kadarki süreçte, hatta hasta yatağında bile bunun için çalıştı. Dünya İslam Birliği için cihada çıkmış bir mücahit olarak 4. Uluslararası Müslüman Topluluklar Kongresinde, ‘1897 Siyonist Basel Kongresi’ tarafından kararlaştırılıp hayata geçirilen mevcut dünya sistemine isyan ediyordu:

“Bugün biz Amerika izin vermediği için İsviçre’ye imam gönderemiyoruz, Mekke’ye para göndermek ancak Amerikan bankaları üzerinden mümkün olmaktadır ve bir İslam beldesine telefon etmek bile batı santralleri üzerinden olabilmektedir.”

Erbakan, kurulu bu sisteme isyan ederken alternatifinin Dünya İslam Birliği olduğunu söylüyordu: “Batıdan korkmuyoruz çünkü Müslüman’ız. Kuvvet ve Kudret sahibi yalnız Cenab-ı Allah’tır ve O cihad edenlere yardım eder. Altı milyar insanının saadetinin tek yolu Dünya İslam Birliğinin Kurulmasıdır… İslam birliği kurmak için beş tane adım gereklidir.  Müslüman Ülkelerin Birleşmiş Milletler teşkilatı, İslam NATOSU, İslam Ortak Pazarı, İslam Dinarı, İslami UNESCO. İşte atacağımız beş önemli adım böyledir.” (3)

Erbakan, ‘yeryüzünde Hakkı hâkim kılmak için’ D-8’lerin kurulmasına çalışırken dünyanın bugünkü durumunu sağlayan iki ana noktaya itiraz etmekteydi. Birincisi, Birinci cihan savaşı sonunda Yalta Konferansında dünyanın, galip devletler arasında paylaşılması; İkincisi de Birleşmiş Milletlerde 5 ülkenin Veto hakkı ayrıcalığı.

Erbakan, Yalta konferansını etkisiz kılmak için D-8’leri, D-160’lara dönüştürüp G-20’lerle 2. Yalta konferansını düzenlemek amacındaydı:

“2. Dünya harbinden sonra 1. Yalta Konferansı ile dünya şekillendirildi… Şimdi D-8 projesinde öngörülen bir hedef de 2. Yalta Konferansı ile ve 20. asırdaki yanlışlıklardan alınacak derslerle Yeni Bir Dünyanın G-7’lerle beraber doğrulara dayandırılarak kurulmasını sağlamak (1)…”

“Bunların (D-8) etrafında D-60’lar, 60 tane Müslüman ülke toplanacak. D-160’lar, yanı 100 tane ezilen ülke bunların etrafına katılacak… D-160’ların nüfusu 5 milyardan fazla olacaktır. Buna mukabil emperyalizmin etkisi altındaki G-8’lerin toplam nüfusu 1 milyar dolayında olacak. 1. Yalta konferansı yerine, Adil bir dünyanın kuruluş ilkelerinin benimseneceği 2. Yalta Konferansı yapılacak. Bu 2. Yalta konferansında Yeni bir dünya kurulacak. (4)”

Erbakan’ın ikinci itirazı, BM’de, beş ülkenin veto hakkının olmasının getirdiği ayrıcalığa idi:

“Bugün Birleşmiş Milletler, Dünya Bankası, İMF, UNDP ve UNICEF Irkçı Emperyalizmin kuruluşlarıdır. Tekelci sermayeye hizmet etmektedirler. Bu kuruluşları Irkçı Emperyalizm yönetmektedir. Bu dünyayla adil hizmet yapılamaz. Bu kurumların yerine yeni bir Birleşmiş milletler kurulacak. Mevcut dünya düzeninin değiştirilmesi için insanlara yeni bir siyasi irade bilinci verilecek.” (4)

“Bugün, şu Birleşmiş Milletler Teşkilatında 5 ülkenin veto hakkı var; bu çelişki değil mi... Bu, elli sene öncenin dünyası; bu dünya böyle yürümez. Şimdi, bütün dünyanın hepsi haklı bir dünya istiyor; herkes elli yıl sonra dünyayı yeniden kurmak istiyor.” (5) 

Erbakan, “Hak ve adalet merkezli yeni bir Dünya düzeni” kurabilmek için ümmetin şuurlandırılıp teşkilatlandırılması gerektiğine inanmaktaydı:

“İslam âleminin boykot ettiği hiçbir ülke uzun süre buna dayanamaz, bunu kullanabiliriz. Bir buçuk milyarlık İslam âlemi yeryüzünde çok önemli bir güçtür. Biz bunları şuurlandırabilirsek Yeni Dünya Düzeni kurulacak demektir. (3)”

Öyleyse!

“Hak ve Adalet merkezli yeni bir Dünya düzeni” için Ne AB, ne ŞİO ve ne de NATO; Önce D-8.”

Kaynaklar

1-Alan B., D-8 Yeni Bir Dünya, Yörünge yayınları, İstanbul, 2001, s: 10-20, 194-201,309

2-Erbakan, N., Gayemiz Bütün Beşeriyetin Saadetidir, Esam-Ankara, 16 Kasım 2005

3-Erbakan, Uluslar arası Müslüman Topluluklar 4. Kongresi, 4. Kongrenin Rapor ve teklifleri, İstanbul, 1995, s: 9-10, 37

4-Erbakan, Yeni Bir Dünya ve Adil Düzen, Esam-Ankara, 16 Kasım 2010.

5-Erbakan, 09 Aralık 1996 tarihinde Parlamentoda bütçe üzerine yaptığı konuşma.

  

ŞER İTTİFAKI ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI İÇİN İKİ ANA EKSEN OLUŞTURMAYA ÇALIŞMAKTADIR

(Umran Dergisi)   Şer İttifakı (Siyonizm-ABD-İngiltere-İsrail, AB) 21. yüzyılı “dijital dönüşüm” yüzyılı olarak öngörmekte, bu nedenle “büyü...