30 Aralık 2016 Cuma

Türkiye’deki Fitnenin Perde Arkası-2: ŞER İTTİFAKI “HAYIR DİYEBİLEN BİR TÜRKİYE” İSTEMİYOR

 (Milli Gazete)

Giriş

Geçen yazıda, son olaylarla ilgili genel bir değerlendirme yapılmış ve meydana gelebilecek, muhtemel, birkaç tehlikeye dikkat çekilmişti

Burada, Türkiye’de gerçekleştirilen darbelerin hepsinde var olan, ortak paydanın, ne olduğu konusu ele alınmaktadır.

Cevap Arayan Sorular

DP’ye karşı 27 Mayıs Darbesi, AP’ye karşı 12 Mart Muhtırası, AP+CHP+MSP+MHP’ye karşı 12 Eylül Darbesi, RP’ye karşı 28 Şubat Postmodern darbesi, MNP, MSP, RP ve FP’yi kapatma darbeleri, DSP’ye karşı lidere darbe girişimi (Ecevit’i hastaneye gönderme ve partiyi Kemal Derviş-İsmail Cem-Hüsamettin Özkan’la bölme operasyonu), CHP’ye karşı lider darbesi (Baykal’ı düşürme darbesi), AK Parti’ye karşı partiyi kapatma darbe girişimi, 24 Nisan Elektronik Muhtırası, Taksim Kadife darbe süreci (Reyhanlı’dan-7 Haziran 2016 seçim sunucuna kadar olan süreç) ve 15 Temmuz Askeri Darbe Girişimi; Şer ittifakı tarafından Türkiye’de organize edilen darbelerdir.

Darbenin, muhtıranın, entrikanın, terörün, ihanetin, muhatabı olan bütün bu partilerin (DP, AP, CHP, DSP, MNP, MSP, RP, FP, MHP, AKP), renkleri, felsefeleri, ideolojileri, ekonomi politikaları, Batıya, İslam coğrafyasına, SSCB, Rusya ve Çin’e bakışları ve yaklaşımları, birbirinden çok farklıdır. Buna rağmen bütün bu partiler, ABD’nin başını çektiği Şer ittifakının (ABD-İngiltere-İsrail/Siyonizm) darbelerine muhatap olmuşlardır. Niçin? 

Bu çok temel bir sorudur. İşin sırrını öğrenebilmek için bu sorunun cevabı, duygusallıktan uzak, gerçekçi bir şekilde araştırılıp verilmelidir. Bu kadar farklı renklere sahip olan bu partilerin, konumuzla ilgili tek ortak paydası, ABD destekli darbelerle düşürülmüş olmalarıdır. O nedenle bu sorunun cevabı hayatîdır. İyi bir araştırma konusu, hatta iyi bir doktora konusudur.

Bunun kadar cevaplandırılması gereken daha başka ana sorular da vardır: 

* Her darbeden sonra iş başına gelen siyasi partiler, geçmişten niçin ders alıp gerekli tedbiri almamışlardır/alamamışlardır?

* Şer ittifak, her devirde nasıl oluyor da, sivil ve askeri bürokrasiden, medyadan ve STK’lardan destek bulabiliyor?

* ABD, niçin ve nasıl, Türkiye’nin istihbaratını ve ordusunu organize edebiliyor, yapılandırabiliyor?

* ABD, Türkiye’de sivil ve askeri bürokrasiye nasıl olup da kolayca sızabiliyor?

* Türkiye ile ABD arasında imzalanmış ikili anlaşmalar nelerdir? Bu ikili anlaşmalar, ABD’ye nasıl bir hareket kolaylığı sağlamaktadır.

* NATO’da bulunmaktan dolayı çıkarılan yasalar nelerdir? NATO, meclis kararı olmadan Türkiye’de rahatça hareket edebiliyor mu?

* Şer İttifakı işbirlikçisi olduğu açıkça bilinen STK’lar, nasıl oluyor da, bu kadar rahat hareket edebiliyor, siyasi iktidarların desteğini alabiliyor ve imkânlarını kullanabiliyor?

* Kriz dönemlerinde Türkiye’ye “emsal çözümleri” kimler sunmaktadır? Bu “emsal çözümler”, bugüne kadar bu ülkeye ne getirdi ve ülkeden neler götürdü?

* Türkiye’deki darbelerin, Türkiye’nin sanayileşmeye karar verdiği, kalkınmak istediği dönemlerde olması bir tesadüf müdür?

* Türkiye, bağımsız dış politika uygulamaya kalktığı zaman, darbelerin olması bir rastlantı mıdır?

* Türkiye’nin menfaatleri ile şer ittifakının menfaatleri çatıştığı dönemlerde, darbelerin olması tesadüf müdür?

* Şer ittifakı, darbeye muhatap iktidarlardan isteyip de alamadıklarını, darbe dönemi hükümetlerinden ve sonrasında gelen sivil, seçilmiş iktidarlardan almış mıdır?

* Darbeden önce, darbe sürecinde ve sivil yönetime geçmeye karar verildiği darbe sonrasında, aniden parlatılan şahsiyetler veya partiler var mı ve varsa bunları, hangi güç allayıp pullayıp kamuoyuna sunmaktadır? 

* Darbeden önce, darbe sürecinde ve sivil yönetime geçmeye karar verildiği darbe sonrasında, yıpratılan şahsiyetler veya partiler var mı ve varsa bunları, hangi güç yıpratmaktadır?

* Her darbeden sonra üniversitelerde, askeri ve sivil bürokraside, Anadolu sermayesinde tasfiye yapılmasını ve ardından bir beyin göçünün olmasını, nasıl izah etmek gerekmektedir?

* Bütün darbelerde yapılan tasfiyelerin listeleri, kim tarafından ve hangi ölçütlere/kıstaslara göre hazırlanmaktadır?

Bu soruları daha da genişletmek mümkündür. Bu sorular, amacımızın açıklanabilmesi için yeterlidir.

Türkiye’de Siyasi İktidarı Devirmenin Bilinmeyen Yolları

Türkiye’de yapılmış darbeleri, bu sorular çerçevesinde ele almadan önce, konumuza açıklık getirmesi açısından Bülent Ecevit’in yasaklı olduğu bir dönemde, İngiliz televizyonu ile Amerikan televizyonunun ortaklaşa düzenledikleri ve yayımladıkları bir tartışma programında, başından geçenleri, kendisinin bizzat kaleme aldığı olayı, hatırlamamızda fayda vardır (1,2):

“…Benim katıldığım tartışma senaryolarından biri, hayali bir ada devletiyle ilgiliydi. Varsayımsal senaryoya göre, bu ada devleti zalim bir diktatör tarafından yönetilmekteydi. ABD ve İngiltere, kendi çıkarlarına sadakatle hizmet ettiği için, bu diktatörü destekliyorlardı. Fakat ada devletinin halkından yükselen muhalefet ve tepki o kadar ileri ölçülere varmıştı ki, ABD ve İngiltere, sonunda, diktatörün devrilmesine razı olmuş ve bunun için gerekenleri yapmışlardı.

Yine senaryoya göre, bu diktatörün yerine, Amerikan ve İngiliz tertibiyle bir başka lider getirilmişti. Fakat o lider de, bir süre sonra, fazlasıyla Moskova yanlısı bir tutum izlemeye başlamıştı. Onun için, ABD ve İngiltere, ondan da kurtulmaya karar vermiş ve gereğini yapmışlardı.

Fakat yerine kim geçecekti?... 

…Tartışmaya katılanlar arasında, ABD ve İngiltere’nin bazı önde gelen devlet adamları ve komutanları yer alıyordu. O arada, General Haig, eski CIA başkanlarından biri ve o sırada FBI başkanı olan şimdiki CIA Başkanı Webster de bulunuyordu. Almanya’dan da birkaç önde gelen politikacı vardı. Bu ülkeden gelenler dışında, ayrıca, bir eski İtalyan devlet adamı ile Türkiye’den ben vardım.

Hayali ada devletine yeni bir lider aramasına sıra geldiğinde, tartışmanın yöneticisi Amerikalı profesör, tartışmacılara bir kopya verdi:

-Ada devletinde, şimdilik bir köşeye çekilmiş, fakat halk arasında saygınlığı olan bir sosyal demokrat politikacı nasıl devletin başına gelecekti?

Amerikalılar dediler ki:

-Onun kolayı var... Eski diktatör bizim adamımız olduğuna göre, bu ada devletinin silahlı kuvvetlerinde de bizim hatırımızı kırmayacak yakın dostlarımız var demektir. Onlara söyleriz, sosyal demokrat politikacıyı iktidara getirmenin bir yolunu bulurlar.

İngilizler de, Almanlar da bu çözümü hemen benimsediler.

Ben, o zamana kadar, tartışmaya hiç katılmamıştım. …Tartışmayı yöneten Amerikalı profesör birdenbire bana döndü ve

-Mister Ecevit, diyelim ki o sosyal demokrat lider sizsiniz!.. Amerikalıların önerdiği çözümü kabul eder misiniz, diye sordu.

Hiç duraksamadan özetle şu yanıtı verdim:

-Dostumuz ve müttefikimiz de olsalar, bazı yabancı devletlerin içişlerimize böylesine karışmalarını ve silahlı kuvvetlerimizle böylesine içli dışlı olmalarını içime sindiremem. Onun için, bu çözümü kesinlikle kabul edemem. Kendi girişimimle ve serbest seçimlerle halkın desteğini alarak iktidara gelebilirsem gelirim; başka türlüsünü düşünemem bile.

Tartışmanın ondan sonraki bölümünde, bir yandan Amerikalılar bir yandan İngilizler, beni ikna etmek için uzun uzadıya dil döktüler. Nihayet, tartışmaya hararetle katılan, eski dostum bir İngiliz muhafazakâr milletvekili, bana çıkıştı:

-Görüyor musun bize yaptığını, senin direnmen yüzünden bu devlet sorununa bir çözüm bulamıyoruz, dedi.

Son olarak tartışma yöneticisi, General Haig’e dönerek,

-Ecevit kabul etmemekte direniyor, bu durumda ne yapacaksınız, diye sordu.

General Haig özetle şu yanıtı verdi:

-Bizim bu gibi konularda deneyimimiz vardır. Ecevit istemese de biz, uygun gördüğümüz bir çözümü uygulatmanın yolunu buluruz, dedi,”!

Ecevit’in ifadelerine göre Şer ittifakı, Ecevit’e rağmen Ecevit’i, Türkiye’de İktidar yapmaya karar vermiştir. Bu gerçekleşti mi? Gerçekleştiyse bu, nasıl başarılmıştır?

Bunun için tarihe tekrar dönmemiz gerekecektir. 28 Şubat postmodern darbesinden sonra Türkiye, bir türlü hükümet krizini çözememiştir. Böyle bir dönemde devrin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Meclis’te dördüncü parti olan Ecevit’e azınlık hükümeti kurdurmuştur. Bu azınlık hükümeti zamanında, askerlerin Suriye’ye baskısıyla Abdullah Öcalan, Suriye’den çıkarılmıştır. Suriye’den çıkarılan, değişik ülkelerden sığınma talep eden ve alamayan Öcalan, Şer ittifakı tarafından “paketlenip” Türkiye’ye teslim edilmiştir. Azınlık Hükümetinin Başbakanı Ecevit’in halk indinde itibarı, çok hızlı bir şekilde artmış; ilk genel seçimlerde %22 civarında bir oy alarak birinci parti olmuştur. Bu arada Öcalan’ın teslim edilmesine denk düşen zaman dilimi ve sonrasında, Türkiye’nin değişik bölgelerinde, terör olaylarında anı bir artış olmuştur. Terör, MHP’yi yaklaşık %18 oy oranıyla ikinci parti yapmıştır. Seçimlerin ardından Ecevit’in başkanlığında bir koalisyon hükümeti kurulmuştur.

Ecevit’e rağmen Ecevit, Abdullah Öcalan sayesinde önce birinci parti, sonra da iktidar yapılmıştır. Ecevit ölünceye kadar, “Abdullah Öcalan bana niçin teslim edildi bir türlü anlayabilmiş değilim”, deyip durmuştur.

Şer ittifakı tarafından bu şekilde iktidar yapılmış olan Ecevit’ten, Şer ittifakı, daha sonra, şunları, medyaya yansıyanlar, istemiştir:

* “Erbakan Hocanın İran’la yaptığı doğal gaz anlaşmasının iptal edilmesi

* Saddam Hüseyin’in devrilmesi için Türkiye’nin tüm üsleri ABD’ye açması ve ABD ile birlikte Irak’a girmesi.

* Kıbrıs ve Ermenistan sorunlarının, Şer İttifakının öngördüğü şekilde çözülmesi.

* Perde arkasında medyaya yansımayan başka şeyler de istenmiş olabilir. 

Bildiğimiz kadarıyla Ecevit, bunları gerçekleştirmemiştir. Bunun üzerine ülkede ekonomik kriz çıkartılmış ve kendisi, özel bir hastaneye yatırılmış; partisi, Kemal Derviş-İsmail Cem İpekçi-Hüsamettin Özkan üçlüsü tarafından bölünmüştür. İlk Genel seçimlerde de, DSP, %2 civarında rey alarak siyaset sahnesinden tasfiye edilmiştir.

Görülebileceği gibi, şer ittifakı, Ecevit’e rağmen Ecevit’i iktidar yapmış ve gene ona rağmen onu, siyaset sahnesinden silebilmiştir. 

Bu operasyonunun ana sebebi nedir?

Sonuç: “Hayır Diyebilen Bir Türkiye” İstenmemektedir

Türkiye’deki darbeleri, genel hatları ile incelediğimizde, hepsinin en genel ve özgün ortak paydası, Şer İttifakının, Türkiye’de kendisine “hayır diyecek/diyebilecek” bir siyasi iktidar istememiş olmasıdır. Uzun yıllar siyasette kalmış, değişik bakanlıklarda bulunmuş, bir siyasetçi olan Kamuran İnan’ın deyişi ile “Hayır Diyebilen bir Türkiye” İstenmemektedir:

“…Devletin menfaat ve onurunu korumakta kararlı olanların karşısına dikilen bir iç cephe vardır. …Büyük güçler kendi menfaatlerini korumak, karşı tarafa kabul ettirmek için hiçbir tedbiri ihmal etmez, açık kapı bırakmazlar. …Stratejik ve ekonomik bakımdan önemli menfaatleri bulunan memleketlerde basın ve kamuoyunu yönlendirmek, iç müttefikler bulmak zor olmuyor. …Bu gibi memleketlerdeki darbeleri tesadüfe bağlamak veya halk hareketi olarak görmek yanlıştır. Bunların arkasında, genellikle, dış menfaat bulunmaktadır. Büyük güçlerin, uzun süre, Hayır işitmeye tahammülü yoktur. HayIr diyenler gider, yerlerine evet diyenler gelir. …Nerede ve nasıl şişirildiği belli olmayan paraşütlerle siyaset meydanına inen “lider”ler bizde de görülmüştür.

...Hiçbir şeyi tesadüfe bırakmayan büyük güçler, menfaatleri bulunan memleketlerde Evet’çilerin iktidar olmasını kolaylaştırıyor. “Gizli kuvvetlerin gücünü ihmal etmemek lazım.” (3)

Türkiye’nin bu gerçeği görmesi, ders alması, özgür ve adil bir düzlemde tartışma imkânları ihdas ederek, güçlü ortak paydalar oluşturup bütünleşmesi ve şer ittifakına karşı tek yürek olması, tarihi bir sorumluluk ve zarurettir bugün. Henüz Vakit Varken; Yarın Çok Geç Olabilir.

Kaynaklar

Ecevit B., Milliyet, 20 Ocak 1991.

Yetkin, Ç., Türkiye’de darbeler ve Amerika, Kilit Yayınları, 5. Basım, Kasım 2011, S:90-93.

İnan K., Hayır Diyebilen Türkiye, Timaş, İst. (1995), S: 28

 

23 Aralık 2016 Cuma

Türkiye’deki Fitnenin Perde Arkası -1: Genel bir değerlendirme

 (Milli Gazete)

Geçmişte gerçekleştirilen Kahramanmaraş, Çorum, Sivas, Malatya, 1 Mayıs Taksim, Gazi Mahallesi olayları, Güneydoğudaki “Hendek savaşları”, Diyarbakır, Ankara ve İstanbul’da değişik zamanlarda meydana gelen canlı bomba vakaları, Muavenet Zırhlısının ABD Saratoga Gemisi tarafından vurulması, Kırıkkale Silah Fabrikası’nda ve Afyondaki silah deposunda meydana gelen patlamalar, CASA uçakları, Eşref Bitlis’in uçağının, Toryum üzerine çalışan ilim adamlarının içinde olduğu Atlas Jet uçağının ve değişik zamanlarda askeri uçak ve helikopterlerin düşmesi(!)/düşürülmesi, Malatya Belediye Başkanı Hamit Fendoğlu’nun, Gümrük Bakanı Gün Sazak’ın, Eski MİT’çi Hıram Abbas’ın, Diyarbakır Emniyet Müdürü Gaffar Okan’ın, Org. Eşref Bitlis, Org. Hulusi Sayın, Org. Adnan Ersöz, Org. Kemal Kayacan’ın, JİTEM’li bazı subayların, Özdemir Sabancı, Nihat Erim, Abdi İpekçi, Muammer Aksoy, Bahriye Üçok, Çetin Emeç, Uğur Mumcu, Turan Dursun, Kemal Türkler, Şemsi Denizer, Serkan Ciminli, Ömer Lütfi Topal, Nesim Malki, Ahmet Taner Kışlalı’nın öldürülmesi, Akyazı-Düzce-Hendek üçgeninde öldürülenler, Susurluk kazası, hapishane olayları, katliam ve firarlar; Türkiye ile Şer İttifakı (ABD-İsrail-İngiltere-Siyonizm-AB) arasındaki ilişkilerde meydana gelen gerilim sonrasında vuku bulmuş olaylardır. Keza Ecevit’e İzmir Çiğli Havaalanı’nda suikast girişimi, Ecevit’in Taksim mitinginde vurulacağına ilişkin Demirel’den gelen mektup, Başbakan Turgut Özal’ın parti kongresinde, Org. Kıvrıkoğlu’nun Kıbrıs’ta kurşunlanması, İnsan Hakları Derneği Başkanı Akın Birdal’ın kurşunlanması, Türkiye’ye diz çöktürmek amaçlı ve tek merkez tarafından yürütülmüş operasyonlardır. 

İstanbul Beşiktaş’ta Çevik Kuvvete ve Kayseri’de komandoları taşıyan bir otobüse yönelik yapılan canlı bomba saldırıları, Diyarbakır’da F-16 askeri uçağının düşürülmesi(!), son olarak da Rusya büyükelçisinin Ankara’da öldürülmesi de sürecin bir parçasıdır. Bu son olaylar, MİT operasyonu (Hakan Fidan’ın Oslo görüşmeleri için ifade vermeye çağrılması) ve ardından başlayan Taksim Kadife darbe süreci ve onun devamı olan sosyolojik savaş amaçlı 15 Temmuz Darbe Girişimi sürecinin devamından başka bir şey değildir. Şer İttifakının Irak – Suriye Hattında, Türkiye’yi tuzağa düşürmesi, PKK, PYD-YPG’ye silah yardımı yapması ve PYD-YPG’yi “stratejik ortak” ilan etmesi, Türkiye’ye açılmış ve fakat adı henüz konmamış bir savaşın sonuçlarıdır. 

Bu yazı serisinde, Türkiye’nin girdiği bu yeni dönem, ana hatları ile ele alınacak ve geçmiş olaylar analiz edilip, gelecekle ilgili bazı tekliflerde bulunulacaktır.

İslâm Coğrafyasında Çatışan Projeler

Bu konuyu, yol boyu çok sık gündeme getirmemizin sebebi, söz konusu projelerin kahir ekseriyetinin, genellikle uzun vadeli, 50-100 yıllık olarak hazırlanmış olmasından dolayıdır. Bu tür projeler, birkaç başarısız operasyondan dolayı gündemden kaldırılmazlar; genellikle revize edilir, yeni taktik ve stratejiler geliştirilerek yeniden sahaya sürülürler; ya da daha elverişli şartlar olgunlaşıncaya/olgunlaştırılıncaya kadar yürürlükten kaldırılıp ötelenirler. 

Şer İttifakı (ABD-İsrail-İngiltere-Siyonizm-Vatikan), yeni sömürgeleştirme hareketine uygun olarak İslâm coğrafyasını yeniden paylaşmak istemektedirler. Bu paylaşım kavgasına, hem bölgesel, hem de küresel bazda, karşı çıkışlar söz konusudur. Bu coğrafyada hâkimiyet kavgasına dönük çatışan projeleri aşağıdaki gibi özetleyebiliriz:

Birinci Grup Projeler:

Büyük Ortadoğu Projesi (BOP; ABD-İsrail –İngiltere-Küresel Sermaye) 

Büyük İsrail Projesi (BİP; İsrail-Siyonizm, ABD destekli) 

2. Sevr Projesi (AB) 

Büyük Ortadoğu’nun Hıristiyanlaştırılması (Dinler Arası Diyalog) projesi (Vatikan)

‘NATO’nun Evrenselleşmesi ve İslâm coğrafyasına yerleşmesi projesi’ 

“Serbest Piyasa”-“Özelleştirme projesi” (ABD-Siyonizm-Küresel Sermaye-AB) 

Bölge güçlerinin birbirini dengelemesi projesi – Ayrı Dengeli Güç Odakları (ABD)

İslâm›ın, İslâm’la savaştırılması projesi (ABD/AB/Siyonizm)

İran’ın küresel sisteme entegrasyonu ve kadife darbe ile yönetimin değiştirilmesi projesi (ABD-İngiltere-Küresel Sermaye)

Türkiye-İran savaşı projesi (ABD-İsrail-İngiltere-Siyonizm)

Türkiye’yi Irak-Suriye bataklığına çekme ve boğma projesi (ABD-İsrail-İngiltere-Siyonizm)

Çok Kutuplu Ortadoğu (Türkiye, İran, Mısır, Suud-i Arabistan) projesi (ABD-İsrail-İngiltere-Siyonizm) 

Kadife Darbeler (ABD-İsrail-İngiltere-Siyonizm) 

İkinci Grup Projeler:

Düşmanla/rakiple güvenlik alanının dışında hesaplaşma projesi (ABD/Çin/Rusya): vekâlet savaşları. Dinî-Etnik-Mezhepsel fay hatları oluşturma projesi- Kaos Projesi (ABD/İngiltere/AB/Rusya/Çin/İsrail-Siyonizm)

Üçüncü Grup Projeler:

Sıcak denizlere inme - eski müttefikleri kazanma projesi (Rusya)

ABD’nin yayılmasını engelleme projeleri (ŞİO-BRIC Ülkeleri) 

Dördüncü Grup Projeler:

Şia Savunma Hattı Projesi (İran-Irak-Suriye-Lübnan; İran-Bahreyn-Yemen)

Şia eksenini parçalama, yayılmasını engelleme ve Sünni bir eksen meydana getirme projesi (Suud-i Arabistan /Katar/Türkiye/Mısır; Sünni Arap Yönetimleri - İsrail)

Beşinci Grup Projeler:

Türkiye’nin “Yeni Osmanlı” projesi, Bölgesel Güç Olma Projesi 

Türkiye ile birlikte Büyük Ortadoğu›yu Değiştirme Projesi (“ Model Ülke Türkiye”) (ABD/Siyonizm) (Şimdilik yürürlükte değil)

Ahmet Davutoğlu’nun, başbakan olduğu dönemde, tarihe atıfta bulunarak, “Ya Kut’ul Amare Kazanacak, Ya Da Sykes- Picot” demesi; birinci gruptaki projelerin varlığına yapılan bir gönderme olmakla beraber; Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı tehlikelere de dikkat çekmek amaçlıdır. Büyük İsrail ve Büyük Ortadoğu Projeleri kapsamında, hukuken değil; fakat fiilen, Libya’nın, Sudan’ın, Irak’ın ve Yemen’in bölünmüş olması, bu projelerin adım adım uygulanmaya çalışıldığının bir göstergesidir.

Türkiye’de vuku bulan olayları, hele 15 Temmuz 2016 ihanet hareketi sonrasını, bu projeler kapsamında ele alıp değerlendirmek gerekmektedir. Türkiye’deki hiçbir olay, günü birlik, aniden ve tesadüfen meydana gelmemektedir. Arka planda vuku bulan çatışmayı, göz önüne almadıkça, sadece görünenle yetindikçe, anlık düşündükçe, hem gerçekleri göremez, hem de gerekli çözümleri üretemeyiz. 

Bu coğrafyada vuku bulan olaylar, uzun vadeli çizilmiş stratejilerin bir sonucudur. Taktik zafer ve mağlubiyetler mutlaka önemlidir ve dikkate alınmalıdır. Ancak bundan daha önemli olan stratejik zafer ve mağlubiyetlerdir. Bazı taktik zafer ve mağlubiyetlerin, yem olarak kullanıldığı da, asla unutulmamalıdır.

Genel Bir Değerlendirme

Türkiye’de vuku bulan özel amaçlı eylemler, Şer İttifakı (“Üst Akıl”/Şeytanî akıl, Birinci Beyin/Dış Beyin Halkası) tarafından tasarlanıp/planlanıp organize edilmektedir. Siyonist-Haçlı Şer İttifakının Türkiye içerisinde çok güçlü Mason-Sabetayist dostları ve İşbirlikçi ajanları vardır (İkinci Beyin/İç Beyin Halkası). Bu iki beyin tarafından çizilen strateji, CIA/MOSSAD/MI6/BND gibi istihbarat örgütleri tarafından alınıp eğitilmiş ve organize edilmiş taşeron örgütler (Üçüncü Halka) aracılığıyla hayata geçirilmekte/geçirilmek istenmektedir.

Türkiye’de ve dünyanın değişik ülkelerinde icra edilen kaosu, askerî ve kadife darbeleri göz önüne aldığımızda, farklı taşeron örgütler kullanıldığını görmekteyiz:

Hedef ülkelerin vatandaşlarından oluşan terör eksenli çalışan örgütler,

Hedef ülkelerin vatandaşlarından oluşan, kitlesel eylemlerde ve kamuoyu oluşumunda kullanılan farklı renklerde STK’lar,

Hedef ülkelerin ordusu/polisi/istihbarat birimleri

Birinci ve ikinci gruptaki taşeron örgütler, hedef ülke ve ideolojilere göre seçilmekte ve şekillendirilmektedir. Taşeron örgütlerin üst lider kadroları, işbirliği içerisinde olduklarını bilmektedir; aza, taraftar ve sempatizanlar, işin farkında değillerdir. Farkına varanlar da, değişik yöntemlerle tasfiye edilmektedir. Türkiye’de 1950-1980 dönemine ilişkin yazılan hatırata, yapılan ifşaata ve devletin resmi belgelerine bakıldığında, bu tür yapıların varlığı kolaylıkla görülebilmektedir. Bunlara göre hemen hemen her kesimden, bu tür taşeron örgütler inşa edilip kullanılmıştır. Bugün bizi ilgilendiren boyutu ile küresel düzlemde bunlardan en meşhur olanları, PKK-PYD-YPG, EL KAİDE, İŞİD, BOKO HARAM ve Gülen Hareketi (“FETÖ”)’dir. Bunların yanı sıra hedef ülkelerin içinde lokal olarak çalışan, yeri ve zamanı geldiğinde kullanılan- uyuyan- kripto örgütler de bulunmaktadır. 

Şu ana kadar icra edilen operasyonları göz önüne aldığımızda, Şer İttifakının çalışma tarzına ilişkin bazı öngörülerde bulunma imkânını elde etmekteyiz. Şer İttifakı bir operasyona karar verdiğinde, ilgili bütün yapıları uyarmakta, gerektiğinde eğitime tâbi tutmaktadır. Sansasyonel eylemler için olay öncesi, olay esnası ve olay sonrasına dönük olarak üç evreli bir psikolojik harekât planlamakta ve yürütmektedir. Eylem başlamadan önce, büyük bir kampanya açılarak toplumu, tek yanlı olarak şartlandırmaya çalışmaktadır. Öngörülen operasyon icra edilir edilmez, fesat kampanyası, kafaları allak bullak edecek tarzda, hem olayın sıcaklığında, hem de sonrasında çok yoğun, çok kirli ve pis bir şekil almaktadır.

O nedenle olayları ele alıp değerlendirirken özellikle altının çizilmesi gereken nokta, medya üzerinden servis edilen ve birbirleri ile taban tabana zıt olan bilgilerin, istihbarat servisleri tarafından, belli bir amaca dönük olarak servis edildiği gerçeğinin göz ardı edilmemesidir. İstenen, bu bilgilerin alınıp yaygınlaştırılması ile bir kaosun, ümitsizliğin meydana gelmesidir. Ayrıca sosyolojik savaş kapsamında; hedef kitlenin ayrışması, fay hatları meydana gelmesi ve/veya var olan fay hatlarının enerji ile yüklenmesi vardır. Kin ve nefretin yaygınlaşarak uzlaşma ortamının ortadan kalkması; gerekirse hedef kitlenin çatıştırılması, temel amaçlardan biridir. O nedenle Allah, Nisa 83. ayette iman edenlere, hem yol göstermekte, hem de onları özel bir tehditle uyarmaktadır:

“Kendilerine güven veya korku haberi geldiğinde, onu yaygınlaştırıverirler. Oysa bunu Peygambere ve kendilerinden olan emir sahiplerine götürmüş olsalardı, onlardan sonuç çıkarabilenler, onu bilirlerdi. Allah’ın üzerinizdeki fazlı ve rahmeti olmasaydı, azınız hariç herhalde şeytana uymuştunuz.” (4 Nisa 83)

Ayette yer alan “Allah’ın üzerinizdeki fazlı ve rahmeti olmasaydı, azınız hariç herhalde şeytana uymuştunuz” ifadesinin, çok ciddi bir tehlikeye dikkat çekmek amaçlı bir uyarı olduğunun göz ardı edilmemesi gerekmektedir. Bu ifadenin farklı tonlarının, İfk hadisesini (Hz. Ayşe’ye zina iftirası) anlatan Nur Suresinde (24/10, 14, 20, 21), dört kez geçmiş olması; ortalıkta dolaşan haberler noktasında, iman edenlerin çok temkinli ve çok büyük sorumluluk sahibi olarak hareket etmeleri gerektiğinin bir işareti olarak değerlendirilmelidir.

Dikkat edilmesi gereken nokta, Türkiye’nin en gözde diyebileceğimiz güvenlik birimlerine (Çevik Kuvvet, komandolar) güpegündüz saldırılmasıdır. Bu, çok özel bir mesajdır. Bunu destekleyen diğer bir nokta da, Rus Büyükelçisinin çok rahat bir şekilde öldürülmesidir. Eş zamanlı sayılabilecek diğer bir olgu da, değişik vilayetlerde sokaklara patlayıcılar atılarak halkta panik meydana getirilmeye çalışılmasıdır. Türkiye’de çok ciddi bir güvenlik zafiyetinin var olduğu imajı oluşturulmak istenmektedir. Bu son olayların zamanlaması ve icra ediliş şekli, 1980 öncesi olayları çağrıştırmaktadır. Bu nedenle polis, MİT ve ordunun içerisinde Şer ittifakı ile ilişki halinde bir grubun var olup olmadığı mutlaka araştırılmalıdır. 

Rus elçisinin öldürülmesi, sadece Türkiye’ye bir mesaj değil aynı zamanda da Rusya’ya bir mesajdır. Türkiye-Rusya-İran, Suriye meselesini ABD’ye rağmen birlikte çözmeye çalışmaktadırlar. Her üç ülkenin, şu an en ciddi ortak paydası, Suriye’nin geleceğidir. Eğer Rus büyükelçisi, bu amaçla öldürülmüş ise o takdirde İran Büyükelçisine de bir saldırı planlanıyor olabilir. Gerekli acil tedbirlerin bir an önce alınması gerekmektedir.

Sonuç: Gereği Yapılırsa Sonu Zaferle Bitecek Zorlu ve Sıkıntılı Bir Süreç

İstanbul Beşiktaş’ta Çevik Kuvvete ve Kayseri’de komandoları taşıyan bir otobüse yönelik canlı bomba saldırılarının ve Rusya büyükelçisinin çok garip bir şekilde Ankara’da öldürülmesinin, çok amaçlı ve çok mesajlı saldırılar olduğu kanaatindeyiz. 

MİT müsteşarı Hakan Fidan’ın ifadeye çağrılmasının ardından başlayan Kadife Darbe süreci, nasıl 15 Temmuz ihanet darbe girişimine gelip dayanmış, çok aşamalı ve uzun vadeli bir stratejinin ürünü ise; Şer İttifakı tarafından Beşiktaş’ta Çevik Kuvvete yapılan Saldırı da, yeni bir sürecin, kanaatimize göre, başlangıcıdır.  Bize göre “Dolaylı harp stratejisi” kapsamında birbirine taban tabana zıt taktiklerle, çok farklı noktalarda, ortamlarda, farklı toplum kesimlerinde Türkiye’ye art arda saldırılar düzenlenmek üzere bir strateji çizilmiş ve uygulamaya sokulmuş gibi gözükmektedir. (İnşallah yanılırız.) Bu noktaya özel vurgu yapmamızın sebebi, Türkiye’nin Taksim Gezi Parkı olayını vaktinde, gerektiği gibi algılayamaması, değerlendirememesi ve yorumlayamaması; bundan dolayı da zamanında, gerekli tedbirleri alamaması, şer ittifakına karşı gerekli birleşik cephe hareketini kurup genişletip, geliştirememesidir. Türkiye bugün aynı hataya tekrar düşmemelidir.

Dikkat edilmesi gereken bir başka nokta da, Gülen Hareketi merkezli, yeni bir silahlı taşeron terör örgütünün sahaya sürülmesi ihtimalidir. Müslüman maskeli böyle bir örgütün sahaya çıkarılması, ciddi sosyolojik ayrışmaya sebebiyet verebilir. Şer İttifakının buradaki amacını ve hedefini iyi okumak gerekmektedir.

Böyle durumlarda Hz. Muhammed (sas) der ki;

“Şunu da bil ki nusret(i ilahî) sabırla birlikte gelir, kurtuluş da sıkıntıyla gelir, zorlukta da kolaylık vardır, bir zorluk iki kolaylığa asla galebe çalamayacaktır.”

 

16 Aralık 2016 Cuma

İslâm Coğrafyasını Kasıp Kavuran Fitnenin Kökünü Kazımak-5: D-8’ler yeniden yapılandırılarak D-60’lar inşa edilmelidir.

 (Milli Gazete)

NATO, askerî amaçlı, güvenlik merkezli bir örgüt iken; AB, sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik, askerî, kültür ve medeniyet merkezli bir entegrasyon projesidir. Şangay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) ise askerî ve ekonomik merkezli bir örgüt olup, batı ittifakına karşı kurulmuştur.

Bu durumu göz önüne alarak sorulması ve cevaplandırılması gereken, Türkiye’nin tercih önceliği, bunlardan birisi mi olmalı; yoksa İslâm ümmetinin birlik ve beraberliğini sağlayacak bir işbirliğine mi gitmeli sorusudur. İslâm coğrafyasındaki fitnenin kaynaklarından birini, diğerine göre “ehveni şer” diyerek kabullenmek, İslâm coğrafyasındaki fitnenin kökünün kazınmasında ne derece etkili olabilir?

Rusya tarafından icra edilen Halep katliamı gözler önünde iken; Rusya, zalim Esed yönetimine, ÇİN ile birlikte her türlü desteği verirken, ŞİÖ’ya girmek istemek, İslâm dünyasının geleceği için akılcı ve kalıcı bir çözüm değildir.  ŞİO’ya, taktik geçici bir çözüm olarak bakılabilir. Öyleyse stratejik çözüm ne olmalıdır?

Siyonist-Haçlı ittifakının tüm saldırılarını durdurup parçalayacak bir potansiyele sahip olan Türkiye’nin, bölgesel ve küresel güç olabilmesi için Türkiye, ümmetin gücünü yanına almalı, şerre karşı hep birlikte yürümelidir. Bu amaçla D-8 Merkezli D-60’ları kurmayı hedeflemelidir.

Burada bu konu ele alınacaktır.

Kaza Görüntüsü Verilmiş Sabotajlar Ve Taşeronlar Üzerinden Yürütülen Adı Konmamış Bir Savaş: Siyonist- Haçlı İttifakı Saldırıları

Türkiye’nin ABD ve Batı ile ilişkilerinde ne zaman bir sertleşme olmuşsa, Türkiye kendi bağımsız politikasını uygulamaya sokmaya çalışmışsa, ülkede mutlaka çok özel cinayetler işlenmiş ve çok önemli stratejik alanlara sabotaj yapılmış, toplu kitle katliamlarına sebebiyet verecek bomba ve canlı bomba olayları vuku bulmuştur.  Cumhuriyetin başlangıcından bu yana bu politika hep yürürlükte olmuştur. Geçmişte gerçekleştirilen Kahramanmaraş, Çorum, Sivas, Malatya, 1 Mayıs Taksim, Gazi Mahallesi olayları, Güneydoğu’daki “Hendek savaşları”, Diyarbakır, Ankara ve İstanbul’da değişik zamanlarda meydana gelen canlı bomba vakaları, Muavenet Zırhlısının ABD Saratoga Gemisi tarafından vurulması, Kemal Türkler, Eşref Bitlis, Uğur Mumcu, Kışlalı ve Gaffar Okkan’ın öldürülmesi,  Kırıkkale Silah fabrikasında ve Afyondaki Silah Deposunda meydana gelen patlamalar, CASA uçakları, Eşref Bitlis’in uçağı, Atlas Jet Uçağı ve değişik zamanlarda askeri uçak ve helikopterlerin düşmesi/düşürülmesi, Türkiye-Şer İttifakı (ABD-İsrail-İngiltere-Siyonizm-AB) ilişkilerinde meydana gelen gerilim sonrasında vuku bulmuş olaylardır. Bunların hiçbiri tesadüf değildir, rastgele olmamıştır. Bir stratejinin uygulanmasının sonucudur.

Son İstanbul Beşiktaş’ta Çevik Kuvvete yönelik yapılan canlı bomba saldırısı ile Diyarbakır’da F-16 askeri uçağının düşmesi/düşürülmesi; MİT operasyonu (Hakan Fidan’ın Oslo görüşmeleri için ifade vermeye çağrılması) ve ardından başlayan Taksim Kadife Darbe süreci ve onun devamı olan sosyolojik savaş amaçlı 15 Temmuz Darbe Girişimi sürecinin devamından başka bir şey değildir. Şer ittifakının Irak – Suriye hattında, Türkiye’yi tuzağa düşürmesi, PKK, PYD-YPG’ye silah yardımı yapması ve PYD-YPG’yi “stratejik ortak” ilan etmesi, Türkiye’ye açılmış ve fakat adı konmamış bir savaştan başka bir şey değildir.

Türkiye, Türkiye’deki ABD ve NATO üslerini kapatarak şer ittifakına cevap vermelidir, vermek zorundadır.

Türkiye’deki ABD ve NATO Üsleri Kapatılmalıdır

Türkiye, NATO’ya girdiği günden beri sahip olduğu jeostratejik, jeopolitik, jeoekonomik ve jeokültürel öneminden dolayı, ABD-NATO tarafından vazgeçilmez bir ülke olmuştur. ABD/NATO’nun Türkiye’de sürekli üsleri olmuş ve her fırsatta da üslerin ülkenin her tarafına yayılması için Türkiye’ye baskı uygulamıştır. Medyaya yansıdığı şekliyle Türkiye’yi bir örümcek ağı gibi saran NATO üsleri, aşağıda verilmiştir (1-5):

1- Adana - İncirlik Üssü, 2- İncirlik Hava Üssü, 3- Malatya – Kürecik, 4- İzmir – Çiğli, 5- Afyonkarahisar, 6- Şile Üssü, 7- Konya 3. Ana Jet Üs Komutanlığı,

8- Balıkesir 9. Hava Jet Üssü, 9- Muğla Aksaz Deniz Üssü, 10- Birleştirilmiş Hava Harekât Merkezleri (CAOC6); 11- Ankara, Karamürsel, Sinop, Hakkari, Hatay, Erzurum Kargapazarı dinleme üsleri, 12- Ankara Cevizlibağ, Elmadağ, İstanbul, İzmir dinleme ve harekat merkez üsleri, 13- Adana-Hatay Toroslar CIA, Gladio eğitim üssü, 14- Tekirdağ Çorlu Havaalanı; Lojistik destek üssü,  15-Gaziantep-Batman Havaalanı; Lojistik destek amaçlı havaalanları. Heronların üssü, 16-Sabiha Gökçen Havaalanı; Lojistik destek havaalanı, 17- Mersin Taşucu Limanı; Limanda liman ve helikopter pisti, 18- İskenderun Limanı (konteyner alanı), 19- Diyarbakır Hava üssü, (NATO askeri var) , 20- Şırnak-Silopi Lojistik depolama yeri, 21- Mardin (İncirlik Üssü’ne ve İskenderun’a gelen ABD asker ve teçhizatları için geçiş yeri), 22- Şanlıurfa yakıt ikmal üssü.

Görülebileceği gibi ABD ve NATO ülkeyi gayrı resmi olarak işgal etmiş, ülkenin kılcal damarlarına kadar sızmış durumdadır. 15 Temmuz İhanet Hareketinde NATO, çok ciddi bir rol üstlenmiş, sosyolojik savaş amaçlı darbe girişiminin strateji, plan ve programı,  NATO karargâhlarında hazırlanmıştır. Bölgede kaos çıkarmak amacıyla PKK-PYD-İŞİD, ABD-AB-NATO-İsrail-İngiltere koruması altında büyütülüp, bölgenin başına bela edilmiştir.

Yaşadığımız olaylar, Türkiye’deki siyasi iktidarların, küresel güçlerin çok yoğun baskısı altında olduğunu ortaya koymaktadır. O nedenle uluslararası ilişkiler ile ilgili alınacak tüm kararlar, TBMM’den mutlaka geçmelidir.

Türkiye toprakları üzerinde, yabancı güçlerin üslerinin bulunması, en ciddi tehlikedir. Öyleyse; NATO üsleri kapansın, yabancı tüm güçler bölgeyi terk etsin, Siyonizm’e karşı kesin ve kararlı bir mücadele verilsin, AB’ye girmekten vazgeçilsin; AB uyum yasaları kapsamında yapılan tüm değişiklikler ve tüm ikili anlaşmalar gözden geçirilsin.

Tüm gönüllü kuruluşların, ABD, NATO, Fransa, Almanya, İngiltere, Rusya ve Çin’in bölgeyi terk etmesi için hem toplumsal şuuru hem de ümmet şuurunu harekete geçirmesi lazımdır.  Bu nedenle D-8’lerin yeniden yapılandırılma çalışmasına başlanması için gönüllü kuruluşlar, aktif rol almalıdırlar.

D-8’ler: İslam Birliğinin Kurulabilmesi Stratejik Bir Çekirdek Yapı

1937 yılından buyana İslam ülkeleri arasında kurulmuş olan pek çok yapı (6,7), İslam coğrafyasının yaşadığı kaos ortamından çıkabilmesi için ciddi bir tavır ortaya koyamamıştır/koymamıştır. Bu kuruluşlardan İslam Konferansı Teşkilatı ve D-8’ler hariç diğerleri, genellikle, bölgesel özelliğe haizdir. Ne yazık ki İslam konferansı teşkilatı, Müslüman coğrafyada ki ihtilaflara müdahale edememiş, çatışmaları durduramamış, yönetimlerin kendi halklarına yaptığı zulme engel olamamış/olmamıştır. Diğer taraftan da Şer İttifakının işgal hareketine karşı da üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmemiştir.

Rahmetli Erbakan’a göre daha önce kurulmuş olan İslam Konferansı Teşkilatı gibi yapılar, fonksiyonsuz olup hiçbir işe yaramamakta; Müslümanları savunmadıkları gibi Müslümanların hiçbir yarasına da merhem olamamaktadırlar. Bu hantallaşmış yapıları harekete geçirmek çok zordur. Onun yerine Müslüman ülkelerin tümünü değil, Batının en çok baskı uyguladığı, stratejik öneme sahip ve belli alt yapıları olan ülkeleri bir araya getirmek, hem daha kolay hem de daha faydalıdır. Devamlı horlanmaktan, aşağılanmaktan ve sömürülmekten şikâyetçi olmuş olan bu ülkeler, baskıyı azaltabilecek, kırabilecek bir güç arayışı içinde idiler. D-8’lerin kuruluş çalışmaları sürecinde liderlerin yaptıkları konuşmalarda bunu görmek mümkündür Konuşan liderler, dünyada “mustazaflarla müstekbirlerin mücadelesine” ve “müstekbirlerin adaletsiz ve ahlaksız davranışlarına” ve “kurdukları sömürü çarkına” dikkat çekmekteydiler (7).

Bu nedenle Rahmetli Erbakan, D-8’lerin “etkinlik prensibi” üzerine kurulması noktasında ısrarcıydı (7).  Erbakan’a göre etkinlik ilkesinin iki hedefi vardır:

Gelişmekte olan ülkelere yürek vermek;

Sanayileşmiş ülkeler tarafından ciddiye alınmak.

Her ikisi için de güce ihtiyaç vardı.

Açıkça ifade edilmemiş olmasına rağmen konuşulanlara, çizilen stratejiye bakıldığında bu gücün; 1- Geliştirilmiş teknolojiler; 2- Sahip oldukları stratejik önem; 3- D-8 ülkelerinin 800 milyonluk bir pazar oluşturması; 4- Sahip oldukları enerji kaynakları ve enerji nakil yolları; 5- Kıymetli zengin maden yatakları; 6- Genç Nüfus; 7- Temiz su havzaları; 8- Mustazafların müstekbirlere duyduğu öfke üzerinden oluşturulması öngörülmüştür.

Bu gücü hızlıca oluşturabilmenin yolu olarak da etkin çalışabilecek, hareketli, oyalama yapmayacak ülkeler seçilmiş ve onlarla yola çıkılmıştır. Dolayısıyla D-8’ler, müstekbirlere karşı mücadelede hedeflenen asıl büyük gücün çelik çekirdeğini oluşturmaktaydı. Birinci hedef Müslümanlar; İkinci hedef tüm mustazaflar, üçüncü hedef de müstekbirler dâhil tüm insanlıktı. En azından Erbakan böyle düşünmekteydi.

“Burada 8 tane Müslüman ülke bir araya gelmiş, çekirdek oluşturulmuş,1 milyarlık bir nüfus meydana getirilmiştir. Bu bir çekirdektir; yola çıkmış, çekirdeği teşkil etmiştir. İşbirliğine başlamış, projeleri taksim edilmiş ve kolları sıvamıştır. Bunun arkasından 2. Hedefimiz vardı. Bunlar, bütün Müslüman ülkeleri ve ezilen ülkeleri yani Rusya’sı, Çin’i, Hindistan’ı dahil 5 milyar ezilen sömürülen insanın hepsini biz adil bir dünya düzeni etrafında toplayacağız, prensibinden hareket edilmişti.

Bizim gayemiz sadece 5 milyara değil. 6 milyar insanın hepsine hizmettir.

O takdirde kendini gelişmiş sayan ülkeleri de bu sefer bir yuvarlak masa etrafında toplayacağız. Onlara, “Oturun bakalım buraya, yeni dünya sizin kuvvet ve prensiplerinize göre değil, adil düzen prensiplerine göre kurulacaktır” diyeceğiz. “Herkes saadet bulacak” diyeceğiz ve buna uymak için de gereken müeyyideyi elimizde tutacağız. Çünkü bunlar laftan anlamazlar.  Müeyyidesiz bunlara bir iş yaptırmak mümkün değildir. İşte yeni dünyanın adil esaslara göre kurulması prensibi gözetilerek D-8`ler kurulmuştur.

Bundan sonra 3 ana istikamet var. 3 istikameti bir kez daha özetliyorum.

Bunlardan birincisi, sömürgeleşmeyeceğiz. Lider ülke olacağız.

İkinci husus, ekonomide milli çözüm vardır; kendi gücümüzle kalkınmak mecburiyetindeyiz.

Üçüncü husus, gidilecek yol, Avrupa Birliği`ne kul, köle olmak değil, önce İslam birliğini kurmak, D-8’ler vasıtasıyla yeni bir dünyayı kurmak yoludur.

Bu istikametlerde çalışma yapılırken çok önemli bir istikamet ise Yeni Bir Dünya düzeni nasıl kurulacak? Yeni dünya düzeni 6 milyar insana saadet getirmek üzere adil bir düzene dayanmak üzere yapılmak mecburiyetindedir.” (8)

D-8’ler hareketi, yeryüzünde “savaşı değil, barışı”, “Gerginliği değil, diyaloğu”, “Sömürüyü değil, işbirliğini”, “Çifte standardı değil, adaleti”, “Kibri, tekebbürü değil, eşitliği” ve “bir arada, hakka riayet ederek yaşamayı” ilke olarak, 6 umde, benimsemiş ve bunları, yeni dünyanın temel prensipleri olarak kabul etmiştir.

Sonuç: D-8 Hareketi, ‘Lider Türkiye’, ‘Yeniden Büyük Türkiye’ Hareketidir

D-8 Hareketi, Türkiye’nin Ortadoğu, Afrika ve Uzakdoğu’ya yeniden açılma ve İslam Dünyasının liderliğini yeniden üstlenme hareketidir. Bundan dolayı D-8 tanıtılırken hep ‘Yeniden Büyük Türkiye’ ve ‘Yeni Dünya Düzeni’ denmiştir. Nitekim Malezya Başbakanı Muhatır Muhammed, kuruluş toplantısında üstü kapalı bir şekilde, ima yoluyla da olsa Türkiye’nin güçlü siyasal liderliğine olan ihtiyaca vurguda bulunmuştur (6,7).

D-8 hareketinin oluşmasında Türkiye’nin üstlendiği rol ile ABD-İsrail-İngiltere- Siyonizm ekseninin Türkiye’ye biçtiği rol, örtüşmemiş, tam tersine karşı karşıya gelmiştir.

D-8 Projesi, ABD-İsrail-İngiltere-Siyonizm tarafından Türkiye’ye biçilen jandarmalık, uşaklık, uyduluk ve çevre ülke rolüne, karşı çıkış hareketidir. Türkiye’yi lider ülke yapma, İslam coğrafyasını sömürüden kurtarma ve Şeytanı İttifaka karşı Hak ve Adalet eksenli bir ittifak kurma, adil bir düzen, adil bir dünya kurma hareketidir.

D-8’ler, Lozan’da kurulan bir sisteme ve Sevr’e, karşı bir harekettir. Yeniden aktif hale getirilmelidir.

Öyleyse!

“Hak ve Adalet merkezli yeni bir Dünya düzeni” için Ne AB, ne ŞİO ve ne de NATO; Önce D-8.

Kaynaklar

1- Yılmaz, A, – Turk North America; Raporun İngilizce aslı: http://www.washingtoninstitute.org/uploads/Documents/pubs/PolicyNote12.pdf;

2- Türkiye’de Kaç Tane NATO Üssü Var? Dünya, 21.09.2015

3- Milli Gazete’nin 21 Eylül 2015

4-http://www.hurriyet.com.tr/planet/19368830.asp;

5-blog.milliyet.com.tr/natoturk-ve-nato-nun-turkiyedeki-usleri/Blog/?...;

6- Dursun D., İslam Dünyasında Dayanışma Hareketleri ve İslam Konferansı Teşkilatı, Ağaç Yayıncılık, İstanbul,1991 S: 46-70

7- Alan B., D-8 Yeni Bir Dünya, Yörünge yayınları, İstanbul, 2001, s: 10-20, 177, 194-201,309

8- Erbakan, N., Gayemiz Bütün Beşeriyetin Saadetidir, Esam-Ankara, 16 Kasım 2005

 

9 Aralık 2016 Cuma

İslâm Coğrafyasını Kasıp Kavuran Fitnenin Kökünü Kazımak-4: TÜRKİYE’YE AB (AVRUPA BİRLİĞİ) İLE ŞİO (ŞANGAY İŞBİRLİĞİ ÖRGÜTÜ) KISKACINDAN KURTULMALIDIR

 (Milli Gazete)

Giriş

Türkiye yol boyu AB ile sürekli sorun yaşamıştır. 2013 yılında yaşanan sorunlar üzerine dönemin başbakanı Erdoğan, 25 Ocak 2013 tarihinde, AB ile ilgili şikâyetlerini dile getirerek Putin’e, ‘Alın bizi Şangay Beşlisine, AB’yi unutalım’ şeklinde bir teklifte bulunmuştur. ABD VE AB yöneticilerinin, 15 Temmuz Darbe Girişimi sonrasında, Türkiye’deki olaylar ve gelişmelerle ilgili yaptıkları açıklamalar, başta Cumhurbaşkanı olmak üzere, birçok devlet yöneticisinin tepkisine sebep olmuştur. AP’nin, “Türkiye’nin AB üyeliğini askıya alma, dondurma” ile ilgili aldığı karar üzerine, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Başbakan Yıldırım, AB’ye çok sert bir tepki ortaya koyarak ŞİO’ya üyelik için girişimlerde bulunmuşlardır. 

Gerek 2013 yılında gerekse bugün değişik kesimler, Türkiye’de AB ve ŞİO merkezli yoğun bir tartışma içinde bulunmaktadır. Tartışmaya katılan taraflar, her iki birliğin fayda ve mahzurlarını ortaya koymaya çalışmışlardır/çalışmaktadırlar. Tartışmaların genelinde görülen zaaf, bütünün gözden kaçırılması, kavramlara yüklenen anlamların farklı olmuş olması ve her iki örgütün amaçlarının göz önüne alınmamasıdır. Gözden kaçan diğer bir nokta da, bir milletin mukadderatının, millete sorulmadan, danışılmadan bürokrasi ve siyası kadrolar tarafından son derece kolay bir şekilde belirlenmekte olduğudur. 

Burada, her iki örgüt amaçları açısından ele alınıp bir değerlendirme yapılacaktır.

Şangay İşbirliği Örgütü: Askeri ve Ekonomik Birliktelik

Sovyetlerin çöküşünden sonra ABD’nin imparatorluğunu ilan etmesi ve bu amaçla 11 Eylül 2001 Provokasyonunu yaparak Afganistan’ı ardından da Irak’ı işgal etmesi, Dünyanın diğer ülkelerini, ABD yayılmacılığını dengeleyecek yeni arayışlara itmiştir. Huntıngton’un medeniyetler arası çatışma tezine göre ABD’nin gelecekte Çin ve İslam’la savaşmak durumunda kalacağı yaklaşımı, ABD karşıtı ittifak arayışlarını hızlandırmıştır. 

Sovyetlerin dağılması sonrasında Orta Asya’da, Türkî Cumhuriyetler bölgesinde, meydana gelen boşluktan yararlanmak isteyen ABD, Afganistan’ı işgal ederek ve Kırgızistan’da Kadife darbe yaptırarak bölgeye girmek istemiştir. ABD’nin Avrasya’yı kontrol etme çabası, iki ezeli rakip Rusya ile Çin’i birbirine yaklaştırmıştır. 

Şangay İşbirliği Örgütü, bu yakınlaşmanın sonucunda ortaya çıkmıştır.

Şangay İşbirliği Örgütünün kökleri, 1996 yılında Moskova Zirvesinde yapılan “Askeri Güçlerin Çok Taraflı Olarak Azaltılmasına İlişkin Antlaşma”ya dayanmaktadır. Bu antlaşmaya göre, “askeri güçlerin sayısının azaltılması”, sınır bölgelerdeki askeri eylemlerin önceden bildirilmesi,” “Kontrol mekanizması kurulması, karşılıklı güvenin sağlanması”, “Güç kullanılmaması”,

“Güç kullanılması tehdidinde bulunulmaması”, “Tek taraflı askeri üstünlük anlayışında olunmaması” kararları alınmıştır. 2001 yılında, örgüt, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ve Çin Devlet Başkanı Jiang Zemin’in öncülüğünde Özbekistan da sisteme dâhil ederek Orta Asya’nın güvenliğini kolektif olarak sağlayacak bir yapıya kavuşmuştur. Şangay İşbirliği örgütünde, Rusya, Çin, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan ve Özbekistan asıl üye, Hindistan, Pakistan, Moğolistan, İran ve Türkiye gözlemci statüsündedir (1-3).

Örgüt, kuruluşunun ilk yıllarında bölgesel güvenliğe, sınır kontrollerine çok önem vermiştir. Daha sonraları, terörizme, ayrılıkçılığa ve Müslüman mücahitlere karşı mücadele kararı almıştır. Güvenlik ağırlıklı olarak kurulan örgüt, daha sonraları taraflar arasında ticari, ekonomik, teknolojik ve çevresel ilişkiler geliştirmeye dönük bir dayanışma örgütü olarak şekillenmeye başlamıştır. Bölgede istikrarın ve güvenliğin sağlanması, teröre ve uyuşturucu trafiği ile mücadele, ekonomi ve enerji alanında işbirliğinin genişletilmesi hedeflenmektedir. 

Rusya ve Çin, Şangay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) aracılığıyla bir taraftan kendi arka bahçelerini güvenli hale getirirken; diğer taraftan da bu bölgeye batının girmesini engellemeye çalışmaktadırlar. Nitekim Haziran 2005 zirvesinden sonra Kırgızistan ile Özbekistan, ABD’den üstlerini tahliye etmesini istemişlerdir. Kırgızistan daha sonra bu isteğinden vazgeçmiş, ancak Özbekistan ABD üstlerini kapatmıştır. Rusya ve Çin diğer üye ülkelerin bazılarını da işin içine katarak ortak askeri tatbikatlar yapmaktadır (2). Yapılan askeri tatbikatlara bakıldığında Rusya ve Çin, ŞİÖ’yü NATO’nun alternatifi ve NATO’ya karşı bir güç haline getirmeye çalışmaktadırlar. 

Örgüt, BM tarafından tanınması için başvuruda bulunmuştur. Gözlemci statüsünde olan İran ve Hindistan üye statüsünü kazanmak için gayret sarf etmesi, örgütü daha da önemli kılmaktadır. Bununla beraber ŞİÖ ile ilgili olarak Rusya, örgütü daha ziyade askeri birliktelik olarak görürken; Çin, ekonomik bir pazar olarak görmektedir. Bununla birlikte Gerek Rusya ve gerekse Çin, ABD’nin bölgeye girmesine karşı çok güçlü bir dayanışma içerisindedirler.

Görülebileceği şimdilik ŞİÖ, Batıya karşı güvenlik ve ekonomik amaçlı olarak kurulan bir örgüttür. Kültür ve medeniyet merkezli, değerler bazında entegrasyon isteyen ve üyelerine ortak bir kimlik kazandıran ve üyelerini asimilasyona tabı tutan bir yapılanış değildir. 

Buna karşılık AB nedir?

Avrupa Birliği( AB): Askeri, Ekonomik ve Kültür- Medeniyet Eksenli Birliktelik

Fransa, Federal Almanya, Belçika, Lüksemburg ve Hollanda 1951 yılında, Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’nu (AKÇT/CECA) kurarak AB’nin temellerini atmışlardır. Bundan sonra sistem adım adım inşa edilerek bugünkü şeklini almıştır.

Entegrasyonun sağlam bir şekilde gerçekleşebilmesi için sürekli bir şekilde kriterler (kıstaslar) belirlenmiş, her şeye bir standart getirilmeye çalışılmıştır. Ortak yasal mevzuat oluşturulmuştur.

Bizi ilgilendiren boyutu ile AB’de üç ana kriter ailesi bulunmaktadır:

* Maastricht Kriterleri

* Amsterdam Kriterleri

* Kopenhag Kriterleri

Maastricht Kriterleri, 1991 yılında yapılan Maastricht antlaşması ile belirlenen kriterler olup AB’nin ekonomik ve parasal birliğinin ön gördüğü makro ekonomik istikrar ve bütünleşme ile ilgilidirler. Amsterdam Kriterleri, tüketicilerin ve çevrenin korunması ile ilgili kriterlerdir.

Kopenhag Kriterleri ise, 1993 yılında Kopenhag zirvesinde Avrupa Birliği’nin genişlemesi ile ilgili olarak aday ülkelerin tam üye olabilmeleri için siyası, ekonomik ve mevzuatla ilgili sağlamaları ve uymaları gereken kriterlerdir.

AB’nin oluşum sürecine, alınan entegrasyon kararlarına ve oluşan kurumlarına bakıldığı zaman, aynı kültür - medeniyet ve din havzasına mensup ülke halklarını, tek bir çatı altında birleştirip bütünleştirmek, birliğin temel amacıdır. Bu amaçla ekonomik eksende başlatılan entegrasyon, adım adım, siyasi, askeri, sosyal, kültürel, değer eksenli bir bütünleşmeyi sağlayacak şekilde genişletilmiştir.

AB’ye dâhil olabilmek için sadece ekonomik kriterleri yerine getirmek yetmemektedir. AB’nin temelinde olan değerleri de benimseyip ona göre ülkeyi yapılandırmak ve halkı değiştirmek dönüştürmek gerekmektedir. 

Kıta Avrupa’sının değerlerinin özünde ise Hıristiyan, Musevi, eski Yunan, Roma ve Seküler-Laik değerler bulunmaktadır. Almanya Protestan Kilisesi eski temsilcisi Dr. Ralf Geisler, “Kilisenin kuralları ile anayasa arasında çatışma yoktur. Kilise yasaları aslında anayasanın içindedir, ancak saklı olarak bulunmaktadır.” (4) demek suretiyle AB’nin özünde bir Hristiyan düşüncesinin var olduğunu dile getirmiştir. Ayrıca AB Temel Haklar Şartı’nın giriş kısmında , “Avrupa halkları, aralarında daha yakın bir birlik oluşturmak için ortak değerlere dayalı bir geleceği paylaşmaya kararlıdırlar”, dendikten sonra “Ruhani ve manevi mirasın bilincinde olan bir birlik” ifadesi kullanılmaktadır. Bahsedilen “Ruhani ve manevi miras”, AB’nin ortak değerlerinin dayandığı temellerdir. Yanı Hıristiyan, Yahudi, eski Yunan, Roma ve Laik-Seküler eksenli değerlerdir.

Dönemin Alman başbakanı Helmut Kohl 1989 yılında, AB’nin “Her şeyden önce ortak değerler, özellikle Hıristiyanlık ve Aydınlanma çağının düşünceleri tarafından belirlenen bir kültürel birlik” olduğunu ifade etmiştir. Bir başka konuşmasında ise, “Hıristiyan dünya görüşü ve Hıristiyanlık değerlerinin olmadığı bir Avrupa benim Avrupa’m değildir” demekle, AB’nin temellerinin Hıristiyanlık değerleri üzerine oturtulduğunu beyan etmiş olmaktadır (5). Keza Fransa eski Cumhurbaşkanı ve Avrupa Konvansiyonu başkanı Valeri Giscard D’estaing, ‘Avrupa bir Hıristiyan Kulübüdür.” Demiştir (6).

Halkı Müslüman olan Türkiye’nin AB macerasında yol boyu, bu nokta, hep tartışılmıştır. AB’nin yetkili şahısları, bir taraftan “ev ödevlerinizi yapın, AB uyum kriterlerini yerine getirin” derken; diğer taraftan “AB’de sizin ne işiniz var” demektedirler. 1987 yılında Avrupa Parlamentosu Enstitüsü Komisyonu Başkan yardımcısı ve SDP milletvekili Hans Joachim Seeler, “Ayrı kültür ve dine sahip bir İslam ülkesi olan Türkiye’nin Hıristiyan AET’de işi ne?” demiştir (7).

Almanya CDU/CSU Koalisyonu Meclis Grubu Başkanı Wolfang Schaeuble, “AB üyeliği yalnızca Avrupa- Hıristiyan geleneğine sahip ülkeler için söz konusu olabilir. Müslüman Türkiye ve Asyalı Rusya AB üyesi olamaz.” (6)

Eski İtalya Dışişleri Bakanı ve AB Dönem Bakanı Franco Frattini, “Laikliğin Avrupa demokrasisinin başarısı olduğunu kabul ediyoruz, ama Hıristiyan kökenlilik bununla uyuşmaz bir şey değildir.” (6)

2004 yılında Türkiye’de Diyanet İşleri Başkanlığı on beş bin imam kadrosu istediğinde İtalyan Parlamenter Mario Borghezio AB komisyonuna verdiği soru önergesinde; “Müslüman bir ülke olan Türkiye, ABD ile sıkı bağları nedeniyle Batı yanlısı kabul edilmekte ve ılımlı İslam ülkesi olarak yorumlanmaktadır. Ancak, Türkiye’de alınan kararlar, ılımlı İslam kavramıyla çelişmektedir. Bu çelişkilerin son kanıtı hükümetin, dini yaygınlaştırmak amacıyla, devlet bütçesinden 15 bin yeni imam kadrosu almak istemesidir. Türk Hükümetinin bu kararı, AB değerleri ile ne kadar uyumludur? Aynı Karar, Türkiye’nin AB yolunda, hangi aşamasını temsil etmektedir?” (6) demekle nasıl bir Türkiye istendiğini çok açık bir şekilde ortaya koymuştur.

Dönemin Alman İçişleri Bakanı Otto Schily, Türklerin AB’ye katılabilmesinin şartını, “En iyi entegrasyon asimilasyondur” şeklinde dile getirmektedir. Türkiye’nin asimilasyonu benimsemediği ve içselleştirmediği müddetçe AB’ye alınmayacağını daha kibar bir lisanla 2000 yılında Almanya eski başbakanı Helmut Schmidt dile getirmiştir:

“Avrupa’nın geleceğinde ne olursa olsun Türkiye’nin yeri yoktur. …

Bu ülkenin (Türkiye’nin), globalleşmenin temel prensiplerine sahip olmadığını ve uluslar arası kardeşliği içine sindiremediğini görmeliyiz.” (6)

Sonuç: AB’den ŞİO’ya “Nereye Gidiyorsunuz”?

NATO, askeri amaçlı, güvenlik merkezli bir örgüt iken; AB, sosyokültürel ve sosyoekonomik, askeri, kültür ve medeniyet merkezli bir entegrasyon projesidir. ŞİO ise askeri ve ekonomik merkezli bir örgüt olup, batı ittifakına karşı kurulmuştur.

Şangay İşbirliği Örgütü, şimdilik, ekonomik ve askeri bir ittifak olup üyelerinden asimile olup tek bir kültür ve medeniyet değerlerini kabul etmelerini istememektedir. Buna karşılık AB, üye ülkelerin tek bir kültür ve medeniyete tabi olmalarını yanı asimile olmalarını istemektedir. AB, bir ittifak projesi olmayıp bir entegrasyon projesidir. Yabancı gördüğü unsurları asimilasyona hazır hale getirinceye kadar “eritici kazanda” eritmeye çalışmaktadır. 

Bu noktada sorulması ve cevaplandırılması gereken, Türkiye’nin önceliği, bunlardan birisi mi olmalı; yoksa İslâm ümmetinin birlik ve beraberliğini sağlayacak başka bir işbirliğine mi gidilmeli sorusudur. İslâm coğrafyasındaki fitnenin kaynaklarından birini diğerine göre “ehveni şer” diyerek kabullenmek, İslâm coğrafyasındaki fitnenin kökünün kazınmasında ne derece etkili olabilir? 

Rusya tarafından icra edilen Halep katliamı gözler önünde iken; Rusya, zalim Esed yönetimine, ÇİN ile birlikte her türlü desteği verirken, ŞİÖ’ya girmek istemek, İslâm dünyasının geleceği için akılcı ve kalıcı bir çözüm müdür? Yoksa geçici bir çözüm müdür? Türkiye, bunu tartışmalıdır. 

Bölgesel güç, dünya gücü olmak isteyen bir Türkiye, Ümmetin gücünü yanına almalı, şerre karşı hep birlikte yürümelidir. 

Öyleyse;

Ey İman Edenler! “Nereye gidiyorsunuz?” (Tekvir 26)

Kaynaklar

Sean L. YOM (Çeviren: Gül Arıkan AKDAĞ), Şangay İşbirliği Örgütü’nün Geleceği, Tasam, Harvard Asia Quarterly, Ağustos 2002 

İnat,K., Wolfgang Gieler, W., Kullman, C., “Foreign Policy of States”, TASAM , İstanbul 2005. Yıldırım, B., Şangay İşbirliği Örgütü.

Kamalov, İ., Rusyanın Orta Asya Politikaları, Rapor, Ahmet Yesevi Üniversitesi, Ankara, 2011

Bulaç, A., Avrupa Birliği ve Türkiye, Eylül yayınları, İstanbul, 2001 

Cumhuriyet 12 Ekim 1989

Alpaslan M., Türkiye Menşeli Bir Dünya İnşasında İslami Kimliğimiz Ve AB, AB Yolunda Türkiye, TGTV, s: 90-110, 18 Nisan 2004.

Zaman, 2 Ocak 1987.

 

2 Aralık 2016 Cuma

İslâm Coğrafyasını Kasıp Kavuran Fitnenin Kökünü Kazımak-3: ÖNCELİKLE ÜMMETİN BİRLİĞİ SAĞLANMALIDIR

 (Milli Gazete)

Giriş

Bir fitne (kaos) ortamında bir mümin, nasıl düşünmeli, olayları nasıl değerlendirmeli ve nasıl davranmalıdır? Bu noktada Allah ve Resulü, bizlere nasıl bir görev ve sorumluluk yüklemiştir? Kısa, orta ve uzun vadede yapılabilecekler nelerdir? Geçen yazılarda bu konu değişik boyutları ile ele alınmıştır.

Bundan sonraki birkaç yazıda, ümmetin birlik ve beraberliği için rahmetli Erbakan Hocanın kuruculuğunu yaptığı D-8 hareketinin önemi üzerinde durulacaktır. Bu konunun öne çekilmesinin nedeni, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın AB’ye karşı haklı olarak başlattığı eleştiri ve ardından ŞİO’ya (Şanghay İşbirliği Örgütü) girmekle ilgili yaptığı açıklamalardır.

Türkiye yol boyu AB ile sürekli sorun yaşamıştır. 2013 yılında yaşanan sorunlar üzerine dönemin Başbakanı Erdoğan, 25 Ocak 2013 tarihinde, AB ile ilgili şikâyetlerini dile getirerek Putin’e, “Alın bizi Şanghay Beşlisi’ne, AB’yi unutalım” şeklinde bir teklifte bulunmuştur. AB yöneticilerinin, 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında, Türkiye’deki olaylar ve gelişmelerle ilgili yaptıkları açıklamalar, başta Cumhurbaşkanı olmak üzere, birçok devlet yöneticisinin tepkisine sebep olmuştur. AP’nin, “Türkiye’nin AB üyeliğini askıya alma, dondurma” ile ilgili aldığı karar üzerine, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Başbakan Yıldırım, AB’ye çok sert bir tepki ortaya koyarak ŞİO’ya üyelik için girişimlerde bulunmuşlardır. Şu an değişik kesimler, Türkiye’de, AB ve ŞİO merkezli yoğun bir tartışma içinde bulunmaktadır. 

NATO, askeri amaçlı, güvenlik merkezli bir örgüt iken; AB, sosyokültürel ve sosyoekonomik, askeri ve kültür ve medeniyet merkezli bir entegrasyon projesidir. ŞİO ise askeri ve ekonomik merkezli bir örgüt olup, Batı ittifakına karşı kurulmuştur.

Bu noktada sorulması ve cevaplandırılması gereken, “Türkiye’nin önceliği, bunlardan birisi mi olmalı; yoksa İslâm ümmetinin birlik ve beraberliğini sağlayacak bir işbirliğine mi gidilmeli” sorusudur. İslâm coğrafyasındaki fitnenin kaynaklarından birinden diğerine kayarak iş tutmak, İslâm coğrafyasındaki fitnenin kökünün kazınmasında aspirinvâri bir tedaviden öteye geçemez. Bölgesel güç, dünya gücü olmak isteyen bir Türkiye, Ümmetin gücünü yanına almalı, şerre karşı hep birlikte yürümelidir. 

Bunun için öncelikle iman edenlerin birlik ve beraberliğini, dayanışmasını sağlayacak bir ruh ve bir zihniyet inşa edilmelidir. Bugün İslâm coğrafyasında var olan fitnenin (kaosun) ana nedeni, iman edenlerin; etnik, mezhep, tarikat ve cemaat bazında zihnen parçalanmış olmasıdır. Dış dinamikler, bu parçalanmışlık ortamından yararlanmaktadır. 

Bu noktada unutmamak gerekir ki İblis’in yolundan giden şer ittifakı (ABD-Siyonizm-İsrail-İngiltere), iman edenlere karşı sınırsız ve topyekûn bir savaş ilan etmiştir. Bu savaşı kazanmanın yolu, iman edenlerin/ümmetin birlik ve beraberlik içinde olması ve buna inanmasıdır. Bu imânî bir sorumluluktur. 

Burada bu konu, ana hatları ile ele alınacaktır.

FİTNENİN ETKİN OLMASININ SEBEBİ, İMAN EDENLERİN BÖLÜNMÜŞLÜĞÜDÜR

İblis ve iblis’in yolundan gidenler, topyekûn bir mücadele anlayışını benimsemişlerdir. Nitekim “…Onların sizlerle topluca savaşması gibi siz de müşriklerle topluca savaşın” (9 Tevbe 36) ayetinde, müşriklerin, müminlerle topyekûn savaştığına/savaşacağına dikkat çekilmektedir. 

Bir gün bir adam, Hz. Peygamberin yanına gelerek; “İnsanlar atlarını bıraktılar, silahlarını da bıraktılar ve artık cihat yoktur, her türlü savaş bitmiştir” dediğinde; Hz. Peygamberin ona verdiği cevap, sınırsız ve topyekûn bir mücadelenin kıyamete kadar devam edeceğinin açık bir ifadesidir: 

6157-Peygamber (S.A.V.): “Yalan söylemişlerdir. Savaş gelmiştir, ümmetimden bir kısım insanlar, devamlı olarak hak üzere savaşacaklardır… Bu, kıyamete kadar böyle devam edecektir.”(1)

Hz. Peygamber (S.A.V.): (6156) “Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyin! Eğer karşılaşırsanız, sabredip dayanın”(1) buyurmakla, savaşı teşvik etmemekte; ancak savaşa hazır olunmasının zaruret olduğunu ortaya koymaktadır. Çünkü Allah’ın Resulüne göre, insanlık tarihinde barış dönemleri geçici dönemlerdir: 

“Ey insanlar! Sizler sulh ve sükûnet devrindesiniz. Zaman süratle ilerliyor. 

Görüyorsunuz gece ve gündüz her yeniyi eskitiyor. Her uzağı yakınlaştırıyor, her vaadi gerçekleştiriyor. 

Öyleyse, Gelecekteki mücadeleler için hazırlanın. (Sulh ise) yakında miadı dolacak olan bir hazırlanma devresidir. Karanlık geceler gibi işler karıştığı zaman Kur’an-ı Kerim’e sarılınız. Çünkü o, şefaat eden ve şefaati kabul edilendir. Kendisine uymayanların yenilmeyen hasmıdır”(2).

Dolayısıyla bugün, tüm iman edenlerin/ümmetin bölünmeden, parçalanmadan, topyekûn bir savaşa hazır olması ve gerekirse savaşması, iman etmiş olmanın onlara yüklediği bir görevdir (8 Enfal 56-62). “İman edenlerin birlik ve dayanışması sağlanamazsa ne olur” sorusunun cevabı, Enfal 72-75. ayetlerinde verilmektedir. Enfal 72’de, iman edenler; 1. Grup: “hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihat edenler ile (hicret edenleri) barındıranlar ve yardım edenler” ve 2. Grup: “hicret etmeyenler” şeklinde, iki ana gruba ayrılmaktadır.

Birinci grupta yer alanlar arasındaki hukuk, “birbirlerinin velisi” olarak ifade edilmekte; birinci gruptakilerle ikinci gruptakiler arasındaki hukuk ise, “Onlar hicret edinceye kadar, sizin onlara hiçbir şeyle velayetiniz yoktur” şeklinde belirlenmektedir. Bununla beraber ayette istisnası bir durum vardır; o da, 2. Gruptakilerin “din konusunda yardım istemeleridir”. Bu durumda yardım yapmak birinci gruptakilerin görevidir. Ancak ayette buna da bir şart konmaktadır. Bu da, birinci gruptakilerin anlaşma yaptığı bir topluluğun aleyhine olmama yani mücadele stratejilerine zarar vermeme şartına bağlanmıştır (8 Enfal 72). 

Hz. Peygamberin (S.A.V.) (6155) -“Kim savaşa katılmazsa, katılacak birini donatmazsa ya da savaşa katılan kimsenin çoluk çocuğuna bakmazsa, kıyamet gününden önce bir felaketle karşılaşır.”;  (6108) -“Kim Allah yolunda bir savaşçıyı teçhiz ederse, bizzat savaşa katılmış gibi sevap alır. Kim geride kalıp savaşçının çoluk çocuğuna bakarsa o da savaşmış gibi olur”(1) hadislerinde dikkat çekilen konu, Enfal 72’deki ile aynıdır.

Enfal 73’de ise; “Küfredenler birbirlerinin velileridir. Eğer siz, birbirinize yardım etmez ve dost olmazsanız yeryüzünde bir fitne ve büyük bir bozgunculuk (fesat) olur” denerek iman edenlerin parçalanmışlığının, dünyadaki fitne ve fesadın sebebi olduğuna açık bir vurgu yapılmaktadır. 

Bu parçalanmışlık, aynı zamanda şer ittifakının saldırılarına da zemin hazırlamaktadır. Allah’ın Resulünün aşağıdaki hadisinde, Müslümanlara açılmak istenen topyekûn savaşın sebebinin, Müslümanların “parçalanmış olmaları”;  parçalanmış olmalarının sebebinin de, “dünyevileşme- sekülerleşme-laikleşme” olduğu çok açık bir şekilde ifade edilmektedir: 

“9820-Sofradakilerin büyük tabağa üşüştükleri gibi insanların size karşı birleşip üşüşmeleri yakındır.” 

Biri sordu: “Acaba o zaman sayıca az mı olacağız?”

“Hayır, bilakis o zaman sayıca çok olacaksınız. Ama selin sürüklediği çerçöp gibi dağınık olacaksınız. Allah, düşmanlarınızın kalbinden sizin korkunuzu çıkaracaktır. Sizin kalplerinizde vehen artacaktır” buyurdu. 

“Vehen nedir, ey Allah’ın Resulü” diye sorduklarında şöyle buyurdu:

“Dünya sevgisi ve ölüm korkusu”(3).

ÜMMETİN BİRLİĞİNİ SAĞLAYACAK OLAN ŞUURLU MÜMİNLERDİR

Enfal 74. ayette, “İman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda cihat edenler ile (hicret edenleri) barındıranlar ve yardım edenler” (Enfal 74) “gerçek mümin” olarak tanımlanmaktadır. Yukarıda birinci grup olarak ifade edilen müminler, mümin olmanın ruhuna vakıf olan ve onun gereğini hakkıyla yerine getiren şuurlu müminlerdir. Öyleyse İslâm coğrafyasındaki fitnenin kökünü kazıyacak olanlar, şuurlu müminler olacaktır. Bu nedenle bu gün yapılması gereken en önemli görev;

“Ey iman edenler, hepiniz topluca İslâm’a girin ve şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o, size apaçık bir düşmandır” (2 Bakara 208).

“Ey iman edenler, Allah’a, Resulüne, Resulüne indirdiği kitaba ve bundan önce indirdiği kitaba iman edin…” (4 Nisa 136) ayetlerinde dikkat çekilen ruhî bir değişimi sağlayarak müminleri şuurlu hale getirmektir.

Bunun için öncelikle “dünyevileşme- sekülerleşme-laikleşmeye karşı köklü ve kalıcı bir mücadele verilerek ruhî bir değişimin sağlanması; müminlerin, Enfal 74’te ifade edilen gerçek mümin/şuurlu mümin haline getirilmesi gerekmektedir. Bu gün en öncelikle görev budur. Aksi takdirde fitne ateşini söndürmek mümkün değildir; bölünme, kaçınılmazdır:

“Allah’a ve Resulüne itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin, çözülüp yılgınlaşırsınız, gücünüz gider. Sabredin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle beraberdir” (8 Enfal 46).

Dünyevileşme-sekülerleşme-laikleşmenin aramıza soktuğu fitnenin kökünü kazıyabilmek için, Hz. Peygamberin, “Karanlık geceler gibi işler karıştığı zaman Kur’an-ı Kerim’e sarılınız” emrine uygun olarak “Allah’ın ipine” şuurlu bir şekilde, sımsıkı sarılmak gerekmektedir:

“Allah’ın ipine hepiniz sımsıkı yapışın. Dağılıp ayrılmayın. Ve Allah’ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O, kalplerinizin arasını uzlaştırıp-ısındırdı ve siz O’nun nimetiyle kardeşler olarak sabahladınız. Yine siz, tam ateş çukurunun kıyısındayken, oradan sizi kurtardı…” (3 Al-i İmran 103).

Evet, biz üzerimize düşen görevi hakkıyla yerine getirirsek, Allah kırılmış, parçalanmış olan kalplerimizi bir araya getirecek, uzlaştıracak, birbirine ısındıracak (8 Enfal 63) ve bizleri yeniden kardeşler yaparak; gücümüze güç katacaktır. Bu, cihadı, hayatının gayesi haline getirmiş, şuurlu müminlere Allah’ın bir vaadidir:

“Ey Peygamber, müminleri savaşa karşı hazırlayıp-teşvik et. Eğer içinizde sabreden yirmi (kişi) bulunursa, iki yüz (kişiyi) mağlup edebilirler. Ve eğer içinizden yüz (sabırlı kişi) bulunursa, bunlar da kâfirlerden binini yener. Çünkü onlar (gerçeği) kavramayan bir topluluktur” (8 Enfal 65).

SONUÇ: ÜMMETİN BİRLİĞİ İÇİN D-8 VE D-60’A İHTİYAÇ VARDIR

Allah, Kur’an’da, müşriklerin, iman edenlere karşı güçlü olmaları, galip gelmeleri durumunda “ ‘akrabalık bağlarını’,  ‘sözleşme hükümlerini’ gözetip-tanımayacakları”;  ağızlarıyla müminleri hoşnut edecekleri”, “kalplerinde ise büyük bir kin ve nefretin var olduğu/olacağı”nı (9 Tevbe 8; 8 Enfal 56-62)  bu nedenle müminlerin savaşa devamlı hazır olması gerektiğini ifade etmektedir. 

27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980, 28 Şubat 1997 ve 15 Temmuz 2016 askeri darbelerinde, sözde “dostumuz”(!), “stratejik ortağımız”(!),  “model ortağımız”(!) olan ABD’nin ve NATO’nun parmağı vardır. Kur’an’da ifade edildiği gibi, ne “dostluğa”, ne de “anlaşma şartlarına” uymuşlar; Türkiye’de halkın seçtiği tüm iktidarları, askerî darbe ile düşürmüşler; her seferinde ülkenin önünü kesmişlerdir. 

O nedenle Türkiye, AB’den, NATO’dan ve ABD’den bağımsız olmalı, kendi silahını kendisi yapmalı, kendi kültür ve medeniyet kodlarına göre bir hayat nizamı ortaya koymalı ve bunun için Türkiye’nin tüm renklerini, gök kuşağı gibi, birleştirecek topyekûn bir seferberlik ilân ederek, sınırsız ve topyekûn bir savaşa hazır olmalıdır. Bunu yaparken yanlış bir tercih ederek ŞİO’yu ana ve kalıcı bir dayanışma örgütü olarak görmemelidir. ŞİO, Batıya karşı geçici askeri ve ekonomik bir ittifak örgütü olarak görülebilir; ancak NATO’da kalındığı sürece bu da mümkün değildir. Bugün NATO ve AB ile yaşadığımız sıkıntıların benzerini, yarın ŞİO ile yaşayabiliriz. Hatta yarın İslâm’a karşı ŞİO ve NATO ittifakı da kurulabilir. 

Çünkü bugün küresel hegemonyanın adaletsiz dünya anlayışı karşısında, bir blok olarak durabilecek, direnme kabiliyeti olan tek güç, tek alternatif İslam’dır. Bilmeliyiz ki Amerika’nın da, AB’nin de, Rusya ve Çin’in de temel hedefi, İslam’ın yeniden tarih sahnesine çıkmasını engellemektir. Çünkü İslam’ın, dünyaya yeni bir nefes, yeni bir ruh verecek değerlere sahip olduğunu çok iyi bilmektedirler.

O nedenle, ŞİO geçici bir çözüm olarak görülmeli, kalıcı değil; kalıcı olan D-8 ve D-60’dır ( 60 Müslüman ülkenin birliği).

Kaynaklar

1- Rudanı, Büyük Hadis Külliyati, Cem’u’l- Fevaid, İz Yayıncılık, İstanbul, C: 2, S: 305-331

2- Kandehlevi, M.Y, Hadislerle Müslümanlık, Kalem yayınevi, İstanbul, (1980), C:1, S:1783. 

3- Rudai; Büyük Hadis Külliyatı, İz Yayıncılık, İstanbul, c: 3,  s: 428-438,  2014.

 

1 Aralık 2016 Perşembe

İslâm Coğrafyasını Kasıp Kavuran Fitnenin Kökünü Kazımak İçin

 (Umran Dergisi)

Şer ittifakının (ABD-İngiltere-Siyonizm-Vatikan-AB) bütün projeleri (yaklaşık 15 Proje), hedef ülkelerin “Kaostan (Fitneden) Kaynaklanan Düzen” Yaklaşımı kapsamında dini, mezhebi ve etnik olarak bölünmesini, “kantonal federatif yapılar” kurulmasını ve ardından da iç çatışmalar anaforunda bölünüp teslim olmasını, sömürülmeye hazır hale gelmesini amaçlamaktadır. Irak, Suriye, Libya ve Yemen’de olanlara baktığımızda olaylar bu istikamettedir. Şimdilik, Irak ve Suriye için ABD’nin önerdiği çözüm, “Kanton bölge yaklaşımı”, “Kantonal Federasyon”dur. ABD-İngiltere-Siyonizm-Vatikan-AB’nin, Büyük Ortadoğu coğrafyasındaki ülkelerin sınırlarını değiştirmek amacıyla kullandıkları “Kaostan (Fitneden) Kaynaklanan Düzen” yaklaşımı ile yeni sömürgecilik anlayışı inşa edilmeye çalışılmaktadır. Kanton bölge/özerk bölge yaklaşımı, Türkiye’nin yakın geleceğinde çok ciddi bir tehlike olarak ortaya çıkabilir.

Ülkelerdeki sosyal hadiseleri incelerken sürece etki eden 1- iç dinamikler, 2- bölgesel dinamikler ve 3- küresel dinamikler olmak üzere üç dinamiği dikkate almamız gerekmektedir. Şer ittifakının kaos (fitne) teorisine göre her türlü düşmanlığı yapması doğaldır; çünkü düşmandır. Üzerinde durulması gereken ve de önemli olan, dış dinamik olarak şer ittifakının, iç müttefikler bulması ve bunlar üzerinden ön gördüğü operasyonları yapabilmesidir. 27 Mayıs 1960 darbesinden 15 Temmuz 2016 darbesine kadar tüm darbelerin arkasında ABD’nin var olması ve bu darbeleri, bu ülkenin çocukları eliyle, bu ülkenin çocuklarına karşı yaptırabilmesi, üzerinde durulması gereken en önemli konulardan biridir. O nedenle bir fitne (kaos) ortamında bir mümin, nasıl düşünmeli, olayları nasıl değerlendirmeli ve nasıl davranmalıdır. Bu noktada Allah ve Resulü, bizlere nasıl bir görev ve sorumluluk yüklemiştir? Kısa, orta ve uzun vadede yapılabilecekler nelerdir? 

Bu yazı serisinde bu konu, ana hatları ile ele alınacaktır. Bunun için öncelikle fitne kavramı ile ilgili kısa bir hatırlatma yapmakta fayda vardır.

Bir Arındırma Mekanizması Olarak Fitne Sistemi 

Kur’ân’da fitne kelimesi; Allah, insan ve şeytanla alâkalı olarak kullanılmaktadır. Bu durumda fitne kelimesi; Allah’a nispet edildiği zaman “lehlerine ya da aleyhlerine olmak üzere, kulların iyi ya da kötü şeylerle denenmeleri”, “imtihan edilmeleri”, “beşerden kaynaklandığı zaman, “her türlü kötülük”, “ayartma”, “manevi çöküntüye uğramaları”, “baskı”, “dinî-siyasî, sosyal kargaşa ve kaos” ve şeytandan kaynaklandığı zaman da “saptırma” anlamına gelmektedir. Fitne kelimesi, Allah, insan, şeytan ve değişik imtihan konularının yer aldığı dört boyutlu bir yapıda, her boyutu birbiri ile bağlantılı bir arındırma, ayrıştırma mekanizmasının anlam alanını oluşturmaktadır. Bu durumda fitne sistemini şöyle formüle edebiliriz: · İmtihan eden: Allah · İmtihan edilen: İnsan · İmtihan konuları/araçları: Nimetler ve külfetler · İmtihanda saptırıcı, kafa karıştırıcı unsurlar: İblis, cin ve “insan şeytanları” · İmtihan sonucu: Ödül ve ceza · Fitnenin son bulması: Tüm dünyanın İslâmlaştırılması (2 Bakara 193; 8 Enfal 39, 72-73). 

Allah, ayrık otlarının, zehirli unsurların, hastalıklı yapıların arındırılarak, ayrıştırılarak insanlığın tekâmül etmesi, olgunlaştırılması, daha sağlıklı ve sıhhatli bir yapıya kavuşturulması, daha büyük sorumlulukları üstlenmesi için eğitime tâbi tutulup yeteneklerinin geliştirilmesi, tecrübe kazanması ve bu imtihan karşısında takındığı tutum ve tavra göre ödüllendirilmesi için fitne mekanizmasını, bir sistem olarak ortaya koymuştur. Bu imtihan, bazen nimetle, bazen de külfetle gerçekleştirilmektedir. Bu sistemde amaçları farklı olmakla beraber Kur’ân bize 1- insanların, 2- peygamberlerin, 3- toplumların Allah tarafından imtihana tâbi tutulduğunu haber vermektedir. Allah bunlara Kur’ân’da yer vermekle, bizlere ders vermek, bizleri eğitmek ve olgunlaştırmak istemektedir. Benzer hataları icra etmememiz ve benzer tuzaklara düşmememiz için Allah bize yol göstermektedir. Bununla beraber Allah, bize, fitnenin kökünü kazımak için de, bir ana hedef (“Tüm Dünyanın İslamlaştırılması”) ve bu hedefe ulaşmak için de bir yol göstermektedir. 

İblis’in Savaş İlanı ve Kurduğu Tuzaklar 

İnsanın yaratılışı, Kur’ân’ın değişik sürelerinde, her seferinde farklı bir açılım getirilerek anlatılmaktadır (2/29-39; 7/10-27; 20/115-129; 59/16; 15/27-43; 17/61-65). Bu ayetlerde dikkat çeken önemli bir nokta, İnsanın yaratılışı ile ilgili olarak meleklerin serzenişte bulunarak insanın olumsuz yönünü dile getirmeleridir. İlahi planı bilemedikleri için takındıkları bu tavrın yanlışlığı, bir imtihan ile kendilerine gösterilmiştir. Allah, Hz. Âdem’i varlık/eşya hakkında bilgilendirip, melekleri bilgilendirmemiştir. Sonra eşya, melekler topluluğuna gösterilerek ne oldukları sorulmuş; melekler, yöneltilen soruya cevap veremezken Hz. Âdem, soruyu cevaplandırmıştır. Melekler tarafından zaafları öne çıkarılarak değerlendirilen Hz. Âdem, sınavın sonunda üstün konuma gelmiştir (2 Bakara 31-33). Bu üstünlüğün bir nişanesi olarak, saygı anlamında, meleklerin Âdem’e secde etmesi, Allah tarafından emredilmiştir. Bu da, melekler topluluğu için bir imtihandı ve İblis hariç, melekler topluluğunun tümü, emri yerine getirmiştir (2/34; 7/11; 20/116; 15/29-31). O ana kadar davranış olarak melek özelliği gösteren topluluk, yapı olarak melek ve cinlerden meydana gelmiş bir topluluktu. Topluluk, secde edip etmemeye bağlı olarak davranışları farklılaşıp birbirlerinden ayrışmışlardır. Fiziksel yapı olarak “nurdan yaratılmış” olan melekler, Allah’ın emrine itaat edip, secde etmişler; fiziksel yapı olarak “ateşten yaratılmış” olan cinlerden İblis, emre itaatsizlik ederek secde etmemiştir. Bu şekilde bir ayrışma, insanoğlunun kaderinde önemli bir dönüm noktası olup, insan için en tehlikeli bir düşmanı, fitne kaynağını ortaya çıkarmıştır. İblis, kendisinin ateşten, Âdem’in topraktan yaratılmasını referans alarak ateşten yaratılanların, topraktan yaratılanlara göre daha üstün bir sınıfı oluşturduklarını ileri sürerek ilk sınıfsal ayırımı yapmış ve secde etmeyi reddetmiştir (2/34; 7/12-13; 15/31-33). O nedenle etnik ve sınıfsal ayırım fitnesi, şeytanî bir düşüncenin ürünüdür. 

İblis, insanlık âlemine, ırkçılık fitnesini ve sınıf fitnesini sokmuştur. Faşizm, kapitalizm ve komünizm, ırkçılık ve sınıf fitnesinin bir sonucudur. O nedenle Kaos teorisi, sınıfsal, etnik ve mezhepsel bir zemine oturtulmuştur. Bugün içine düştüğümüz fitneden en az zararla çıkabilmenin bir yolu, mezhep taassubundan, kavmiyetçilikten vazgeçmek, bu hastalığa yakalananları tedavi etmek olmalıdır. İblisin Hz. Âdem’e bu tavrı gösterdiği an, aynı zamanda olumsuz değer sisteminin (fitne sistemi) ortaya çıkmasının başlangıcı olmuştur. İblis’in isyanından sonra bir tarafta Hz. Âdem ve eşi, diğer tarafta İblis vardır. İki ayrı varlık, birbirine karşıt iki ayrı safta konumlanmıştır. İblis, artık Hz. Âdem ile eşinin ve tüm insanlığın apaçık bir düşmanıdır (20 Tâhâ117). 

Hz. Âdem ve eşi cennete yerleştiklerinde hayatlarını tanzim eden gerekli değerler kendilerine bildirmiştir. Yasak ve serbestlik alanları ortaya konmuş ve iki kişilik bir toplumun hayatına ilişkin düzenlemeler yapılmış ve hukuk sistemi belirlenmiştir. Cennetin diledikleri yerinde, diledikleri miktarda yeme, içme hakkı verilmiş; ancak mahiyetini bilmedikleri bir tek ağaca yaklaşmamaları, onun meyvesinden yememeleri istenmiştir. Cennette kalmaları, barınma, yeme-içme ihtiyaçlarının karşılanması ve güvenlikte kalmaları, bu yasağa uymalarına bağlı kılınmıştır (2 Bakara 35; 20 Tâhâ 118-119). Ayetlerden Hz. Âdem’le eşinin, İblis kendilerine yaklaşıp vesvese verinceye kadar, yasak ağacın meyvesine karşı bir arzu, bir eğilim duymadıkları, ona ihtiyaç hissetmedikleri anlaşılmaktadır. Ancak İblis’in kendilerine yaklaşıp yaptığı telkinlerin sonunda bir arzu, eğilim ve ihtiyaç duygusu ortaya çıkmıştır (2 Bakara 36). Ayetlerden, yasak ağacın mahiyetini, İblis’in bildiği ve fakat Hz. Âdem ile eşinin bilmediği anlaşılmaktadır. 

İblis, Hz. Âdem’le eşine bu noktadan hareketle tuzağını kurmuş ve yasak ağacın mahiyetini, tam zıt istikamette anlamlandırarak onlara sunmuştur (7 Araf 20-21; 20 Tâhâ 120-121). Allah’ın açık ikazına rağmen, bir tek yasak ağaca tamah edilip İblis’in vaatlerine uyulmuştur. İblis’in söylediklerinin doğru olup olmadığı noktasında tefekkür edilmemiş, düşman olan İblis’in niyeti, hedefi sorgulanmamıştır. Allah’ın daha önce kendilerine verdiği bilgiler, hiç göz önüne alınmamıştır. Buradan çıkarılacak en büyük derslerden biri, mahiyeti bilinmeyen bilgilerin, olduğu gibi alınıp, hiçbir analize tabi tutulmadan, doğru olduğu kabul edilip, etrafa yayılmasının ve kullanılmasının yanlış olduğudur. ‘Ölümsüzlüğün’, ‘iki melek olmanın’ ve ‘yok olmayacak mülke sahip olmanın’ dayanılmaz cazibesi, vaat edilenlerin gerçekleşebilir olup olmadığının düşünülmesini ve kurulan tuzağın görülmesini engellemiştir. Stratejik akıl devre dışı bırakılmıştır. Allah’ın emirlerine uymamanın bedeli, çıplak kalmaları ve Cennetten çıkarılıp yeryüzüne gönderilmeleri olmuştur (7 A’raf 22-25). 

Baş şeytan ABD’de, darbe operasyonlarında kullandığı iç işbirlikçilerini hep Türkiye’de iktidar olmayı vaat ederek kandırmış, işi bitince de kaldırıp tarihin çöp sepetine atıvermiştir. İblis, kurduğu tuzakla insanın kötülük cephesinin kapılarının açılmasını sağlamış; “tamahkârlık”, “aç gözlülük”, “doyumsuzluk”, “şükürsüzlük” ve “ölümsüzlük” fitnesini harekete geçirmiştir. İnsanlığın kaderinde “mal”, “makam” ve “evlât” “fitnesi”, İblis ve İblisin yolunda gidenlerin tarih boyu harekete geçirmek için gözettiği alanlardır (8/26-29; 5/48; 6/165; 3/186; 16/92; 27/40; 76/2; 64/14- 18). Ayrıca ölümü unutturarak, ölümsüzlük fitnesini harekete geçirip insanın, ahireti ve hesap gününü unutması için çalışmıştır. İblis, secde etmeme olayından sonra ‘insanların dirileceği güne kadar yaşama’ izni istemiş (7 A’raf 14-15; 17 İsrâ 61-63; 15 Hicr 36-38) ve “kıyamete kadar kendisine yaşama izni verildiği” takdirde, “Allah’ın muhlis olan kulları hariç olmak” üzere, Adem’in “neslinin çoğunu kendisine bağlayacağına” (17 İsrâ 62) ve “Allah’a başkaldırmayı ve dünya tutkularını süsleyip-çekici göstereceğine ve mutlaka kışkırtıp, azdırıp -saptıracağına” (15 Hicr 39; 38 Sad 82) dair Allah’a yemin etmiştir. Bu ayetlerde İblis, “Kıyamete kadar yaşama izni” aldığı takdirde ne yapacağını açıkça söylemiştir. İblis, Allah’tan istediği izni aldıktan sonra yaptığı aşağıdaki yemin, insanlığa sınırsız ve topyekûn bir savaş ilânından başka bir şey değildir:

 “Dedi ki: “Madem öyle, beni azdırdığından dolayı onları (insanları) saptırmak için mutlaka senin dosdoğru yolunda (pusu kurup) oturacağım.” “Sonra da muhakkak onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından kendilerine sokulacağım. Onların çoğunu şükredici bulmayacaksın.” (7 A’raf 16-17; 15 Hicr 39; 38 Sad 79-84) Kur’ân’daki ayetlerden anlaşıldığı kadarıyla İblis; “insanları saptıracağını”, “fıtratı bozmayı emredeceğini” (4 Nisa 118-119), “yeryüzünde onlara günahları süsleyeceğini”, “ihlaslı kullar müstesna olmak üzere hepsini azdıracağını” (15 Hicr 28-43; 38 Sad 70-85), “insanları, ayartıp, yoldan çıkarıp saptıracağını” (3/155; 4/60; 6/71), insanların kalbine vesvese vereceğini (114/5; 7/200, 201; 8/11), “insanları kuruntuya düşüreceğini (4/119-120; 7/20- 21;17/63-64), “kötülükleri güzel göstereceğini” (6/43, 8/48; 16/63; 27/24; 29/38; 47/25), “İnsanları aldatmak için yaldızlı laflar söyleyeceğini” (6/112-113), “aşırı vaade bulunacağını” (4/120; 14/22;17/64), “her türlü kötülüğü emredeceğini” (2/169; 4/14, 118- 119; 6/128; 7/200; 24/21; 38/82-83), “edepsizliği emredeceğini” (24/21), “çıplaklığı teşvik edeceğini” (7/27), “Allah ile kandırmak isteyeceğini” (35/5,6), “Resûllerin yapıp ettiklerine-söylediklerine fitne sokmak isteyeceğini” (22/52,53), genelde insanları, özelde müminleri “fakirlikle korkutacağını” (2/268; 7/200-201; 41/96; 23/97-98), “hayırlı olan işleri unutturacağını (12/42; 18/63), “müminlerin arasına kin ve düşmanlık sokmak isteyeceğini” (5/91, 12/100, 17/53, 58/10,19), “kendi dostlarını Müslümanlara karşı kışkırtıp, tahrik edeceğini” (6/121; 3/175) beyan etmektedir. 

İblis’in yaptığı yemine ve yapacaklarına karşı Allah’ın yaptığı aşağıdaki açıklama, İblis’in kullanacağı mücadele şekline, vasıtalarına ve stratejisine, genel olarak tüm insanların, özel olarak iman edenlerin dikkatini çekmek ve uyarmak amaçlıdır: “Onlardan güç yetirdiklerini sesinle sarsıntıya uğrat, atlıların ve yayalarınla onların üstüne yaygarayı kopar, mallarda ve çocuklarda onlara ortak ol ve onlara çeşitli vaatlerde bulun.» Şeytan, onlara aldatmadan başka bir şey vadetmez.” (17 İsrâ 64). Bu ayette Allah, İblis’in insanlara karşı iktisadı, siyasi, psikolojik, askeri ve sosyolojik bir savaş yürüteceğini açıklamaktadır. Kur’ân’daki değişik ayetlerden İblis’in ve onun yolundan gidenlerin; 

· Psikolojik Savaş 

· Klasik Sıcak Savaş 

· Soğuk Savaş 

· Asimetrik Savaş 

· Politik Savaş 

· İç Savaş 

· Ekonomik Savaş, 

· Sosyokültürel Savaş, 

· Gayrı Nizamı Savaş, 

· Sosyolojik Savaş 

olmak üzere iman edenlere karşı “sınırsız ve topyekûn bir savaş” yürütecekleri görülmektedir. Allah, Kur’ân’ın değişik ayetlerinde İblis’in çalışma tarzını, çıkaracağı fitneleri, kuracağı tuzakları açıklayarak, tehlikenin ana kaynağına dikkat çekerek insanlara yol göstermektedir. Bugün müslüman zihnin unutmaması gereken ana gerçek, İblis/Şeytan ve İblis’in/Şeytanın yolundan gidenlerin, iman edenlere karşı “sınırsız ve topyekûn bir savaş” yürüttükleri ve de yürütecekleri gerçeğidir. Bu gerçek unutulduğu ya da görülemediği zaman, günümüzde ki fitneleri ve fitnelerin sebep olduğu sonuçları, anlamamız ve yorumlamamız mümkün değildir.

Bugün baş şeytan, şer ittifakı (Siyonizm-ABDİngiltere-İsrail) olup dünyanın her tarafındaki fitnelerin ana sorumlusudur. Bu nedenle İblis’in yolundan giden şer ittifakının küresel hâkimiyetleri kırılmalı ki, dünyadaki fitne ve fesadın kökü kazınabilsin. Bundan dolayı Allah, “tüm dünyanın İslamlaştırılmasını” istemekte; bunun için askeri mücadele dâhil olmak üzere İblis ve onun yolundan gidenlere karşı “sınırsız ve topyekûn bir savaşa” göre hazırlık yapılmasını ve çalışılmasını emretmektedir:

 “Yeryüzünde fitne kalmayıncaya ve din yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse, artık zulüm yapanlardan başkasına karşı düşmanlık yoktur.” (2 Bakara 193). Bakara 193’un muhtevası, Enfal 39’da; “Fitne kalmayıncaya ve dinin hepsi Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Şayet vazgeçecek olurlarsa, şüphesiz Allah, yapmakta olduklarını görendir.” şeklinde tekrarlanmaktadır. Her iki ayette de “kıtal” (askeri savaş) kelimesi geçmektedir. Genel olarak askeri stratejilerde, silahlı mücadele, en son başvurulan bir mücadele şeklidir. Askeri mücadele, kaçınılmaz olduğu zaman kabullenilmesi gereken en son çaredir. Öyleyse bu iki ayet nasıl yorumlanmalıdır? Her iki ayetin daha iyi anlaşılabilmesi için her iki ayetin öncesi ve sonrasındaki ayetlere bakmak gerekmektedir. “Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda savaşın, (ancak) aşırı gitmeyin” (2 Bakara 190). “Onları, bulduğunuz yerde öldürün ve sizi çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın. Fitne, öldürmeden beterdir. Onlar, size karşı savaşıncaya kadar siz, Mescid-i Haram yanında onlarla savaşmayın. Sizinle savaşırlarsa siz de onlarla savaşın.” (2 Bakara 191), “Onlar, (savaşa) son verirlerse (siz de son verin).” (2 Bakara 192) ayetlerinde geçen bu ifadeleri göz önüne aldığımızda, Bakara 193’da, sınırsız ve topyekûn bir savaşın başlatılması değil, ona hazır olunması istenmektedir. 

Keza benzer durumu, “Kim size saldırırsa, size saldırdığı gibi siz de ona saldırın. Allah’tan korkup-sakının ve bilin ki muhakkak Allah, korkup-sakınanlarla beraberdir” ayetinde (Bakara 194’de) de görebilmekteyiz. Enfal 36’da, “Gerçek şu ki, küfre sapanlar, (insanları) Allah’ın yolundan alıkoymak için mallarını harcarlar; bundan böyle de harcayacaklar.” denilerek ekonomik bir savaşı yürüteceklerine dikkat çekilmektedir. Elmalılı’ya göre, Bakara 193’un emredilmesinin ana sebebi, Bakara 191’de geçen “Fitne, öldürmeden beterdir” ayetinde saklıdır (1). Diğer taraftan “sizlerden yalnızca zulmedenlere isabet etmekle kalmayan bir fitneden korkup-sakının” (8 Enfal 25) ayetinde yapılan uyarı, fitne başladığında toplumun her kesimini etkileyerek çok daha büyük hüsrana sebebiyet vereceği bağlamında değerlendirilmelidir. Nitekim Hz. Peygamber; “(9783) İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki katil neden öldürdüğünü, maktul de neden öldürüldüğünü bilmeyecek.” Dediğinde sahabe kendisine, “Bu nasıl olacak?” diye sormuştur. Hz. Peygamber’in, “Kargaşa ve fitne. İşte o zaman hem katil, hem de maktul cehennemlik olacaktır.” şeklinde verdiği cevap, fitne dönemlerinde şuur kaybının meydana geldiğinin, kin, nefret ve öfkenin hâkim olduğunun en güzel bir ifadesidir. O nedenle “Fitne, öldürmeden beterdir” Şer ittifakının Afganistan, Irak, Suriye, Yemen, Libya, Sudan ve diğer ülkelerde neden olduğu fitnenin, bu ülkelere ve komşularına maliyetine bakmak “Fitnenin öldürmekten de beter olduğunu” görmek için yeter de artar bile. 

Fitnenin Etkin Olmasının Sebebi: İman Edenlerin Bölünmüşlüğü 

İblis ve İblis’in yolundan gidenler, topyekûn bir mücadele anlayışını benimsedikleri için ilk fırsatta askeri-ekonomik vasıtalara başvururlar. Bu nedenle de bu mücadeleye, askeri ve ekonomik olarak hazır olunması gerekmektedir. Nitekim, “…Onların sizlerle topluca savaşması gibi siz de müşriklerle topluca savaşın. Ve bilin ki Allah, takva sahipleriyle beraberdir.” (9 Tevbe 36) ayetinde, müşriklerin müminlerle topyekûn savaştığına/ savaşacağına dikkat çekilmekte; bizim de onlarla bölünmeden, parçalanmadan, topyekûn olarak savaşmamız, savaşa hazır olmamız emredilmektedir. Meseleyi bu açıdan ele aldığımızda Enfal 72’de, iman edenler; 1. Grup: “hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler ile (hicret edenleri) barındıranlar ve yardım edenler” ve 2. Grup: “hicret etmeyenler” şeklinde iki ana gruba ayrılmaktadır. 

Birinci grupta yer alanlar arasındaki hukuk, “birbirlerinin velisi” olarak ifade edilmekte; birinci gruptakilerle ikinci gruptakiler arasındaki hukuk ise, “onlar hicret edinceye kadar, sizin onlara hiçbir şeyle velayetiniz yoktur” şeklinde belirlenmektedir. Ancak bunun bir istisnası vardır. O da, 2. Gruptakilerin “din konusunda yardım istemeleridir”. Bu da, birinci gruptakilerin anlaşma yaptığı bir topluluğun aleyhine olmama yanı mücadele stratejilerine zarar vermeme şartına bağlanmıştır (8 Enfal 72). Enfal 72. ayetinde böyle bir analiz yapıldıktan sonra Enfal 73’de; “Küfredenler birbirlerinin velileridir. Eğer siz, birbirinize yardım etmez ve dost olmazsanız yeryüzünde bir fitne ve büyük bir bozgunculuk (fesat) olur.” (8 Enfal 73) denerek iman edenlerin parçalanmışlığının, dünyadaki fitne ve fesadın sebebi olduğuna açık bir vurgu yapılmaktadır. Enfal 74 ise birinci gruptaki iman edenler, “gerçek mümin” olarak vasıflandırılmaktadır. Enfal 45’de, “iman edenlerin, bir düşmanla/ toplulukla karşı karşıya geldiği zaman, dayanıklılık göstermeleri ve Allah’ı çokça zikretmeleri” ifade edilmektedir. Bir sonraki ayette, bölünmenin neden olduğu güç kaybı ve yılgınlaşmaya dikkat çekilmektedir: “Allah’a ve Resûlü’ne itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin, çözülüp yılgınlaşırsınız, gücünüz gider. Sabredin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle beraberdir.” (8 Enfal 46). 

Allah’ın Resûlü’nün aşağıdaki hadiste de, müslümanlara açılmak istenen topyekûn savaşın sebebinin, müslümanların “parçalanmış olmaları”; parçalanmış olmalarının sebebinin de, “dünyevileşme- sekülerleşme-laikleşme” olduğu çok açık bir şekilde ortaya konmaktadır: “Sofradakilerin büyük tabağa üşüştükleri gibi insanların size karşı birleşip üşüşmeleri yakındır. Biri sordu: “Acaba o zaman sayıca az mı olacağız?” “Hayır, bilakis o zaman sayıca çok olacaksınız. Ama selin sürüklediği çerçöp gibi dağınık olacaksınız. Allah düşmanlarınızın kalbinden sizin korkunuzu çıkaracaktır. Sizin kalplerinizde vehn artacaktır.” buyurdu. “ V e h n nedir, ey Allah’ın Resûlü” diye sorduklarında şöyle buyurdu: “Dünya sevgisi ve ölüm korkusu”2 . Öyleyse İslam coğrafyasını kasıp kavuran fitne ve fesadın sebebi, iman edenlerin bölünmüşlüğü; buna karşılık inkâr edenlerin topyekûn bir savaş açmış olmalarıdır. 

Tevbe suresi 8. ayetinde müşriklerin iman edenlere karşı güçlü olmaları, galip gelmeleri durumunda “ ‘akrabalık bağlarını’, ‘sözleşme hükümlerini’ gözetip-tanımayacakları”; ağızlarıyla müminleri hoşnut edecekleri”, “kalplerinde ise büyük bir kin ve nefretin var olduğu/ olacağı” (9 Tevbe 8) ifade edilmektedir. Bu ayet kapsamında 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat ve 15 Temmuz askeri darbeleri, yığınla anlaşmalarla birbirine bağımlı kılındığımız(!), “dostumuz”(!), “stratejik ortağımız” (!), “Model ortağımız” (!) olan ABD’nin ve NATO’nun eseridir. Ayette ifade edildiği gibi, ne dostluğa ne de anlaşma şartlarını uymuşlar; Türkiye’de halkın seçtiği tüm iktidarları askeri darbe ile düşürmüşler, her seferinde ülkenin önünü kesmişlerdir. O nedenle Türkiye, AB’den, NATO’dan ve ABD’den bağımsız olmalı, kendi silahını kendisi yapmalı, kendi kültür ve medeniyet kodlarına göre bir hayat nizamı ortaya koymalı ve bunun için Türkiye’nin tüm renklerini, gök kuşağı gibi, birleştirecek topyekûn bir seferberlik ilan ederek, sınırsız ve topyekûn bir savaşa hazır olmalıdır!... 

Fitne ve Fesad Dönemlerinde Müminlerin Sorumluluğu: Şuurlu ve İtidalli Davranmak 

Hz. Peygamber, fitne ortamında iman edenlerin çok dikkatli, itidalli ve şuurlu davranmasını istemektedir: “Fitneler çıkacaktır. O gün oturan ayakta olandan, ayakta olan yürüyenden, yürüyen koşandan daha hayırlı olacaktır. Kim ona (fitneye) yönelirse o da ona yönelir. (Böyle bir durumda) Kim bir sığınak ya da barınak bulursa ona sığınsın.”3 Yukarıda geçen fitne ile ilgili hadisleri, Hucurat suresinin 6’dan-13’e kadar olan ayetler kapsamında ele alıp değerlendirmek gerekmektedir. “Ey iman edenler, eğer bir fasık, size bir haberle gelirse, onu ‘etraflıca araştırın.’ Yoksa cehalet-sonucu, bir kavme kötülükte bulunursunuz da, sonra işlediklerinize pişman olursunuz.” (49 Hucurat 6), ayetinde, fitne ortamlarında, “kafirlerin”, “münafıkların”, “fasıkların”, “kalbinde hastalık olanların” ve istihbarat elemanlarının kargaşa meydana getirebilmek için her şeyi yapabileceklerine; o nedenle gelen bilgilerin doğru ve yanlışlığının araştırılmasına, aksi taktirde bir topluluğa kötülükte bulunabileceğine dikkat çekilmektedir. Hucurat 7’de, Allah, “(Müminlere) imanı sevdirip kalplerde süsleyip-çekici kıldığı” ve küfrü, fıskı ve isyanı çirkin gösterdiği” ifade edildikten sonra; bu insan unsurunu, “doğru yolu bulmuş (irşad) olanlar” olarak tanımlamaktadır. Hucurat 8’de de bunun, “Allah’ın bir fazlı ve bir nimet olduğu” belirtilmektedir. Bundan sonra gelen ayette, “iki mümin topluluk arasında bir çarpışma olduğunda”, diğer müminlerin izlemesi gereken yol belirtilmektedir. Öncelikle yapılması gereken, “adil bir arabuluculuktur. Bu sonuç vermezse, “haksızlıkla-tecavüzde bulunana” karşı, “Allah’ın emrine dönünceye kadar savaşmaktır”. Bundan sonra arabuluculuğu kabul ettiği takdirde “adaletle aralarının bulunması ve her konuda adil davranılmasıdır (49 Hucurat 9). 

Hucurat 10’da “Müminlerin kardeş” olduğu, o nedenle “kardeşlerin arasını bulup-düzeltmenin” bir görev olduğu ifade edildikten sonra “Allah’tan korkup sakının” uyarısı yapılmaktadır. Bundan sonraki iki ayette ise, iman edenler içerisinde fitneye neden olacak ya da fitneyi kızıştıracak tehlikelere dikkat çekilmektedir. Bu tehlikeler, “bir kavmin/topluluğun bir başka kavimle/toplulukla alay etmesi”, ‘en olmadık-kötü lakaplarla çağırması”, “zanla hareket etmesi”, “tecessüs etmesi” ve “gıybet yapıp arkadan çekiştirmesi” (49Hucurat 11, 12) olarak belirtilmektedir. Bu davranışları yapanların “tövbe etmemesi” durumunda “fasık” ve “zalim” olduğu ifade edilmekte ve “Allah’tan korkup-sakının” uyarısı yeniden yapılmaktadır. Allah’ın Resûlü’nün aşağıdaki uyarısına bu açıdan bakılmalı ve gereği yapılmalıdır: “İlerde gerçeği duymayan sağır, hakkı söylemeyen dilsiz ve gerçeği görmeyen kör fitneler olacaktır. Kim fitneye yönelirse, o da ona yönelecektir. Dilin ona yönelmesi kılıç etkisi yapacaktır.”4 O nedenle, fitne ortamında bir mümin, bir şey yapmayıp inzivaya çekilmemeli; fitnenin mahiyetini, sebeplerini ve müsebbiplerini iyice araştırıp, ortaya çıkarıp gerektiği yerde, gerektiği gibi davranmalı; yangına körükle gitmemeli, benzin dökmemeli, fitneyi alevlendirmemeli ve diline hâkim olmalıdır. 

Gülen Hareketi Sempatizan Taraftarlarının Yapması Gereken 

15 Temmuz ihanet hareketinin inşa ettiği fitne ortamından çıkmanın bir yolu, mahiyetine tam vâkıf olamadığımız bilgileri, gerçek olarak kabul edip ardına düşmemek ve yaygınlaştırmamaktır. Fitne (Kaos) ortamında medyada servis edilen bilgilerin kahir ekseriyetinin, belli bir amaca hizmet etmek üzere, istihbarat örgütleri tarafından servis edildiği göz önüne alınmalıdır. 15 Temmuz büyük ihanet hareketinin sosyolojik savaş boyutu itibarıyla etkilerinin devam ettiği bir dönemde, “Allah’a ve ahiret gününe iman eden” herkes, şuurlu bir şekilde düşünmeli, davranmalı; kin, nefret ve düşmanlıkla hareket etmemelidir. İtici, bölücü, parçalayıcı değil; affedici ve kuşatıcı olmalıdır. İtidal elden bırakılmamalıdır. Çünkü Allah; “Ey iman edenler, adil şahidler olarak Allah için, hakkı ayakta tutun. Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletten alıkoymasın. Adil olun. … Allah’tan korkup-sakının…” (5 Maide 8) diye buyurmaktadır. 

15 Temmuz büyük ihanet hareketinde, iman ettiğini söyleyen Gülen hareketi aza ve kadroları, bizzat darbenin taşeronluğuna soyunarak Şer ittifakı ile birlikte hareket edip birçok müslümanı öldürmüş, öldürülmesine yardımcı olmuş, yaralamış, yaralanmalarına yardımcı olmuş ve yüzlerce insanı ve ailelerini mağdur etmiş; sonra da “mağdur edebiyatı” yaparak kendilerini aklamaya çalışmışlardır/çalışmaktadırlar. Bunlar, Taksim Kadife Darbesinin başlangıcından bugüne kadar şer ittifakının taşeronluğunu üstlenerek, müslümanlara ihanet etmiş, müslümanların imajını lekelemişlerdir. O nedenle Gülen hareketinin “ibadet ve ticaret grubu” (sempatizan ve taraftarlar), “ihanet grubunun” (azalar ve kadrolar) bu yaptıklarına karşı olduklarını, açık bir şekilde söyleyerek, araya mesafe koyarak mücadele etmelidir. Bunu yapmadıkça, “mağdur edildiklerini” ifade etmeye hakları yoktur. Unutmasınlar, gerçek mağdurlar, darbe girişimi gecesi öldürülenler, yaralananlar ve Gülen hareketi ile hiç alakası olmadığı halde, bizzat Gülen mensuplarının-CIA/MOSSAD ajanlarının ve kifayetsiz muhterislerin ihbar ve iftiraları ile “Gülenci havuzuna” atılıp “açığa alınan ve ihraç edilenlerdir”. 

O nedenle Gülen hareketinin “ibadet ve ticaret grubu” (sempatizan ve taraftarlar), ya yapılan “haksızlıklar karşısında susan dilsiz şeytan” olacaklar ya da gereğini yaparak ahiretlerini kurtaracaklardır. Her türlü fitne ortamından en az zararla çıkmanın yolu, Kur’ân ve Sünnetin tanımladığı, tasvir ettiği şuurlu mümini ortaya çıkarabilmektir. 15 Temmuz ihanet hareketinin inşa ettiği fitne ortamından çıkmanın ana yolu budur. Nefsimize hoş gelen şeylerin,” öncelikle Allah’ın rızası ve emirlerine uygun olup olmadığının” sorgulanması gerekmektedir. Bu sorgulama yapılırken unutulmaması gereken kaçınılmaz gerçek, ölüm ve hesap günü olmalıdır. Bu dünyada yapacağımız her şeyin hesabının verileceği şuuru bizi, fitneye hizmet etmekten alıkoyacak en önemli etkenlerden biridir. O nedenle tüm iman edenler, aşağıdaki hadiste dikkat çekilen tehlikelere karşı her zaman hassas davranmalıdırlar: · “Hz. Peygamber (s.); “İnsanların en şerlisinin kim olduğunu söyleyeyim mi? · Tek başına yiyen, iyiliğini esirgeyen, yolculukta arkadaşlarını terk eden, hizmetçisini döven kimsedir. · Bundan daha şerlisini söyleyeyim mi? · İnsanlara kin besleyen, insanların da kendisine kin beslediği kimsedir. · Daha şerlisini de bildireyim mi? · Şerrinden korkulan, hayrı umulmayandır. · Daha şerlisini bildireyim mi? · Başkasına dünyalık bir menfaat sağlamak için âhiretini satandır. · Bundan daha şerlisi ise · Dini âlet ederek dünyalık kazanç peşinde koşandır.”5 Allah, tüm iman edenleri bu şerlerden korusun.

ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI HİBRİT SAVAŞLAR DÜZLEMİNDE BÖLGESEL EKSENDE BAŞLATILMIŞTIR

(Umran Dergisi)   “Eğer Hakk, onların hevalarına (istek ve tutku) uyacak olsaydı, hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herke...