25 Aralık 2014 Perşembe

Erbakan Ve Çözüm Süreci - 6: Köklü Çözüm

 (Milli Gazete)

Giriş

Milli Görüş hareketinin kurucusu Erbakan’a göre Milli Görüş, içinde doğduğu şartların (baskı dönemi) bir sonucu olarak İslam’ın kodlanmış, şifrelenmiş şeklidir. Bu nedenle Milli Görüş hareketi, millet tabanlı bir ümmet kimliğini benimsemiştir. Türkiye’de “çözüm süreci” diye tanımlanan mesele, Türkiye’nin kimlik krizinin bir sonucudur. Rahmetli Erbakan Hoca’nın Türkiye’nin kimlik krizine ilişkin önerdiği çözüm şekli, bugün konuşulan çözüm sürecinin çok daha ilerisinde bir çözüm şekli olup; çok farklı inanç ve etnik sorunları kuşatıcı mahiyettedir. Erbakan Hocanın teklif ettiği çözüm şeklini anlayabilmek için Erbakan Hocanın düşünce temelini oluşturan İslam’da, kavmi kimliklerin ve kavmiyetçiliğin anlam ve kapsamını iyi bir şekilde anlamak gerekmektedir. Bu nedenle geçen iki makalede Kuran ve Sünnet düzleminde kavmi kimlikleri ve bir sapma olarak da kavmiyetçiliği ele alıp inceledik.

Burada, Erbakan Hocanın dolayısıyla milli görüşün etnik/kavmi sorunlarla ilgili Türkiye’ye önerdiği çözümü ele alıp inceleyeceğiz.

Erbakan: “Federasyon veya Ayrı Devlet Kurmak Çözüm Değil Çözümsüzlüktür, Kaostur”

Erbakan/Milli Görüş hareketi, Kavmi kimliklerin asimile edilmesine karşı çıkarken meseleyi sadece bir terör ya da Kürt sorunu olarak görmemiştir. Erbakan’a/Milli Görüş’e göre mesele, 3 boyutludur. Her bir boyuttaki olumlu ya da olumsuzluklar, diğerlerini etkilemektedir. Bu nedenle her üç mesele birlikte ele alınıp çözüme kavuşturulmalıdır:

“Gerçekte mesele bir değil 3’tür: 1-Terör, 2- Kürt Meselesi, 3- Güneydoğu Meselesi

Kürt meselesi ve Güneydoğu meselesinin çözülmemiş olması, terörün gelişmesine ortam hazırladığı gibi, terörde diğer iki meselenin çözülmesine zorluk çıkartıyor.

Bu böyledir diye, 3 ayrı meselenin varlığını görmemezlikten gelip veya yok farz edip, meseleyi sadece terör meselesi olarak ele alarak çözmek mümkün değildir. (1)”

Meseleyi bu düzlemde ele alan Erbakan/Milli görüş hareketi, Kürt sorununun çözümü için birliği savunmakta, parçalanmaya neden olabilecek `ayrı bir devlet’ ve `Fedaratif yapıya’ karşı çıkmaktadır. Böyle bir bölünme, ayrışma, sorunu kangren haline getirir, büyük bir iç göçe neden olur, İslam birliğinin Türkiye öncülüğünde kurulmasını engeller ve sadece dış güçlerin işine yarar:

“Şüphesiz ki çözüm, yeni milli devletler kurmak, yeni parçalar ihdas etmek değil, parçaları birleştirmek, yeni ve ırkçılığa dayanmayan, büyük bir bütüne doğru yol almaktır. Bir bütün içinde hep beraber saadet bulmaktır.

Nitekim çok açıktır ki Kürt meselesinin çözümünde ne ‘federasyon’ ve ne de ‘ayrı devlet’ asla kimseye fayda getirmez, saadet getirmez ve bir çözüm sağlamaz. Çünkü;

1. Güneydoğudan daha çok Kürt kardeşimiz Türkiye’nin diğer bölgelerinde yaşamaktadır. Böyle bir ayırım göçe zorlar. Kimseye saadet getirmez.

2. Batılılar ve bütün ülkeler aralarındaki sınırları kaldırıp tek bir devlet ve topluluk olmak için adım atarken, dış güçler bizi sömürmek ve ezmek için bölmek istiyorlar. Onların bu emellerine alet olmak sadece felaket getirir.

3. Güneydoğudaki Kürt kardeşlerimizin Adana’ya, Mersin’e, İzmir’e, İstanbul’a pasaport ve vize ile gitmeleri gerekirse bundan kimin eline ne geçer.

4. Ateist ve komünist rejimlerin zulmü altında aç, işsiz, Bengaldeş’ten daha geri bir topluluğa dönüşmek kime ne saadet getirir.

5. Bugün yeryüzündeki bütün insanlığın saadeti ‘Kuvveti değil, hakkı üstün tutan’ zihniyetin kuvvetlenmesi ve korunması ile mümkündür. Bu maksatla İslam birliğinin kurulması görevi, Türkiye’nin öncülüğünü gerektirmektedir. Bu görevi yapacak bir Türkiye’nin ise küçülmüş, bölünmüş değil, bütün, sağlam ve güçlü bir Türkiye olması gerekmektedir.

Dış güçlerin oyunlarına aldanıp, onların planlarına hizmet ederek, Türkiye’mizi bölmeye ve parçalamaya çalışmak, sadece Türkiye’de 60 milyon (1993 yılında Türkiye nüfusu) insana değil, yeryüzünde ki bütün Müslümanlara ve insanlığa en büyük kötülüğü yapmak demektir.” (1)

Herhangi bir ayrışma, çok büyük bir iç göçe sebebiyet verecek ve göç edenler, etkisi yıllarca sürecek büyük bir travma yaşayacaklardır. Ayrıca, çok büyük bir kin ve nefret dalgası toplumun her kesimini etkisi altına alacak, düşünce dumura uğrayacak, istenmeyen sonuçlar ortaya çıkabilecektir. Osmanlı devletinde buna benzer çok olay yaşanmıştır. Bugün Irak ve Suriye hattında çok daha vahşi, kanlı ve acı bir durum yaşanmaktadır. Gözümüzün önünde sürüp giden olaylardan herkes ders almalıdır.

Bu nedenle emperyalistlerin/zalimlerin oyununa gelinmemelidir.

En az bunun kadar önemli bir olgu da, Kürtlerle Türkler arasında, tahmin edilen, 2,5 milyon civarında bir evliliğin var olmasıdır. Bu evliliklerden oluşmuş bir ailenin ortalama 4 kişiden müteşekkil olduğunu düşünürsek yaklaşık 10 milyon insan, iki farklı alt kimliğin ara kesitinde bulunmaktadır. Herhangi bir ayrışmanın, bu aileler üzerinde yapacağı maddi ve manevi tahribatın boyutu çok yüksek olacaktır. Her iki toplum kesimi büyük bir travma yaşayacaktır.

Çözüm düşünülürken bu iki ana etken göz önüne alınmalı, sloganların meydana getirdiği duygusallıkla hareket edilmemelidir.

Erbakan’ın dikkat çektiği çok önemli diğer bir nokta da, AB, ABD, Rusya, Çin, Vatikan ve Siyonizm kendi coğrafyalarında birliği, bütünlüğü savunurken; İslam coğrafyasında ve hele Türkiye’de ayrılığı, bölünmeyi savunmaları ve körüklemeleridir. Hoca, bu aradaki tezada dikkat çekmektedir. Dünya İslam birliği, ancak Türkiye’nin öncülüğünde ve önderliğinde kurulabilir. Dış güçler, Türkiye’nin öncülüğünde İslam birliğinin kurulmasını engelleyebilmek için Türkiye’ye, etnisite ve mezhepler üzerinden tuzak kurmaktadırlar. Kürt sorunu ile ilgili çözüm arayışında, bu konuya dikkat edilmelidir.

Erbakan’a Göre Türkiye’nin Kimlik İnşasında Altı Ortak Payda

Erbakan Hoca, kavmi kimlikleri, 49 Hucurat 13. ayetinde, farklı renk ve dilleri de 30 Rum 22. ayetinde ifade edildiği şekilde, Allah’ın ayetleri olarak görmektedir. Bu nedenle de kavimlerin birbirlerine karşı soy, renk ve dilden dolayı herhangi bir üstünlüğe sahip olabileceklerini kabul etmemektedir. Ayrıca soy, renk, dil asimilasyonunu, ırkçılık olarak kabul edip karşı çıkmaktadır:

“Erbakan: Irkçılığın her türlüsüne karşıyız. Çünkü bu milletin inancı, tarihi ve medeniyet değerleri içerisinde ırkçılık, herhangi bir grubun ve /veya ırkın diğerine karşı tekebbürü asla yer bulmamıştır.”(2)

Erbakan, Irkçılığa karşı çıkarken, Türkiye’nin etnik yapısı ve inanç fotoğrafını göz önüne alarak Millet olarak benimsenecek bir üst kimlik için, altı ortak paydanın (İslam, Ortak tarih, ortak coğrafya, ortak kültür medeniyet, kader birliği ve akrabalık ilişkisi) göz önüne alınması gerektiğini ifade etmektedir:

“Erbakan: Hepimiz aynı medeniyetin varisleri, aynı inancın ve ortak coğrafyanın çocuklarıyız. İmparatorluk mirasına sahibiz ve bu mirası hep beraber taşıyoruz.”(2)

Erbakan, Müslüman halklar için en önemli birleştirici, bütünleştirici ortak paydanın İslam olduğunu, her vesile ile dile getirmiştir (3,4). Erbakan’a göre, 1071’den beri Anadolu’nun İslamlaşmasını Kürtler de istemekte ve desteklemektedir. Nitekim bu amaçla Alpaslan Gaziye 10 bin kişilik bir kuvvetle yardım etmişlerdir. Birinci Cihan savaşı yıllarında Kürt aşiret liderleri, Halifenin yanında yer alarak İngilizlere karşı çıkmışlardır (1). “Asırlarca şerefli tarihimiz boyunca hep bir ve beraber olduk, bütün savaşlarımızı el birliği ile tek kalp, tek bir vücut olarak hep beraber yaptık.” (1) diyen Erbakan, yaşanan tarihi gerçekleri göz önüne alarak 1994 yılında Bingöl’deki konuşmasında, Türkiye’nin kimlik krizini tedavi edecek ilacın, siyası hayatına mal olacağını bile bile İslam olduğunu seslendirmiştir:

“(1994, Bingöl) …Siz bu ülkenin insanlarını birbirine yabancılaştırdınız. Bu ülkede hangi kökensin diye kimse kimseye sormazdı; çünkü hepsi Müslüman evladı, hepsi Müslüman kardeşiydi. Onun için İlaç budur.”(5)

Erbakan’ın Sorunun Çözümü İçin Ortaya Koyduğu Yol Haritası

Bölünmeye götürecek her türlü çözüme karşı çıkan Erbakan, terör ya da askeri operasyonlar veya asimilasyon politikalarının da çözüm olmadığı ve çözüm getirmeyeceği düşüncesindedir. 1993 yılında Refah Partisi’nin 4. Olağan Kongresinde, açış konuşmasında, Kürt sorunun çözümü için bir yol haritası ve bazı temel ilkeleri ortaya koymuştur:

1. Teklif edilecek herhangi bir çözüm bölgenin tarihi ve sosyal gerçeklerine uygun olmalıdır. Tarihen biliyoruz ki Kürtlerin de bir parçası olduğu bölgemiz büyük devletler ve imparatorluklar tarafından idare edilmiştir. Şüphesiz ki Kürtler de bu bölgenin, İslam coğrafyası ve İslam dünyasının şerefli bir kavmidir. Elitlerinden bir bölümü, Avrupa, Amerika veya başka bir güce eğilim gösterseler bile, Kürt halkının kalbi İslam dünyasında atar. Bundan hareketle bölgesel her çözüm, İslam faktörünü göz önüne almadan tasarlanamaz ve yaşama şansı bulamaz.

Biz Kardeşler arasında tesis edilecek hukuki eşitlik ve işbirliğinin Kürt meselesinde tatminkâr bir çözüm getireceğini ve bunun bölgenin iktisadi, beşeri ve sosyal entegrasyonu yolunda önemli bir adim teşkil edeceğini düşünüyoruz.

2. Elbette Kürt kardeşlerimizin tabii hakları var. Kendi dilleriyle konuşmaları, medyayı kullanmaları, eğitim yapmaları onların tabii haklarıdır ve zaten tarih boyunca bu haklarını kullanmışlardır. Ancak, son 70 yılda izlenen milliyetçi, materyalist ve ırkçı politikalar problem oluşturmuş ve problemi ağırlaştırmıştır.

3- Öyleyse yapılacak iş;

Ülkemizin 60 milyon insanını birbirinin, şerefli kardeşi sayan ve herkese insan hakkı, inandığı gibi yaşama hakkı, hatta inancına uygun hukuk sistemi seçme hakkı veren Adil Düzen’i medeni insanlar olarak, kan dökmeden, barış yoluyla, elbirliği ile kurmak meselenin çözümünün ana unsurudur.

4- Adil Düzen kurulduğunda bütün ülke fertlerinin, insan hakları ve saadetleri teminat altına alınmış olacak, ezen ve ezilen düzeni ortadan kalkacak Ülkedeki herkesin bu meyanda Müslümanların dini inançları ve inancına uygun yaşama hakları teessüs edecek. Böylece Müslümanların arasındaki şerefli kardeşlik ve içten gelen muhabbet bağı yeniden teessüs edecektir.

5- Ülkenin birliği kesinlikle teminat altına alındıktan sonra, ülke evlatları arasında ırk ayırımı yapılmadan muhabbet ve kardeşlik bağları teşkil edildikten sonra ve ülkede Adil Düzen kurulduktan sonra, herkesin dilediği dilde konuşması, dilediği dilde yayın yapması, eğitim yapması en tabii hakkıdır. Bu, ülkeye sadece kültür zenginliği getirir.” (1)

Yukarıda ifade edilenleri aşağıdaki gibi özetleyebiliriz:

1- Herhangi bir çözüm bölgenin tarihi ve sosyal gerçeklerine uygun olmalıdır.

2- Kürt sorunu tabu olmaktan çıkarılmalı tüm çözüm şekilleri tartışılabilmelidir.

3- Bölgesel her çözüm, İslam faktörünü göz önüne almadan tasarlanamaz ve yaşama şansı bulamaz.

4- Kürt halkının kalbi İslam dünyasında atar.

5- Avrupa, Amerika veya başka bir güce eğilim gösteren elitlerle, yapılarla dini hassasiyeti yüksek Kürt halkını aynı havuza koymamak gerekir.

6- Avrupa ve Amerika kendi içlerinde bütünleşmeyi savunurken İslam coğrafyasında ayrılıkları teşvik etmeleri yeni bir sömürü hareketinin işaretleridir.

7- İslam coğrafyası ancak Türkiye’nin önderliğinde bir ve bütün olabilir. O nedenle Türkiye’nin ayrışması savunulamaz ve buna müsaade edilemez.

8- Kürt sorunu ne şiddet ve terörle ve ne de zoraki asimilasyon politikalarıyla çözülemez.

9- Kürtlerin kendi dilleriyle konuşmaları, medyayı kullanmaları, eğitim yapmaları onların tabii haklarıdır.

10- En köklü çözüm için Türkiye’de Adil Düzenin Kurulması şarttır.

11- Adil Düzende, herkesin dilediği dilde konuşması, dilediği dilde yayın yapması, eğitim yapması ve inandığı gibi yaşaması, hatta inancına uygun hukuk sistemini seçmesi en tabii hakkıdır.

Sonuç: Çok Hukuklu Adil Bir Düzen

Bu ülkede toplumsal yapı, ana hatları ile; 1- Müslümanlar, 2- Gayri Müslimler, 3- Seküler- Laik –Solcu - Ateist olanlardan meydana gelmiştir. Bütün çeşitlilikleri koruyacak ortak payda/paydalar bulunmalıdır. Yukarıda ifade edilen altı ortak payda, bu ülkedeki halkın kahır ekseriyetinin ihtiyacına cevap vermektedir. O nedenle bu kesim için üst kimlik İslam’dır. 2. ve 3. kesimleri de ihtiva edecek bir üst kimlik ise, Türkiyelilik ortak paydası etrafında çok dilli ve çok hukuklu bir sistem ile inşa edilebilir.

Bu yol, Hz. Peygamberin Medine Devletini kurarken oluşturduğu Medine anayasasında benimsediği yol olup asırlar boyu İslam ülkelerinde uygulanmıştır (6). Medine anayasası ya da Vesikasında farklı din ve kavimlerden olan insanların birlikte bağlı kalacakları, ortak payda kabul edecekleri bir sözleşme metni çerçevesinde bir üst kimlik inşa edilmiştir.

Erbakan/Milli görüş hareketi, çok kavimli, çok dinli, çok dilli ve çok hukuklu bir toplumsal yapıyı öngörmekte; çok kültürlülüğü zenginlik olarak kabul etmektedir. Medine sözleşmesinde öngörülen kimlik inşası yaklaşımını, bir çözüm yolu olarak tam da zamanında Türkiye’ye önermiştir. O gün (1993) bu teklifler kabul edilseydi, ülke bu kadar kan kaybetmeyecek, bedel ödemeyecek ve bu günleri (2014) hiç yaşamayacaktı. Ülke, sadece bölgesel güç değil küresel güç olmuş olacaktı.

Kimlik krizi zorla, baskı ile şiddetle ya da korku ile tedavi edilmesi mümkün değildir. Bunu yolu, halkın ikna edilmesi, kalp ve gönüllerinin fethedilmesidir. Asabiyete/Kavmiyetçiliğe neden olacak her şeye birlikte karşı çıkılmalıdır. Ne Türk kavmiyetçiliği ne de Kürt kavmiyetçiliği haklıdır. Bir mümin her ikisine eşit mesafede durmayı bilmelidir. Kınayıcının kınamasından korkulmamalıdır. Hakkın, doğrunun yanında olunmalıdır. Zulmün her çeşidine karşı çıkıp adaletin inşası için mücadele edilmeli ve bu uğurda dayanışma içerisinde bulunulmalıdır:

“Ey iman edenler, bir topluluğa olan kininiz, sakın sizi haddi aşmaya sürüklemesin. İyilik ve takva konusunda yardımlaşın, günah ve haddi aşmada yardımlaşmayın ve Allah’tan korkup-sakının. Gerçekten Allah (ceza ile) sonuçlandırması pek şiddetli olandır.” (5 Maide 2)

KAYNAKLAR

1- Erbakan, N., Refah Partisi 4. Büyük Kongresi Açış Konuşması, 1993.

2- Erbakan N., Milli Görüş, Dergah Yayınları, İstanbul, 1975 s: 260.

3- Erbakan N., Milli Görüş, Dergah Yayınları, İstanbul, 1975 s: 17-40

4- Erbakan N., Türkiye’nin Temel Meseleleri, Rehber Yayınları, Ankara, 1991, S: 81

5- Akın, K., Olay Adam Erbakan, Birey Yayıncılık, İstanbul, 2000, S:105-122

6- Hamidullah M., İslam Peygamberi, İrfan yayınları, İstanbul, 1972, S: 149-153.

 

18 Aralık 2014 Perşembe

Erbakan ve Çözüm Süreci - 5: Kavmiyetçilik/Asabiye/Irkçılık/Şovenizm

 (Milli Gazete)

“Sorarım size, asırlar boyu tek vücut olarak yaşadığımız halde ne oldu da bu husumet ortaya cıktı Niçin bu kanlar akıyor ” Prof. Dr. Necmettin Erbakan

Milli Görüş hareketinin kurucusu Erbakan’a göre Milli Görüş, içinde doğduğu şartların (baskı dönemi) bir sonucu olarak İslam’ın kodlanmış, şifrelenmiş şeklidir. Bu nedenle Milli Görüş hareketi, millet tabanlı bir ümmet kimliğini benimsemiştir. Türkiye’de “çözüm süreci” diye tanımlanan mesele, Türkiye’nin kimlik krizinin bir sonucudur. Rahmetli Erbakan Hoca’nın Türkiye’nin kimlik krizine ilişkin önerdiği çözüm şekli, bugün konuşulan çözüm sürecinin çok daha ilerisinde bir çözüm şekli olup; çok farklı inanç ve etnik sorunları kuşatıcı mahiyettedir. Erbakan hocanın teklif ettiği çözüm şeklini ele almadan önce Erbakan hocanın düşünce temelini oluşturan İslam da, kavmi kimliklerin ve kavmiyetçiliğin anlam ve kapsamını anlamakta fayda vardır. Bir kimlik krizi yaşayan Türkiye’de getirilmek istenen çözüm şekli, farklı kavmi kimliklerde kavmiyetçiliği teşvik edecek dolayısıyla daha büyük bir çözülmeye meydan verecek bir durum ortaya çıkarmamalıdır. Bu nedenle İslam kültür medeniyetini benimsemiş olan herkesin, bu ülkeyi seven her kesimin, her yapının/hareketin kavmiyetçiliğe bakışı, açık, berrak ve doğru olmalıdır.

İslam’a göre kavimler, renkler, diller ve genetik yapı farklılıkları, Allah’ın birer ayeti olup meşru kılınmıştır. Herkesin kendi rengini, dilini, soyunu sevmesi meşrudur. Öyleyse kavmiyetçilik nedir

Burada İslam’ın kavmiyetçiliğe nasıl baktığı konusu ele alınıp incelenecektir.

Kavmiyetçilik, Irkçılık, Asabiyet

Akrabayı, soyu, kavmi sevmek meşru olduğuna göre kavmiyetçiliği, ırkçılığı, asabiyeti nasıl anlayacak ve ayırt edeceğiz

Eşler arasına konulan sevgi ve merhamet nasıl Allah’ın ayeti ise akraba, kabile ve kavmin bireyleri arasındaki sevgi ve merhamet de Allah’ın bir ayetidir. Sorun sevgi, merhamet ve şefkatin olmasında değil; sorun, kavme ya da soya olan sevginin, bir tutku ve şehvet boyutuna ulaşmasındadır. Böylelikle bir başka kavmin, soyun hakkının, hukukunun çiğnenmesi, adaletin ortadan kalkması ve zulmün icra ediliyor olmasıdır.

Asabiye konusu Hz. Peygambere sorulmuştur. Hz. Peygamberin verdiği cevap, asabiye, sevgi ve zulüm arasında ki ilişkiyi ortaya koyarak asabiyeden ne anlaşılması gerektiğine açıklık getirmiştir:

(1198) (3949) (7185) (4800)- Vâsile İbnu’l-Eskâ: “Ey Allah’ın Resulü dedim, kişinin kavmini sevmesi, (merdud olan) asabiye midir ”

“Hayır buyurdular, asabiye, kişinin zulümde kavmine yardımcı olmasıdır.” (1)

Hz. İbrahim, soyundan da peygamber gelmesi için dua yaptığında, Allah’ın verdiği cevapta, «Zalimler benim ahdime erişemez» denmiş olması (2 Bakara 124), kavmiyetçiliğin gizli şifresinin, bir başka kavme zulüm yapmak olduğunu ortaya koymaktadır.

Kavmiyetçilik ile zulüm arasındaki bu ilişkiyi, Hz. Musa’nın kavga yapan taraflar arasında haklı ile haksızı ayırt etmeden, herhangi bir sorgulama yapmadan, kendi kavminden olana yardım etmiş olmasında da görmekteyiz:

“(Musa,) Halkının haberi olmadığı bir zamanda şehre girdi, orada kavga etmekte olan iki adam buldu; bu kendi taraftarlarından, şu da düşmanlarından. Derken taraftarlarından olan, düşmanlarından olana karşı ondan yardım istedi. Bunun üzerine ona bir yumruk attı ve işini bitiriverdi. (Sonra da:) «Bu şeytanın işindendir; o, gerçekten açıkça saptırıcı bir düşmandır» dedi.”

“Dedi ki: «Rabbim, gerçek şu ki, ben kendi nefsime zulmettim, artık beni bağışla.»

“Dedi ki: «Rabbim, bana verdiğin nimetler adına, artık suçlu-günahkârlara destekçi olmayacağım.»”

“Böylece şehirde korku içinde (çevreyi) gözetleyerek sabahladı. Derken, bir de baktı ki, dün kendisinden yardım isteyen (kişi, bugün de) kendisine yardım için bağırıyor. Musa, ona dedi ki: «Sen gerçekten açıkça bir azgınsın.»”

“Sonunda ikisinin de düşmanı olan (adam)ı yakalamak isterken (adam ona) dedi ki: «Ey Musa, dün birini öldürdüğün gibi, bugün de beni mi öldürmek istiyorsun Sen yeryüzünde yalnızca bir zorba olmak istiyorsun, ıslah edicilerden olmak istemiyorsun.»” (28 Kasas 15-19)

Hz. Musa’nın “Bu şeytanın işindendir”, “ben kendi nefsime zulmettim”,

“suçlu- günahkârlara destekçi olmayacağım” demiş olmasının sebebi, kavga eden taraflardan haklı haksız sorgulamasını, araştırmasını yapmadan, kendi kavminden olduğu için birine sahip çıkmış olmasının yanlışlığını görüp pişman olmuş olmasından dolayıdır. Nitekim kendi kavminden olan aynı şahsa, ertesi gün, «Sen gerçekten açıkça bir azgınsın.»” demiş olması, içine düştüğü vicdan azabından dolayı olabilir. Keza ikinci gün kavminden olmayan şahsın Hz. Musa’ya “Sen yeryüzünde yalnızca bir zorba olmak istiyorsun, ıslah edicilerden olmak istemiyorsun.»” demiş olması da, Hz. Musa’nın salt kavminden olduğu için birine yardıma kalkmış olmasının yanlışlığını ortaya koymuş olması bağlamında değerlendirilmelidir.

Kavmiyetçilik Cahili Bir düşünce ve Tavırdır

Milletin/Ümmetin dayanışmasını yıkıp birlik ve beraberliği parçaladığından dolayı kavmiyetçiliğe neden olan her türlü tutum ve tavır yasaklanmış, cahili bir davranış olarak nitelendirilmiştir:

“Ümmetimde dört şey vardır ki, câhiliyye işlerindendir; bunları terk etmeyeceklerdir: Haseple (mal, mevki, zenginlik gibi dünyevî özelliklerle) iftihar, nesebi (ırkçılığı) sebebiyle insanlara ta’n (küçük görüp hakaret), yıldızlardan yağmur bekleme, (ölenin ardından) mâtem!” (2)

Böyle bir dava güdenler, Müslümanların birlik ve beraberliğini bozduğundan dolayı Hz. Peygamber tarafından ‘bizden değildir’ denerek İslam kültür ve medeniyetinin inşa ettiği ümmettin/milletin/cemaatin dışına itilmişlerdir/itilmelidirler:

“Asabiyyet (kavmiyyetçilik) davasına kalkan, onu yaymaya çalışan, bu dava yolunda mücadeleye girişen bizden değildir.” (3)

Kavmiyetçilik İçin Savaşanlar Allah Yolunda Değiller Ve Yerleri Cehennemdir:

Bir mümin için soy, renk ve genetik yapı, bir ayırımcılık aracı olmadığına göre, bir kavmin bir başka kavme zulmetmesi, onun yaratılıştan kendisine bahşedilmiş haklarını gasp etmesi ya da onun asimile edilmesi için mücadele etmesi, Allah’ın rızasına uygun olmayıp Allah yolunda bir eylem de değildir:

“(1041)- Ebu Musa (radıyallahu anh): “Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’e, şecaat olsun diye veya hamiyyet (kavmi, ailesi, dostu) için veya gösteriş için mukâtele eden kimseler hakkında sorularak bunlardan hangisi “Allah yolunda”dır dendi.

Resûlullah: “Kim, Allah’ın kelamı yücelsin diye mukâtele ederse, o Allah yolundadır” diye cevap verdi.”(4)

Bu nedenle kavmiyetçilik için ölenler, cahiliye ölümü ile ölmüşlerdir:

(1729)- “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): “ Kim de körü körüne çekilmiş (ummiyye) bir bayrak altında savaşır, asabiyet (ırkçılık) için gadablanır veya asabiyete çağırır veya asabiyete yardım eder, bu esnada da öldürülürse bu ölüm de cahiliye ölümüdür.” (5)

Kavmiyetçiliğin millet/ümmet içerisinde ektiği fitne ve fesad tohumlarının zararlı etkisinin büyüklüğünden ve milletin/ümmetin birlik ve beraberliğini tahrip ettiğinden dolayı kavmiyetçilik yapanların cezası cehennemdir. Namaz kılıp oruç tutmuş olmaları, bu sonucu değiştirmemektedir:

“Kim câhiliyye davasında (kavmiyetçilikte) bulunursa cehenneme iki dizi üzerine çökmüş demektir.

Dediler ki: “Ey Allah’ın Resûlü, oruç tutsa, namaz kılsa da mı ”

“Evet,” cevabını verdi; “oruç tutsa da, namaz kılsa da.” (6)

İslam bir taraftan akrabalık, soy bağının korunmasını isterken, diğer taraftan bunun İslam’ın değer sistemine zarar vermemesini de istemektedir. Zarar verme söz konusu ise yapılması gereken tercih, kan bağı değil değer bağı olmalıdır. O nedenle Allah, Hz. Nuh’un ve Hz. Lut’un eşlerini küfredenlere; Firavun’un karısını da, iman edenlere örnek olarak göstermektedir (66 Tahrim 10-11). Hz. Nuh bir baba olarak, oğlunun tufanda kurtulabilmesi için Allah’a yalvarmıştır. Hz. Nuh’un iman etmemiş oğlunun kurtuluşu için Allah’a dua etmesi, Allah tarafından kınanmış olup oğlu konusunda uyarılmıştır:

“[011.046] Dedi ki: «Ey Nuh, kesinlikle o senin ailenden değildir. Çünkü o, salih olmayan bir iş (yapmıştır). Öyleyse hakkında bilgin olmayan şeyi benden isteme. Gerçekten ben, cahillerden olmayasın diye sana öğüt veriyorum.»

Hz. Nuh’un öz oğlu, seçtiği değer sisteminden dolayı Hz. Nuh’un ehli olmaktan bizzat Allah tarafından çıkarılmıştır. Hz. Nuh’un uyarılmasında kullanılan ‘cahillerden olmayasın’ ifadesi ise, asabiye ile cahiliye arasında yukarıda ifade edilen ilişkiyi kuvvetlendiren önemli bir delildir.

Bir insana kan bağı olarak, sevgi olarak en yakın olan varlıklar, onun anne, babası ve çocukları, akrabası ve aşiretidir. İslam’a göre değer bağına zarar vermedikçe bu bağın korunup kollanması gereklidir. Ancak değer bağına zarar verme durumu varsa anne babası dâhil olsa orada tercih, değer sisteminin yanında olmak olmalıdır. Bu keyfi bir tercih olmayıp bizzat Allah’ın takdir ettiği bir hükümdür:

“Allah’a ve ahiret gününe iman eden hiç bir kavim (topluluk) bulamazsın ki, onlar Allah’a ve Rasulüne karşı başkaldıran kimselere bir sevgi (ve dostluk) bağı kurmuş olsunlar; bunlar, isterse babaları, ister çocukları, ister kardeşleri, isterse kendi aşiretleri (soyları) olsun. Onlar, öyle kimselerdir ki, (Allah) onların kalplerine imanı yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir. Allah, onlardan razı olmuş, onlar da O’ndan razı olmuşlardır. İşte onlar, Allah’ın fırkasıdır. Dikkat edin; şüphesiz Allah’ın fırkası olanlar, felah (umutlarını gerçekleştirip kurtuluş) bulanların ta kendileridir.” (58 Mücadele 22, Bak: 9 Tevbe 23)

Sonuç: Kavmiyetçiliğin Tedavisi: Birr ve Takva Konusunda Yardımlaşmak

Akrabalık ya da kan bağı, toplumsal dayanışma ve bütünleşmede ikinci derecede rol üstlenmelidir. Bu, toplumsal dengenin kurulması, adaletin sağlanması açısından önemlidir. Ancak bir kavmi kimlik, millet/ümmet üst kimliğinin üstüne çıkarılmamalıdır. Kavmi kimlikler, İslam üst kimliği(ümmet) çatısı altında birer alt kimlik olarak vardır ve varlığı da korunmaktadır/korunmalıdır.

Kavmiyetçilik virüsünün bulaşıcı ve tehlikeli oluşundan dolayı, ona açılacak tüm kapıların kapanması konusunda Müslümanların dikkatli olması gerekmektedir. Bu konuda Müslümana düşen görevlerden biri de iyi bir dil kullanmasıdır. Kavimleri rencide edecek tarzda alay etmek, lakap takmak, fıkra anlatmak, yangına benzin sıkmaktır. Kur’an’ın bu noktada ki uyarısı unutulmamalıdır (49 Hucurat 11). Bu ayette bu tür tutum ve tavırlar, fasıklık ve zalimlik olarak vasıflandırılmaktadır. Bu, insanları kavmiyetçilik bataklığına itmenin kavmiyetçilik yapmaya benzer bir suç olduğu anlamına gelmektedir. Bir Müslüman için fasıklık ve zalimlik, bedeli çok ağır olan iki kötü vasıftır.

Kavimler, renkler, diller insanın kendi iradesinden bağımsız gerçeklerdir.

Bir insan bu dünyaya gelirken, rengini, kavmini kendi isteği ile seçmemektedir.

İnsanın kendi iradesi ile seçemediği şeyler, üstünlük konusunda ana kıstas olamaz, olmamalıdır. Ne bir insan, bir kavme mensup olduğu için diğerlerinden üstün olabilir; ne de bir kavim genetik yapısından, dilinden, renginden dolayı başka kavimlere göre üstün olabilir.

Kavimler arasındaki övünme ve üstünlük ölçüsü, yaratılış kanunlarına tabi olarak, değerler sistemindeki konumlarıdır, takvalarıdır. 49 Hucurat 13’de kabilelerin ve şaabların Allah’ın ayetleri ve tanışmak için Allah’ın bir takdiri olduğu, hiçbir kavmin diğerine bir üstünlüğünün olmadığı, üstünlüğün ancak takva ile olacağı çok açık bir şekilde ifade edilmektedir. O nedenle Kavmiyetçilik ateşini söndürecek olan yangın söndürücü, takvadır. Kavmiyetçilik hastalığının ana ilacı odur (48 Fetih 26).

Hz. Peygamber, Hz. Ebu Zerr’i hiçbir kavmin diğerine, hiçbir deri renginin bir başka deri rengine üstün olmadığını belirterek ikaz etmesi, üstünlüğü takvaya bağlaması, iman edenler için çok önemli bir ikazdır.

Bir kölenin oğlu olan Usame’nin komutanlığına itiraz edilmesi, kavmiyetçiliğin ayranının nasıl kolay kabarabileceğinin bir göstergesidir. Yönetme hakkı bir ırka, bir renge has değildir. Ehliyet ve liyakate sahip olmak şartıyla Allah’ın hükümlerini uygulamak üzere yönetici seçilir/seçilmelidir. Hz. Peygamber öldükten sonra da Hz. Ebubekir, Üsame’yi komutanlıktan almamış, her türlü talebi sert bir şekilde geri çevirerek gelecek nesillere çok iyi ve güzel bir gelenek bırakmıştır (7).

Mekke’nin fethinde Hz. Peygamber Kabe’yi açtırıp Hucurat 13 ayetini okumuştur. Hz. Peygamberin böyle bir günde, kavmiyetçilik-takva ilişkisini ihtiva eden bir ayeti okumuş olması, ümmet için en büyük tehlikelerden birinin kavmiyetçilik olduğuna/olabileceğine dikkat çekmiş ve savaş açmış olmasından dolayıdır. Hz. Bilal’e ezanı okutması da kavmiyetçiliğe karşı kararlılığının bir göstergesidir.

Birr ve takva konusunda yardımlaşmak ve konuşmak, bu yolda dayanışma İçerisinde bulunmak, her türlü hastalığın tedavi edilmesinde kullanılabilecek temel bir yaklaşımdır (5 Maide 2; bak: 58 Mücadele 9 ).

Bu bağlamda çatışan Müslüman kesimler arasında takınılacak tavır, adalet ekseninde bir barış ortamının sağlaması için duruş ortaya koymak, nemelazımcılığı terk etmek olmalıdır (49 Hucurat 9-10).

Unutmayın!

“Kim haksızlıkta kavmine yardım ederse, kuyuya düşüp, kurtarılmak için (beyhude yere) kuyruğundan çekilen deveye benzer.” Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)

Ve unutmayın!

“Sur’a üfürüldüğü zaman artık o gün aralarında soylar (veya soy bağları) yoktur ve (üstünlük unsuru olarak soyluluğu veya birbirlerine durumlarını) soruşturmazlar da.” (23 Müminun 101).

KAYNAKLAR

1- Ebu Davud, Edeb 121, (5519).

2- Müslim, Cenâiz 9, hadis no: 934

3-Ebu Davud, Edeb, 121, 5121. H. Münavi, a.g.e., 5, 386).

4- Buharî, Cihad 15, Hums 10, İlm 35, Tevhid 28; Müslim, İmâret 149, (1904); Tirmizî, Fedâilu’l-Cihâd 16, (1646); Ebu Dâvud, Cihâd 26, (2517); Nesâî, Cihâd 21; İbnu Mace, Cihâd 13, (2783).

5- Müslim, İmâret 53, (1848); Nesâî, Tahrim 28, (7, 123); İbnu Mâce, Fiten 7, (3948).

6- Hakim, Müstedrek, 4, 298.

7- Hamidullah M., İslam Peygamberi, İrfan yayınları, İstanbul, 1972.

 

11 Aralık 2014 Perşembe

Erbakan ve Çözüm Süreci-4: Farklı Renk, Dil ve Kavimler/Kavmi Kimlikler

 (Milli Gazete)

“Sorarım size, asırlar boyu tek vücut olarak yaşadığımız halde ne oldu da bu husumet ortaya çıktı Niçin bu kanlar akıyor ” Prof. Dr. Necmettin Erbakan

Giriş

Milli Görüş hareketinin kurucusu Erbakan’a göre Milli Görüş, içinde doğduğu şartların (baskı dönemi) bir sonucu olarak İslam’ın kodlanmış, şifrelenmiş şeklidir. Sık sık kuşdili ile konuşuyoruz demesi bundan dolayıdır. Milli Görüş hareketi, Millet tabanlı bir Ümmet kimliğini benimsemiştir. Türkiye’de “çözüm süreci” diye tanımlanan mesele, Türkiye’nin kimlik krizinin bir sonucudur. Rahmetli Erbakan Hoca’nın Türkiye’nin kimlik krizine ilişkin önerdiği çözüm şekli, bugün konuşulan çözüm sürecinin çok daha ilerisinde bir çözüm şekli olup; çok farklı inanç ve etnik sorunları kuşatıcı mahiyettedir. Erbakan Hoca’nın teklif ettiği çözüm şeklini ele almadan önce Erbakan hocanın düşünce temelini oluşturan İslam’da, kavmi kimliklerin ve kavmiyetçiliğin anlam ve kapsamını anlamakta fayda vardır. Bir kimlik krizi yaşayan Türkiye’de getirilmek istenen çözüm şekli, farklı kavmi kimliklerde kavmiyetçiliği teşvik edecek, dolayısıyla daha büyük bir çözülmeye meydan verecek bir durum ortaya çıkarmamalıdır. Bu nedenle İslam kültür medeniyetini benimsemiş olan herkesin, bu ülkeyi seven her kesimin, her yapının/hareketin kavmi kimliklere ve kavmiyetçiliğe bakışı, açık, berrak ve doğru olmalıdır.

Rahmetli Erbakan’ın Kürt sorununa ilişkin çözüm tekliflerini incelemeden önce İslam kültür ve medeniyetine göre kavmi kimliklerin anlamı nedir İslam’a göre kavmiyetçilik nedir Bu iki konunun açıklığa kavuşması gerekmektedir.

Burada  öncelikle kavmi kimlik konusu ele alınıp incelenecektir.

Renk ve Dil Farklılaşması

İnsanlığın başlangıcında Hz. Âdem ve eşi iki kişilik bir aile iken daha sonra çocukları ve torunları olmuştur. İki kişilik aile önce geniş aileye, daha sonra da geniş bir akraba topluluğuna dönüşmüştür. Hz. Adem’in çocukları çoğalıp değişik coğrafyaya yayılmışlardır. Renk, dil, genetik farklılaşma, çoğalma ve yayılma ile ayrı soy, oymak, kabile, kavim ve ulus, ehl-i millet ve ümmet gibi değişik gruplar meydana gelmiştir. Yapı, basitten karmaşığa doğru giderken ortak payda olan özellikler azalmakta; farklılıklar ve çeşitlilikler artmaktadır. Yol boyu dil, renk, soy, etnisite, tarih ve coğrafya, din, örf-adet, değerler, vatandaşlık ve kader birliği, kimlik belirleyici parametreler olarak tezahür etmiştir.

Farklı renk, dil ve genetiğin nasıl meydana çıktığını ya da ilk renk, dil ve genetik farklılaşmanın nasıl olduğunu şimdilik bilmiyoruz. Aynı ana babanın çocuklarının bu denli farklılaşmalarının sebebi, bugünkü ilmi araştırmalarla (antropoloji, etnoloji, sosyoloji…) tatminkâr bir şekilde izah edilebilmiş değildir. Bu konuda söylenen her şey, öngörü, tahmin ve zandan öteye geçmemektedir. Ancak Kur’an-ı Kerim, renk ve dil farklılaşmasının üzerinde düşünülmesi gereken Allah’ın ayetlerinden olduğunu bize haber vermektedir (Rum Süresi 22). Renk ve dil farklılaşmasının büyüklüğü ve esrarının önemini daha iyi anlayabilmek için okuyucunun Rum19-26 ayetlerini birlikte göz önüne alarak değerlendirmesinde fayda vardır. Burada sadece Rum 22’ye yer verilecektir:

“Göklerin ve yerin yaratılması ile dillerinizin ve renklerinizin ayrı (farklı ve değişik) olması da, onun ayetlerindendir. Hiç şüphe yok bunda, ilim sahibi olanlar için gerçekten ayetler vardır.” (30 Rum 22)

Rum19-Rum 26’da Allah’ın ayetleri olarak belirtilen konular; `kendi nefislerinizden eşler yaratma ve arada bir sevgi ve merhamet kılma’, `göklerin ve yerin yaratılması’, `dillerin ve renklerin ayrı (farklı ve değişik) olması’, `geceleyin ve gündüzün uyuma’, `geçimin temin için rızık arama, `korku ve umut (unsuru) olarak şimşeği gösterme’, `gökten su indirmek suretiyle ölümünden sonra yeri onunla diriltme’, `göğün ve yerin O’nun emriyle durması’ olarak belirtilmektedir.

Bunlardan `göklerin ve yerin yaratılması’ ile `dillerin ve renklerin ayrı (farklı ve değişik) olması’ âlimler için ayet olurken; diğerler ise `düşünebilmekte olan bir kavim’, `aklını kullanabilecek bir kavim’, `işitebilen bir kavim’ için ayetler olmaktadır. Bu konumlandırma, renklerin ve dillerin farklı olmasındaki hikmet ve esrarın büyüklüğünü ortaya koymaktadır.

Soy Farklılaşması

Ayni anne babanın çocuklarının farklı renk ve dile sahip olması nasıl Allah’ın yaratış kanununun bir sonucu ise; Âdem’in çocuklarının çoğalmaları ile farklı soy, oymak, kabile ve Şa’b’a ayrılması da Sünnetullahın bir sonucudur. Hucurat suresinin 13. ayetinde bunu görebilmekteyiz:

“[049.013] Ey insanlar, gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi şaab şaab (halklar/ kavimler/Milletler) ve kabileler (şeklinde) kıldık. Hiç şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (kerim) olanınız, takvaca en ileride olanınızdır.”

Elmalı’lı ayette geçen şaab kavramını kabile kavramı ile birlikte açıklamaktadır. Elmalı’ya göre şaab, kabilelerin ittifakı ile meydana gelen daha büyük bir topluluktur (1). Bu yaklaşım ile şaabı kavim ve/veya ulus/millet olarak anlamlandırabiliriz. Ancak meallere dikkat edilirse şaab kelimesi Türkçeye, halk, millet, kavim olarak tercüme edilmiştir. Burada bir kavram kargaşası yaşadığımız muhakkaktır. Bu konu dil bilimcilerle beraber bir çözüme kavuşturulmalıdır. Çünkü halk, millet ve kavim kavramlarının anlamları arasında farklar vardır.

Kimlik açısından baktığımızda aynı renk, dil ve soydan gelme, fertler arasındaki ana ortak paydadır. Burada Kavim kimliği açısından baskın olan özellik soydur. Farklı renk, dil ve soydan olanlar birbirlerine göre öteki olmaktadır. Birbirinin rakibi, dostu, müttefiki veya düşmanı olabilirler.

Kabilelerin ittifakını şaab olarak alıp değerlendirmeyi, farklı kavimler için kullanmak istersek yani farklı kavimlerin ittifakını yeni bir şaab (Kavimlerin İttifakı) olarak düşünebiliriz. Aynı şaab da birlik olan kavimlerin aralarındaki hukukun nasıl kurulacağı önemli bir sorun olarak ortaya çıkar. Çünkü farklı renk, dil ve soy söz konusudur. Ayrıca asırlar boyu farklı değer sistemi, kültür, müzik, örf, adet, gelenek, görenek oluşmaktadır. Farklı kavimlerin birlikteliğinde bu farklılıklar birer zenginlik olarak yaşatılabilmelidir. En önemli konu, kavimleri biz yapan özelliklerin nasıl korunacağıdır.

Kavimlerin oluşturduğu üst şaabda (Kavimler ittifakı) ittifak yapan kavimler, birbirine göre farklı nicelikte olabilir. Sayısal olarak baskın olan kavim zamanla diğerlerini yok etmek, asimile etmek isteyebilir. Ya da kültür, medeniyet olarak daha gelişkin olan bir kavim diğerlerinin kültürlerini, dillerini yok etmeye kalkabilir. Veya diğerlerini sömürür. Bunlar veya benzer tehlikeler, kavimler ittifakında karşılaşılabilecek muhtemel tehlikelerdir.

Burada sorulacak ana soru, bir kavim bir başka kavmin kimliğini yok etme hakkına sahip midir Bu adil bir tavır mıdır Buna hakkı var mıdır Var olduğunu iddia ediyorsa bu hakkı nereden almaktadır

Bu noktada unutulmaması gereken husus, renk, dil gibi, kabile ve kavimlerin Allah’ın ayetleri olmasıdır, Sünnetullahın bir gereğidir. Öyleyse kabile ya da kavimleri yok varsaymak ilahi sünnete karşı çıkmak demektir. Keza 25 Furkan 54’de nesep ve sihriyet, insana Allah tarafında bahşedilmiş bir hak olduğu ifade edilmektedir.

Farklı Boy, Kabile, Kavimlerin Var olmasındaki Sır

Allah’ın insanları farklı boy, kabile, kavimlere ayırmasında ki esrar nedir Bunun için Hucurat 13. ayete tekrar bakmak ve üzerinde tefekkür etmek gerekmektedir. Ayette hitap, doğrudan doğruya insanadır. Aynı anne babanın çocukları olduğumuz hatırlatılmaktadır. Bundan sonra kavim/ millet ve kabilelere ayrıldığımız, farklılaştırıldığımız zikredilmektedir. Ancak bunların var kılınışı, “tanışma ve kaynaşma” (49/13) olarak gösterilmektedir.

Bu ayırımın insan fıtratı ile yakından ilişkisi vardır. Farklı akraba, soy, kabile, kavim ve ulus/millet ve ümmetler şeklinde bir yapılanış, insanlık evrensel kümesi içerisinde birer denge unsuru görevi görürler. Bu, bir açıdan her birimi örgütlü olan toplum/insanlık demektir. Çünkü her bir örgütsel yapı, kendi müntesipleri arasında özel bir sevgi, saygı, şefkat, aidiyet, sadakat ve dayanışma duygusu meydana getirir. Dolayısıyla İnsanların bireyselleşmesine, bireyci tutum ve tavır sergilemelerine karşı oluşur bu yapı. Bireyselleşme, yalnızlaşma, sanallaşma demek olup mutsuzluğun kaynağıdır. Bunlar, insan fıtratına yerleştirilmiş özelliklerdir. Hz. Peygambere iman etmedikleri halde ona yardım eden müşrik akrabalarının varlığı, akrabalık duygusunun bir sonucudur. Hastalandığınız zaman akrabaların seferber olması, aynı duygunun ürünüdür. Öyleyse ilahi sünnetin bir gereği olarak, boy, kabile, kavim ayrımını, ümmetin ve insanlık kümesinin birer alt kümeleri olarak ele alıp birer alt kimlik statüsünde değerlendirmek gerekmektedir.

Akrabalık Bağlarını Koparmamak

İslam akrabalık bağlarının koparılmasına karşı çıkmaktadır (4 Nisa 1). Kur’an, akrabalık ilişkilerine çok önem verdiğinden dolayı yöneticilerin akrabalık bağlarını koparacak işler, icraatlar yapmasını şiddetle kınamaktadır:

“Demek, iş başına gelip yönetimi ele alırsanız’ hemen yeryüzünde fesad (bozgunculuk) çıkaracak ve akrabalık bağlarınızı koparıp parçalayacaksınız, öyle mi ” (47 Muhammed 22-23).

“(İnsanlardan öylesi de vardır ki)… “O, iş başına geçti mi (ya da sırtını çevirip gitti mi) yeryüzünde fesad çıkarmaya, ekini ve nesli helak etmeye çaba harcar. Allah ise, fesadı (bozgunculuğu ve kışkırtıcılığı) sevmez.” (2 Bakara 204-205).

Kavmini Sevmek, Kavmine Dua Etmek, Kavmine Yardım Etmek

Bir insanın kavmini sevmesi, en doğal hakkı olup fıtri bir özelliktir. Bu yadırganacak ya da kınanacak bir durum değildir. Kur’an’da peygamberlerin soylarına sık sık atıfta bulunulmakta, peygamberlerin nesillerine – zürriyetlerine dua etmeleri istenmekte ve nesillerine peygamberlik verilerek kendilerine lütufta bulunulduğu belirtilmektedir (3 Al-i İmran 33-34; 29 Ankebut 27)

Kavmini sevmek, kavmine dua etmek, kavmine yardım etmek, onun iyiliğini istemek Kur’an’ın yasaklamayıp teşvik ettiği bir konudur. Hz. İbrahim’in yaptığı dua da bunu görebilmekteyiz (2 Bakara 127-128). Hz. Meryem’in anası, doğumdan sonra Hz. Meryem’in soyuna dua etmiştir:

“Ona Meryem adını koydum. Ben onu ve soyunu o taşa tutulmuş şeytandan Sana sığındırırım. »” (3 Al-ı Imran 36)

Kur’an bize tevbe edip Salih amelde bulunanların soylarına dua etmeleri gerektiğini haber vermektedir:

“Ve onlar: «Rabbimiz, bize eşlerimizden ve soyumuzdan (zürriyetlerimizden), gözün aydınlığı olacak (çocuklar) armağan et ve bizi takva sahiplerine önder kıl,» diyenlerdir.” (25 Furkan 74)

Bütün Müslümanların namazın tahiyyat kısmında Hz İbrahim’in ve Hz. Muhammet’in aline (soyuna) dua etmesi, salatü selam okumasının sünnet olması, neslin önemini gösteren bir başka durumdur.

Hz. Peygamberin kendisini Taif’te taşlayan kavmine karşı; “Allah’ım sen kavmime hidayet eyle, onlar hakkı bilmiyorlar.” şeklinde dua etmesi kavmini korumak amaçlı bir yaklaşımdır (2).

Hz. Peygamberin amcası Ebu Talib’in hidayete kavuşması için gösterdiği gayreti ve Hz. İbrahim’in dua için babasına söz vermiş olmasını (60 Mümtehine 4) hep bu bağlamda düşünmemiz gerekmektedir.

Hz. peygamberden tebliğe önce akrabasından başlaması istenmiştir. Bu akrabalık bağının oluşturduğu sevgi, şefkat ve merhamet bağının tebliğe karşı reaksiyonları kısmen azaltabileceği ihtimalinden dolayı olsa gerekir. Ayrıca tebliğle birlikte yeni değerlerin akrabalar tarafından benimsenmiş olması halinde, kan bağının yanında değer bağının var olması ile daha güçlü bir dayanışma ortaya çıkmaktadır (26 Şuara 214-216). Nitekim Hz. Peygambere ilk biati anasının mensup olduğu Neccar oğulları kabilesine mensup kimseler yapmıştır. Hz. Peygamber yaptığı tebliğin karşılığında akrabalık sevgisinden başka bir şey istemediğini söylemesi çok dikkat çekicidir:

“De ki: «Ben, buna karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum, ancak akrabalık sevgisi hariç.».” (42 Şura 23)

Diğer taraftan yardım önceliğinin Müslüman akrabaya yapılması, akrabalık ve soy ilişkilerine İslam’ın verdiği önemi göstermektedir (8 Enfal 75, 33 Ahzab 6). Cuma hutbesinde okunan ve akrabalara yardım yapılmasını içeren ayeti kerime, akrabalığın Müslümanlar açısından ne kadar önemli olduğunun bir göstergesidir (16 Nahl 90).

İnfakın kimlere yapılacağına ilişkin ayetlerde yer alan sıralanış, akrabaya verilen önemin düzeyini göstermektedir:

“De ki: «Hayır olarak infak edeceğiniz şey, anne-babaya, yakınlara, yetimlere, yoksullara ve yol oğluna (yolda kalmışa) dır.»” (2 Bakara 215)

Benzer bir sıralanışa, güzel davranma konusunda da karşılaşıyoruz:

“Anne-babaya, yakın akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolda kalmışa ve sağ ellerinizin malik olduklarına güzellikle davranın. ” (4 Nisa 36)

Sonuç: Asimilasyon Allah’ın Ayetlerinin İnkârı Olup Allah’a İsyandır

Eğer renk ve dil Allahın ayetleri, yaratılışın bir kanunu, fıtratın bir gereği, doğan insanın iradesinden, tercihinden bağımsız ise, renk ve dillerin inkârı veya yok edilmeye çalışılması veya küçümsenmesi ya da bu insan topluluklarının hor, hakir görülmesi, Yaratılış kanuniyetlerini ve Allah’ın ayetlerini inkâr manasına gelir. Bu da Allah’a isyandır.

Bilimsel bir çalışma olarak tarihi, toplumları değerlendirmek için renk, dil, soya göre insanları tasnif etmek mümkündür. Bu, bazı şeylerin izahını kolaylaştırabilir. Ancak böyle bir çalışma, renklerin, dillerin ve soyların reddi ya da üstünlüğü ispat amaçlı yapılamaz, yapılmamalıdır.

Benzer şekilde kavmi kimlikler de Millet/Ümmet kimliğinin birer alt kimlikleri olup üst kimlik haline de getirilmemesi gerekmektedir. Milet/ümmet üst kimliği altında alt kimlik olarak kavmi kimlikler, birer denge ve dayanışma unsuru olup zenginlik olarak muhafaza edilmelidir.

Kavmini sevmek, ona dua etmek ona yardımda bulunmak meşru ise Kavmiyetçilik/asabiye/ırkçılık/şovenizm nedir

KAYNAKLAR

1– Yazır, E., Hak dini Kuran Dili, Azim dağıtım, İstanbul, Cilt 7, S: 212-213.

2– Buharî, İstitâbe 4, Enbiya 50; Müslim, Cihâd 105, (1792).

 

5 Aralık 2014 Cuma

Erbakan ve Çözüm Süreci-3: Bürokrasi, Taklitçi Zihniyet ve Asimilasyoncu Politikalar

 (Milli Gazete)

“Sorarım size, asırlar boyu tek vücut olarak yaşadığımız halde ne oldu da bu husumet ortaya cıktı Niçin bu kanlar akıyor ” Prof. Dr. Necmettin Erbakan

Cumhuriyet’in kuruluşu ile birlikte Batı kültür ve medeniyet değerleri etrafında, var olanları asimile ederek, adına “Türk” (Yeni Türk) dedikleri yeni bir ulus yaratmak, Cumhuriyet kadrolarının en önemli hedefi olmuştur. Bu gün yaşadığımız tüm sorunların kaynağı, bu yanlış yaklaşım ve bakış açısıdır. Rahmetli Erbakan Hoca, Türkiye’nin ana sorununun “sömürü sistemi, taklitçi zihniyet ve asimilasyoncu politikalar” olduğunu söylerken kast ettiği, Cumhuriyet döneminde devletin bu yanlış yaklaşımıdır. Bu noktada Erbakan Hocanın düşünceleri, geçen yazıda ele alınıp değerlendirilmiştir.

Burada Kürt sorunu çerçevesinde askeri bürokrasinin değişik zamanlarda itiraf mahiyetinde yaptıkları açıklamalar değerlendirilecektir.

Batı’da “Yeni Bir Ulus Yaratma” Projesi

Batı’da kilise ve krallığa savaş açılarak ‘kilisenin ve krallığın hâkimiyeti’ yıkıldığı için farklı toplumları, ne kilise/din etrafında ne de soy/hanedanlık adına birleştirme, bütünleştirme imkânı söz konusu değildi. Batı’da iki güçlü otorite ortadan kaldırılınca boşluk, yeni şekliyle icat edilen devlet tarafından doldurulmak istenmiştir. Böylece ulus ile devlet arasında sıkı bir ilişki kurulmuştur (1). Bu yaklaşıma göre ulus, yönetici, aydın kesim tarafından yaratılmış(!) ‘sanal bir halk, sanal bir toplumdur’.

Massimo d’ Azeglio: “İtalya’yı yarattık, şimdi de İtalyanları yaratmalıyız.”

Albay Pilsudski: “Devleti yaratan ulus değil, ulusu yaratan devlettir.”(2)

Devlet, ulusu yarattığı(!) için kutsaldır ve devlet ulus için var değil; tam tersine ulus devlet için vardır. Ortak kimlik inşa edilebilmesi için farklılıkların ortadan kaldırılıp homojen bir yapının inşa edilmesi gerekir. Burada hedef tek tip, tornadan çıkmış insandır. Ulusal kimlik oluşturmada genel olarak iki farklı model kullanılmaktadır. Biri Fransız ulus modeli, diğeri ise Alman ulus modelidir (2). Fransız ulus modelinde ülkenin tüm vatandaşları tek tiptir. Ülkede bulunan tüm topluluklar, kavmi unsurlar, kendi kültür ve değerlerini terk ederek ulusal kültür ve değerlerle bütünleşmek, özdeşleşmek zorundadırlar. Alman ulus modelinde belli bir soydan, ırktan gelenler ulusun bir parçası olarak kabul edilir. Bu soyun dışındakiler yabancı, azınlık olarak kabul edilip tehlikeli ve düşman olarak görülürler.

Cumhuriyet’in “Yeni Bir Ulus Yaratma” Projesi

Batı’nın etkisinde kalan Cumhuriyet’in hâkim kurucu kadrosu, Batı’daki gelişmelere benzer bir şekilde halifeliği, dini ve saltanatı ortadan kaldırdığı için yeni bir ulus yaratma projesini Batı’dan kopya ederek Türkiye’de uygulamaya sokmuştur. Heterojen Osmanlı toplumundan miras kalan bir ümmeti, tek bir etnik kimliğe dayanan bir ‘ulus’a dönüştürmeyi, kendi tabirleri ile yaratmayı(!), ana politika olarak benimsemiştir. Tutulan yol göz önüne alındığında Türkiye’deki ulusal kimlik modeli Fransız ve Alman ulus modellerinin bir karışımıdır, melezdir. Erbakan Hocanın, sorunun kaynağı olarak “taklitçi zihniyeti” göstermiş olmasının bir sebebi de budur.

Türkiye’de başta Türk ve Kürtler olmak üzere tüm etnik Müslüman unsurlar için İslam ve halifelik en önemli bağlayıcı unsur, bir çimento idi. Kürt Sorunu ile ilgili yapılan araştırmalarda, Kürt kavmiyetçiliğinin başlangıç noktası olarak hilafetin kaldırılması gösterilmektedir. Kürtlerle Türkler arasındaki kardeşliğin kırılma noktası halifeliğin kaldırılması, ivme kazanması laikliğin getirilmesi, zirve noktası ise Kürt kimliğinin inkâr edilmesi ve Kürtlerin asimile edilmeye çalışılmasıdır (3).

David Mc Dowall: “Bu (Hilafetin Kaldırılması) asıl darbe oldu… Bu, Kürtlerin Türklere karşı duyduğu son ideolojik bağı da kopardı. Dini okulların, yani medreselerin ve tekkelerin kapatılması ise, çoğu Kürt için geriye kalan son eğitim kaynağını da ortadan kaldırmış oldu. Türkiye’nin 1912-1922 arasındaki savaş yıllarını aşmasına neden olan Kürtler, bu kez onun düşmanları haline geldiler.”

Çekirdek kadro gücü ele geçirince hem Kürt etnik kimliğini, hem İslam kimliğini hem de İslam kültür ve medeniyetini ret ve inkâr etmiştir. Bu uygulamalardan sonra Türkiye’nin bağrında, İslami kimlik, Kürt Kimliği olmak üzere iki ana kimlik sorunu hep var olacaktır (4). Lozan’la birlikte yeni bir ulus devlet Türkiye, yaratılmıştı(!) Şimdi de bu ulus devlet için bir ulus yaratılmalıydı(!) İnşa edilecek olan yeni toplumun mevcut tarafından kabul görmesi için bir dayanak gerekliydi. O dayanak, etnik olarak çoğunlukta olan Türklerin ismi, kanı ve dili söz düzeyinde kabul edilmiştir.

Gerçekte yeni kimlikte Türk’ün ismi vardı; kültür ve medeniyeti, tarihi, örf ve adetleri, gelenek ve görenekleri ret edilmişti. Alfabesi değiştirilmiş, Kur’an’ı, ezanı ve dini yasaklanmıştı. Tüm yaşantısı batılı değerlere göre şekillendirilmek istenen bir halk, Yeni Türk olarak isimlendirilmişti. Yeni Türk, tarihten bize intikal eden Eski Türk (Müslüman Türk) ile ilgisi olmayan ve fakat kendi tabirleri ile yarattıkları(!) yeni bir ulustan, Türk diye bahsetmektedirler. Eski Türk (Müslüman Türk) öldürülmüştü. Yeni Türk (Batılı Türk) ise tarihini, kültür ve medeniyetini, dinini, imanını, ecdadını kıblesini ret eden mankurtlaştırılmış bir Türk idi. Bu coğrafyada yaşayan, yeni alfabeyi, Laiklik dinini benimseyen, İslam’la ilişkili tüm tarihi, kültür medeniyeti ret ve inkâr edip Batı kültür medeniyetini benimseyen herkes Türk’tü. Erbakan Hoca, “sorunun kaynağı asimilasyoncu politikalardır” derken kast ettiği bu tek tipleştirici politikalardı.

Bu amaçla 1950 öncesinde yazılan kitapların tümünde genç beyinlere çekilen formatı, açık bir şekilde görmek mümkündür:

“Türk yurdu üzerinde yaşayan, Türk dili ile konuşan ve Türk kanını taşıyan insanların birliğine Türk milleti denir…” (5)

Türk milletinden kast edilen aynı coğrafyada, aynı soydan(!), aynı kandan(!) ve aynı dilden(!) olan insanlar topluluğu idi. Aynı coğrafyada yaşadığı halde aynı dil ve kandan olmayanlar ne olacaktı Herkes yeni din-kültür ve medeniyete göre yeniden formatlanacaktı. Formatlanmaya karşı çıkanlar, hain, düşman ve tehlikeliydi.

Cumhuriyet’in çekirdek kadrosu tarafından ‘kanunen ve cebren’ formatlanma gerçekleştirilerek ‘Yeni Türk’ yaratılacaktı(!). İnönü 1925 yılında yaptığı bir konuşmada, bu coğrafyada yaşayan herkesi, ‘Yeni Türk’ nasıl yapacaklarını anlatmaktaydı:

“Vazifemiz, bu vatanın içinde bulunanları behemehâl Türk yapmaktır. Türklere ve Türkçülüğe muhalefet edecek anasırı kesip atacağız.” (5)

Nüfus olarak Türklerden sonra en baskın unsur olmaları ve İslam dinine bağlılıkları açısından tehlikeli olabilecek olan unsur, Kürtlerdi. Öncelikle bunların, öngörülen yeni Türkün saflarına katılması için formatlanması ve genetik şifrelerinin yeniden düzenlenmesi gerekmekteydi. Bu noktadan hareketle Kürtler üzerinde tezler üretilerek dilleri, soyları, kültürleri yok sayıldı. ‘Dağ Türkleri’ olarak isimlendirilerek Türklerin bir boyu olarak gösterilmeye çalışıldı

Eski Deniz Kuvvetleri Komutanı emekli Oramiral Salim Dervişoğlu Cumhuriyet döneminde Kürtlerin asimile edilmeye çalışıldığını, yok varsayıldıklarını bu gün itiraf etmektedir: 

“Onların söyledikleri, istedikleri bir şeyler var, bir de bizim yapmadıklarımız var… Oturalım cesaretle bunları konuşalım, yapılabilecek olanları ertelemeyelim. Ekonomik adımları atmadık, Kürtleri kültürel bakımdan ülkeye entegre edemedik, asimile etmeye çalıştık. Yeni bir entegrasyon politikası belirlemeliyiz. Yapamadık bunları… İşe kendi içimizdeki ekonomik, kültürel, sosyal bölünmüşlüğü ortadan kaldırarak başlamak lazım.” (6)

Eski Kara Kuvvetleri Komutanı Emekli Orgeneral Aytaç Yalman’ın itirafı ise, Cumhuriyet döneminde nesillerin nasıl mankurtlaştırıldığının ibret verici bir göstergesidir:

“Cumhuriyet dönemindeki isyanlardan sonra 1938’den 1970’e kadar terör yok. Sosyal sorun dönemi dediğim, bu dönemdir. Aslında Türkiye’nin sorunu henüz sosyal boyuttayken görmesi ve doğru okuması gerekirdi.

Bu açıdan baktığımızda, o aşamada sorunun kendini ifade’ olarak tarif edildiğini görüyoruz. Dilini konuşmak, şarkısını, türküsünü dinlemek istiyor, kültürünü yaşamak istiyor.

Oysa, bizler o dönemde, Kürt yoktur’ diye eğitilmişiz. Kürtleri, Türklerin kolu olarak görüyoruz. Ortalıkta işte dağlarda gezerken, karda yürürken kart-kurt sesleri çıktığı için Kürt denilmiştir, gibi tarifler dolaşıyor. O dönemde sosyal istekleri bile biz yıkıcı faaliyetler’ kapsamında görüyoruz.  Biz olayın sosyal yönünü görmemişiz, dolayısıyla sorunu zamanında görmemişiz.” (7).

Sağır sultanın duyduğu ve gördüğü gerçekleri ne yazık ki Türkiye’yi yönetenler, duyamamış ve görememişlerdir. 1980 yılında bile bir halkın anadilinin yok varsayılarak konuşma yasağının getirilmesi, Türkiye’yi yönetenlerin/Türkiye bürokrasisinin basiretsizliğinin, ferasetsizliğinin tam bir göstergesidir.

Emekli Cumhurbaşkanı/Devlet Başkanı/Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren: “Kürtçe konuşmayı yasakladık. Şöyle yasakladık: Konuşmalarda, mitinglerde, şurada burada Kürtçe konuşulmayacak. Okulda filan Kürtçe tedrisat yapılamaz dedik. Neden dedik Ben Devlet Başkanı iken, bir köyde ilkokula gittim. Açtım kitabı, oku şunu dedim çocuğa. Kem küm, çocuk okuyamıyor.  Dördüncü sınıfa gelmiş, Türkçeyi okuyamıyor, bu nasıl iş ’ dedim. Döndüm ve Kürtçe yasağını koyduk. Kürtçe tedrisat yapılamaz dedik. Ama biraz ağır yasak koyduk. Sonra bu yasak kaldırıldı, ama hataydı. Hata olduğunu sonradan anladım.”

Evren: “Ben Genelkurmay Başkan’ıyken Kanada’ya gitmiştim. Orada Quebec bölgesine gittim. …Bu bölgede devlet hizmetine gelecek bir vatandaş hem İngilizceyi, hem Fransızcayı bilmek zorunda… Şimdi bizde de Güneydoğu’da hizmet verecek memurun Kürtçe de bilmesi lazım. Katı tutumla olmaz bu iş. (8)

“Bu ülkede herkes Türk’tür” şeklinde formatlanan bir nesil için, Türk’ten başka etnik yapılardan, farklı dillerden bahsetmek, ülkeyi bölmek istemek, hainlik yapmak, işbirlikçi olmak demektir. Orgeneral düzeyindeki subayların bu meseleye böyle yaklaşmış olması, bu ülkenin en ciddi çıkmazı olmuştur.

Eski Genel Kurmay Başkanı emekli Orgeneral Karadayı: “İsyanın amacı ayrı bir devlet kurmak, Türkiye’yi parçalamaktır. Olayı bir kimlik sorunu gibi başlattılar. Ortaya böyle bir sorun attılar. Adına da Kürt kimliği sorunu’ dediler... Türkiye’nin kimliği Türk’tür. Başka kimlikler ortaya çıkarırsanız bu diğerleri için de emsal olur. Başka kimlikler için de hayaller kurulur. Bu Türkiye’nin kuruluş felsefesine aykırıdır. Türkiye’yi kimliklere ayırmak hainliktir.” (9)

Genel Kurmay başkanları dâhil tüm askeri bürokrasinin zihninde hem bölünme korkusu var, hem de hata yapıldığına ilişkin bir kanaat vardır. Üstelik de stratejik ortak kabul ettikleri ABD ve AB tarafından ülkenin bölüneceğine dair ciddi de bir kanaatleri vardır (10).

Eski Genel Kurmay Başkanı emekli Orgeneral Doğan Güreş: “Türkiye için bölünme riski var. Cheney de istedi bunu. Kim Cheney ABD Başkan Yardımcısı. ‘Batıdan başlayıp doğuya gidinceye kadar tek dostumuz Kürtlerdir’ dediler. Bunu söyleyen Amerika… AB de bunu istiyor mu Evet, istiyor. Hedefleri var Nedir hedefleri Türkiye’nin küçülmesi…

Sorunun iç boyutuna bakarsak... Şimdi, anadillerini kullansınlar, kültürlerini yaşasınlar, folklorlarını oynasınlar tabii. Buna bir şey denmiyor zaten. Ama üniter yapıyı bozacak, Türk milleti dışında başka bir milleti Anayasa’da kabul edecek bir durum olamaz.”

Org. Saygun’un ise Türkiye’yi bölmek amacıyla ABD ve AB’nin Türkiye’deki terör örgütünü besleyip desteklediklerini açıklaması anlamlıdır (11):

“Aralarında müttefiklerimizin de bulunduğu bazı ülkelerin tutum ve davranışları terör örgütünün kendisine yaşam alanları bulmasında en büyük etkendir.”

Eski Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök ise devletin bir bütün olarak hareket edemediği, uzun vadeli bir strateji geliştiremediği ve bu nedenle de hata yaptığı kanaatindedir:

“…Silahlı Kuvvetler’in rolü bu gibi olaylarda, hükümet ajanslarının bölgeye gelip sebebi ortadan kaldırmak için yapacakları harekâta uygun güvenlik ortamı sağlamaktır. Ve olayların boyutunu sabit tutmaya çalışır, büyütmemeye çalışır. Silahlı Kuvvetler de bunun erdemine tamamen akıl erdirdi ve hükümetleri her zaman teşvik etti.” (10).

Eski Genel Kurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt’a göre teröre ve teröriste karşı mücadelede Türkiye hata yapmış, psikolojik harekâtı iyi yönetememiştir:

“İnsan hakları, teröristin haklarına dönüştü... Biz devlet olarak hata yaptık. Uluslararası kamuoyu onlara hak veriyor ve biz kendimizi savunmak zorunda kalıyoruz. Bu kavramlar elimizden çıktı... Bu söylemler bizi hukuka, özgürlüklere ve insan haklarına inanmayan ülke haline sokuyor. İşte bu psikolojik harekâttır, biz bunu kaptırdık.” 

Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral İlker Başbuğ’un, Kara Harp Okulu 2007–2008 eğitim öğretim yılı açılış töreni konuşmasında (24 Eylül 2007) devletin işbirliği içerisinde eş zamanlı birlikte çalışamaması nedeniyle teröre karşı verilen mücadelenin başarılı olamadığını, dolayısıyla devletin hata yaptığını ifade ettiğini görmekteyiz:

“Bölücü teröre karşı yürütülen mücadele esas itibarıyla dört ana alanda; güvenlik, ekonomi, sosyokültürel (eğitim ve sağlık dâhil) ve psikolojik (bilgi harekâtı) harekât alanlarında devlet tarafından yürütülmelidir.

Teröre karşı etkili mücadele etmek ve mücadelenin süresini kısaltabilmek için, bu dört alandaki faaliyetlerin paralel ve eş zamanlı yürütülmesi zorunludur. Bu faaliyetler birbirini tamamlamaktadır…

Türkiye’nin terörle mücadelesinin bugünlere kadar uzanmasının ana nedenlerinden birisini, Türkiye’nin bu dört alandaki faaliyetlerini paralel ve eş zamanlı olarak yürütememesi oluşturmaktadır.

…Yaşanan süreçte, örgüt çok zor durumlara düşmüş, ancak yapılan bazı hatalar ve ortaya çıkan şartlardan çok iyi yararlanarak durumunu tekrar düzeltmiştir.”

Sonuç: Sömürü Düzeni, Taklitçi zihniyet ve Asimilasyon Politikaları Değişmelidir

Asimilasyon politikası, Türkiye’nin kimliğinin parçalanmasını sağlamıştır. Allah’ın farklı soy, renk ve dilde yarattığı insanları tek tip yapmaya kalkılarak Allah’ın ayetleri ret ve inkâr edilmiştir (30 Rum 22; 49 Hucurat 13). Birbiri ile tanışma, kaynaşma, dayanışma ve dengeleme aracı olan farklı etnik yapılar yok edilip tekleştirilmeye çalışılması, ilahi sünnete aykırı olup sorunlarımızın temel kaynağıdır. Bu nedenle taklitçi zihniyetin, asimilasyoncu politikaların ve bunu savunanların meseleyi çözüme kavuşturması mümkün değildir. Sorunlarımızın çözümü sömürü, köle düzeninin değişmesi, taklitçi zihniyetin tasfiye edilmesi ve asimilasyon politikalarının çöpe atılması ile mümkündür.

Ve.

“Öyleyse dosdoğru yolda devam edin ve bilgisizlerin yoluna uymayın” (10 Yunus 89).

Kaynaklar

1- Özyurt, C., Kimlik ve Farklılaşma, Açılım Kitap, İstanbul,2005, s: 95-130.

2- Hobsbawm, E.J., 1780’den Günümüze Milletler ve Milliyetçilik, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1993, s: 63.

3- Tan A., Kürt Sorunu, Timaş Yayınları, İstanbul, 2009, S: 180-210

4- Özkaya, C., ‘Pardonu Olmayan Bir Süreç, Umran dergisi,İstanbul, 2009, Sayı: 181,s:4-9 

5- Mısırlıoğlu,K.,Lozan Zafer mi, Hezimet mi , İstanbul, Sebil Yayınları, Cilt 1,1971, S:268-277.

6-Gündem, M., 16-17.03.2009 Zaman, Salim Derviş oğlu ile Yapılan Röportaj

7-Bila, F., Komutanlar Cephesi, Detay yayıncılık,İstanbul, 2007,S: 197-211.

8-Bila, F., age,S: 9-19.

9-Bila, F., age,S: 110-116.

10- Bila F., PKK’yla geçen 24 yılın komutanları,  Milliyet 03-7.11.2007

11- ‘PKK legalleşti’;  Milliyet/Akşam 12.12.2007

 

ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI HİBRİT SAVAŞLAR DÜZLEMİNDE BÖLGESEL EKSENDE BAŞLATILMIŞTIR

(Umran Dergisi)   “Eğer Hakk, onların hevalarına (istek ve tutku) uyacak olsaydı, hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herke...