(Milli Gazete)
Giriş
30 Eylül, 2013 tarihinde “Demokratikleşme Paketi” adlı
çalışma, Başbakanın yaptığı bir basın toplantısıyla kamuoyu ile paylaşılmıştır.
“Demokratikleşme Paketi ile ilgili yapılan tartışmaları, birer zenginlik olarak
görüp sürecin olgunlaşmasına yapılan katkı olarak değerlendirmek gerekmektedir.
Bu tür çözüm arayışları, siyasi, şahsi, grup, etnik ve mezhepsel menfaat
açısından ele alıp değerlendirmek yerine; ülkenin, milletin birlik
beraberliğine, dayanışmasına, bütünleşmesine, kardeşliğine ne etki yapacağı ve
kültür medeniyetimizin temel değerleri ile uyumlu olup olmadığı ya da kültür ve
medeniyetimize bir katkıda bulunup bulunmadığı açılarından ele alınıp
değerlendirilmelidir.
“Demokratikleşme Paketi” ile ilgili düşüncelerimizi, bu
çerçevede ortaya koymaya çalışacağız. Olumlu ve olumsuz yönlerini, kısa ve uzun
vadede ne getirip ne götüreceğini ortaya koymanın daha yararlı olduğuna
inanmaktayız. Günü kurtarıcı politikaların, gelecekte, millete ve ülkeye ağır
bedeller ödettirdiğini yaşayan bir nesil olarak, daha köklü, daha kalıcı
politikaların üretilmesi, tüm sorunların bir Umran (Kültür ve Medeniyet) sorunu
olarak ele alınması, çözümlerin de kendi kültür ve medeniyetimizin temel
değerleri ile uyumlu olması, kültür ve medeniyetimizi zenginleştirici,
geliştirici bir fonksiyon icra etmesi gerektiğini ifade etmek istiyoruz. Bu
nedenle Osmanlı’nın son döneminde yapılan ve Cumhuriyetle zirveye çıkan
ıslahat/devrim hareketlerindeki hatalara düşülmemeli, kısır çekişmeler
içerisinde boğulup kalınmamalı, sivrisineklerle uğraşıp bataklık görmemezlikten
gelinmemelidir. Bu yazı serisinin amacı, yıkmak değil yapmaktır, katkıda
bulunmaktır.
Başbakan Erdoğan’ın “Demokratikleşme Paketi’ni” açıklarken,
paketin dayandığı referanslara atıfta bulunmuştur. Referanslar, bu paketin
oturtulduğu ana zeminidir, dayandığı temel değerlerdir. Bu açıdan önemlidir.
Burada paketin dayandığı referanslar konusunu ele alıp inceleyeceğiz.
“Demokratikleşme Paketinin” Dayandığı Referanslar
Başbakanın basın toplantısında yaptığı açıklamalara göre
paket, genel bir stratejinin ve sürecin bir parçasıdır, ilk değildir son da
olmayacaktır. O nedenle paketin oturtulduğu felsefi yapı ve referanslar göz
önüne alınmak ve üzerinde durulmak mecburiyeti vardır. Bize göre
“Demokratikleşme Paketinin” en kritik noktası burasıdır, burası olmak
zorundadır. Başbakanın açıklamalarına göre paket, felsefi olarak, “Millet”,
“Uluslararası Anlaşma ve Şartlar” ve “Avrupa Birliği Müktesebatı” olmak üzere
üç ana referans/ayak üzerine oturtulmuştur:
“Bizim, bütün reformlarımızda olduğu gibi, bu reform
paketimizde de referans noktamız önce millettir.
Evrensel hak ve özgürlükler, altına imza attığımız
uluslararası anlaşma ve şartlar bizim referansımızdır.
Katılım müzakerelerini başlattığımız, aday ülke olduğumuz
Avrupa Birliği Müktesebatı bizim referansımızdır.”
Burada ortaya çıkan ilk sorun, milletimizin referans aldığı
kültür ve medeniyet değerleri ile AB müktesebatının ve uluslararası
sözleşmelerin referans aldığı kültür ve medeniyet değerleri arasındaki tezadın
varlığıdır. Bu tezat, kökleri Osmanlı’daki Islahat hareketlerine dayanmakla
beraber, Cumhuriyetin kurulması ile derinleşmiş ve kökleşmiştir. Türkiye’deki
mevcut sistem ve devlet yapısı, Rahmetli Erbakan’ın tabiriyle, Lozan’da Hayım
Nahum Doktrini’ne göre Batı Kültür ve Medeniyeti değerleri üzerine kurulmuştur.
Dolayısıyla Türkiye’deki bütün kurum ve kuruluşlar, bütün iktisadi, siyasi,
askeri, kültürel, hukuki yapılar, eğitim öğretim buna göre yapılandırılmış ve
şekillendirilmiştir.
Sorunlarımızın temelinde, Sistemin dayandığı Batı kültür ve
medeniyeti değerleri ile Milletin kabul edip, içselleştirip, hayata geçirmek
istediği İslam kültür ve medeniyet değerlerinin çatışması yatmaktadır. İki
farklı kültür ve medeniyet değerlerinin çatışması ile yetişen neslin şizofren
davranış sergilemesinin sebebi de budur. Başbakanın paketi açıklarken
kullandığı, “Pakette yer alan sorunlar, çoğunluğu son 30 yılın olmak üzere,
Cumhuriyet tarihimiz boyunca var olan ve sürekli konuşulan sorunlardır.”
ifadesi, bu gerçeği gördüğü ve kabul ettiği manasına gelmektedir. Bununla
beraber paketin Mustafa Kemal devrimlerinin bir devamı olduğunun belirtilmesi
ve Batılılaşma sürecine devam etmesinin istenmesi bunun hedef olarak
gösterilmesi, sorunları, algılama ve çözmedeki yaklaşımın hatalı olduğunu
ortaya koymaktadır:
“Bu paket bir ilk değildir… Zira, Cumhuriyetimizin banisi
Atatürk’ün devrim niteliğindeki adımları Türkiye’yi her yönden ileri
standartlara ulaştırmayı, muasır medeniyetler seviyesinin üzerine çıkarmayı
hedeflemiştir.”
Eğer bugün yaşadığımız sorunların kökeni, Cumhuriyetin
başlangıcındaki ana tezada dayanıyor, ondan besleniyorsa ve başlangıçtan bu
yana sorunlar, büyüyerek geliyorsa, sorunu devam edip derinleştirecek bir
şekilde, “Avrupa Birliği Müktesebatına” yeniden başvurmanın, onu referans
almanın ve tezadı devam ettirmek istemenin anlamı ne olabilir
Başbakan’ın “Bu paket, bir istikamet çizmektedir, bir kapı
aralamaktadır.” ifadesi ile yukarıdaki ifadeleri birleştirdiğimiz zaman, Türkiye’ye
Batı kültür medeniyeti eksenli bir istikamet gösterilmekte ve “Demokratikleşme
Paketi’nin” böyle bir eksen ve istikamet üzerine oturtulduğu anlaşılmaktadır.
Farkında olunsun ya da olunmasın bu paket ve devamında geleceği söylenen
paketlerle, yıllarca Batılılaşmaya direnen ve bunun için bedel ödeyen bir
halkın zihinsel olarak değişimi ve dönüşümü sağlanmış olacaktır.
Türkiye’de yanlış bir algı ve yanlış bir yaklaşım vardır.
Sorunların ana kaynaklarına, birinci derecede sebeplerine inip onu tartışacak
yerde, tali ikinci derecede sebeplerle uğraşarak zaman harcanmakta ve gerekli
çözümler de üretilememekte; toplumsal çözülme ve çürüme durdurulamamaktadır.
Sorunun ana kaynağı olan bir zihniyet ve düşüncede, sorunun çözümü
aranmaktadır.
Yasal Değişiklik ve Zihinsel Değişim
Pakette yapılan bazı değişiklikler, teknik boyutlu olup
zihinsel bir değişim meydana getirmez; bazı değişikler de felsefi boyutlu olup
zihniyet değişimi sağlar. Pakette referans alınan “Evrensel hak ve özgürlükler,
altına imza attığımız uluslararası anlaşma ve şartlar” ile “AB müktesebatı”,
zihinsel değişimde etkili olacak unsurlardan biridir.
Yasal düzenlemeler, ilgili toplumun dünya görüşüne,
inancına, dinine, kültür ve medeniyet değerlerine uygun olarak yapılır. Dünya
görüşünde, hayat algısında meydana gelen değişim, mevcut yasal mevzuata yansır.
Bazen yasal düzenleme, değişiklikler, tepeden inmeci bir tavırla toplumsal
değişimi, toplumun dünya görüşü, hayat tazını değiştirmek amaçlı yapılır. Bu
yol, genellikle,“Ulus devlete” bir “ulus yaratmak” (!) için kullanılır/
kullanılmıştır/ kullanılmaktadır. Bu tepeden inmeci tavır, ulus devlet ve ulus
inşasını yaşamış toplumlarda değişiklikler göstermekle beraber benzerdir.
Hepsinin ortak özelliği, tepeden inmeci, sivil-askeri bürokrasi ve bir grup
aydın(!) eliyle gerçekleştirilmeye çalışılmasıdır. Süreçte halk yoktur. “Halka
rağmen Halk için” düsturu esastır. Yapılanların birçoğundan da zaten halkın
haberi olmamaktadır. Yasal değişiklikle beraber ya da ondan önce büyük bir
psikolojik harekât yapılıp toplum şartlandırılmaktadır. Çoğu kez büyük ve ciddi
yasal değişiklikler, provokasyonlardan sonra hayata geçirilmektedir. Cumhuriyet
tarihi, bunun acı hatıraları ile doludur.
28 Şubat Post modern darbesi, halkı AB’ye sığınacak bir
psikolojiye getirmiş, AB müktesebatının her türlü derde deva olduğu gibi son
derece tehlikeli ve yanlış bir algı oluşturmuştur. 28 Şubat Post modern
darbesine kadar Batı kültür ve medeniyetine karşı olan bir halka, 28 Şubat Post
modern darbe süreci ve sonrasında, iç zalimlerin zulmünden zalimlerin
efendilerine sığınması, onlardan medet umması, onların lütuf ve himmeti ile
özgürlüğünü kazanması, bir çare olarak gösterilmiştir. Bundan dolayıdır ki
yapılan bütün değişikliklere meşruiyet kazandırmak için AB müktesebatı ve
uluslararası sözleşme-anlaşmalar, değişmez ilahi bir kelam gibi referans
alınmıştır.
Yasal değişiklikler, zamanla zihniyet değişimine sebebiyet
vermektedir. Zinanın yaygınlaşmasına karşılık toplumsal tepkinin duyarsızlık
düzeyine inmesi, zinanın yasal olarak suç olmaktan çıkarılmış olması ile hem
doğrudan hem de dolaylı olarak bir bağlantısı vardır. 6112 sayılı RTÜK
yasasının uygulanmaması sonucu, dizilerde, filmlerde ve değişik TV
programlarında kültür ve medeniyet değerlerimizle bağdaşmayan yığınla konunun
ele alınıp işlenmesi, toplumda zihinsel bir değişimle beraber duyarsızlaşmayı
da getirmiştir.
Uluslararası Sözleşmelerin ve AB Müktesebatının Dayandığı
Temeller
Genel olarak Seküler-Laik Batı kültür ve medeniyeti, insanın
ve kainatın oluşumunu tesadüflere bağlayarak yaratılışı ve Yaratıcıyı kabul
etmez. Bununla bağlantılı olarak da Yaratıcıdan (Allah) gelen bilgiyi (Vahiy)
ve O’nun Peygamberlerinin inşa ettikleri düşünce ve yaşam sistemini (Sünnet)
göz önüne almaz ve hayatın tanziminde vahye ve sünnete yer vermez. Vahyi ve
sünneti dışlayarak bilgi kaynağı olarak sadece akıl ve beş duyuyu göz önüne
alır, akıl ve beş duyu merkezli üretilmiş bilgiler üzerine hayatı tanzim eder.
Ayrıca bu dünyanın tanzim edilmesinde, Öte alemi/hayatı(Ahireti) göz önüne
almaz, alınmasına da karşı çıkar. Öldükten sonra hesap vermek yoktur, olsa da
önemli değildir. Dolayısıyla Batı merkezli bir dünya tasavvurunda Allah ve
ahiret hayatı, önemsizdir ve yok varsayılmıştır. Ayrıca, ilk insan maymunun
evrimi ile meydana gelmiş, vahşi, kaba ve cahildir. Hayatın tanzim edilmesi
için gerekli tüm yasal düzenlemeler de bu kabuller üzerine inşa edilmiştir.
Bir örnek olarak kadın erkek cinsiyet farkı ele alınabilir.
İlk hayat komünal devirdir ve ilk aile, erkek egoizminin sonucu “kadının özel
mülk edinilmesiyle” oluşmuştur. Erkek egemen bir sistem inşa edilmesinin
sonucu, kadın erkek cinsiyet ayırımı ortaya çıkmıştır. Yasal mevzuat da buna
göre tasarlanmıştır. Kadın ve erkeğin biyolojik olarak farklı oluşu, toplumsal
olarak üstleneceği rollerin farklı olmasını gerektirmemektedir. Eğer bir yerde
kadın ve erkeğin üstlendiği farklı roller varsa, bu kadın erkek eşitsizliğine
sebep olmakta, bunun da nedeni erkek egemen bir sistemin inşa edilmiş
olmasından dolayıdır. O nedenle “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği” sağlanmalıdır.
Bunun için gerekli yasal düzenlemeler yapılarak kadın erkek eşitsizliği ortadan
kaldırılmalıdır. Kadının aile içerisinde üstlendiği roller, Kadının aile
dışında, serbest piyasada, kamuda, daha farklı görev ve sorumluluklar
üstlenmesine manidir. Öyleyse küçük çocukların bakımında devlet rol üstlenerek
(kreş, çocuk yuvaları gibi…) ve erkeğe ev içinde bazı roller yükleyerek kadın
evden dışarı çıkarılmalı, özgürleştirilmeli toplumsal hayatın her aşamasında
erkeklere eş oranda görev alarak “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği” sağlanmalıdır.
Bunun için gerekli yasal düzenleme yapılmalıdır. Bu sonuç, böyle bir yasal
düzenleme ihtiyacı, Batı kültür ve medeniyetinin hayata, kâinata ve insana
bakışındaki ana varsayımın, Allah’sız ve ahiretsiz bir dünya tasavvurunun doğal
sonucudur.
İslam (Kuran), Hıristiyanlık (İncil) ve Yahudilikte (Tevrat)
hayat tasavvuru yukarıdaki tasavvurun tam tersidir. Allah hayatı, kainat ve
insanı yaratmıştır. İlk insan bilgi ile donatılmış olarak yeryüzüne
gönderilmiştir. Yeryüzünde insan başıboş bırakılmamış, belli dönemlerde, ona
gerçeği, doğruyu, iyilik ve güzelliği gösterecek, bütün ilişkileri yeniden
düzenleyecek ve yeni bir hayat inşa edecek peygamberler gönderilmiştir.
Dolayısıyla bu üç dinde, Kitap+Sünnet, akıl ve beş duyu bilgi kaynağı olarak
kullanılıp hayat tanzim edilmekte; yasal düzenlemeler dahil her şey buna göre
şekillendirilmektedir.
İlk insan, ilk aile ve ilk toplum Hz. Adem’le eşidir.
Aralarındaki hukuk Allah tarafından belirlenmiştir. Daha sonraki Peygamberler
döneminde aile hukuku, Vahiy ve Sünnet çerçevesinde şekillendirilmiştir. Kadın
ve erkeğin cinsiyet olarak farklı oluşu bir üstünlük ya da aşağılık meselesi
değildir. Kadın ve erkeğin beyin loblarının farklı oluşundan dolayı farklı
özellikleri gelişkindir. Erkeğin sayısal zekâsına karşılık kadının duygusal
zekâsı gelişkindir. Bu nedenle kadın ve erkek bir bütünün parçaları olup
evlilikle birlikte bütünleşme ve olgunlaşma sağlanmaktadır. Üstünlük, cinsiyet
farklılığından değil Allah karşı üstlenilen görev ve sorumluluklara, takva
düzeyine bağlı olarak meydana gelmektedir. Vahiy ve sünnetin kadın ve erkeğe
yüklediği farklı sorumluluklar, roller vardır. Annelik, kadına cinsiyet
farklılığından dolayı yüklenmiş en hayatı rol olup toplumsal sorumluluğu buna
göre şekillendirilmiştir/ şekillendirilmelidir. Yasal düzenlemeler de, bu olgu
göz önüne alınarak yapılmıştır/ yapılmalıdır.
Bu hayat ebedi değildir, bir sonu vardır. İnsanlar öldükten sonra dirilecek, hesap gününde yargılanacak, bu dünyada yaptıklarına bağlı olarak ya cennetle ya da cehennemle ödüllendirilecekleri yeni bir hayata başlayacaklardır. Bu nedenle bu dünya, öteki dünyanın tarlasıdır. Dolayısıyla bu dünyanın tanzim edilmesinde Öte dünya boyutu mutlaka göz önüne alınmalıdır.
Sonuç: “Ey İman Edenler, İslam Girin”, “Ey İman edenler
İman Edin”
Laik-Seküler sistemlerle Dini temelli sistemlerin hayatı
tanzimi, kadın ve erkeğe yükleyeceği roller, görev ve sorumluluklar, elbette
farklı olacak; yasal düzenlemeler de buna uygun olacaktır. Laik-Seküler AB
müktesebatı ve uluslararası sözleşmeler, Müslüman bir halkın yarasına deva olma
yerine, yaranın kangrenleşmesine sebebiyet verecek, sorunların daha da
karmaşıklaşmasını sağlayacak, belki de en kötüsü, iman dairesinden İslam
dairesine, İslam dairesinden de cahiliye dairesine doğru bir zihniyet değişimine
sebebiyet verebilecektir. Kuran’ın aşağıdaki çağrısına bu açıdan bakılmalıdır:
“Ey iman edenler, hepiniz topluca İslam’a girin ve şeytanın
adımlarını izlemeyin. Çünkü o, size apaçık bir düşmandır.”(2 Bakara 208)
“Ey iman edenler, Allah’a, Resulüne, Resulüne indirdiği
Kitaba ve bundan önce indirdiği kitaba iman edin. Kim Allah’ı, meleklerini,
kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse, kuşkusuz uzak bir
sapıklıkla sapıtmıştır.”(4 Nisa 136)
O nedenle yasaları, dayandıkları dünya görüşünden, felsefeden bağımsız olarak ele almak, yapılabilecek büyük hatalardan biridir.