(Milli Gazete)
“Ölümünde Bile Sisteme İsyanını Sürdüren Adam: Mücahit Erbakan”
2–3 Mart 2013 tarihlerinde Ankara’da Saadet Partisi
tarafından “Yeni Bir Dünya ve Erbakan” adlı Uluslararası Necmettin Erbakan
Sempozyumu düzenlenmiştir. İslam dünyasının dört bir tarafından Müslüman
önderlerin sempozyuma katılması ve yaptıkları konuşmalar, rahmetli Erbakan’ın
yaptığı cihadın büyüklüğünün bir göstergesi idi. Erbakan üzerinden ele alınan
konular, İslam dünyasının ihtiyacı olan konulardı. Organizasyon güzeldi. Bu
kadar geniş katılımlı bir toplantının iki güne sıkıştırılması, organizasyonun tek
ve ciddi bir eksiği idi. Toplantıda duygusal havanın ötesinde hâkim olan hava,
İslam coğrafyasının stratejik bir akla, tecrübe aktarımına ve dayanışmaya
ihtiyacının olmasıydı.
Bu yazı serisinde rahmetli Erbakan’ın verdiği mücadeleden
Dünya İslam Birliği için çıkarılabilecek derslere yer verilecektir.
Erbakan’ın Siyasi Mücadeleye Başladığı Zamanki Türkiye
Şartları: “Öz Yurdunda Garip Öz Yurdunda Parya” Olmak
Milli Görüş hareketinin temel dinamiklerini incelerken göz
ardı edilmemesi gereken en temel nokta, doğduğu ve öncü kadronun yetiştiği
ortamdır. İttihatçı Cumhuriyet kadroları, İslam’ı ve geçmiş tarihi ret ederken
yeni bir ulus yaratmayı ilke edinmişlerdir. Bunun için yapmayacakları ya da
yapamayacakları hiçbir şey yoktur. Onların gözünde Cumhuriyet Türkiye’si,
kendi çocukları, ülke, onların tapulu malı ve halk ise, onlara hizmet etmek
zorunda olan bir köleler topluluğu idi. Ankara Valisi Tandoğan’ın, “Ulan öküz,
Anadolulu milliyetçilik, komünistlik senin neyine, bu ülkeye komünizm gelecekse
onu da biz getiririz. Senin görevin asker olmak ve çiftçilik yapmaktır” meşhur
sözü, Cumhuriyet kadrolarının psikolojisini yansıtmaktaydı. “Halka rağmen halk
için” diye başlatılan faaliyetler, halka rağmen yüzde 5’lik mutlu bir azınlık
için olmaya başlamıştı.
Onların nazarında bu düzeni bozacak herkes haindi. Bu düzene
karşı çıkabilecek iki güç vardı: Birisi inanç olarak Müslümanlar diğeri de
etnik olarak Kürtlerdi. İttihatçı kadro gücü eline geçirdikten sonra hem
Müslümanları hem de Kürtleri yok saydı ve iki büyük iç tehlike olarak görüp
fişledi. İsmi Türk olup inancı, kültür medeniyeti Türk olmayan yeni bir ulus
yaratmaya giriştiler. Bürokrasi içerisinde küresel güçlerin işbirlikçi
unsurları, toplumsal bağları çözecek, millet olma şuurunu ortadan kaldıracak
şekilde Türklerle Kürtler arasına, Sünnilerle Aleviler arasına devamlı fitne ve
fesat tohumlarını ektiler. Sosyalizm etrafında meydana getirilen kamplaşma,
mevcut fay hatlarına eklenen yeni bir fay hattı idi.
Bütün alt yapı tahrip edilmiş, teknolojik ve bilimsel alt yapı
yok edilmiştir. 600 yıllık bir imparatorluğun mirasçılarının, 3 tarafı
denizlerle çevrili bir ülkenin, Kıbrıs çıkartmasına kadar çıkartma gemileri
yoktur. O günün şartlarında ağır sanayi yoktur. Makine yapan makineleri yoktur.
Savunma sanayi yoktur; montaj sanayi en cari olandır. Ordusu NATO’nun emrinde;
askerinin elindeki silahlar da, NATO’nun demode olmuş silahlarıdır. Her
kalkınma hamlesi, gizli bir güç tarafından durdurulmaktadır.
Eğitim sistemi, adından başka her şeyi ile gayrı millidir.
Kendi tarihinde ve kendi medeniyet havzasında elde edilen başarı, buluş ve ilme
katkıya hiçbir yerde yer vermemektedir. Ayrıca eğitimdeki genel yaklaşım, kendi
tarihini, inanç sistemini ve kültür medeniyetini aşağılama ve karalama üzerine
kurulmuştur. Batı hayranlığı ve taklitçiliği had safhadadır. Yurt dışına
eğitime gidenler, ülkelerine dönüşte halkını hor görmekte, kültür ve
medeniyetinden nefret etmektedir. İbni Haldun’un tabiriyle, Batı karşısında
alınan mağlubiyetlerin etkisi ile oluşan aşağılık kompleksinin tesiriyle, Batı,
şekil olarak taklit edilmektedir. Tesettürlüler, başörtülüler aşağılanmakta,
devlet dairelerine ve okullara-üniversitelere sokulmamaktadır. Devlet
dairelerinde vatandaşlar horlanmakta, ezilmekte ve aşağılanmaktadır. Bürokrasi
kendi halkına hayır, yabancılara evet demeyi ilke haline getirmiştir. Ülkenin
yeraltı zenginlikleri yabancılara peşkeş çekilmektedir.
Toplum, 1950’ye kadar CHP zulmü altında kıvrandığından
bunların dışındaki siyası her yapıyı kurtarıcı olarak görmüştür. Mustafa
Kemal’in icazeti ile kurulan Fethi Okyar’ın Serbest Fırkası’na olan ilgi, bunun
en güzel örneğidir. CHP kadroları içinden birileri, hemen hemen aynı ilkelere
bağlı olarak bir parti kuruyor; halk ise bu partiyi kurtarıcı olarak görüyor.
İzmir mitinginde, çocuğu ölen bir babanın çocuğunun cesedini Fethi Okyar’ın
ayaklarının dibine bırakırken söylediği sözler, bir dönemin en güzel tasviri
idi: “İlk şehidimizi verdik daha da veririz yeter ki sen bizi bu zalimlerden
kurtar.”
CHP kadroları içerisinden çıkan DP kadroları, ana felsefede
CHP ile aralarında bir fark yoktu. Batı’nın dayatması ve ne olacağı belli
olmayan bir sosyal patlama ihtimalinin ortaya çıkması tehlikesinin göze
alınamaması ile çok partili sisteme kerhen geçilmiştir. DP hareketi,
başlangıcından bitişine kadar CHP kadroları ve bürokrasi tarafından hainlikle,
irtica ile suçlanmıştır. 1960 darbesi, Batı’nın desteği ile yerli
işbirlikçileri tarafından gerçekleştirilmiştir. Menderes’e memleketi sattı
diyen darbeciler, ilk bildirilerinde NATO’ya, BM’ye ve yapılan tüm ikili
anlaşmalara bağlı kaldıklarını ilan etmekte bir sakınca görmemişlerdir. ABD
büyük elçisinden memurların maaşlarını ödemek için para dilenmekten
utanmamışlardır.
Gerek CHP ve gerekse DP mevcut sisteme inanan ve onu
yaşatmak isteyen partilerdi. DP, halka pastadan pay verilmesini istemekte;
halka inançlarını nispeten yaşayabileceği bir serbesti tanınmasına
inanmaktadır. DP’nin devamı olan AP kadroları da, mevcut sistemin inşacısı ve
yaşatıcılarıdırlar. Bunla beraber, Demirel ve ekibi de, Menderes ve ekibi gibi
irtica ile suçlanmıştır. Siyası arenada yer edinmek ve oyunun kuralı gereği
halktan oy alabilmek için ona bir miktar daha taviz vermek zorunda
kalmışlardır. 28 Şubat Postmodern Darbe’nin yanında yer almış olmaları, bu
iddiamızın gerekçesidir.
AP kadroları, ABD destekli olmalarına karşılık ABD
menfaatlerini tehlikeye atacak politikalar uygulamış olmaları ve nispeten
ülkeyi kalkındıracak girişimlerde bulunmaları sonucu, 12 Mart Muhtırası ile
iktidardan düşürülmüşlerdir. ABD’nin kendilerine tanıdığı sınırların dışına
çıktıkları için işbirlikçi iç güçler aracılığıyla iktidardan
uzaklaştırılmıştır.
Ordu ve bürokrasi halka yabancılaşmıştır; onu gerici, yobaz
olarak görmektedir. Üniversiteler, aydınlar halktan kopuk ve halka düşmandır.
Medya, halkı aşağılamakta ve dejenere etmeye çalışmaktadır. Din ve dindarla
savaş durmamış, eğitimin tahribatı alıp başını gitmiştir.
Halkın çocukları ailesinden koparılıp kendi halkına düşman
hale getirilmiş ve mankurtlaştırılmıştır.
Anadolu’nun bağrında yükselen öfke bulutu, bir hak arama
mücadelesine dönüşmek için uygun bir kadro ve lider aramaktaydı. Ahmet Tevfik
Paksu, AP’nin içinde iken partide yaptığı bir konuşma, o günün insanlarının
nasıl bir arayış içerisinde olduğunu ortaya koymaktaydı: “Bu seçim sistemi
içinde daha uygun bir yer bulamadığım için Adalet Partisi’nde bulunuyorum.
Fikriyat itibarıyla burayı tamamen kabul ettiğimiz anlamına gelmemeli. Daha
iyisini gördüğüm zaman oraya dönerim.”
Rahmetli Necip Fazıl Kısakürek, 10 Şubat 1970’de, Milli
Nizam Partisi’nin (MNP) açılış toplantısında yaptığı konuşmada, Milli Görüş
Hareketi’ni; “1946–1969 döneminde kurulan Batı taklitçisi partilerin milleti
hor görmeleri karşısında, milletin ilk defa savunma hakkını kullanması
harekâtıdır” diye tanımlamaktadır.
Aynı toplantıda Eşref Edip’in yaptığı konuşma bir özlemin
dışa vurumundan başka bir şey değildi: “Artık ölebilirim. Çünkü bu
milletin 40 yıldır aslına döneceğini savundum. Bugün bunun gerçekleştiğini
görüyorum.”
Müslüman halk, CHP ve AP kıskacına alınmıştı. 1950’ye kadar
olan CHP zulmü halkı sindirmiş, halk o günleri bir daha yaşamak istemiyordu.
Yoğurdu üfleyerek yemeyi tercih ediyor. Ayranı kolay kolay kabarmıyordu. O
nedenle CHP gelmesin de ne olursa olsun psikolojisi içerisinde idi. AP
kadroları, CHP öcüsünü kullanarak halkı korkutma üzerine bir strateji
geliştirmişlerdi. Halk, Demirel ve ekibinden memnun değildi; fakat gidecek
başka bir kapısı da yoktu. Asker Demokles’in kılıcı gibi siyası iktidarların
kafaları üzerinde sallanıyordu. Halk, yargının, 141,142 ve 163’ün
kıskacında bunalmıştı. Allah demeniz bile laiklik suçu muamelesi görebilirdi.
İnsanlar kuşdili ile konuşuyor; kodlama ve şifreleme yapıyordu. Müslüman bir
millet, rahmetli Necip Fazıl’ın deyişiyle, ‘Öz yurdunda garip ve öz yurdunda
parya’ idi.
İşte Erbakan ve Milli Görüş Hareketi’ni değerlendirirken, bu
şartları göz önüne almak gerekmektedir. Bugün bile İslam coğrafyasındaki
birçok ülkenin 1930-1969 Türkiye’sinin şartlarına haiz olduğu unutulmamalıdır.
Bu benzerliklerden dolayı İslam dünyasında mücadele eden yapıların, kadroların,
Erbakan’ın mücadelesinden elde edebilecekleri çok ders ve tecrübe vardır.
Aşağıda bu durum göz önüne alınarak bir değerlendirme yapılmaktadır.
Teşkilatlanma Yapısından Çıkarılacak Dersler
Erbakan’ın mücadelesi salt bir parti mücadelesi, salt bir
siyasi mücadele değildir. Erbakan’ın mücadelesinde parti sadece bir unsur,
fakat önemli bir unsurdur. Parlamentoya dönük mücadele ise Türkiye’nin
şartlarından kaynaklanan bir imkân olarak görülmüştür. Rahmetli Erbakan hoca,
ilk partiyi kurduğu zaman onun yanında yol boyu yığınla yapı (yan kuruluş)
kurmuştur. Bunlar, araştırma merkezi, sendika, gençlik derneği, gazete,
televizyon, dergi, yardım derneği, meslek dernekleri, uluslararası kuruluşlar,
yurtlar, yerel vakıf ve dernekler gibi çok farklı (40 civarında
ulusal-uluslararası kuruluş) alanlarla ilgili yapılardır (Şekil–1). Bu geniş
teşkilat ağının oluşturduğu yapıya, Milli Görüş Hareketi demekteyiz. Bu geniş
ailenin lideri Erbakan’dı. Erbakan hem Milli Görüş Hareketi’nin lideri hem de
yasaklı olmadığı dönemlerde partinin genel başkanı idi. İki liderlik onun
şahsında birleşmiş ve örtüşmüştü.
Partinin genel merkez, il, ilçe, mahalle, gençlik ve kadın
kolları şeklinde bir yapılanışı vardır. Parti gençlik ve kadın kolları, diğer
yan kuruluşlardan ayrı olup doğrudan partiye bağlıdırlar. Oysa diğer kadın ve
gençlik kuruluşları, Milli Görüş Hareketi’nin liderine bağlıdırlar.
Milli Görüş Hareketi başından beri bu yapıları, siyasi
mücadeleye entegre ederek senkron bir faaliyet yürütmüştür. Daha açıkçası bu
yapılar, kendi asli faaliyet alanlarından ziyade partinin gücünü artıracak,
seçim eksenli bir faaliyet yürütmüşlerdir. Bu, siyasi mücadelenin bir taraftan
etki gücünü artırırken diğer taraftan hareket büyüdükçe bir zaafın da ortaya
çıkmasına sebebiyet vermiştir. Kendi asli fonksiyonları olan alanlarda
hazırlıklı olamama, projelendirme yapamama, pratiği yapılan bir mücadelenin
teorik alt yapısının, temellerinin ortaya koyamama. Pratiğin aşırı
gelişmişliğine karşılık teorinin zayıf kalması olarak ortaya çıkan teori-pratik
denkleminin bozulması, kadroların, teşkilatların eğitimsiz kalmasına ve dış
etkilere açık hale gelmesine neden olmuştur. 28 Şubat Postmodern Darbe
sürecinde bu zaaf, sistem tarafından çok maharetli bir şekilde kullanılmış ve
hareketin bölünmesi sağlanmıştır.
İslam coğrafyasında mücadele veren İslami kadroların,
teori-pratiğin birliği denklemini göz önüne alması, çalışmalarını buna göre
şekillendirmesi gerekmektedir. Bu kadar geniş bir ağın kurulması, Milli Görüş
Hareketi’nin hem ulusal sisteme hem de küresel sisteme karşı, sınırsız ve
topyekûn bir mücadeleyi benimsediği anlamına gelmektedir. Kapanan, yasaklanan
her parti, dernek, vakıf ve sendikanın yerine yenisinin kurulması ve parti
teşkilatının mahalleye kadar inmesi, 12 yaşından 85 yaşına kadar kadın ve erkek
her kesime açılması ve bunları bünyesinde tutması, ulusal ve küresel sisteme
karşı, bir güç oluşturma amaçlıdır. Erbakan’a göre bu güç, teşkilatlanmış
halkın gücüdür. Milli Görüş Hareketi’ni, Türkiye’deki diğer parti
mücadelelerinden ayıran en önemli özelliklerden biri de budur.
Zalimlerin karşısına bir güç çıkarma hedefi, sadece Türkiye
ile sınırlı kalmayıp tüm İslam coğrafyasına dönük bir hedeftir de. D-8’lerin
kuruluş amaçlarından biri de budur. Erbakan’a göre, başta Batı olmak üzere tüm
şer/zalim güçler, sadece kuvvetten anlarlar.
“Çünkü bunlar laftan anlamazlar. Müeyyidesiz bunlara
bir iş yaptırmak mümkün değildir. İşte yeni dünyanın adil esaslara göre
kurulması prensibi gözetilerek D–8`ler kurulmuştur.” (1)
Şer/zalim güçlerin karşısında çıkarılabilecek güç nedir ya
da ne olmalıdır sorusunun cevabı, Erbakan’a göre, ‘haklı olmak’ ve ‘halkın
gücü’dür: “Efendim, bu gelişmiş ülkelerin karşısına kiminle çıkacaksınız;
Bengladeş’le mi, Mısır’la mı .. 800 milyon insanla çıkıyoruz. 800 milyon
insanla... Bunların karşısına biz hakla çıkıyoruz. Hak... Hak... Hak… Çünkü bu
gün dünyada hakikaten büyük haksızlıklar var. En büyük güç haklı olmaktır.”(2)
Halkın gücü, Batı’ya ekonomik boykot şeklinde ortaya konacak
ve Batı’nın ekonomik yapısı dumura uğratılacaktır. Bunun olabilmesi için de
halkın şuurlandırılması şarttır: “İslam âleminin boykot ettiği hiçbir ülke uzun
süre buna dayanamaz, bunu kullanabiliriz. Bir buçuk milyarlık İslam âlemi
yeryüzünde çok önemli bir güçtür. Biz bunları şuurlandırabilirsek Yeni Dünya Düzeni
kurulacak demektir.”(3)
Erbakan Hoca, halkın bir güç olarak ortaya çıkarılabilmesi
için insanların kafasına, ‘İman Çivisi’, ‘Şuur Çivisi’ ve ‘Cihat Çivisi’ olarak
isimlendirdiği üç çivinin çakılmasını söylemesi, böylesi büyük ve zor kutsal
bir görevin ifa edilebilmesi içindi.
Sonuç:
İslam dünyası, Milli Görüş’ün bu teşkilat yapısını, kendi
ülke şartlarına uygun hale getirip kullanabilir. Bu noktada Milli Görüş’ün
güngörmüş, bedel ödemiş olan tecrübeli kadrolarından yararlanmalıdırlar.
Kaynaklar
1- Erbakan, N., Gayemiz Bütün Beşeriyetin Saadetidir,
ESAM-Ankara, 16 Kasım 2005.
2-Erbakan, 09 Aralık 1996 tarihinde parlamentoda bütçe
üzerine yaptığı konuşma.
3-Erbakan, Uluslararası Müslüman Topluluklar 4. Kongresi, 4.
Kongrenin Rapor ve Teklifleri, İstanbul, 1995, s: 9-10, 37.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder