31 Ocak 2013 Perşembe

Yanlış Teşhis Doğru Çözüme Ulaştırmaz

 (Milli Gazete)

Giriş

Uzun vadeli bir devlet politikasının ve stratejisinin olmamış olması ve devletin değişik kurumları arasında var olan güvensizlik ve farklı yaklaşım, Türkiye’nin meselelerini çözmekte, en güçlü engel olarak ortaya çıkmaktadır. Bunun yanı sıra, dış bölgesel ve küresel güçlerin devreye girmesi ile işler daha da karmaşık hale gelmekte ve kolay çözülebilecek olan bir konu çözümsüzlüğe mahkûm edilmektedir.

Türkiye’nin kendi problemlerini çözüp güçlenmesi, elbette dış güçlerin (bölgesel ve küresel güçlerin) işine gelmez. Bunda herhangi bir anormallik yoktur. Anormal olan, tüm çözümlere ülke içinden muhalefet eden ve çözümleri engelleyen iç güç odaklarının olmuş olmasıdır.

Son günlerde ‘Kürt sorunu’(!) diye isimlendirilen bir sorun, mehter yürüyüşü ile yeniden ele alınmıştır. Türkiye’yi yönetenler, bir dönem Abdullah Öcalan’la görüşmeyi ‘şerefsizlik’ sayarken, bu günlerde çözümün bir parçası olarak görmektedirler. Bu bağlamda siyasette kullanılan dil, ne yazık ki hep sorunlu olmuştur. Asıl mesele, Abdullah Öcalan’la görüşüp görüşmeme ya da onu muhatap alıp almama değildir. Asıl mesele, Türkiye’nin kendi sorunlarına gerçekçi teşhis koyamamış; günlük, anlık, geçici ve yasak savma kabilinden çözümlerle uğraşıyor olmasıdır.

Bu noktada sorulması gereken temel soru, Türkiye’nin, başta dinî, mezhebî ve kavmî sorunları olmak üzere tüm sorunlarını, adil bir çözüme kavuşturmasının önündeki en temel engel nedir   Bu bağlamda sadece ‘Kürt sorununu’ ele aldığımızda ‘Kürt sorunu’ denen sorunun kökeni, temel nedeni nedir ‘Kürt sorununun’ çözülmesi ile Türkiye bütün sorunlarından arındırılmış olacak mıdır Mesele, kavmi ya da mezhebi noktadan ele alındığında çözüme ulaşılmış mı olacak; yoksa mesele, daha da karmaşıklaşmış mı olacaktır

O nedenle, şu sorunun cevabını, daha köklü ve derinlemesine aramalıyız. Türkiye’nin ana sorunu, gerçekten de Kürt sorunu mudur, Alevi sorunu mudur Yoksa Kürt sorunu, Alevi sorunu ana sorunun bir sonucu mudur?

Burada ‘Kürt Meselesi’ kapsamında bu konu ele alınacaktır.

Türkiye’de Sorunların Anası: Lozan’da Kurulan Laik - Seküler Sistemdir

Osmanlının yüzlerce yıl içinde farklı dil, din, mezhep ve etnik yapıları, bir potada eriterek belli ortak paydalar etrafında inşa ettiği üst kimlik, Lozan’da verilen sözler çerçevesinde parçalanmıştır. Anadolu coğrafyasında var olanların tümünün ‘saf kan Türk’ olmadığı bilinmesine rağmen yeni bir ulusal kimlik inşasına, ‘kanunen ve cebren’ başvurularak kin, nefret ve nifak tohumları bilerek ya da bilmeyerek bu topraklara ekilmiştir. Nifak tohumlarını ekenler, bizzat içerdekiler olmuştur; dış güçler ise, ekilen bu zehirli sarmaşıkları, yeri ve zamanı geldiğinde kullanmak üzere korumuşlar, sulamışlar ve de beslemişlerdir. İçerdekiler, uluslar arası konjonktürün değişmeyeceğini varsayarak tüm kavmi kimlikleri asimile etmek için pervasızca hareket etmişlerdir. Bu nedenle bu gün karşı karşıya kalınan sorunu, seküler-laik- liberal olan iki kavmiyetçi akımın (Türk, Kürt) çözmesini beklemek büyük bir hata olur.

Lozan’la birlikte yeni bir ulus devlet Türkiye, ‘yaratılmıştı’(!) Şimdi de bu ulus devlet için bir ulus ‘yaratılmalıydı’(!) Milli mücadele sürecinde İttihat Terakki’nin ikinci derece insan unsurundan meydana gelen çekirdek kadro, gücü ele geçirince, hem İslami kimlik, hem de Türk, Kürt ve diğer kimlikleri, ret ve inkâr etmiştir. Aynı tornadan çıkmışçasına homojen bir toplum ve tek tip insan ‘yaratmak’(!) amacıyla tüm alt ve üst kimlikler parçalanmıştır.

Devrimlerle bir taraftan var olan tüm kimlikler parçalanırken, Batı kültür ve medeniyetinin değerlerini benimseyip inanan bir halk inşa edilmekteydi. İnşa edilecek olan yeni toplumun, mevcut tarafından kabul görmesi için bir dayanak gerekliydi. O dayanak da, kavmi olarak çoğunlukta olan Türklerin ismi, kanı, coğrafyası ve konuşma dili, söz düzeyinde, kabul edilerek bulunmuştur. 

Müslüman Türk’ün Ve Kürt’ün Asimile Edilmesi

Gerçekte yeni kimlikte, Türk’ün ismi vardı; fakat kültür ve medeniyeti, tarihi, örf ve adetleri, gelenek ve görenekleri yoktu. Alfabesi değiştirilmiş, Kur’an’ı, ezanı ve dini yasaklanmıştı. Tüm yaşantısı batılı değerlere göre şekillendirilmek istenen bir halk, yeni Türk olarak isimlendirilmişti. Yeni Türk, tarihten bize intikal eden Eski Türk (Müslüman Türk) ile ilgisi olmayan ve fakat kendi tabirleri ile ‘yarattıkları’(!) yeni bir ulustu. Bu Yeni Türk, bir halk olarak henüz ortada yoktu. Yeni Türk, Eski Türk’ün ismini, coğrafyasını, kanını ve konuşma dilini miras olarak almıştı.

Eski Türk (Müslüman Türk) öldürülmüştü. Yeni Türk (Batılı Türk) ise, tarihini, kültür ve medeniyetini, dinini, imanını, ecdadını, kıblesini ret eden mankurtlaştırılmış bir Türk idi. Bu coğrafyada yaşayan, yeni alfabeyi, laiklik dinini benimseyen, İslam’la ilişkili tüm tarihi, kültür medeniyeti ret ve inkâr edip Batı kültür medeniyetini benimseyen herkes Türk’tü. Bu yeni Türk, tarihten gelen ve Müslüman olan Türk’ten başka bir şeydi.

Kanı işin içine niçin soktukları belli değildi. Çünkü Türkçülüğün ateşli savunucularının birçoğu -İnönü, Ziya Gökalp ve Moiz Kohen…- Türk soyundan gelmemekteydi.

Bu Yeni Türk’ün gözünde Eski Türk ‘Öküz Anadolulu’(!) idi ve düşmandı. Bunun için medeni olan şehirlere girmemeliydi. Yeni Türk’e ‘hizmet etmekle’ ve onu ‘korumakla görevliydi’. 

Türk milletinden kast edilen aynı coğrafyada, ‘aynı soydan’(!), ‘aynı kandan’(!) ve ‘aynı dilden’(!) olan insanlar topluluğu idi. Aynı coğrafyada yaşadığı halde aynı dil, aynı soy ve kandan olmayanlar ne olacaktı Herkes yeni din-kültür ve medeniyete göre yeniden formatlanacaktı. Formatlanmaya karşı çıkanlar, hain, düşman ve tehlikeliydi. Formatlanma asimile olmak demekti. Ya asimile olacaklar ya da yok edileceklerdir. Cumhuriyetin çekirdek kadrosu tarafından ‘kanunen ve cebren’ formatlanma gerçekleştirilerek, ‘Yeni Türk yaratılacaktı’(!) Onun için ‘On yılda on beş milyon genç yarattık her yaştan’ demekteydiler. Onuncu yıl marşı, bu yeni Türk’ün marşıydı. ‘Yeni Türk’, tek parti döneminde kendisine karşı çıkanları suikastlarla yok etmiştir. Yeni Türk’ün adalet anlayışı, ‘Sanıkların idamına tanıkların bilahare dinlenmesine karar vermeye’ dayanır. Erzurum’da ‘bohçacı bir kadını şapka devrimine karşı çıktı gerekçesiyle asarak’  ya da Batı’daki bir olaydan Doğu’daki bir şeyhi ve/veya bir Kürt aşiret reisini sorumlu tutarak ortalığa dehşet salar. Köyler göçe zorlanarak ve gecekondulaşma ile köylülerin dayanaksız hale getirilerek dönüştürülmesi hedeflenir.

Cumhuriyet yönetici kadroları için, nüfus olarak Türklerden sonra en baskın unsur olmaları ve İslam dinine bağlılıkları açısından tehlikeli olabilecek olan unsur, Kürtlerdi. Öncelikle bunların, öngörülen yeni Türk’ün saflarına katılması için formatlanması ve genetik şifrelerinin yeniden düzenlenmesi gerekmekteydi. Bu noktadan hareketle Kürtler üzerinde tezler üretilerek dilleri, soyları, kültürleri yok sayıldı. Yerel isimler kazınarak yok edildi. Dağa taşa ‘Ne mutlu Türküm diyene’ yazıldı. Türklerin bir boyu, ‘Dağ Türkleri’, bir kolu olarak gösterilmek istendi. Tıpkı Türkler gibi onlar da ekonomik olarak mağdur edilip köyden kente göçe zorlandı.

Anadolu’da var olan diğer kavmi unsurlarda olduğu gibi Kürtlerin de anadillerinde konuşmaları, yazmaları, eğitim görmeleri, şarkı ve türkü söylemeleri, tarihten gelen ve Kürtçe olan yerel isimleri ve bölgenin ismini kullanmaları yasaklandı.

Haklarını elde etmek için yapılan her hareket, isyan, başkaldırı olarak nitelendirilip yabancı işbirlikçiliği ile suçlandı, karalandı.

Müslüman Türk Ve Kürtlerin Yanılgısı

Yaklaşık 80 yıldır uygulanan asimilasyon politikalarının bir sonucu olarak, bu ülkede yaşayan insanların zihinsel yapısında ciddi bir kırılma ve bir kısmında tam, bir kısmında ise kısmen mankurtlaşma (hafızasını kaybetmiş köle) vuku bulmuştur. Lozan’da Batı kültür-medeniyet değerlerine göre kurulan bir sistemi, salt isminde Türk geçiyor diye savunmak ya da benimsemek gibi bir hatanın içerisine zaman zaman düşülmüştür. ‘Bu ülkede herkes Türk’tür’  şeklinde 80 yıldır formatlanan neslin bir kesimi için, Türk’ten başka kavmi yapılardan, farklı dillerden bahsetmek, ülkeyi bölmek istemek, hainlik yapmak, işbirlikçi olmak demektir. Bürokrasinin tanımladığı dinin dışına çıkmak, irtica olarak görülmüş ve arkasında yabancı parmağı aranmıştır. Bunlar yapılırken muhatabın, Türk mü, Kürt mü, Laz mı… olduğuna bakılmamıştır.

İslam’ın ahkâm hükümlerini bir tarafa bırakalım; sadece başörtülülerin üniversitelere girememesi (yakın tarihe kadar) ve devlet dairelerinde çalışamamasını hangi milli kültür ve medeniyet mensubiyeti ile izah etmek mümkündür. Ailedeki eğitimle, okuldaki eğitim birbirine ters ise, bu sistem, nasıl bir Müslüman Türk’ün sistemi olabilir. İslam kültür ve medeniyetine savaş açmış bir sistemi ve bunun yaptıklarını savunmak Müslüman Türk’e düşmez.

Bu ülkede yüzde 5’lik refahtan şımarıp azan mutlu bir azınlık, kan dökülmesini sağlayarak, kanın inşa ettiği kin ve nefreti kullanarak, tüm etnik ve mezhepsel alt kimlikleri birbirine düşman kılarak, sistemin sorgulanmasını engellemektedir. Müslüman Türklerin ve Kürtlerin, bu psikolojinin etkisi altında kalarak kavmiyetçiliğe kayması, Kürt ya da Türk düşmanlığı yapması ya da buna varacak bir dil kullanması tehlikelidir ve İslami değildir. Küresel güçlerin ve onların yerli işbirlikçilerinin oyununa gelmek demektir.

Kürt dilinin, Kürtçe şarkı türkünün, Kürtçe konuşmanın ve Kürtçe eğitimin yasaklanması ve Kürtçe isim koymanın engellenmesi, Kürtçe yerel isimlerin değiştirilmesi ve Osmanlı zamanında Kürdistan olan bölge isminin değiştirilmesi, ne İslami’dir ne de insanidir. Bu noktada Müslüman Türklerin, Özal zamanında Bulgaristan’da Müslümanlara, Türklere yapılan zulmü hatırlamalarında fayda vardır. Türklerin Türkçe konuşması yasaklanıyor, isimleri değiştiriliyor ve başörtüsü kullanmaları engelleniyor diye Müslümanlar, bu ülkede meydanlara inip muhteşem kalabalıklarla gövde gösterisi yaparak Bulgaristan’ı protesto etmişlerdir. Bulgaristan komünist bir ülke idi ve dine düşmandı. Müslümanları ve Türkleri de asimile etmek istiyordu.  Oysa o yıllarda Türkiye’de kız öğrencilerin başörtülü olarak üniversiteye girip okuması yasaktı. İlginç olan Türkiye’de yasaklama getiren zihniyet, meydanlara inen halk gösterilerine destek vermiş ve teşvik etmiştir. Bu gerçeği Müslüman Türk ve Kürt’ün görmesi gerekir.

Bulgaristan’da kendi soydaşlarınıza yapılan bir hareketi, zulüm olarak kabul edip protesto edeceksiniz ama Türkiye’de Müslüman kardeşine aynı zulüm yapıldığı zaman susacak ya da zulme hak vereceksiniz. Kavmiyetçilik budur. Müslüman Türk ve Kürt, bu zihni kirlilikten ve yanılgıdan kurtulmalıdır.

Bu ülkede komünizmle mücadele adına CIA’nın tuzağına düşmüş nice Türk vardır. 12 Eylül 1980 darbesinden sonra ortaya dökülmüş birçok belgede, itirafta bunu görmek mümkündür. Dahası, Türkiye Cumhuriyeti’nin Milli İstihbarat Teşkilatı’nın ve Özel Harp Dairesi’nin maaşlarını, bir dönem ABD vermiştir. Ayrıca Ergenekon diye adlandırılan gizli teşkilatlanma, NATO’nun bünyesinde yapılmıştır. ABD menfaatlerinin gerektiği zamanlarda bu yapı, Türkiye’de darbe yapmıştır. O darbeyi yapıp Müslüman Türklere ve Kürtlere zulüm yapanlar, sadece Türk olanlar değildi; o yapının içinde Kürtler de vardı. Bu gerçek üzerinde bugün Müslüman Kürtlerin ve Türklerin çok derin bir şekilde düşünmesi gereklidir.

Özellikle Müslüman Türklerin tefekkür etmesi gereken şey, bu ülkenin Kürt çocukları, dağa çıkarak kendi ülkesine, hatta kendi anne ve babasına düşman hale gelmiş olması ya da getirilmiş olmasıdır. Niçin

Bu ülkede, 12 Eylül 1980 öncesinde, aynı anne babanın çocuklarının sağ-sol adına birbirini kırması vakası yaşanmıştır. Onları birbirine düşman kardeş yapan kimlerdi ve hangi şartlardı Bu sorgulama, gerçekçi bir şekilde henüz yapılmadı. Aynı soruyu, şimdi PKK hadisesinde sormalıyız. Hangi nedenlerle bu ülkenin Kürt çocukları dağa çıkmakta ve kendi halkına silah sıkmaktadır Kadın konusunda son derece hassas olan Kürtlerin kızlarının, dağa çıkmasına sebep olan nedir

Asimilasyon politikalarının dışında, 1980 öncesi Güneydoğu’da ki askeri operasyonlarda, halka yapılan zulmün ve Diyarbakır Cezaevi’nde mahkûmlara reva görülen gayrı insanı davranışların, yöre insanın zihin yapısını şekillendirmesinde ve isyanında hiç payı yok mudur Aksini düşünenlerin, Balkan faciasına, Rumelinin İslam diyarı olmaktan çıkmasına, sebebiyet veren ağa-bürokrat zulüm çarkının, yöre insanının zihin dünyasında yaptığı tahribata bakmalarında fayda vardır. Bunun için Pınar Yayınları’ndan çıkan eyalet valiliği yapmış Hüseyin Kazım Kadri’nin “İmparatorluğun Tasfiyesi” kitabını okumaları yararlı olacaktır.

Müslüman Kürtler ve Türkler bu ve buna benzer soruları sorgulamalı ve cevaplarını, İslam kültür ve medeniyetinin temel değerleri açısından vermelidir.

Kendi öz çocuğunu, kendine yabancılaştıran, hatta düşman haline getiren bir sistemi sorgulamayan tüm Müslümanlar, hatalıdırlar. Bu sorgulama olmadığı sürece de bu ülkenin hiçbir sorunu, gerçek anlamda çözüme kavuşturulamayacak, pansumanvari tedbirlerle sisteme suni teneffüs yaptırılacaktır. Müslüman olan herkesin, özellikle de Türklerin, bu gerçeği görerek, kurulan oyunu bozması, Kürt halkının fıtri olan haklarını yerine getirmek üzere mücadele etmesi gerekmektedir.

Müslüman Kürtlerin Yanılgısı,  zulmün sadece kendilerine uygulandığıdır.  Cumhuriyet tarihi baştan sona incelendiğinde, Lozan’da kurulan sisteme ve yapılan devrimlere karşı çıkan herkes, zulümden nasibini almıştır. Aşağılama, horlama, fakir bırakma, tehdit etme, ayırım yapmadan tüm Anadolu halkına uygun görülen sıradanlaşmış davranışlardır. Cumhuriyet tarihinin büyük bir zaman diliminin sıkıyönetim ya da olağanüstü hâl ile geçmesi, bunun bir göstergesidir.  Gecekondulaştırma politikası, kavmi kimliklere bakılmaksızın Müslüman bir halkın asimile edilmesine dönük bir projedir. Köylerin boşaltılması (Köy nüfusunun yüzde 20’lere indirilmesi), bugün, AB adına açık bir şekilde ve meşru gösterilerek yapılmaktadır. Müslüman Türkler de, Kürtler de bunu alkışlamaktadır. Yapanlar farkına varsın ya da varmasın gökdelenleşme politikası, kimliksizleştirme ve asimilasyonu beraberinde getirecektir. Gökdelenleşme, bu ülkenin insanlarını, bireyselleştirerek, kendi kültür ve medeniyetinden kopararak, laik-seküler Batı kültür medeniyetini benimsemiş bir dünya vatandaşı yapacaktır.

Sonuç: Bu Sistem Değişmelidir.

Bataklık kurutulmadan sivrisineklerin çoğalmasına ve sıtmanın yayılmasına mani olmak mümkün değildir. Türkiye’deki ana sorun, insan fıtratına zıt bir hayat tarzının zorla uygulanmış olmasıdır. Bu da sistem sorunudur. Asimilasyon politikası, bu sistemin ürünüdür. Bu ülkenin Müslüman Kürtleri, Türkleri, Çerkezleri, Boşnakları, Arnavutları… özetle, tüm Müslüman unsurları, toptan asimile edilmek istenmektedir. Bu asimilasyonun gerçekleşebilmesi için laik-seküler tabanlı Kürt ve Türk kavmiyetçiliği, şuurlu bir şekilde inşa edilmiştir.

Asimilasyon politikası, Türkiye’nin kimliğinin parçalanmasını sağlamıştır. Allah’ın farklı soy, renk ve dilde yarattığı insanlar, tek tip yapmaya kalkılarak Allah’ın ayetleri ret ve inkâr edilmiştir:

“Göklerin ve yerin yaratılması ile dillerinizin ve renklerinizin ayrı olması da, Onun ayetlerindendir. Hiç şüphe yok bunda, âlimler için gerçekten ayetler vardır.” (30 Rum 22)

“Ey insanlar, gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi halklar ve kabileler (şeklinde) kıldık. Hiç şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (kerim) olanınız, takvaca en ileride olanınızdır.” (49 Hucurat 13)

Türkiye’yi kurtuluşa, huzura, büyümeye götürecek olan, insan fıtratının gereği olan bir hayat nizamının inşa edilmesidir. Sadece Türlerin veya Kürtlerin değil bütün kavmi kimliklerin, alt kimlik olarak korunup yaşadığı bir üst kimlik, yalnız ve yalnız İslam’dır:

“(Resûlüm!) Sen yüzünü hanîf olarak dine, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmış ise ona çevir. Allahın yaratışında değişme yoktur.

İşte dosdoğru din budur; fakat insanların çoğu bilmezler.” ( 30 Rum 30)

Bunun için de çok hukuklu ve çok dilli bir hayat nizamı inşa edilmek zorundadır.

‘Kürt sorununa’ bu kapsamda bakılmalıdır. Dolayısıyla Abdullah Öcalan’ı muhatap alıp almamak, meselenin nirengi noktası değildir. Sistemi yaşatacak bir hedef saptırmasıdır.

Bu nedenle bu ülkenin Müslüman tüm unsurları, bu ülke için gerekli olan üst kimlik için mücadele vermeli ve cahillerin peşine takılmamalıdırlar: 

“Öyleyse dosdoğru yolda devam edin ve bilgisizlerin yoluna uymayın.” (10 Yunus 89)

24 Ocak 2013 Perşembe

Bir kültür ve medeniyet değeri olarak arkadaşlığın dayandığı temel: Allah için sevmek Allah için

 (Milli Gazete)

Arkadaşlığın temelinde, sevgi, saygı, anlayış birlikteliği, iş ve mekân birlikteliği, huy ve düşünce birlikteliği vardır. Bunların hepsi ya da bir kısmı, bazı insanlar arasında özel bir hukuk oluşmasına sebebiyet verir. Bu duygular, insan genetiğinin derinliklerinde var olup bir kısım insanları, bir kısım insanlara yaklaştırır ve kaynaştırır. Sünnetullah’a göre insan, hem birey hem de toplumsal boyutludur. Bu tür özellikler ise, insanın bireysel boyutunu, toplumsal boyuta bağlayarak insanı bireyselleşmekten, yalnız olmaktan korur. Böylelikle toplumun değişik kesimleri arasında formel olmayan özel bir örgütlenme meydana gelir. Arkadaşlık, sosyalleşme, kaynaşma, dayanışma ve rehabilite olmak demektir. Bu açıdan şuurlu ve bir kutsal amaca dönük olarak kendiliğinden gelişen arkadaşlıkların, kalıcı ve sürekli olabilmesi için, insanlar arasında, düşünce, inanç, huy, mizaç ve karakterlerin uyuşması ve örtüşmesi gerekmektedir. Böylesi bir uyuşma ve örtüşme arkadaşlığı, şekli olmaktan kurtarmakta ve deruni yapmaktadır.

Arkadaşlık, karşılıklı bir etkileşim meydana getirerek arkadaşların birbirlerini olumlu ya da olumsuz bir şekilde etkilemesini mümkün kılmaktadır. Seçilen arkadaşa bağlı olarak fertlerin ahlâki yapısı, inanç sistemi, yaşantısı, ya olumlu ya da olumsuz istikamette etkilenmektedir. Bu da, arkadaş edinmede temel ölçünün ve arkadaşların sahip olması gereken temel özellikler ile arkadaşlık hak, hukuk ve sorumlukluların neler olması meselesini öne çıkarmaktadır. Arkadaşlıkta ağırlıklı en temel unsur, değer ve sevgidir. Arkadaş seçiminde değer ve sevginin temel dayanağı nedir Ne olmalıdır Arkadaşlar birbirlerini severken hangi ölçüyü göz önünde tutacaklardır Burada, kalıcı arkadaşlıkların dayandığı esas olarak sevgi konusu ele alınıp incelenecektir.

“Hubb” Ve “Vedd” Kavramları Kapsamında Sevgi

Sevgi, tüm canlıların fıtratına, genetik yapısına, Allah tarafından yerleştirilmiş özel bir çekim, cazibe kuvvetidir. Sevgide var olan çekim ya da cazibe kuvveti, muhataplar arasındaki kan, değer, mekân, zaman, varlık türü bağına bağlı olarak değişmektedir. Genel olarak sevginin iki kaynağı vardır: 1- Yaratılışla birlikte insan genetiğinde var olan, 2-  Sonradan kazanılan. Kur’an’da sevginin bu iki farklı kaynağı ile ilgili olarak “hubb” ve “vedd” kavramları kullanılmaktadır. Kur’an’da sevginin odak noktasını oluşturan temel kavramlar, “hubb” ve “vedd” kökünden türeyen “muhabbet” ve “meveddet” kavramlarıdır. Hubb kavramı (Ha-Be-Be kökü),  “Sevmek, sevdirmek, hoşlanmak, lezzet duymak, fazîletinden dolayı bir şeyi istemek, tercih etmek ve muhabbet” anlamında kullanılmıştır. Hubb; buğz kelimesinin zıddıdır. Muhabbet, iki varlık arasındaki karşılıklı sevgidir (1, 2).

Vedd kavramı (Vedd, Vidd ve Vüdd) ise, “Bir şeyi sevmek ve o şeyin olmasını istemek” demektir. Dostluk ve muhabbet manasını ifade eder. Vedd, “kâmil sevgi” anlamına gelir. “Sevginin en katıksız, en latîf ve en incesi ‘vüdd’ diye isimlendirilir” (1, 2). Sevgi anlamına gelen hubb ve vedd kavramları, sözlüklerde birbirlerini açıklamak için kullanılmakla beraber aralarında ince farklılıklar bulunmaktadır. “Hubb, yaratılış ve hikmet yönünden her ikisinin de îcap ettiği konularda söz konusudur”. “Vüdd ise, sadece tabiatın meylettiği cihetledir” (1, 2). Doğuştan gelen sevgi için “muhabbet”; sonradan kazanılan sevgi için ise “meveddet” kavramları kullanılmaktadır. İnsanın iyi davranışlar netîcesinde kazandığı sevgi, “mevedde” olmaktadır.

Evlilikle birlikte eşler arasında ortaya çıkan sevgi (30 Rum 21), akrabalar arasındaki sevgi (42 Şura 23), hayata karşı olan sevgi (2 Bakara 96) ve iman edenlere karşı yönetilen sevgi (19 Meryem 96) ve inkar edenlere karşı yönetilen sevgi (60 Mümtehine 1) sonradan kazanılan ve ortaya çıkan sevgi olduğu için vedd kavramı kullanılmaktadır. Buna karşılık, Allah’ın sevdiği (5 Maide 42, 93; 2 Bakara 222; 3 Al-i İmran 146, 159)  ve sevmediği kişiler (3 Al-i İmran 57, 140; 4 Nisa 107, 8 Enfal 31,58; 6 Enam 141, 7 Araf 31, 54;10 Yunus 12; 17 İsra 26–27; 16 Nahl 22–24; 28 Kasas 79; 2 Bakara 190, 205, 276; 5 Maide 64, 87; 22 Hac38) ile kulların Allah sevgisi (2 Bakara 165) için hubb (yuhibbu) kavramı kullanılmaktadır. Ayrıca hubb, sevgili (5 Maide 18) ve sevdirmek (49 Hucurat 7) anlamlarına da gelmektedir.

Allah’ın insan fıtratına, genlerine yerleştirdiği bir sevgi türü olarak hubb kavramı, Kur’an’da, Hz. Musa (20 Taha 39) ve kadınlar, oğullar, altın-gümüş, güzel atlar, hayvanlar ve ekinler (3 Al-i İmran 14) için kullanılmaktadır. Bu iki kavramdan ayrı olarak Kur’an’da, sevginin değişik türevleri anlamında Velî, Hullet,  Halîl, Bitâne, Şeğaf, Hemm, Sabve, Hevâ, Alâka, Futûn, Rızâ kavramları yer almaktadır. Kur’an’da sevgi karşıtı olarak  da,  Adâvet ve Buğz, Ğıll, Husûmet,  Gazab, Nufûr, Kürh  kavramları kullanılmaktadır.

Üç Grup Sevgi

Yukarıdaki kavramların Kuran’da geçtiği yerleri ve konuları göz önüne aldığımızda sevgi ile ilgili alanları, 3 ana grupta toplayabiliriz:

Birinci Grup Sevgi: Allah Sevgisi, Peygamber Sevgisi, Cihat Sevgisi, İman Sevgisi (3 Al-i İmran 31, 5 Maide 54, 49 Hucurat 7)

İkinci Grup Sevgi: Baba, Evlat, Kardeş, Eş, Aşiret, Akraba, Mal, Mülk, Makam, Ticaret ve Arkadaş Sevgisi (12 Yusuf 8, 9 Tevbe 24)

Üçüncü Grup Sevgi: Put Sevgisi (2 Bakara 165)

İnsanın bütün ilişkisini belirleyen en temel olgu, insanın Allah ile olan ilişkisidir. Bu ilişkisinin özünde de Allah sevgisi yatmaktadır. Allah’ı sevmenin ve Allah’ın sevgisini kazanmanın yolu,  O’nun yoluna ve Peygamberlerine tabi olmaktır (3 Al-i İmran 31). İman edenler açısından en önemli mesele, Allah’ı sevmek ve O’nun sevgisini ve rızasını kazanmaktır. O’nun sevgisinden, rızasından ayıran ve uzaklaştıran her şeye karşı mümin teyakkuz halinde olmak zorundadır.  Bu sebeple İkinci Grup Sevgi, Birinci Grup Sevgi’ye mani olmamalıdır (9 Tevbe 24).  Tam aksine İkinci Grup Sevgi, Birinci Grup Sevgi’ye götürücü olmalıdır ( 38 Sad 32–33); bu nedenle de, ikinci grup sevgi kontrol altında tutulmalıdır (2 Bakara 177, 3 Al-i İmran 92). İman edenler, birinci grup sevgiyi içselleştirip uygulayanlar, ikinci grup sevgiyi de birinci grup sevgiye ulaştırıcı olarak görenler ve onu kontrol altına alanlardır. Laik -seküler olanlar ise, ikinci ve üçüncü grup sevgiye tabi olup Allah’ı ve ahret gününü unutan/önemsemeyen/inkâr edenlerdir (14 İbrahim 3; 16 Nahl 107, 2 Bakara 165).

“Allah İçin Sevmek Ve Allah İçin Buğz Etmek”

Sevgi ve nefret, insan genetiğinde yer alan, birbirine zıt, iki hâl, iki özelliktir. Birbirlerine zıt, karşıt oldukları için de, sonuçları da birbirine karşıt olacaktır. İnsanın dünya görüşüne bağlı olarak içinde bulundukları ortama göre bunlardan biri, etkin hâle gelmektedir. Sevgi ve nefrete bağlı olarak kişiler arasındaki ilişkiler, şekillenmekte ve konumlanmaktadır. Uyum ya da uyumsuzluk, dostluk ya da düşmanlık, sevgi ve nefretin şiddetine, konusuna bağlı olarak ortaya çıkmaktadır. Bir söz, bir tutum, davranış karşısında sevginin ya da nefretin harekete geçmesi ve geçme derecesi, şiddeti, kişinin referans aldığı değerlere göre değişmekte ve şekillenmektedir. İman edenler, yukarıda ifade edilen üç grup sevgi içerisinde birinci grup sevgiyi referans almalıdır ki, olaylar karşısındaki tavrı, zarar değil fayda getirmiş olsun, kazanç sağlasın. O nedenle ikinci grup sevgi içerisinde yer alan arkadaşlık sevgisinin, gerçek anlamını bulması, kalıcı, huzur verici ve güvenli olması için birinci grup sevgi tabanına göre şekillendirilmesi ve vücut bulması gerekmektedir. Onun da özü,  ‘Allah İçin Sevmek ve Allah İçin Buğz Etmektir’. Hz. Peygamber (S.A.V.), en güçlü inanç bağını, “Allah için sevmek ve Allah için nefret etmek.” (3) olarak tanımlamakla, kişilerin duygu ve düşüncelerinden bağımsız bir hareket ve referans noktası ortaya koymuş olmaktadır.

İnsan nefsinin ve hevasının arzularını kontrol altına alabilmenin en emin ve güvenilir yolu, budur. Ancak böyle bir yaklaşım sayesinde Allah’ın yardımı gelmekte, maddi menfaatlerden azade olarak kalpler birbirine ısınarak, kalıcı arkadaşlıklar ve dostluklar oluşmaktadır (8 Enfal 63). Bu yardıma mazhar olabilmek için de, Allah’ın ipine sımsıkı sarılmak ve onun yolundan ayrılmamak gerekir (3 Al-i İmran 103).  Hz. Peygamber (S.A.V.); “Birbirini Allah için seven iki kişiden Allah’a en sevimli olanı, arkadaşına sevgisi daha fazla olandır” (4) demekle, arkadaşlar arasındaki sevginin derecesinin Allah indinde ayrı bir önemi ve ayrıcalığı olduğunu ifade etmiş olmaktadır. Keza Allah’ın Resulü’nün (S.A.V.) sevgisini kazanmanın ve ona yakın olmanın yollarından biri de, başkalarıyla dost olmak ve başkaları tarafından dost olunmaktır: “Benim meclisime en yakın olanınız, ahlâkça en güzel olup, çevresiyle hoş geçineninizdir. Onlar başkalarıyla, başkaları da onlarla dostluk kurarlar.” (5) Hz. Peygambere (S.A.V.) göre dostluk kurmayan ve kendisi ile dostluk kurulamayanda hayır yoktur:

“Mü’min dostluk kuran ve kendisiyle dostluk kurulan insandır. Dostluk kurmayan ve kendisiyle dostluk kurulamayan insanda hayır yoktur.” (6) İyi mümin olmakla, güzel arkadaşlık kurmak arasında doğrusal bir ilişki vardır: Hz. Peygamber (S.A.V.): “Ey Ebû Hir! Komşunla güzel komşuluk et ki iyi Müslüman olasın. Arkadaşın ile güzel arkadaşlık et ki iyi Mü’min olasın.” (7) Fudayl’a göre; “Arkadaşının yüzüne sevgi ve şefkatle bakmak ibadettir.” (8) Kıyamet günü arşın gölgesinde gölgelenecek olan yedi insan unsurundan biri de, “Birbirini Allah için seven ve bu sevgiyle dolu olarak bir araya gelip, yine bu sevgiyle dolu olarak birbirlerinden ayrılan iki arkadaş” (9) olacaktır. Allah için sevmek, Allah için buğz etmenin doğal sonucu olarak insanın, Allah için seveceği arkadaşları olacağı gibi, Allah için nefret edeceği insanlar da olacaktır. Bunlar günaha batmış, insanın kalbini katılaştıran, kirleten, nefsi arzularına köle ettiren, Allah’ın yolundan alıkoyan ve saptırtan insanlardır. Bu insanların mizaçlarına, karakterlerine yaşantılarına duygu düşünce ve özlemlerine dikkat edilmelidir. Bütün gayesi ve gayreti, dünyada iyi bir hayat sürmeye odaklanmış, “dünyayı ahretin tarlası” olarak görmeyen, ahreti unutan ya da önemsemeyen insanlarla kurulan ilişkiler, sonuçları itibari ile zararlı ilişkilerdir. Bunlara karşı Allah için buğz etmek, Mü’minin görevi olmak zorundadır.

Sonuç: AB, Arkadaşlığı Yıkan Bir Kültür ve Medeniyettir

Hz. Peygamber (S.A.V.) “Mü’min Mü’minin aynasıdır” (10) der. Dolayısıyla, seçtiğimiz arkadaşlar bizim aynamızdır. Bizi ya cennete ya da cehenneme götürmeye katkı sağlar. O nedenle, arkadaşlarımızı seçerken, onları severken referansımız, “Allah için sevmek Allah için buğz etmek” olmalıdır. Hz. Ali oğlu Hz. Hasan’a: “Günah içinde hayat süren insandan uzaklaşmak, Allah’a yakınlaşmaktır” (8) demiştir. Zünnûn Mısrî ise; “Allah ile dostluğun, O’nun emirlerine uymaktan; halk ile dostluğun, onlara nasihat etmekten; nefsin ile dostluğun, ona muhalefet etmekten ve şeytan ile dostluğun da ona düşmanlık etmekten ibaret olsun” (8) demiştir. Allah için sevip Allah için buğz ettiğimiz zaman, günah içerisinde hayat süren insanlardan uzak durabilir ve kendimizi koruyabiliriz. Ancak, Allah için sevmeyi ve Allah için buğz etmeyi unutturan bir sistem içinde yaşanıyorsa ne olacaktır Allah için sevmeyi, Allah için buğz etmeyi unutturan bir hayat biçiminde, öncelikle yapılması gereken, fıtrat ekseninde, Kur’an ve sünnete uygun bir şekilde hayatın, yeni baştan tanzim edilmesi olmalıdır. O nedenle Türkiye, Lozan’da Haim Naum Doktrini’ne göre kurulan sistemden ve seçilen laik-seküler Batı kültür ve medeniyetinden vazgeçip kendi kültür ve medeniyetine yeniden dönmelidir. O nedenle, kökü İblis’e dayanan laik-seküler Batı kültür ve medeniyeti ile mücadele öncelikli bir görevdir. Çünkü bu, Allah’ı sevmek ve Allah’ın sevgisini kazanmanın yollarından biridir: “Ey iman edenler, içinizden kim dininden geri dönerse (irtidat ederse), Allah (yerine), kendisinin onları sevdiği, onların da kendisini sevdiği, mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı ise güçlü ve onurlu’, Allah yolunda cihat eden ve kınayıcının kınamasından korkmayan bir topluluk getirir.” (5 Maide 54)

Kaynaklar

1- İsfehânî, Müfredat, Pınar Yayınları, İstanbul, (2007)

2- İbn Kayyim el-Cevziyye, Medâricu’s-Sâlikîn, İnsan yayınları, İstanbul, C: III. S: 9–37(2005)

3- Ahmed, 4/286

4-Buharî, “el-Edebü’l-müfred”, 544. Bkz.: “el-Müsnedü’l-câmiu”, 1034,

5- Tirmizî, 2018; “el-Müsnedü’l-câmiu”, 2807.

6- Ahmed, 2/400; “el-Müsnedü’l-câmiu”, 14059

7- Tirmizî, “Sünen”de (2305), İmam Ahmed “Müsned”de (2/300), İbn Mace, (497).

8- Gazali, İhya-i Ulum-id-din, Aslan yayınları, İstanbul, C: 4 S: 416–426, 1972.

9- Buharî, 1423; Müslim, 1031

10- Buharî “el-Edebü’l-müfred” (239) ve Ebû Davud (918), “Sahihu’l-cami’i’s-sağîr” (6656),

17 Ocak 2013 Perşembe

Anlamı ve önemi kaybolmaya başlayan bir değer: Arkadaşlık

 (Milli Gazete)

Dinler, felsefeler ve bunlardan neşet eden kültür ve medeniyetler, insanin tüm ilişkilerini belirler; ilişkilere kıstaslar kor, standartlar getirir. Kültür ve medeniyetler, dayandığı temel değerlere bağlı olarak, insanın ilişkilerindeki önceliklere ve önem derecelerine farklı anlam ve ağırlık verirler. İnsanın Allah, kendisi, eşi, anne babası, çocukları, akrabası, komşusu, mahallesi, arkadaşları, toplum, devlet, doğa ve hayvanlar alemi ile olan ilişkileri, insanın sahip olduğu dünya görüşüne, mensup olduğu kültür ve medeniyete bağlı olarak şekillenir ve anlam kazanır. Burada, bu ilişki zinciri içerisinde yer alan, Batılılaşmanın şiddeti ve derecesine göre anlam ve önem kaymasına uğrayan arkadaşlık konusu ele alınıp incelenecektir.

Arkadaş kimdir

Genel olarak arkadaş: “1- Birbirine karşı sevgi ve anlayış gösteren kimselerden her biri, yaren; 2- Bir ortamda birlikte bulunanlardan her biri, hempa, refik” olarak tanımlanmaktadır (1). Dolayısıyla arkadaş olmak, bir kimseyle dostluk kurmak, içten olmak demektir. Arkadaşlık, arkadaş olma durumu, arkadaşa yakışır şekilde davranmak; arkadaşlık etmek ise, “1- Bir işte birlikte bulunmak, 2- Huyu ve düşünceleri birbirine uymak, 3- Bir süre beraber bulunmak, birlikte gitmek, eşlik etmek, refakat etmek” (2) anlamına gelmektedir. Arkadaşlığın temelinde, sevgi, saygı, anlayış birlikteliği, iş ve mekân birlikteliği, huy ve düşünce birlikteliği vardır. Bunların hepsi ya da bir kısmı, bazı insanlar arasında özel bir hukuk, birlik ve dayanışma oluşmasına sebebiyet vererek arkadaş olunmasını sağlar. Bu duygular, insan genetiğinin derinliklerinde var olup bir kısım insanları bir kısım insanlara yaklaştıran ve kaynaştıran özelliklerdir. Sünnetullah’a göre insan, hem birey hem de toplumsal boyutludur. Bu tür özellikler ise, insanın bireysel boyutunu, toplumsal boyuta bağlayarak insanı bireyselleşmekten, yalnız olmaktan korur. Bu nedenle akrabalık ve komşuluk bağı gibi arkadaşlık bağı da, fıtratın bir gereği olarak vardır. İnsanların bir kısmını bir kısmına yaklaştırıp kaynaştırarak yalnızlık duygusundan kurtarır, olgunlaştırır, güçlendirir ve güven duygusunu artırır. Böylelikle toplumun değişik kesimleri arasında formel olmayan özel bir örgütlenme meydana gelir. Aile, akraba ve komşuluk bağının başaramadığı bazı sorunları arkadaşlık bağı çözüme kavuşturmaktadır.

Bugün yapılan bir çok araştırmada insanlar, aile ve akrabaları ile konuşmadığı yada konuşamadığı sıkıntılarını, arkadaşları ile paylaşarak dertleşerek gidermekte yada gidermeye çalışmakta olduğu gerçeği ile karşılaşılmaktadır. İnsanlar, arkadaşları ile dertleşerek, sırları paylaşarak huzur bulmakta, stres atmakta, gerilimden kurtulmak ve kendisini daha güvende hissetmektedir. O nedenle gerçek arkadaş, sığınılacak bir liman ve koruyucudur. İnsanın ahlakını geliştirir, hatalarını önler, düşünce ve davranışlarını iyileştirirler, fıtratın öngördüğü bir yaşam tarzına onu uymaya zorlar; hevanın esiri olmaktan kurtarır. Arkadaşlık, genellikle fıtratta var olan bu yönelimden dolayı ya zorunlu faktörlere bağlı olarak kendiliğinden veya şuurlu bir şekilde kurulmaktadır. Şuurlu olarak kurulan arkadaşlıklar ise, bir amaca istinaden gelişmekte ve amacın gerçekleşme yada ortadan kalkmasıyla son bulabilmektedir. Şuurlu olarak, bir amaca istinaden kurulan arkadaşlıklarda ortak payda olarak alınan amaç çok önemlidir. Arkadaşlığın uzun yada kısa süreli oluşunu tayın edecek olan, amacın büyüklüğü ve kapsamıdır. Komşu olma, aynı okul, sınıfta bulunma, sokakta ve devlet dairelerinde, kamu kurum ve kuruluşlarında beraber çalışma ve beraber yolculuk etme sonucunda Zorunlu faktörlere bağlı olarak, kurulan arkadaşlıklar mevcuttur. Bu tür arkadaşlıklar, şuurlu ve içten gelen bir istekle gerçekleşmiş olmayıp, şartların zorlamasının bir sonucudur. Bununla beraber bu şekilde başlamış bir arkadaşlığın, şuurlu ve uzun vadeli bir arkadaşlığa dönüşmesi şansı ve imkanı her zaman bulunmaktadır.

Arkadaşlık, sosyalleşme, kaynaşma, dayanışma ve rehabilite olmak demektir. Bu açıdan şuurlu ve bir kutsal amaca dönük olarak kendiliğinden gelişen arkadaşlıkların, kalıcı ve sürekli olabilmesi için, insanlar arasında, düşünce, inanç, huy, mizaç ve karakterlerin uyuşması ve örtüşmesi gerekmektedir. Böylesi bir uyuşma ve örtüşme arkadaşlığı, şekli olmaktan kurtarmakta ve deruni yapmaktadır. Arkadaşlık, karşılıklı bir etkileşim meydana getirerek arkadaşların birbirlerini olumlu ya da olumsuz istikametlerde etkilemesine neden olmaktadır. Seçilen arkadaşa bağlı olarak fertlerin ahlakı yapısı, inanç sistemi, yaşantısı ya olumlu yada olumsuz istikamette bir değişim geçirebilir. Bu da, arkadaş edinmede temel ölçünün ve arkadaşların sahip olması gereken temel özelliklerin neler olması meselesini öne çıkarır. Bunun yanı sıra, arkadaşlıkta bir başka mesele, arkadaşlıkta ki karşılıklı hak, hukuk ve sorumluklular nelerdir, neler olmalıdır Kaç tür arkadaşlık vardır Arkadaşlıkta ağırlıklı en temel unsur, değer ve sevgidir. Arkadaş seçiminde değer ve sevginin temel dayanağı nedir Ne olmalıdır Arkadaşlar birbirlerini severken hangi ölçüyü göz önünde tutacaklardır

Dört Çeşit Arkadaşlık

İslam âlimleri, insan davranışlarında ki farklılıkları göz önüne alarak onları gruplandırmışlardır. Bu gruplandırmayı yaparken de, genellikle benzetmeler yapmışlardır. Böylelikle meseleyi sade vatandaşın zihnine yerleştirmek istemişlerdir. Âlimlerimize göre “insanlar, ağaçlar ve bitkiler gibidir. Bazılarının gölgesi var; fakat meyvesi yoktur. Bu ağaç, dünya hayatı konusunda ken¬disinden faydalanılıp, ahiret hayatına dönük hiçbir faydası olmayan kişinin örneğidir. Dünya hayatına dönük fayda, hızla kaybolan gölge gibi¬dir. Bazılarının meyvesi var; fakat gölgesi yoktur. Bu ağaç, ahiret yaşamı için faydası olup, dünya yaşamı için faydası olmayan insanın örneğidir. Bazılarının hem gölgesi hem de meyvesi vardır. Bu ağaç, hem dünya hem de ahiret yaşantısı için faydalı olan insanın örneğidir. Bazılarının ise ne meyvesi ne de gölgesi vardır. Deve di¬keni gibidirler, yaklaştığın zaman elbiseni yırtar. Ne yemeye, ne de içmeye yarayışlı değildir. Bunun hayvanlardan örneği, fare ve akreptir” (2).

İslam alimlerinden Bişr, arkadaşları, “1. Ahiret arkadaşı, 2. Dünya arkadaşı, 3. Sosyal çevre ve eğlence arkadaşı.”(2) şeklinde üç grupta sınıflandırmıştır. Halife Me’mun da, daha özel bir benzetme ile özel bir tasnif yaparak üç çeşit arkadaşlık olduğunu ifade etmiştir:

“1-Besin-gıda gibi olanlar. Bunlardan vazgeçemezsin.

2-İlaç gibi olanlar. Bazı zamanlarda onlara gereksinim duyarsın.

3-Hastalık gibi olanlar. Bunlara hiçbir zaman ihtiyaç duymazsın. Fakat insan bazen bu arkadaşlıklara yakalanır. Bunların ne sevgi ve içtenliği vardır, ne de bir faydası.”(2)

İslam alimlerinin bu benzetme ve gruplandırmalarından yararlanarak arkadaşlıkları dört farklı sınıfa ayırabiliriz:

• Sadece dünya arkadaşı(Sadece dünyayı kazanmak için edinilen arkadaş)

• Sadece Ahiret arkadaşı( Sadece ahreti kazanmak için edinilen arkadaş)

• Hem dünya hem de Ahiret arkadaşı( Hem dünya hemde ahreti kazanmak için edinilen arkadaş)

• Ne Dünya ne de Ahiret arkadaşı( Hem dünyayı hem de ahreti kaybettiren arkadaş)

Arkadaşlık Hak ve Hukukunun İmanla İlişkisi

Her inanç sisteminin hayat tasavvurunda, hayattaki her şeye bir anlam ve konum verilmektedir. Arkadaşlık münasebetleri de, kişilerin mensup oldukları, inanç sistemine bağlı olarak değişmektedir. İslam’da bunu belirleyen en temel esas, İmandır. Kuranı Kerimde Nisa Süresi 36’da güzel ahlakla alakalı on vazife, imanla bağlantılı olarak zikredilmektedir: “Allah’a ibadet edin ve O’na hiç bir şeyi ortak koşmayın. Anne-babaya, yakın akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolda kalmışa ve sağ ellerinizin malik olduklarına güzellikle davranın. Çünkü, Allah, her büyüklük taslayıp böbürleneni sevmez.”(4 Nisa 36)

Bu on vazife, “Allah’a ibadet edin” ve “Allah’a şirk koşmayın” emirlerinden sonra “Anne-babaya, yakın akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanındaki arkadaşa, yolda kalmışa ve sağ ellerin malik olduklarına” güzellikle davranılması şeklindedir. Önce imanı boyutun, sonra da güzel davranışın belirtilmesi, Allah’la olan ilişki düzeltilmeden ve bu ilişki gerektiği boyutta olmadan, istenen güzel davranışın gerektiği gibi gerçekleşmeyeceği manasına gelmektedir. Dolayısıyla arkadaşlık hak ve hukukunun imanı bir boyutu vardır. Ayette geçen Allah’ın güzel davranın emrini yerine getirmemek, kibirlenmenin sonucu olmalıdır ki ayetin sonunda, “Allah, her büyüklük taslayıp böbürleneni sevmez.” ifadesi kullanılmaktadır. Dolayısıyla arkadaşlık hak ve hukukuna riayet etmemenin, kibirlenme ve müstağnileşme ile de bir bağlantısı vardır. Kur’an-ı Kerim, Allah’a ve Peygambere itaat edenler arasında özel bir arkadaşlık bağının var olduğunu belirtmekle, iyi ve güzel arkadaşlıkların imanı boyutuna vurgu yapmış olmaktadır: “Allah’a ve Resul’e kim itaat ederse, işte onlar, Allah’ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, doğrular (ve doğrulayanlar), şehidler ve salihlerle beraberdir. Ne iyi arkadaştır onlar ” (4 Nisa 69) Hz. Peygamber’in, “Allah’a en çok itaat edeniniz, arkadaşına önce selâm verendir.”(3) demiş olması, arkadaşlığı teşvik etmek ve arkadaşlık hukukunu korumak amaçlıdır.

İman etmenin tersi olan durum, Allah’ın, ahiretin ve ayetlerin inkar edilip yalanlanmasıdır. Böyle davrananlar, Kuran’a göre “şeytanın” ve “ateşin arkadaşlarıdır”: “İnkâr edenler ve ayetlerimizi yalanlayanlar; işte onlar, çılgın ateşin arkadaşlarıdırlar.” (5 Maide 86; Bak: 9/113, 13/5, 37/50-58) “Ve onlar, mallarını insanlara gösteriş olsun diye infak ederler, Allah’a ve ahiret gününe de inanmazlar. Şeytan, kime arkadaş olursa, artık ne kötü bir arkadaştır o.”(4 Nisa 38).

Sonuç: “Kişi dostunun dini üzeredir” 

Laik- seküler Batı kültür ve medeniyeti, tüm ilişkileri, Allah’ı ve ahiret hayatını dışlayarak şekillendirirken; İslam kültür ve medeniyeti, İnsanın kendisi, eşi, anne babası, çocukları, akrabası, komşusu, mahallesi, arkadaşları, toplum, devlet, doğa ve hayvanlar âlemi ile olan ilişkisini, Allah’ı ve ahiret hayatını merkeze alarak belirler, şekillendirir. İslam’da bütün ilişkilerin, doğrudan yada dolaylı olarak imanı bir boyutu vardır. İslam, insanları, değer bağı, aile bağı, akrabalık bağı, komşuluk bağı ve arkadaşlık bağı gibi, değer, kan, sevgi ve mekâna dayalı bağlarla birbirine bağlayarak son derece güçlü, sağlam ve sıhhatli bir toplumsal yapı ortaya çıkarır. Bireyin hakkını korur ancak toplumun çözülmesi demek olan bireyselleşmeye karşı çıkar. Eğer arkadaşlık, imanla bağlantılı bir olgu ise, o taktirde arkadaşlık bağlarını kuvvetlendirecek, güçlendirecek bir sorumluluğumuz vardır. Paraya, makama, mala ve mülke tapınma düzeyinde bağlanıp sosyal çevreden kopmanın, ileri yaşlarda neden olacağı yalnızlığı ve bunalımı, dünyevileşme hastalığına yakalanmış her müslümanın şimdiden düşünmesi gerekir. İlgi ve değerlerde meydana gelen böylesi bir değişim, doğal olarak edinilecek arkadaşın türünü de belirlemektedir. O da, yukarıda ifade ettiğimiz dört arkadaş çeşidinden sadece “Dünya için arkadaş olanlar”, “Hastalık gibi olanlar”dır.

Yanlış arkadaş seçiminin akıbeti ise, sapmadır. O nedenle; Ey iman edenler(!) Hz. Peygamber’in(sas) “Kişi dostunun dini üzeredir. Öyleyse her biriniz, kiminle dostluk kuracağına dikkat etsin.(4)” uyarısına kulak verin. Eski mekanlarınıza dönün! Eski arkadaşlarınıza dönün! “Besin-gıda gibi olan” arkadaşlarınızı bulun!

Kaynaklar

Doğan. M., Büyük Türkçe Sözlük, Pınar Yayınları, İstanbul, 2005.

Gazali, İhya-i Ulum-id-din, Aslan yayınları, İstanbul, c: 4 S: 416-426, 1972. Taberânî, Kebir, 1:546, Hadîs No: 1118.

4- Ebû Dâvud, Edeb 19, (4833); Tirmizî, Zühd 45, (2379). Buharı, (3447)

 

10 Ocak 2013 Perşembe

Akrabalık bağlarını koparan bir kültür ve medeniyet: Laik- Seküler Batı kültür ve medeniyeti

 (Milli Gazete)

Dinler, felsefeler ve bunlardan neşet eden kültür ve medeniyetler, insanin tüm ilişkilerini belirler; ilişkilere kıstaslar kor, standartlar getirirler. Kültür ve medeniyetler, dayandığı temel değerlere bağlı olarak, insanın ilişkilerindeki önceliklere ve önem derecelerine farklı anlam ve ağırlık verirler. İnsanın Allah, kendisi, eşi, anne babası, çocukları, akrabası, komşusu, mahallesi, çalışma arkadaşları, toplum, devlet, doğa ve hayvanlar âlemi ile olan ilişkileri, insanın sahip olduğu dünya görüşüne, mensup olduğu kültür ve medeniyete bağlı olarak şekillenir ve anlam kazanır. İslam Kültür Medeniyeti, Akrabalığı, Allah’a ve ahirete imanla bağlantılı çok önemli bir değer olarak ele almakta, onun sağlamlaştırılıp yaygınlaşmasını istemektedir. Buna karşılık seküler- laik Batı kültür ve medeniyeti, bireyselciliği temel değer alarak insanın, aile, akrabalık, komşuluk ve toplumsal boyutunu önemsememekte ve de ihmal etmektedir. Hatta kurduğu kurumlar, sistemlerle akrabalık ilişkilerini koparıp atmakta ya da insanları koparmaya mecbur bırakmaktadır. Burada, akrabalık ilişkileri açısından laik- seküler Batı kültür ve medeniyeti ele alınıp değerlendirilecektir.

Avrupa’nın Merkezinden Yükselen Bir Feryat: “Böyle Bir Dünyada Yaşanmaz!”

2005 yılında Almanya’da çok katlı bir apartmanın kapısı, binanın kapıcısının polise başvurması sonucu, polis kontrolünde çilingir tarafından açılır. Bir grup polis evin içerisine girdiklerinde, 75 yaşlarındaki bir karı kocanın yerde ölü cesetleri ile yüz yüze gelirler. Etrafı araştıran polis, masanın üzerinde bir notu alır ve okur. İntihar eden çift, intihar etmeden önce geriye bir mektup bırakmıştır. Mektuptaki ifadeler, insanın kanını donduracak mahiyettedir: “Üç aydır kapıcıdan başka kimse kapımızı çalmadı, Üç aydır kapıcıdan başka hiç kimse ile konuşmadık. Böyle bir dünyada yaşanmaz.” Mektup, laik- seküler dünyanın inşa ettiği bir hayat tarzına, bir kültür ve medeniyete isyanın ifadesi idi. Gerçekte, o dairede intihar eden, sadece iki yaşlı insan değildi; orada, intihar eden, sekülerleşmiş-laikleşmiş insanlık, seküler-laik bir kültür ve medeniyet ve seküler-laik bir aile yapısı idi. Uzayın derinliklerinden, milyonlarca ışık yılı uzaktan işaretleri alan laik- seküler batı insanı, Avrupa’nın göbeğindeki bu yaşlı ve yalnız insanların feryadını duymadı, duyamadı. Mars’a robot indirip, oradan her türlü işareti ve fotoğrafı alan seküler-laik bir dünya, AB’nin göbeğindeki bu feryadı niçin duyamadı?

Sekülerleşmiş insanlık bu çığlığı duyamazdı; Çünkü haz ve tüketime köle olmuş seküler-laik insanın, “kazanmakta olduklarından dolayı, kalplerinin üzerini pas tutmuştu.” (Kur’an-ı Kerim, 83 Mutaffifin 14). 19. asrın materyalist ve seküler-laik anlayışı, sanayileşme ile birlikte kadim kültürlere ve yerleşik tüm değerlere savaş açmış, aile, akraba ve toplumsal bağları çözerek toplumu, birey haline getirip yalnızlaştırmıştır: “Fukuyama: “Bu tür(Bireyci) toplumlar için beliren tehlike, insanların kendilerini ansızın yalnız bulmalarıdır; herkesle iletişim kurmakta, ahbaplık etmekte özgür olsalar da samimi topluluklar içindeki insanlarla bağ kurabilmeleri için gerekli olan ahlâksal taahhütlere girebilme yetenekleri yoktur...” (1). İşte 75 yaşlarında ki karı kocayı, intihara götüren bu felsefi yaklaşımdır, bu zihniyettir. Bu zihniyet, tüm sanayileşmiş ülkelerin toplumsal sermayesinde, ciddi bir çürüme meydana getirmiştir: “Fukuyama: Bireysel seçebilme özgürlüğünü artırmak için kendini, normları ve kuralları tepe taklak etmeye adamış bir toplum, giderek daha fazla kargaşaya kapılacak, parçalanacak, izole olacak, ortak amaçlarını ve görevlerini gerçekleştiremez hale gelecektir.

Teknolojik gelişmesinde “sınır yok” ilkesini benimseyen bir toplum, kişisel davranışlara ve buna bağlı olarak suç artışına, dağılan ailelere, çocuklarına karşı sorumluluklarını yerine getiremeyen ana-babalara, birbirini umursamayan komşulara, toplumsal yaşamın dışına atılmış vatandaşlara da “sınır yok” demektedir... Dürüstlük, vefakârlık, sözünü tutmak gibi erdemler artık etik değerler olarak itibar görmüyorlar; onların Dolar ölçütüyle somut değerleri var, ortak bir sona ulaşmak isteyen gruplar tarafından kullanılarak onlara yardımcı oluyorlar.” (2) Fukuyama’ya göre, bu zihniyetin sonucu, tüm sanayileşmiş ülkelerde aile çökmüş, akrabalık bağları kopmuş ve toplum tefessüh etmiştir: “İki yüzyıldır sürüp giden toplumsal bir kurum olan akrabalığın çöküşü, yirminci yüzyılın ikinci yarısında hızlandı. Evlilik ve doğumlar azaldı, boşanmalar hızla artıyor. Amerika Birleşik Devletleri’nde üç çocuktan biri, İskandinavya’da ise çocukların yarısı evlilik dışı doğuyor. Sonuç olarak kurumlara olan güven, 40 yıllık derin bir çöküş sürecine girdi... Böylece yirminci yüzyıl ortalarında endüstri toplumuna egemen olan toplumsal değerlerde Büyük Çözülme’yi doğurdular...” (2) Özet olarak “Büyük çözülme”, “Büyük Savrulma” olarak adlandırılan bu dönemde insanlık, şu tehlikelerle karşı karşıya kalmıştır:

• Güven kaybı: Kişilere, kurumlara, devlete

• Beşeri ilişkilerde kopma

• Akrabalık bağlarının kaybolması

• Kadının haz metaı haline indirgenmesi

• Ailede dağılma

• Evliliğe karşı çıkma

• Nikaha karşı çıkma

• Çocuğa karşı çıkma

• Gayrı meşru çocuk sayısında patlama

• Cinsel sapkınlıkların yaygınlaşması

• Suç oranlarında patlama

• İntiharlar

• Şiddetin yaygınlaşması

• Madde bağımlılığının yaygınlaşması

• Yaşlıların huzur evlerine terk edilmesi

• Mahalle ve komşu kültürünün kalkması

• Zengin fakir ayrışmasında uçurum.

Amerikalı düşünür Baudrillard, süreci çok daha acı bir şekilde tasvir etmektedir: “Baudrillard: “New York’ta kentin topaç gibi fırıl fırıl dönmesi öylesine şiddetli, merkezkaç gücü de öylesine büyük ki, iki kişi olarak birlikte yaşamayı, bir kişinin yaşamını paylaşmayı düşünmek insanüstü bir şey. Burası, içine hayvanların cinslerini tufandan kurtarmak için ikişer ikişer bindikleri Nuh’un gemisi karşıtı bir gemi. Burada şaşılası ikinci Nuh’un gemisine herkes, erkek ya da kadın tek başına binmiş; her akşam son “parti” için hayatta kalanları bulmak o erkek ya da kadına düşüyor. Nuh tufanında cinslerini korumak için hayvanlar, gemiye eşleri ile binme basiretini, iradesini göstermişlerdir. Bugünkü dünyada oluşturulmak istenen bireysel bir toplumda; “ikinci Nuh’un gemisine” nesillerini kurtarma fedakârlığını göstermeyecek tarzda, parçalanmış aileler olarak, birey olarak binme isteği, tehlikenin büyüklüğünü ortaya koymuyor mu ” (3).

Laik- Seküler Zihniyet, Akrabalık Bağlarını Koparır Ve Nesli Helak Eder

Gelinen bu nokta, sekülerleşmiş-laikleşmiş kültür ve medeniyetlerin, kendi elleriyle kazandıklarını, tatmasından başka bir şey değildi: “İnsanların kendi ellerinin kazandığı dolayısıyla, karada ve denizde fesad ortaya çıktı. Umulur ki, dönerler diye (Allah) onlara yapmakta olduklarının bir kısmını kendilerine taddırmaktadır.” (30 Rum Süresi 41). Bu feryatları duyamamalarının sebebi, hayatı, kâinatı ve insanı yanlış algılamaları ve değerlendirmeleridir. Sahip oldukları dünya görüşü yanlıştır. Mesele bir zihniyet ve değerler meselesidir. Allah’ı hayattan dışlayan ve bütün ilişkileri, beşer aklının ürünü olarak ortaya koyan bir zihniyetin gelip toslayacağı duvar burasıdır. Ana mesele ve ana tehlike, böyle bir zihniyetin iktidar olması ve hayatı tanzim edecek gücü elinde bulundurmasıdır: “Demek, ‘iş başına gelip yönetimi ele alırsanız’ hemen yeryüzünde fesad (bozgunculuk) çıkaracak ve akrabalık bağlarınızı koparıp parçalayacaksınız, öyle mi ” “İşte bunlar; Allah onları lanetlemiş, böylece (kulaklarını) sağırlaştırmış ve basiret(göz)lerini de kör etmiştir.” (47 Muhammed 22-23) Allah’la bağlarını koparmış, basiretleri kör olmuş ve her şeyi insan aklına indirgemiş bir zihniyetin ulaşacağı doğal sonuç budur. Tarih boyu bu zihniyetin, bütün cazip, çekici söylemlerine rağmen insanlığı getirip soktuğu bataklık ortadadır: “İnsanlardan öylesi de vardır ki, dünya hayatına ilişkin sözleri senin hoşuna gider ve kalbindekine rağmen Allah’ı şahid getirir; oysa o azılı bir düşmandır.

“O, iş başına geçti mi yeryüzünde fesad çıkarmaya, ekini ve nesli helak etmeye çaba harcar. Allah ise, fesadı (bozgunculuğu ve kışkırtıcılığı) sevmez.” (2 Bakara 204-205) Bu insan unsurunun iktidar olması demek, neslin helak olması, akrabalık, komşuluk ilişkilerinin kopması ve yeryüzünün fesada uğraması demektir. Medya, internet, müzik ve film sektörü, kozmetik sanayi, turizm sektörü, moda akımları ve seküler-laik eğitim çürümeyi hızlandırıcı etki yapmaktadır. Zehir ya altın kase içerisinde ya da serumla insanlığa sunulmaktadır. Yapıp ettiklerinden dolayı, “Kalpleri katılaşmış ve şeytan onlara yapmakta olduklarını çekici (süslü) göstermiştir.”(6 Enam 43). Allah da, “İğrençliklerine iğrençlik (murdarlık) ekleyip-arttırmıştır.” (9 Tevbe 125). Boşanmanın övülmesi ve teşvik edilmesi, nikâhsız birliktelik, eşcinsellik ve evlilik, zinanın meşru kabul edilmesi, evlilik dışı çocuk edinme, evlilik öncesi cinsel beraberlik, tek ebeveynli aile, sperm bankası, taşıyıcı annelik, çocuğun külfet olarak görülmesi, geç evlenmenin teşvik edilmesi, aile hayatını yıkmakta ve nesillerin geleceğini tehlikeye atmaktadır. Bütün istatistikî, veriler ortada iken her türlü çirkinliğin ve çirkefin, medya ve internet aracılığıyla yayılmasına özgürlük adına göz yummak demek, kalplerin mühürlenmesi, gözlerin kör olması, kulakların işitmemesi ve aklın tutulması demektir (2 Bakara 7).

Dolayısıyla; “Kalbleri vardır bununla kavrayıp-anlamazlar, gözleri vardır bununla görmezler, kulakları vardır bununla işitmezler. Bunlar gafil olanlardır.” (7 Araf 179). Seküler - Laik temelli kültür ve medeniyetler, kaçınılmaz olarak böyle bir insan unsuru inşa ederler.

Sonuç: Seküler-Laik Bir Medeniyetin Ürünü Olan Avrupa Birliği Akrabalık Bağlarını Koparmakta Ve Nesillerin Helakine Sebebiyet Vermektedir

Avrupa Birliği bir Hıristiyan birliği olmayıp Hıristiyanlığı dışlayan Laik- seküler değerler üzerine inşa edilmiş bir birlikteliktir. AB, Hıristiyanlığı, genel de bir manivela olarak, özelde de Türkiye’ye karşı da bir kalkan olarak kullanmaktadır. Özünde AB, bir Hıristiyan birliği değildir. Laik- seküler zihniyet, tüm dinlere olduğu gibi Hıristiyanlığa da savaş açmıştır. O nedenle Laik-Seküler değerler üzerine inşa edilen AB, dinlerin ortaya koyduğu temel değerlere karşı olduğu için İslam dinine de karşıdır. Türkiye’de ki halkın değerlerini ve yaşantısını İslami gördüğü için, Türkiye’nin AB’ye girme isteğini bir koz olarak kullanıp, milletimizin temel değerlerini değiştirmeye  ve tahrip etmeye çalışmaktadır:

“Fransız Cumhur başkanı Jacques Chirac,2004: “ Türkiye’nin değerlerini, yaşam tarzını, kurallarını derinden değiştirmesi gerekmektedir. Bizim paylaştığımız tüm değerleri ve kuralları benimsemesi ve bunun için Türkiye’nin kayda değer çabalar göstermesi gerekmektedir.” (4) Türkiye üzerinde oynanmak istenen oyun, Lozan’da Laik- seküler değerler üzerine kurulmuş olan sistemin gücünü kullanarak, milletimizin değerlerini tahrip edip sürüleştirmek ve küresel sömürü çarkının dişlileri arasında öğütmektir. Milletimize bu amaçla medya üzerinden açılan bir savaş vardır. Bu savaşın finansmanı da, AB proje fonlarından ve Okyanus ötesinden sağlanmaktadır: “Bülent Güven, (Sosyal Demokrat Alman- Türk Forumu Başkanı, Hamburg Eyaleti Yönetim Kurulu Üyesi, Siyaset Bilimci): Kültür projeleri için ayrılan fonlar, Türkiye’de köklü bir değer değişimini amaçlıyor. Yerli dizi diye takdim edilen dizi filmlere bile fon ayırabiliyorlar. Kitaplar, dergiler yani yayınevleri ve STK’lar üzerinden yürütülen sosyal projeler ise herkesin malumu.

Bütün bunlar batılı değerlerin meşrulaştırılması için... (Yerli Diziler) Etkileme gücü çok yüksek yapımlar bunlar. Mesela en basitinden eş cinselliğin halkın nazarında normal sayılmasını sağlamak için daha iyi bir imkan aklınıza geliyor mu Dikkat ederseniz bu tür yapımlarda bir eşcinsel karaktere yer verilmişse o mutlaka iyilik abidesi bir kişilik olarak çıkar karşımıza.” (5) 20 Mart 2007’de, Bilgi Üniversitesinde ilk Eşcinsel Kulüp kurulmuş; 25 Mart 2007 ise ‘Dünya bankasından 5 bin dolarlık bir destek alarak, eşcinselliğin yaygınlaştırılarak meşru gösterilmesi faaliyetlerine başlanmıştır.’ Her yıl ayrı bir konu ele alınarak diziler ve TV programlar aracılığıyla toplumsal değerler, örfler, adetler, gelenek ve görenekler yıpratılıp gözden düşürülmeye çalışılması, bir tesadüf değildir, küresel bir projedir. Planlı, stratejili bir saldırı vardır. 

Tarih boyu, sömürgeci zihniyete sahip tüm güçler, gerek küresel gerekse bölgesel bazda, aynı politikayı benimseyip uygulamışlardır. Çinlilere yenilmiş olan Türk Hakanı İşbara Han’ın Çin imparatoruna yazdığı Mektup üzerinde, başta Türkiye’yi yönetenler olmak üzere millet olarak çok daha derin düşünmemiz gerekmektedir: “Oğlumu sarayınıza gönderiyorum. Size, semavî menşe’den gelen atları her yıl takdim edecektir. Sabah akşam emrinizi bekleyeceğim. Fakat elbiselerimizin önlerini açmağa, dalgalanan saç örgülerimizi çözmeğe, dilimizi değiştirmeğe ve sizin kanunlarınızı kabul etmeğe gelince; örf ve adetlerimiz çok eski olduğu için, onları bozmağa cesaret edemedim. Bütün milletimiz de, aynı kalbe sahiptir.” (6).

Bugün, Toplumun her kesimi ve her yaş grubu hedef tahtasındadır. Savaşın odağında da ahlak, aile, akraba ve komşuluk değerlerimiz vardır: “Nasıl olabilir ki!... Eğer size karşı galip gelirlerse, size karşı ne ‘akrabalık bağlarını’, ne de ‘sözleşme hükümlerini’ gözetip-tanırlar. Sizi ağızlarıyla hoşnut kılarlar, kalbleri ise karşı koyar. Onların çoğu fıska sapanlardır.” (9 Tevbe 8) “Onlar (hiç) bir mü’mine karşı ne ‘akrabalık bağlarını’, ne de ‘sözleşme hükümlerini’ gözetip tanırlar. İşte bunlar, haddi aşmakta olanlardır.” (9 Tevbe 10) Ey İman edenler! AB konusunda vereceğiniz karar, “fıska sapanlarla”, “haddi aşanlarla”, “kalbinde hastalık olanlarla”, “münafıklarla”, Kalbı mühürlenmiş olanlarla”, “gözüne perde çekilmişlerle”, “Allah’ın kadrini hakkıyla takdir edemeyenlerle”, “Allah’ın ve Ahretin bu dünyayı tanzim etmesine karşı çıkanlarla” aynı safta olup olmama kararıdır.

Ve Kararın bedeli, ya Cennet ya da Cehennemdir.

Kaynaklar

1- Fukuyama, F., Büyük Çözülme, Sabah Yayınları, İstanbul, (1999), s: 59

2- Fukuyama, F., Age. S: 14-21.

3- Baudrillard, J., Amerika, Ayrıntı Yayınları, 1996,s. 29.

4- Zaman, 17.12.2004.

5- Kökce, H., Söyleşi, Gerçek Hayat, 15-21Ekim 2004, Sayı 2004-42(208) s: 16-17.

6 - Turan, O., Türk Cihan Hakimiyeti Mefküresi Tarihi, İstanbul 1969, c. ı, s. 89.

 

3 Ocak 2013 Perşembe

Bir kültür ve medeniyet davası olarak akrabalık

 (Milli Gazete)

Giriş

Dinler, felsefeler ve bunlardan neşet eden kültür ve medeniyetler, insanin tüm ilişkilerini belirler; ilişkilere kıstaslar kor, standartlar getirir. Kültür ve medeniyetler, dayandığı temel değerlere bağlı olarak, insanın ilişkilerindeki önceliklere ve önem derecelerine farklı anlam ve ağırlık verirler. İnsanın Allah, kendisi, eşi, anne babası, çocukları, akrabası, komşusu, mahallesi, çalışma arkadaşları, toplum, devlet, doğa ve hayvanlar alemi ile olan ilişkileri, insanın sahip olduğu dünya görüşüne, mensup olduğu kültür ve medeniyete bağlı olarak şekillenir ve anlam kazanır. Burada, İslam Kültür Medeniyetinin Akrabalık ilişkilerine bakışını ele alıp inceleyeceğiz. Bu değerlendirmeyi yaparken, geçen yazıda akrabalıkla ilgili ele alınan bölümün kısa bir özetini vereceğiz.

Akrabalık İlişkisi İman Eksenli bir ilişkidir

Akrabalık münasebetleri, kişilerin mensup oldukları, inanç sistemine bağlı olarak değişmektedir. İslam’da bunu belirleyen en temel esas, İmandır. Kuran-ı Kerim’de Nisa Süresi 36’da güzel ahlakla alakalı on vazife içerisinde yer alan akrabaya güzel davranmak, imanla bağlantılı olarak zikredilmektedir. Bu ayette birinci sırada Anne-Babaya, ikinci sırada yakın akrabaya güzel davranılması istenmektedir. Bakara 83’de, iyi davranılması emredilen insan unsurundaki sıralanışta, yakınlar, anne babadan sonra gene ikinci sırada yer almaktadır. Bakara 177’de, Birr ehli(iyilik Ehli Olma) olmak için birinci sırada “Allah’a, Ahiret Gününe, Meleklere, Kitaba Ve Peygamberlere İman” etmek; ikinci sırada, “yakınlara malı yardımda bulunmak” zikredilmektedir. Birçok Hadiste, “Allah’a Ve Âhiret Gününe İman” İle “Akrabaya İyilik Etme” arasında doğrudan bir ilişkinin olduğu ifade edilmektedir (1).

İnfakın yapılacağı insan unsurunun sıralamasında da (2 Bakara 215), Anne babadan sonra ikinci sırada yakınlar yer almaktadır. Kur’an (30 Rum 38), bize Allah’ın rızasını kazanmanın yollarından biri olarak, akrabaya hakkını vermeyi göstermektedir. Akrabalık bağı, Rahmandan bir bağ olup akrabalık bağını koparanlar, Allah’la aralarındaki rahmet bağını koparmışlardır (2).

Akrabalık, Kültür ve Medeniyet

Kültür ve medeniyet, bir toplumun temel değerlerinden neşet eden ‘içtimai hayattır’. Kültür ve medeniyet, melez değer sistemini kabul etmez. Kendi ana frekanslarına uymayan her şeyi dışlar; diğerlerini de, ele alıp yoğurur ve şekillendirip kendine mal eder. İslam’a göre değerler, Helal- Haram, Hak-Batıl, Maruf- Münker eksenli olarak tasnif edilirler. Bu ayrışmaya aykırı bir şekilde, hakla batılı, helalle haramı, marufla münkeri karıştırarak ya da batılı hak, haramı helal, münkeri maruf göstererek değerler ihdas etmek, İslam’ın ret ettiği Cahiliye dönemine geri dönmek demektir: “(5899)-”Resûlullah(sav): “İnsanlar arasında Allah’ın en çok buğzettiği üç kişi vardır:

• Harem’de sapıtıp haktan ayrılan,

• İslâm’a girdiği halde cahiliye sünnetini arayan,

• Haksız yere, kanını dökmek için bir adamdan kan talep eden.” (3)

Akrabalık, İslam kültür ve medeniyetinde toplumsal sermayenin önemli bir değeridir. Her kültür ve medeniyet, hayatı şekillendirir, kendi iktisadı, siyası ve hukuki yapısını kurar. İslam hukuk sisteminde vasiyet, miras, ganimet gibi özel hukuk alanını ilgilendiren konular, akrabalıkla ilişkilidirler.

Akrabalık, Vasiyet, Miras ve Ganimet Paylaşımı     

Kur’an’da, vasiyet yapılabilecek insan unsurlarının sıralanışında, anne babadan sonra akraba gelmektedir (2 Bakara180). Öneminden dolayı vasiyet, şahitli olmalı ve şahitlik de adalet üzerine yapılmalıdır(5 Maide 106). İslam, aile hukuku kapsamında, miras hukukuna özel önem vermiş; Miras paylaşımında, anne babadan sonra akrabalar zikredilmiştir (4 Nisa 33). Mirastan kimin ne alacağı özel olarak Kur’an’da belirlenmiştir (4 Nisa 7-11). İslam savaş hukukunda, savaştan elde edilen ganimetlerden, akrabaya bir pay verilmektedir (8 Enfal 41; Bak:59 Haşir 7).

Akrabalık, Şahitlik ve Adalet

Kültür ve medeniyetlerin kurdukları sistemlerin hayatta kalabilmesi, yaşaması ve gittikçe güçlenmesi adaletle mümkündür. Adaletin hâkim kılınmasında şahitlik, önemli bir müessesedir. Şahsın kendisi, anne-babası ve akrabaları ile ilgili konularda şahitliği son derece hassas bir konudur. Akrabalık duygusunun ortaya çıkaracağı koruma duygusu, adaleti engelleyici bir etki yapabilir. O nedenle Kuran bizden, “Allah için adil şahitler olmamızı istemektedir (4Nisa135; Bak: 6 Enam 152). Adaletin gerçekleşmesinde diğer bir engel, akrabalık duygusunun hâkim olması ile akrabalara ceza-ı müeyyidelerin uygulanmamasıdır. Bu toplumsal barışın bozulmasında, kültür ve medeniyetlerin yıkılmasında çok etkin bir faktördür: “(2540) (6787)- “Resûlullah(sav): “Siz Allah’ın had cezalarını (akrabalık ve diğer hususlarda size) yakın olan hakkında da uzak olan hakkında da tatbik edin. Allah’ın hükmünü uygulamaktan sizi hiçbir ayıplayıcının ayıplaması alıkoymasın.” (4)

Akrabalık, Toplumsal Dayanışma Ve Sosyal Barış

Aynı anne ve babanın çocuklarının farklı soylara, kabilelere bölünmesi, Allah’ın bir ayeti olarak gizemliliğini korumaktadır. Kur’an’a göre bu şekilde bir ayrışma, tanışma, dayanışma ve dengeye ulaşma amaçlıdır: “Ey insanlar, gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için siz halklar ve kabileler (şeklinde) kıldık.” (49 Hucurat 13) Kan bağının neden olduğu bir sevgi, saygı ve dayanışma; toplumun farklı kesimleri arasında denge oluşturarak sosyal barışın sağlanmasına katkıda bulunur. Farklı akraba, soy, kabile, kavim, ulus/millet ve ümmetler şeklinde bir yapılanış, insanlık evrensel kümesi içerisinde birer denge unsuru görevi görürler. Bu, bir açıdan her birimi örgütlü olan toplum demektir. Her bir örgütsel yapı, kendi müntesipleri arasında özel bir sevgi, saygı, şefkat, aidiyet ve bir sadakat duygusu meydana getirmektedir. Bunlar, insan fıtratına yerleştirilmiş duygulardır. Hz. Peygambere iman etmedikleri halde ona yardım eden müşrik akrabalarının varlığı, akrabalık duygusunun bir sonucudur. Müşriklerin, uzun bir zaman öldürücü darbe vuramamalarının sebebi, Hz. Peygamberin güçlü akrabalarının var olmasıydı.

Hz. Lut, içinde akrabası bulunmayan, yoldan çıkmış, sapık bir halka Peygamber olarak gönderilmiştir. İsra Süresi 78-81 ayetlerine göre, halkının baskısı karşısında, Hz. Lut; “(Lût: “Ah), dedi, size yetecek bir kuvvetim olsaydı, yahud sarp bir kal’aya sığınabilseydim!”(17 İsra 80) ifadesini kullanmıştır. Ayette geçen “sarp bir kal’aya sığınabilseydim” ifadesi, İslam âlimleri tarafından güçlü ‘akrabalarım ve aşiretim olsaydı’ şeklinde yorumlanmıştır (5) Benzer bir durumla Hz. Şuayb’ın mücadelesinde karşılaşmaktayız. Refahtan şımarıp azanlar, Hz. Şuayb’ın güçlü aşireti, akrabaları, kabilesi olmasından dolayı Hz. Şuayb’ı öldürmeye teşebbüs edememişlerdir:

“Medyenoğulları dediler ki; Seni aramızda güçsüz görüyoruz. Eğer aşiretin olmasaydı, seni taşa tutarak öldürürdük. Sen bizim gözümüzde saygın ve dokunulmaz bir kişi değilsin.”(11Hud 91) Akrabalık bağının meydana getirdiği bu dayanışmadan dolayı Allah, Hz. Peygambere önce akrabalarına çağrıda bulunmasını ve daveti kabul edenleri de korumasını emretmiştir: “(Öncelikle) En yakın hısımlarını (aşiretini) uyarıp-korkut.” Ve mü’minlerden, sana tabi olanlara (koruyucu) kanatlarını ger.” (26 Şuara 214-215) Hz. Peygamber bu emir gereğince akrabalarını toplantıya çağırıp davasını açıklarken kullandığı; “Çünkü sizi Allah’ın azâbından kurtarmaya benim gücüm yetmez. Ama aramızdaki akrabalık bağı sebebiyle sizinle ilgimi kesmeyeceğim.” (6) İfadesi, akrabalarla ilgili omuzuna yüklenmiş olan görevden dolayıdır.

Hz. Peygamber, yaptığı tebliğin karşılığında, akrabalık sevgisinden başka bir şey istemediğini söylemesi, akrabalık bağının, değer bağını pekiştirmede ne kadar önemli olduğunun çok önemli bir göstergesidir: “De ki: «Ben, buna karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum, ancak akrabalık sevgisi hariç.».” (42 Şura 23) Bütün bunlar, akrabalık ilişkilerinin iyi tutulmasının iki yönünü ortaya koymaktadır: Birincisi, akrabalık sevgisi, yaratılıştan insan bünyesine yerleştirilmiş çok önemli bir duygudur. Bu duygu mikro düzlemde toplumsal dayanışmayı ve kaynaşmayı sağlayarak birçok sorunun bu düzlemde çözülmesini sağlamaktadır. Devlete daha az sorumluluklar yüklemektedir. İkincisi, kan bağının neden olduğu bu dayanışma duygusunun yanı sıra yaratılış kanunlarının bir sonucu olarak insan bünyesine yerleştirilmiş olan bir başka bağ daha vardır. O da, değer bağı, iman bağı, iman kardeşliğidir. Kan bağının değer bağı ile birlikte var olması, çok güçlü bir sosyal dayanışma ortaya çıkarmaktadır. Hz. Peygamberin, büyük bir ihtimal olarak, ısrarla, akrabaları için, “sizinle ilişkimi kesmeyeceğim” demiş olmasının sebebi budur.

Sonuç: Akrabalık Bağı ile Değer Bağı Arasında

Bu noktada, değerler arası mücadelenin kanuniyeti çerçevesinde, çok ciddi bir mesele ortaya çıkmaktadır: Değer bağı ile Kan bağı çatıştığı bir ortamda, hangisi tercih edilecektir Ortaya çıkan mesele nasıl çözülecektir Kuranı Kerim’de bu noktada ki hükümler, çok açık ve kesindir. Kuranı Kerim’de özenle dikkat çekilen bir nokta, Ahrette herkesin kendi hesabını vereceği, kimsenin kimseye yardım edemeyeceği ve günahını yüklenmeyeceğidir: “Hiç kimse başkasının günahını yüklenmez. Eğer günah yükü ağır bir kimse, yükünün sırtından alınmasını istese, en yakını bile yükünün en küçük bölümünü kendi sırtına almaz.” (35 Fatır 18). “Ne yakın akrabalarınız, ne çocuklarınız kıyamet günü size bir yarar sağlayamaz. (Allah) Sizin aranızı ayıracaktır.” (60 Mümtehine 3) İkinci dikkat çekilen nokta, veli (dost, sırdaş) olarak iman edenlerden başkasının kabul edilmemesidir; buna, müşrik anne ve babalar da dahildir:

“Ey iman edenler, eğer imana karşı küfrü sevip-tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi veliler edinmeyin. Sizden kim onları veli edinirse, işte zulme sapanlar bunlardır.”(9 Tevbe 23) Kur’an’da, 31 Lokman 14’de Allah, anne babaya iyilikle davranmayı tavsiye etmektedir. Ancak Allah’a şirk koşma söz konusu olunca, Anne babaya itaat edilmemesi; bununla beraber onlara iyi davranılması emredilmektedir (31 Lokman 15). Kur’an-i Kerim’de Mücadele süresinde, akrabalık açısından mümkün tüm bağlar ifade edilerek, değer bağının tercih edilmesi noktasındaki hüküm genelleştirilmiştir: “Allah’a ve ahiret gününe iman eden hiç bir kavim (topluluk) bulamazsın ki, onlar Allah’a ve Rasulüne karşı başkaldıran kimselere bir sevgi (ve dostluk) bağı kurmuş olsunlar; bunlar, isterse babaları, ister çocukları, ister kardeşleri, isterse kendi aşiretleri (soyları) olsun. (58 Mücadele 22) Burada bir noktaya dikkat edilmelidir: Akrabalık bağının yüklediği sorumluluklar, değer bağının kopması ile tamamen kesilmektemidir Hz. Peygamberin akrabalarına yaptığı davetten sonra kullandığı ifadeler, akrabalık sorumluluklarının tamamen kalkmadığı ve ilişkinin koparılmaması gerektiğidir: “332. Resûlullah(sas):(Akrabam olan) Falan oğulları ailesi benim dostlarım değildir. Benim dostlarım Allah Teâlâ ile iyi mü’minlerdir. Fakat ötekilerle aramızda akrabalık bağı bulunduğu için kendileriyle ilgimi kesmeyeceğim.” (7).

Hz. Peygamber, bu hadisinde, dost kabul etmekle akraba olmak arasındaki ince çizgiye dikkat çekerek, her şeye rağmen, akrabalık ilişkisinin kesilmemesine gayret sarf edilmesini istemektedir. Lokman 15’de de her şeye rağmen anne babaya iyilikle davranılması emredilmiş olması, akrabalık hukukunun tamamen kesilmemesi, kalkmaması gerektiğini ortaya koymaktadır. İslam kültür ve medeniyeti, inşa ettiği toplumun sağlıklı ve sağlam olabilmesi için fıtratta var olan bütün özelliklerin, günlük hayatta korunmasını öngörmektedir. İslam Kültür ve medeniyeti, akrabalık bağı ile değer bağının birlikte var olmasını ister ve savunur. Hayatı, kenti, köyü ona göre tanzim eder.

O nedenle Ey İman edenler; “(Peygamberimiz (sav)): Allah’tan korkun ve akrabalarınıza iyilik edin.” (8)

Kaynaklar

1- Buhârî, Edeb 85; Müslim, Îmân 74, Buhârî, Nikâh 80, Edeb 31, Rikak 23; Ebû Dâvûd, Edeb 123; Tirmizî, Kıyâmet 50; İbni Mâce, Edeb 4

2- Tirmizî, Birr 16, (1925); Ebû Dâvud, Edeb 66, (4941).

3- Buharî, Diyât 9.

4-İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 17/314.

5- İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/339-340.

6- Müslim, Îmân 348, 351; Buhârî, Tefsîru sûre (26) 2; Tirmizî, Tefsîru sûre (27) 2; Nesâî, Vesâyâ 6.

7- Buhârî, Edeb 14; Müslim, Îmân 366

8- İbni Asakir; 1:130, Hadîs No: 129.

 

ŞER İTTİFAKI ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI İÇİN İKİ ANA EKSEN OLUŞTURMAYA ÇALIŞMAKTADIR

(Umran Dergisi)   Şer İttifakı (Siyonizm-ABD-İngiltere-İsrail, AB) 21. yüzyılı “dijital dönüşüm” yüzyılı olarak öngörmekte, bu nedenle “büyü...