(Milli Gazete)
Giriş
Uzun vadeli bir devlet politikasının ve stratejisinin
olmamış olması ve devletin değişik kurumları arasında var olan güvensizlik ve
farklı yaklaşım, Türkiye’nin meselelerini çözmekte, en güçlü engel olarak
ortaya çıkmaktadır. Bunun yanı sıra, dış bölgesel ve küresel güçlerin devreye
girmesi ile işler daha da karmaşık hale gelmekte ve kolay çözülebilecek olan
bir konu çözümsüzlüğe mahkûm edilmektedir.
Türkiye’nin kendi problemlerini çözüp güçlenmesi, elbette
dış güçlerin (bölgesel ve küresel güçlerin) işine gelmez. Bunda herhangi bir
anormallik yoktur. Anormal olan, tüm çözümlere ülke içinden muhalefet eden ve
çözümleri engelleyen iç güç odaklarının olmuş olmasıdır.
Son günlerde ‘Kürt sorunu’(!) diye isimlendirilen bir sorun,
mehter yürüyüşü ile yeniden ele alınmıştır. Türkiye’yi yönetenler, bir dönem
Abdullah Öcalan’la görüşmeyi ‘şerefsizlik’ sayarken, bu günlerde çözümün bir
parçası olarak görmektedirler. Bu bağlamda siyasette kullanılan dil, ne yazık
ki hep sorunlu olmuştur. Asıl mesele, Abdullah Öcalan’la görüşüp görüşmeme ya da
onu muhatap alıp almama değildir. Asıl mesele, Türkiye’nin kendi sorunlarına
gerçekçi teşhis koyamamış; günlük, anlık, geçici ve yasak savma kabilinden
çözümlerle uğraşıyor olmasıdır.
Bu noktada sorulması gereken temel soru, Türkiye’nin, başta
dinî, mezhebî ve kavmî sorunları olmak üzere tüm sorunlarını, adil bir çözüme
kavuşturmasının önündeki en temel engel nedir Bu bağlamda sadece ‘Kürt
sorununu’ ele aldığımızda ‘Kürt sorunu’ denen sorunun kökeni, temel nedeni
nedir ‘Kürt sorununun’ çözülmesi ile Türkiye bütün sorunlarından arındırılmış
olacak mıdır Mesele, kavmi ya da mezhebi noktadan ele alındığında çözüme
ulaşılmış mı olacak; yoksa mesele, daha da karmaşıklaşmış mı olacaktır
O nedenle, şu sorunun cevabını, daha köklü ve derinlemesine
aramalıyız. Türkiye’nin ana sorunu, gerçekten de Kürt sorunu mudur, Alevi
sorunu mudur Yoksa Kürt sorunu, Alevi sorunu ana sorunun bir sonucu mudur?
Burada ‘Kürt Meselesi’ kapsamında bu konu ele alınacaktır.
Türkiye’de Sorunların Anası: Lozan’da Kurulan Laik - Seküler
Sistemdir
Osmanlının yüzlerce yıl içinde farklı dil, din, mezhep ve
etnik yapıları, bir potada eriterek belli ortak paydalar etrafında inşa ettiği
üst kimlik, Lozan’da verilen sözler çerçevesinde parçalanmıştır. Anadolu
coğrafyasında var olanların tümünün ‘saf kan Türk’ olmadığı bilinmesine rağmen
yeni bir ulusal kimlik inşasına, ‘kanunen ve cebren’ başvurularak kin, nefret
ve nifak tohumları bilerek ya da bilmeyerek bu topraklara ekilmiştir. Nifak
tohumlarını ekenler, bizzat içerdekiler olmuştur; dış güçler ise, ekilen bu
zehirli sarmaşıkları, yeri ve zamanı geldiğinde kullanmak üzere korumuşlar,
sulamışlar ve de beslemişlerdir. İçerdekiler, uluslar arası konjonktürün
değişmeyeceğini varsayarak tüm kavmi kimlikleri asimile etmek için pervasızca
hareket etmişlerdir. Bu nedenle bu gün karşı karşıya kalınan sorunu,
seküler-laik- liberal olan iki kavmiyetçi akımın (Türk, Kürt) çözmesini
beklemek büyük bir hata olur.
Lozan’la birlikte yeni bir ulus devlet Türkiye,
‘yaratılmıştı’(!) Şimdi de bu ulus devlet için bir ulus ‘yaratılmalıydı’(!)
Milli mücadele sürecinde İttihat Terakki’nin ikinci derece insan unsurundan
meydana gelen çekirdek kadro, gücü ele geçirince, hem İslami kimlik, hem de
Türk, Kürt ve diğer kimlikleri, ret ve inkâr etmiştir. Aynı tornadan
çıkmışçasına homojen bir toplum ve tek tip insan ‘yaratmak’(!) amacıyla tüm alt
ve üst kimlikler parçalanmıştır.
Devrimlerle bir taraftan var olan tüm kimlikler
parçalanırken, Batı kültür ve medeniyetinin değerlerini benimseyip inanan bir
halk inşa edilmekteydi. İnşa edilecek olan yeni toplumun, mevcut tarafından
kabul görmesi için bir dayanak gerekliydi. O dayanak da, kavmi olarak
çoğunlukta olan Türklerin ismi, kanı, coğrafyası ve konuşma dili, söz
düzeyinde, kabul edilerek bulunmuştur.
Müslüman Türk’ün Ve Kürt’ün Asimile Edilmesi
Gerçekte yeni kimlikte, Türk’ün ismi vardı; fakat kültür ve
medeniyeti, tarihi, örf ve adetleri, gelenek ve görenekleri yoktu. Alfabesi
değiştirilmiş, Kur’an’ı, ezanı ve dini yasaklanmıştı. Tüm yaşantısı batılı
değerlere göre şekillendirilmek istenen bir halk, yeni Türk olarak
isimlendirilmişti. Yeni Türk, tarihten bize intikal eden Eski Türk (Müslüman
Türk) ile ilgisi olmayan ve fakat kendi tabirleri ile ‘yarattıkları’(!) yeni
bir ulustu. Bu Yeni Türk, bir halk olarak henüz ortada yoktu. Yeni Türk, Eski
Türk’ün ismini, coğrafyasını, kanını ve konuşma dilini miras olarak almıştı.
Eski Türk (Müslüman Türk) öldürülmüştü. Yeni Türk (Batılı
Türk) ise, tarihini, kültür ve medeniyetini, dinini, imanını, ecdadını,
kıblesini ret eden mankurtlaştırılmış bir Türk idi. Bu coğrafyada yaşayan, yeni
alfabeyi, laiklik dinini benimseyen, İslam’la ilişkili tüm tarihi, kültür
medeniyeti ret ve inkâr edip Batı kültür medeniyetini benimseyen herkes
Türk’tü. Bu yeni Türk, tarihten gelen ve Müslüman olan Türk’ten başka bir
şeydi.
Kanı işin içine niçin soktukları belli değildi. Çünkü
Türkçülüğün ateşli savunucularının birçoğu -İnönü, Ziya Gökalp ve Moiz Kohen…-
Türk soyundan gelmemekteydi.
Bu Yeni Türk’ün gözünde Eski Türk ‘Öküz Anadolulu’(!) idi ve
düşmandı. Bunun için medeni olan şehirlere girmemeliydi. Yeni Türk’e ‘hizmet
etmekle’ ve onu ‘korumakla görevliydi’.
Türk milletinden kast edilen aynı coğrafyada, ‘aynı
soydan’(!), ‘aynı kandan’(!) ve ‘aynı dilden’(!) olan insanlar topluluğu idi.
Aynı coğrafyada yaşadığı halde aynı dil, aynı soy ve kandan olmayanlar ne
olacaktı Herkes yeni din-kültür ve medeniyete göre yeniden formatlanacaktı.
Formatlanmaya karşı çıkanlar, hain, düşman ve tehlikeliydi. Formatlanma asimile
olmak demekti. Ya asimile olacaklar ya da yok edileceklerdir. Cumhuriyetin
çekirdek kadrosu tarafından ‘kanunen ve cebren’ formatlanma gerçekleştirilerek,
‘Yeni Türk yaratılacaktı’(!) Onun için ‘On yılda on beş milyon genç yarattık
her yaştan’ demekteydiler. Onuncu yıl marşı, bu yeni Türk’ün marşıydı. ‘Yeni
Türk’, tek parti döneminde kendisine karşı çıkanları suikastlarla yok etmiştir.
Yeni Türk’ün adalet anlayışı, ‘Sanıkların idamına tanıkların bilahare
dinlenmesine karar vermeye’ dayanır. Erzurum’da ‘bohçacı bir kadını şapka
devrimine karşı çıktı gerekçesiyle asarak’ ya da Batı’daki bir olaydan
Doğu’daki bir şeyhi ve/veya bir Kürt aşiret reisini sorumlu tutarak ortalığa
dehşet salar. Köyler göçe zorlanarak ve gecekondulaşma ile köylülerin
dayanaksız hale getirilerek dönüştürülmesi hedeflenir.
Cumhuriyet yönetici kadroları için, nüfus olarak Türklerden
sonra en baskın unsur olmaları ve İslam dinine bağlılıkları açısından tehlikeli
olabilecek olan unsur, Kürtlerdi. Öncelikle bunların, öngörülen yeni Türk’ün
saflarına katılması için formatlanması ve genetik şifrelerinin yeniden
düzenlenmesi gerekmekteydi. Bu noktadan hareketle Kürtler üzerinde tezler
üretilerek dilleri, soyları, kültürleri yok sayıldı. Yerel isimler kazınarak
yok edildi. Dağa taşa ‘Ne mutlu Türküm diyene’ yazıldı. Türklerin bir boyu,
‘Dağ Türkleri’, bir kolu olarak gösterilmek istendi. Tıpkı Türkler gibi onlar
da ekonomik olarak mağdur edilip köyden kente göçe zorlandı.
Anadolu’da var olan diğer kavmi unsurlarda olduğu gibi
Kürtlerin de anadillerinde konuşmaları, yazmaları, eğitim görmeleri, şarkı ve
türkü söylemeleri, tarihten gelen ve Kürtçe olan yerel isimleri ve bölgenin
ismini kullanmaları yasaklandı.
Haklarını elde etmek için yapılan her hareket, isyan,
başkaldırı olarak nitelendirilip yabancı işbirlikçiliği ile suçlandı,
karalandı.
Müslüman Türk Ve Kürtlerin Yanılgısı
Yaklaşık 80 yıldır uygulanan asimilasyon politikalarının bir
sonucu olarak, bu ülkede yaşayan insanların zihinsel yapısında ciddi bir
kırılma ve bir kısmında tam, bir kısmında ise kısmen mankurtlaşma (hafızasını
kaybetmiş köle) vuku bulmuştur. Lozan’da Batı kültür-medeniyet değerlerine göre
kurulan bir sistemi, salt isminde Türk geçiyor diye savunmak ya da benimsemek
gibi bir hatanın içerisine zaman zaman düşülmüştür. ‘Bu ülkede herkes
Türk’tür’ şeklinde 80 yıldır formatlanan neslin bir kesimi için, Türk’ten
başka kavmi yapılardan, farklı dillerden bahsetmek, ülkeyi bölmek istemek,
hainlik yapmak, işbirlikçi olmak demektir. Bürokrasinin tanımladığı dinin
dışına çıkmak, irtica olarak görülmüş ve arkasında yabancı parmağı aranmıştır.
Bunlar yapılırken muhatabın, Türk mü, Kürt mü, Laz mı… olduğuna bakılmamıştır.
İslam’ın ahkâm hükümlerini bir tarafa bırakalım; sadece
başörtülülerin üniversitelere girememesi (yakın tarihe kadar) ve devlet
dairelerinde çalışamamasını hangi milli kültür ve medeniyet mensubiyeti ile
izah etmek mümkündür. Ailedeki eğitimle, okuldaki eğitim birbirine ters ise, bu
sistem, nasıl bir Müslüman Türk’ün sistemi olabilir. İslam kültür ve
medeniyetine savaş açmış bir sistemi ve bunun yaptıklarını savunmak Müslüman
Türk’e düşmez.
Bu ülkede yüzde 5’lik refahtan şımarıp azan mutlu bir
azınlık, kan dökülmesini sağlayarak, kanın inşa ettiği kin ve nefreti
kullanarak, tüm etnik ve mezhepsel alt kimlikleri birbirine düşman kılarak,
sistemin sorgulanmasını engellemektedir. Müslüman Türklerin ve Kürtlerin, bu
psikolojinin etkisi altında kalarak kavmiyetçiliğe kayması, Kürt ya da Türk
düşmanlığı yapması ya da buna varacak bir dil kullanması tehlikelidir ve İslami
değildir. Küresel güçlerin ve onların yerli işbirlikçilerinin oyununa gelmek
demektir.
Kürt dilinin, Kürtçe şarkı türkünün, Kürtçe konuşmanın ve
Kürtçe eğitimin yasaklanması ve Kürtçe isim koymanın engellenmesi, Kürtçe yerel
isimlerin değiştirilmesi ve Osmanlı zamanında Kürdistan olan bölge isminin
değiştirilmesi, ne İslami’dir ne de insanidir. Bu noktada Müslüman Türklerin,
Özal zamanında Bulgaristan’da Müslümanlara, Türklere yapılan zulmü
hatırlamalarında fayda vardır. Türklerin Türkçe konuşması yasaklanıyor,
isimleri değiştiriliyor ve başörtüsü kullanmaları engelleniyor diye
Müslümanlar, bu ülkede meydanlara inip muhteşem kalabalıklarla gövde gösterisi
yaparak Bulgaristan’ı protesto etmişlerdir. Bulgaristan komünist bir ülke idi
ve dine düşmandı. Müslümanları ve Türkleri de asimile etmek istiyordu. Oysa
o yıllarda Türkiye’de kız öğrencilerin başörtülü olarak üniversiteye girip
okuması yasaktı. İlginç olan Türkiye’de yasaklama getiren zihniyet, meydanlara
inen halk gösterilerine destek vermiş ve teşvik etmiştir. Bu gerçeği Müslüman
Türk ve Kürt’ün görmesi gerekir.
Bulgaristan’da kendi soydaşlarınıza yapılan bir hareketi,
zulüm olarak kabul edip protesto edeceksiniz ama Türkiye’de Müslüman kardeşine
aynı zulüm yapıldığı zaman susacak ya da zulme hak vereceksiniz. Kavmiyetçilik
budur. Müslüman Türk ve Kürt, bu zihni kirlilikten ve yanılgıdan kurtulmalıdır.
Bu ülkede komünizmle mücadele adına CIA’nın tuzağına düşmüş
nice Türk vardır. 12 Eylül 1980 darbesinden sonra ortaya dökülmüş birçok
belgede, itirafta bunu görmek mümkündür. Dahası, Türkiye Cumhuriyeti’nin Milli
İstihbarat Teşkilatı’nın ve Özel Harp Dairesi’nin maaşlarını, bir dönem ABD
vermiştir. Ayrıca Ergenekon diye adlandırılan gizli teşkilatlanma, NATO’nun
bünyesinde yapılmıştır. ABD menfaatlerinin gerektiği zamanlarda bu yapı,
Türkiye’de darbe yapmıştır. O darbeyi yapıp Müslüman Türklere ve Kürtlere zulüm
yapanlar, sadece Türk olanlar değildi; o yapının içinde Kürtler de vardı. Bu
gerçek üzerinde bugün Müslüman Kürtlerin ve Türklerin çok derin bir şekilde
düşünmesi gereklidir.
Özellikle Müslüman Türklerin tefekkür etmesi gereken şey, bu
ülkenin Kürt çocukları, dağa çıkarak kendi ülkesine, hatta kendi anne ve
babasına düşman hale gelmiş olması ya da getirilmiş olmasıdır. Niçin
Bu ülkede, 12 Eylül 1980 öncesinde, aynı anne babanın
çocuklarının sağ-sol adına birbirini kırması vakası yaşanmıştır. Onları
birbirine düşman kardeş yapan kimlerdi ve hangi şartlardı Bu sorgulama,
gerçekçi bir şekilde henüz yapılmadı. Aynı soruyu, şimdi PKK hadisesinde
sormalıyız. Hangi nedenlerle bu ülkenin Kürt çocukları dağa çıkmakta ve kendi
halkına silah sıkmaktadır Kadın konusunda son derece hassas olan Kürtlerin
kızlarının, dağa çıkmasına sebep olan nedir
Asimilasyon politikalarının dışında, 1980 öncesi
Güneydoğu’da ki askeri operasyonlarda, halka yapılan zulmün ve Diyarbakır Cezaevi’nde
mahkûmlara reva görülen gayrı insanı davranışların, yöre insanın zihin yapısını
şekillendirmesinde ve isyanında hiç payı yok mudur Aksini düşünenlerin, Balkan
faciasına, Rumelinin İslam diyarı olmaktan çıkmasına, sebebiyet veren
ağa-bürokrat zulüm çarkının, yöre insanının zihin dünyasında yaptığı tahribata
bakmalarında fayda vardır. Bunun için Pınar Yayınları’ndan çıkan eyalet
valiliği yapmış Hüseyin Kazım Kadri’nin “İmparatorluğun Tasfiyesi” kitabını
okumaları yararlı olacaktır.
Müslüman Kürtler ve Türkler bu ve buna benzer soruları
sorgulamalı ve cevaplarını, İslam kültür ve medeniyetinin temel değerleri
açısından vermelidir.
Kendi öz çocuğunu, kendine yabancılaştıran, hatta düşman
haline getiren bir sistemi sorgulamayan tüm Müslümanlar, hatalıdırlar. Bu
sorgulama olmadığı sürece de bu ülkenin hiçbir sorunu, gerçek anlamda çözüme
kavuşturulamayacak, pansumanvari tedbirlerle sisteme suni teneffüs
yaptırılacaktır. Müslüman olan herkesin, özellikle de Türklerin, bu gerçeği
görerek, kurulan oyunu bozması, Kürt halkının fıtri olan haklarını yerine
getirmek üzere mücadele etmesi gerekmektedir.
Müslüman Kürtlerin Yanılgısı, zulmün sadece kendilerine uygulandığıdır. Cumhuriyet tarihi baştan sona incelendiğinde, Lozan’da kurulan sisteme ve yapılan devrimlere karşı çıkan herkes, zulümden nasibini almıştır. Aşağılama, horlama, fakir bırakma, tehdit etme, ayırım yapmadan tüm Anadolu halkına uygun görülen sıradanlaşmış davranışlardır. Cumhuriyet tarihinin büyük bir zaman diliminin sıkıyönetim ya da olağanüstü hâl ile geçmesi, bunun bir göstergesidir. Gecekondulaştırma politikası, kavmi kimliklere bakılmaksızın Müslüman bir halkın asimile edilmesine dönük bir projedir. Köylerin boşaltılması (Köy nüfusunun yüzde 20’lere indirilmesi), bugün, AB adına açık bir şekilde ve meşru gösterilerek yapılmaktadır. Müslüman Türkler de, Kürtler de bunu alkışlamaktadır. Yapanlar farkına varsın ya da varmasın gökdelenleşme politikası, kimliksizleştirme ve asimilasyonu beraberinde getirecektir. Gökdelenleşme, bu ülkenin insanlarını, bireyselleştirerek, kendi kültür ve medeniyetinden kopararak, laik-seküler Batı kültür medeniyetini benimsemiş bir dünya vatandaşı yapacaktır.
Sonuç: Bu Sistem Değişmelidir.
Bataklık kurutulmadan sivrisineklerin çoğalmasına ve
sıtmanın yayılmasına mani olmak mümkün değildir. Türkiye’deki ana sorun, insan
fıtratına zıt bir hayat tarzının zorla uygulanmış olmasıdır. Bu da sistem
sorunudur. Asimilasyon politikası, bu sistemin ürünüdür. Bu ülkenin Müslüman
Kürtleri, Türkleri, Çerkezleri, Boşnakları, Arnavutları… özetle, tüm Müslüman
unsurları, toptan asimile edilmek istenmektedir. Bu asimilasyonun
gerçekleşebilmesi için laik-seküler tabanlı Kürt ve Türk kavmiyetçiliği, şuurlu
bir şekilde inşa edilmiştir.
Asimilasyon politikası, Türkiye’nin kimliğinin parçalanmasını
sağlamıştır. Allah’ın farklı soy, renk ve dilde yarattığı insanlar, tek tip
yapmaya kalkılarak Allah’ın ayetleri ret ve inkâr edilmiştir:
“Göklerin ve yerin yaratılması ile dillerinizin ve
renklerinizin ayrı olması da, Onun ayetlerindendir. Hiç şüphe yok bunda,
âlimler için gerçekten ayetler vardır.” (30 Rum 22)
“Ey insanlar, gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden
yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi halklar ve kabileler (şeklinde)
kıldık. Hiç şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (kerim) olanınız, takvaca en
ileride olanınızdır.” (49 Hucurat 13)
Türkiye’yi kurtuluşa, huzura, büyümeye götürecek olan, insan
fıtratının gereği olan bir hayat nizamının inşa edilmesidir. Sadece Türlerin
veya Kürtlerin değil bütün kavmi kimliklerin, alt kimlik olarak korunup
yaşadığı bir üst kimlik, yalnız ve yalnız İslam’dır:
“(Resûlüm!) Sen yüzünü hanîf olarak dine, Allah insanları
hangi fıtrat üzere yaratmış ise ona çevir. Allahın yaratışında değişme yoktur.
İşte dosdoğru din budur; fakat insanların çoğu bilmezler.” (
30 Rum 30)
Bunun için de çok hukuklu ve çok dilli bir hayat nizamı inşa
edilmek zorundadır.
‘Kürt sorununa’ bu kapsamda bakılmalıdır. Dolayısıyla
Abdullah Öcalan’ı muhatap alıp almamak, meselenin nirengi noktası değildir.
Sistemi yaşatacak bir hedef saptırmasıdır.
Bu nedenle bu ülkenin Müslüman tüm unsurları, bu ülke için
gerekli olan üst kimlik için mücadele vermeli ve cahillerin peşine
takılmamalıdırlar:
“Öyleyse dosdoğru yolda devam edin ve bilgisizlerin yoluna uymayın.” (10 Yunus 89)