1 Nisan 2008 Salı

Müslüman’ın Zihni Yapısında Bir Hastalık Hali DÜNYEVİLEŞME - 1

(Umran Dergisi)

 “İşte bunlar, ahirete karşılık dünya hayatını satın alanlardır; bundan dolayı azabları hafifletilmez ve kendilerine yardım edilmez.” (2 Bakara 86)

 “Onlar, yaptıkları dünyada ve ahirette boşa gitmiş olanlardır. Ve onların yardımcıları yoktur.” (3 Ali İmran 22)

İnsanoğlunun yaşamında anne karnında, bu dünyada, berzahta(kabirde) ve öte dünyada olmak üzere dört evre söz konusudur. Yaratıcı, âlemlerin Rabbi olan Allah, anne karnı ve kabir evreleri ile ilgili yeterli bir bilgilendirme yapmamış olmasına karşılık; insanoğlunun, bu dünyadaki hayatları ve Ahiret’te yaşayacakları hayatla ilgili çok fazla bilgilendirme yapmıştır. Bu bilgilerde bu dünyada yaşanan hayatla öteki dünyada yaşanacak olan hayat arasında sıkı bir bağ kurulduğu ve bu dünyada seçilen yaşam tarzına bağlı olarak Öte’de ya cennette ya da cehennemde yaşanacak olan bir hayatın var olduğu görülmektedir. Gerek Kur’ân ve gerekse hadisler, ‘dünya hayatı’ denilen bir yaşam tarzından bahsederler. Genelde bu hayat tarzı, olumlu değildir. Olumsuzluk içeren bu hayat tarzı, Allah’ın insanlara kurtuluşa ermeleri ve mutlu olmaları için emrettiği yaşam tarzından bir sapmadır. Bu sapmanın en alt basamağı dünyevileşmedir. Bunu, sekülerleşme ve laikleşme takip eder. Müslümanların zihin dünyasında meydana gelen bir kırılma olarak dünyevileşme, iki ana eksende vuku bulmaktadır. Birincisi makam tutkusu, ikincisi mal mülk ve servet tutkusudur. Burada öncelikle bir kavramsal analiz yapılacaktır. Dünyevileşmenin makam ve mal-mülk-servet tutkusu boyutları üzerinde daha sonra durulacaktır.

Dünya Hayatı (“el-hayâtü’d-dünyâ”)

Gerek Kur’ân’da ve gerekse hadislerde dünyevileşme için anahtar, odak kavram diyebileceğimiz dünya hayatı (“el-hayâtü’d-dünyâ”) kavramı kullanılmaktadır. Burada dünya ve hayat kavramı birlikte kullanılmakta ve dünya kelimesi, hayat kelimesini nitelendiren, ona boyut veren, çerçeve çizen durumundadır. Burada kullanılan dünya kavramı, arz, yer küre anlamında kullanılmamaktadır. Dünya kelimesinin genel anlamı, zaman boyutlu olarak yakın, kısa; değer boyutlu olarak çok düşük, basit, alçak, değersiz ve ölümlü anlamında kullanılmaktadır(1-5). Dünya kavramı, Kur’ân’da 115 civarında yerde geçmekte ve %90’dan fazlasıyla hayat kelimesi ile birlikte, ‘el-hayâtü’d-dünyâ’ şeklinde kullanılmaktadır(2-5).

Kur’ânî terminolojide dünya kelimesine yüklenen gerek yakın, kısa ve gerekse çok düşük, basit, iğreti, değersiz ve ölümlü manaları, daima bir referansa göre yapılmaktadır. Bu dünya neye göre kısa, yakın; neye göre alçak, basit, değersiz ve ölümlü olmaktadır? Dünya kavramının bünyesinde barındırdığı bu izafiliğe, göreceliğe dikkat etmek gerekmektedir.

Bu noktada göz önüne alınması gereken önemli bir kavram, Ahiret kavramıdır. Ahiret kelimesi, genel olarak ‘ötede olan; burada ve şimdi olmayan, ama burası ve şimdinin götürmesi gereken şey’, ‘sonra, sonradan gelen, daha sonra olacak olan’, ‘içinde bulunduğumuz anın ardından gelen zaman ve içinde bulunduğumuz boyutun üstündeki boyut’ anlamına gelmektedir(1-4). Kur’ân Ahiret kelimesini, özel anlamda ‘son hesap günü’, ‘ölümden sonra gelen hayat’ anlamında kullanmaktadır(4).

İslamî düşüncede dünya kavramı, ahiret kavramı referans alınarak değerlendirilmektedir. Dünya ve ahiret kavramlarına bu etkileşim çerçevesinde bakılması zorunludur. Dünya ve ahiret kavramları, ikizine bağlı çift kelime grubundan olup aralarındaki çağrışım ilişkisi, karşıtlık ilişkisidir. Her iki kavram, nitelendirdikleri kelimeleri bu bağlamda şekillendirmekte ve anlamlandırmaktadır. Dünya dendiği zaman müslümanın kafasında karşıtı olan ahiret canlanmaktadır. İslam’da konuya ilişkin tüm değerlendirmeler, bu dünya ve ahiretin birlikteliğinin oluşturduğu ikilem üzerine oturtulmuştur.

İslam’a göre insan hayatında birbirinin devamı, birbirinin tamamlayıcısı ve birbiri ile sıkı ilişkili dört evre vardır. Bunlar anne karnındaki hayat, yer küredeki hayat, berzah(kabir) evresi ve ahiret hayatıdır. İslam’ın değer sistemine göre bu hayat zincirinde referans ahiret hayatıdır. Çünkü ebedi bir hayattır. Bu öneminden dolayıdır ki Kur’ân’da birçok yerde Allah’a imanla ahirete iman birlikte zikredilir.

Kur’ân’da, “el-hayâtü’d-dünyâ” tabirini, İslam’ın bu bakış açısına bağlı olarak, iki anlam boyutunda kullanıldığını söyleyebiliriz.

Dünya Hayatının (“El-hayâtü’d-dünyâ”nın) Birinci Anlam Boyutu

 Birincisi, dünya kelimesinin yukarıda ifade olunan iki anlam alanı göz önüne alındığında, Kur’ân’da geçen “el-hayâtü’d-dünyâ” tabirinin, ahiret hayatı referans alınarak, zaman açısından “yakın/kısa hayat”; değer açısından ise, “alçak/değersiz hayat” anlamına geldiği söylenebilir. Dünya kelimesindeki yakınlık anlamı, hali hazırda içerisinde yaşadığımızdan ahirete göre bize daha yakın olma bağlamındadır. Yaşadığımız âna göre ahiret daha uzaktır. Dolayısıyla bu anlam boyutu ile dünya yakın, kısa, sonlu ve önce olan; ahiret ise uzak, uzun, ebedi ve sonra olandır. Keza dünya kelimesindeki ‘çok düşük, basit, alçak, değersiz, ölümlü’ anlamları ise gene ahirete göredir. Dolayısıyla Arzda yaşanan hayat, bizzat mahiyetinden dolayı değil, fakat ahiret hayatı referans alındığında, zaman açısından gelip geçici, kısa ömürlü; değer açısından önemsiz, değersiz olarak değerlendirilmektedir:

“Dünya hayatının örneği, ancak gökten indirdiğimiz, onunla insanların ve hayvanların yediği yeryüzünün bitkisi karışmış olan bir su gibidir. Öyle ki yer, güzelliğini takınıp süslendiği ve ahalisi de gerçekten ona güç yetirdiklerini sanmışlarken (işte tam bu sırada) gece veya gündüz ona emrimiz gelmiştir de, dün sanki hiçbir zenginliği yokmuş gibi, onu kökünden biçilip atılmış bir durumda kılmışız. Düşünen bir topluluk için biz ayetleri böyle birer birer açıklarız.(10/24)

Buradaki mesaj, dört evreli hayat zincirinde yer küredeki hayatın geçiciliğine, kısa ömürlü oluşuna dikkat ederek dünyadaki nimetlere dalıp öte boyutunu unutmamaktır.

Kur’ân, dünya hayatını birinci anlam boyutu ile konu ederken insanların dikkatlerini belli noktalara yoğunlaştırmak ister. Bunları aşağıdaki gibi özetleyebiliriz:

‘Dünya hayatı kısa olup çabucak geçer.’(20/103-104, 30/55, 79/46)

‘Dünya hayatının nimetleri geçici olup tükenir.’(20/131, 16/96)

‘Dünya hayatı aldatıcı bir metadır.’(28/60, 42/36, 3/185, 40/39)

‘Dünya hayatı bir oyun ve eğlencedir.’(6/32, 29/64, 47/36)

Buradaki amaç, insanların Öte Dünya’yı unutup, bu hayatın cazibesine kapılarak yanlış bir hayat tarzını benimsemelerini engellemektir. Dolayısıyla dünya hayatı kavramının birinci anlam boyutu, trafik işaretlerinin taşıdığı anlam gibi uyarı amaçlıdır:

“Ey insanlar, hiç şüphesiz Allah’ın va’di haktır, öyleyse dünya hayatı sizi aldatmasın ve aldatıcı(lar) da, sizi Allah ile (Allah’ın adını kullanarak) aldatmasın.(35/5)

Dünya hayatı kavramının birinci anlam boyutu ile ilgili dikkat edilmesi gereken önemli bir nokta, arzdaki hayatın doğası, yapısı itibariyle kötü, zararlı olmadığıdır. Burada kötü olan, değersiz olan yeryüzü, arz anlamındaki dünyadaki hayat değil; kötü olan, Allah’tan uzaklaştıran, sefahat ve çirkinlik dolu, Öte’yi yok sayan bir hayat ve bir yaşam tarzıdır. İslam, Allah’ın insanlar için yaratmış olduğu bu dünyadaki nimetlerin kötü, anlamsız, zararlı ve tehlikeli olduğunu, bunlardan el etek çekip tamamen inzivaya çekilmesi gerektiğini söylememekte ve de insanlardan istememektedir:

“De ki: “Allah’ın kulları için çıkardığı ziyneti ve temiz rızıkları kim haram kılmıştır?” De ki: “Bunlar, dünya hayatında iman edenler içindir, kıyamet günü ise yalnızca onlarındır. (7Araf 31-32)

Kur’ân, insanlar için yaratılmış dünya nimetlerine karşı insanların zaaf göstermesine dikkat çekmekte ve uyarmaktadır. İnsanın yapısındaki bu boyuta vurgu yapmaktadır:

Kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma güzel atlara, hayvanlara ve ekinlere duyulan tutkulu şehvet insanlara ‘süslü ve çekici’ kılındı. Bunlar, dünya hayatının metaıdır. Asıl varılacak güzel yer Allah katında olandır.”(3/14, bak: 18/46)

Dünya hayatının birinci anlam boyutunda, bu kadar cazip ve çekici olan bu nimetlerden daha hayırlı ve daha kalıcı olanların ahiret hayatında var olduğu belirtilerek, insanın kendisini bu dünya hayatına kaptırıp geleceğini karartacak yaşantı içerisine girmemesi için bir uyarı vardır:

“De ki: “Size bundan daha hayırlı olanı bildireyim mi? Korkup-sakınanlar için Rablerinin katında, içinde temelli kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler, tertemiz eşler ve Allah’ın rızası vardır.”(3Ali İmran15)

Dünya Hayatının (“El-hayâtü’d-dünyâ”nın) İkinci Anlam Boyutu

İkinci anlam boyutu, yer kürede ahiret hayatını ve vahyi bilgiyi göz önüne almayan, insanın heva ve hevesine dayalı ve insanı cehenneme götürecek olan kötü, değersiz, yararsız ve insan için zararlı yaşam tarzı ve biçimi anlamındadır. Bu boyutu ile el-hayâtü’d-dünyâ” kavramı, ahiret hayatını önemsemeyen, unutan ve/veya reddeden insanların bu dünyada hevalarına dayalı bir değer sistemine göre inşa ettikleri bir hayat tarzı anlamına gelmektedir:

Bizimle karşılaşmayı ummayanlar, dünya hayatına razı olanlar ve bununla tatmin olanlar ve bizim ayetlerimizden habersiz olanlar; İşte bunların, kazanmakta olduklarından dolayı barınma yerleri ateştir.”(10Yunus 7-8)

Burada ahiret hayatına bakış itibariyle 3 grup insandan söz edilmektedir:

1- Ahiret hayatını inkâr edenler.

2- Ahiret hayatını unutanlar.

3- Ahiret hayatını önemsemeyenler.

Bu, 3 farklı insan unsuruna göre 3 farklı dünya hayatı telakkisi olabileceği anlamına gelmektedir. Bunları kısaca aşağıdaki gibi özetleyebiliriz.

Ahiret Hayatını İnkâr Edenler 

Ahiret hayatını inkâr edenler için sadece bu dünya vardır, ölümden sonra herhangi bir hayat yoktur. Dolayısıyla bu ânı, şimdiyi yaşamalıyız. Olmayan bir dünya için bu dünyadaki hayatı sınırlandırmamalıyız:

 “O, siz öldüğünüz, toprak ve kemik haline geldiğiniz zaman, sizin mutlaka (yeniden diriltilip) çıkarılacağınızı mı va’dediyor?”

 Vaad edildiğiniz şey ne kadar uzak, hem de ne kadar uzak.

“O (bütün gerçek), bizim yalnızca (yaşamakta olduğumuz bu) dünya hayatımızdan ibarettir; ölürüz ve yaşarız, biz diriltilecekler değiliz.” (23/33-37, Bak: 6/29, 45/24, 32, 46/17)

Ahireti inkâr edenler, vahyi bilginin getirdiği değer sistemlerini redderek, kendi hevalarının öngördüğü değerlere göre bir hayat tarzı inşa etmişlerdir (13Rad 33). Bunlar bütün güzelliklerini bu dünyada tüketmişlerdir:

“Küfredenler ateşe sunulacakları gün, (onlara şöyle denir:) “Siz dünya hayatınızda bütün ‘güzellikleriniz ve zevklerinizi’ tüketip-yok ettiniz, onlarla yaşayıp-zevk sürdünüz. İşte yeryüzünde haksız yere büyüklenmeniz (istikbârınız) ve fasıklıkta bulunmanızdan dolayı, bugün alçaltıcı bir azab ile cezalandırılacaksınız.”(46 Ahkaf 20)

Ahiret Hayatını Unutanlar 

Bu grup ahiret hayatını inkâr etmemektedir. Ancak gündemlerinde böyle bir hayat yoktur. Unutulmuş bir hayattır o. Dolayısıyla da günlük yaşantılarına etki etmez:

“Denildi ki: “Bugününüzle karşılaşmayı unuttuğunuz gibi, biz de sizi bugün unutuyoruz. Barınma yeriniz ateştir. Ve sizin için hiçbir yardımcı yoktur.”

“Bunun nedeni de şudur: Çünkü siz Allah’ın ayetlerini alay konusu edindiniz; dünya hayatı da sizi aldattı.” Böylece ne oradan (ateşten) çıkarılırlar, ne de (Allah’tan) hoşnutluk dilekleri kabul edilir.”(45 Casiye34-35, Bak: 7/51)

Dünya Hayatını Ahirete Göre Daha Sevimli Bulup Dünyaya Dalanlar

Bunlar, ahiret hayatını inkâr etmeyip dünyanın süsüne, cazibesine kendisini kaptırır ve ahiret hayatına karşı önemsizmiş gibi davranırlar:

Onlar kendi paylarıyla yararlanmaya baktılar; siz de, sizden öncekilerin kendi paylarıyla yararlanmaya kalkışmaları gibi, kendi paylarınızla yararlanmaya baktınız ve siz de (dünya ve zevke) dalanlar gibi daldınız. İşte onların dünyada ahirette bütün yapıp-ettikleri (amelleri) boşa çıkmıştır ve işte onlar kayba uğrayanlardır.”(9 Tevbe 69, Bak: 16/107, 7/169, 18/28)

 Onlar, dünya hayatını ahirete tercih ederler, Allah’ın yolundan alıkoyarlar ve onu çarpıtmak isterler (veya onda çarpıklık ararlar). İşte onlar, uzak bir sapıklık içindedirler.”(14 İbrahim 3)

Dünya Hayatının Anlam Boyutlarının Oluşturduğu Bütünlük

Dünya hayatına yüklenen birinci boyuttaki anlamla ikinci boyuttaki anlam, birbirini reddeden ya da birbiri ile tezatlı olan anlamlar değillerdir. Birinci boyuttaki anlamlandırmaya önem verilmeyip tedbir alınmadığı anda varılacak olan ikinci boyut olmaktadır. Birinci boyut, mayınlı araziye giden yolları gösteren uyarı levhasıdır. İkinci boyut, mayınlı arazinin bizzat kendisidir.

İnsanın böyle bir uyarıya ihtiyacı vardır. Çünkü bünyesinde barındırdığı ve insan üzerine birbirine zıt istikametlerde etki etme gücüne sahip iki karar mekanizması vardır. İşte İslam’da insana yapılan tüm hitaplar, onda var olan birbiri ile kavgalı, çekişmeli, adeta insanı bir gerilim atmosferinde tutan, birbirine zıt ve fakat her ikisinde de gerek olumlu yönde gerekse olumsuz yönde değişme istidadı olan iki farklı yapısı, insanın iyilik cephesi - insanın kötülük cephesi, göz önünde bulundurularak yapılmaktadır. Kaba yaklaşımla iyilik cephesinin merkezi olarak kalbini, kötülük cephesinin merkezi olarak da nefsini alabiliriz. Bu iki merkez, insan davranış ve düşüncelerini şekillendiren ve yönlendiren iki karar mekanizması olarak ele alınabilir. Bunların insan iradesi üzerine uyguladıkları kuvvetlerin bileşkesi, insanın davranışlarını şekillendirir. Bileşke kuvvetin durumuna bağlı olarak ya tamamen olumlu, ya tamamen olumsuz ya da gelgitler yaşayan tezatlı bir insan ortaya çıkar.

Bu iki karar mekanizmasının insan üzerine etki eden bileşke kuvvetinin şekillenmesine etkide bulunan iki özellik vardır. Bunlar insan yapısında var olan sevgi ve şehvet özellikleridir. Dünya hayatı kavram alanının oluşturduğu bütünlüğü görebilme açısından bu iki kavramın anlamları dikkate alınmalıdır. Şehvet ve sevgi (hubb) kelimeleri birlikte Ali İmran 14’de kullanılmaktadır. Bu ayette insanın yapısal özelliğine dikkat çekilmektedir. Varlıklara yöneltilen aşırı sevgi ve duyulan şehvet, insan yapısında var olan birer özelliktir. Bu gerçek reddedilmiyor, tam tersine bu noktaya vurgu yapılıyor. Ancak bu sevgi ve şehvetin tehlikeli bir boyutu da olduğu, ‘Bunlar, dünya hayatının metaıdır’ denerek belirtiliyor.

Şehvet ve sevgi kavramlarının meşru ve gayrı meşru olmak üzere iki boyutu vardır. Gayrı meşru olan boyut, sevgi ve şehvetteki aşırılık ve bu duyguların tatmin edilmesindeki ölçü ve yollardır:

“Gerçekten siz kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yaklaşıyorsunuz. Doğrusu siz, ölçüyü aşan (azgın) bir kavimsiniz.”(7 Araf 81 Bak: 27 Neml 55)

Sevgi kelimesi, kişinin hayırlı gördüğü veya sandığı şeyi istemesi olduğuna göre ortaya bir sorun çıkmaktadır. O da, insan hayatının dört evresi arasında kurulmuş olan, birbirini etkileyen karmaşık ilişkide; insan, nihai kurtuluşu ve mutluluğu için neyi, ne kadar ve nasıl sevmeli ve bağlanmalıdır? Ayrıca ilahi planın bütünlüğünü göremeyen ve perdenin arkasına nüfuz edemeyen bir insanın, sevdiği, arzu ettiği ve şehvet duyduğu bir şeyin kendisi için yararlı mı yoksa zararlı mı olduğunu bilmesi anında görülebilecek bir olgu değildir(2/216).

Öyleyse insanı iyiye, güzele, doğruya götürecek olan bilgi nasıl elde edilmelidir? İman edenler gerekli ana bilgilerin vahiyle insanlara bildirildiğine inanırlar. Dolayısıyla iman edenlere göre sevgi ve şehvet kelimelerinin meşruiyet sınırları, vahyî bilgiyle belirlenmiştir.

Bu kavramların insanın iki cephesi açısından farklı tezahür şekilleri söz konusudur. Nefsi emmare düzeyindeki bir nefs ve paslanmış, kirlenmiş, mühürlenmiş bir kalp, bu kavramların uç anlamlarını tercih etmektedir. Malı, mülkü ve makamı sevme değil mala, mülke ve makama tapınma düzeyinde bir tutku ve bir bağlanma vardır(100/8, 89/20, 76/27, 79/37-39). Buna karşılık mutmain olmuş bir nefs ile temiz bir kalp, gerek sevgi ve gerekse şehveti yaratıcı tarafından tayin edilen hudutlar dairesinde tutar(49/7).

Sevgi ve şehvetin Allah’ın tayin ettiği meşru hudutlar içerisinde tutulup tutulmadığının geçerli ölçüsü hayatın pratiğidir. Bir şeye karşı duyulan sevginin tutkuya dönüşüp dönüşmemesi, ancak pratiğin içerisinde ondan fedakârlık yapıp yapmamakla anlaşılabilir. İnsanların mala, mülke ve makama karşı duydukları sevginin tutkuya dönüşmemesi, ondan fedakârlık yapmakla mümkündür(3/92, 76/8).

Dünyevileşme 

Dünya hayatı kavramının birinci anlam boyutu; Ahiret hayatında insana sunulacak nimetler referans alınarak bu dünyadakilerin oradakilere nazaran daha değersiz ve de kısa ömürlü olduğunun hatırlatılması, insan nefsinin bu dünya nimetlerine olan sevgisinin tutkuya dönüşmesini engelleme amaçlıdır. Kalbi besleyen, destekleyen fakat nefsi arzulara gem vuran bir yaklaşım tarzıdır bu. Ebu Said el Harraz bunu çok güzel bir tarzda ifade etmektedir:

“Dünya nefs ve onun arzularından ibarettir. Kul nefsin arzularını terk edince dünyayı terk etmiş olur. Görmez misin ki kul bazen elinde hiçbir şey olmadığı halde hırsı yüzünden dünyaperest olabilmektedir.”(4)

İşte bizim dünyevileşme olarak isimlendirdiğimiz zihinsel yapı, dünya hayatı kavramının birinci anlam boyutunda meydana gelen kırılma ve sapma ile ikinci anlam boyutuna zemin hazırlayan bir geçiş sürecinde yaşanan haldir. Bu aşamada dünya sevgisi, dünya tutkusuna doğru yol alacak tarzda mecrasından çıkma eğilimindedir. Ahiret hayatı ne reddedilmekte, ne de tamamen unutulup önemsizmiş gibi davranılmaktadır. Referans alınmada unutkanlıklar başgöstermiş, duyarlık kaybı oluşmaya başlamıştır. Bu bağlamda dünyevileşme, müslümanın zihniyetinde bir med-cezir halidir, bir kırılmadır.

Dünyevileşme, Sekülerleşme ve Laikleşme Kavramları Arasındaki İlişki

Dünyevileşme, zihinsel kırılmanın hem genel adı hem de en alt basamağıdır. Bu kırılmanın bir sonraki adımı, sekülerleşme daha sonraki adımı ise laikleşmedir. Samuel Johnson’ın sözlüğünde sekülerleşme ile ilgili kavramlara yüklenen anlam, böyle bir tasnif yapmamıza imkan vermektedir:

“Sekülerlik(secularity): Dikkatleri yalnızca bu dünyaya, bu dünyadaki şeylere yoğunlaştırma.

Sekülerleştirmek(secularize): Uhrevî/dînî olanı, gündelik hayattan uzaklaştırma.

Sekülerleşme(secularization): Sekülerleştirme eylemi. Dinin gündelik hayattaki etkisini ve yerini azaltma, sınırlama süreci.”(6)

Gerek sekülerleşme gerekse laikleşmede insanın bütün ilgisi ve dikkati, yalnız ve yalnız bu dünyaya çevrilmiştir. Şu an, yaşanan an önemlidir. Ahiret hayatı ya inkâr edilmiş, ya unutulmuş ya da önemsiz hale gelmiştir. Harvey Cox, bu süreci şöyle tanımlar:

“İnsanların en temel ilgi ve yöneliminin bu dünyanın dışından-ötesinden ve üstünden, sadece ve sadece bu dünyaya yönelmesi hareketidir. Bu, bu dünyanın bağlı olduğu mitik, metafizik ve dini her çeşit düalizmden (iki dünya) arındırılmasını içermektedir. Bunun nihai anlamı ise, bütün hastalıkları ve günahlarıyla, bütün sağlık ve umutlarıyla sadece yeryüzü alanını kemaliyle ciddiye almaktır.”(7)

Sekülerleşme, dinin günlük hayattaki etkisini ve yerini mümkün olduğunca yok etmeye çalışır. Nitekim Peter Berger, sekülerleşmeyi hayatın tamamının dinin etkisinden kurtarılması olarak tanımlar:

“Mamafih kültür ve sembollerden bahsettiğimizde sekülarizasyonun toplumsal-yapısal bir süreçten daha fazla bir şey olduğunu kastediyoruz. Sanat, felsefe ve edebiyatta dini içeriklerin kayboluşu ve hepsinden önemlisi bilimin dünyada özerk ve tamamen seküler bir yöntem olarak yükselişinde gözlendiği gibi o, kültürel ve düşünsel bir hayatın tamamını etkisi altına alır. Bununla kalsa iyi, burada sekülarizasyonun aynı zamanda öznel bir yanının da bulunduğu ima edilmektedir. Nasıl ki toplum ve kültürün sekülarizasyonundan bahsediyorsak, aynı şekilde bilincin sekülarizasyonundan da bahsedebiliriz. Yalın bir şekilde ifade edecek olursak, bu, modern Batı’nın dini açıklamalarından yararlanmaksızın dünyayı ve kendi öz yaşamlarını yorumlayan gittikçe artan sayıda bireyler ürettiği anlamına gelir.”(7)

Yukarıdaki ifadelere bakıldığında gerek sekülarizasyonda ve gerekse laiksizimde varlık teorisi, bilgi teorisi ve değer teorisi açılarından dine açılmış bir savaş olduğunu görüyoruz. Her ikisinde de Allah tamamen unutulmuş, insan ve dünya ile bütün irtibatı koparılıp atılmıştır. Vahyi bilgi fonksiyonsuzdur. Ahiret hayatı artık bırakın referans alınmayı yok sayılmaktadır. Bütün bu ana kabullerin uzantısında günlük yaşamda, sanatta, kültürde, eğitimde, dil de, bilimde, değerlerde, düşüncede, ekonomide, siyasette yönetimde ve devlet hayatında; kısaca günlük hayatın hiçbir yerinde dine ve dini düşünceye yer yoktur.

Hayatın bu şekilde tasavvur edilip tanzim edilmek istenmesi, ilk kez Batı’da rönesans ve reform hareketleri ile ortaya çıkmış değildir. Hz. Adem ile İblis arasında başlayan hakimiyet mücadelesinde tarihin değişik dönemlerinde bu tür hayatı tanzim etme biçimleri ile insanlık çok sık karşılaşmıştır. Peygamberlerin geliş sebepleri, bir sapma hareketi olan bu tür hayat tarzlarını düzeltip fıtratın gerektirdiği bir raya oturtma amaçlıdır. Fıtrat düzenine karşı gelip direnen ve peygamberleri aciz duruma düşürmek isteyen birçok toplum, Allah’ın azabına uğrayarak helak olup gitmişlerdir.

Konumuza tekabüliyeti açısından Hz. Şuayb’ın kavmi ile olan mücadelesi ilginç bir örnek olarak alınıp değerlendirilebilir. Hz. Şuayb’ın kavmi ile olan mücadelesine, Kur’ân’da, ağırlıklı olarak, Araf 85-95 ve Hud 84-95 sûrelerinde yer verilmiştir. Hz. Şuayb kavmine yaptığı davette, insanları yalnızca Allah’a ibadete ve ondan başka ilah ve rab edinmemeye çağırarak hayatın yeni baştan tanziminde vahiy kaynaklı bir bilgiyi merkeze almaktadır. Bu bilgi ekseninde kavminden ölçüyü ve tartıyı düzgün tutmalarını, milletin mallarının değerini düşürüp eksiltmemelerini istemekte ve Allah’ın kendileri için takdir ettiğinin daha hayırlı olduğunu belirtmektedir:

“Şuayb onlara: Dedi ki: “Ey kavmim, Allah’a kulluk edin, sizin O’ndan başka ilahınız yoktur. Size Rabbinizden apaçık bir belge (mucize) gelmiştir. Ölçüyü ve tartıyı tam tutun, insanların (hakları olan mallarını) eşyasını değerinden düşürüp-eksiltmeyin ve düzene (ıslaha) konulmasından sonra yeryüzünde bozgunculuk (fesad) çıkarmayın.(7/85, Bak:11/84-86)

Burada dikkat edilmesi gereken nokta, vahye dayalı bir zihniyetin, hayatı insanları bir bütün olarak kucaklayan bir denge üzerine kurmuş olmasına karşılık; hevaya dayalı bir sistemin refahtan şımarıp azan bir azınlığın menfaatlerini öncelemiş olmasıdır. Bu da dengeyi bozmakta, dünyayı ifsat etmektedir.

Kavminin Hz. Şuayb’ın namazına yaptıkları atıf ve Hz. Şuayb’ın Allah’tan bir belge üzerinde olduğunu söylemesi; mücadelenin nirengi noktasının, Allah’tan gelen bilginin hayatın tanziminde referans alınıp alınmaması olduğunu ortaya koymaktadır:

“Dediler ki: “Ey Şuayb, senin namazın mı atalarımızın taptığı şeyleri bırakmamızı ya da mallarımız konusunda dilediğimiz gibi davranmaktan vaz geçmemizi emretmektedir. Çünkü sen, gerçekte yumuşak huylu, aklı başında(reşid bir adam)sın.”

Dedi ki: “Ey kavmim görüşünüz nedir-söyler misiniz? Ya ben Rabbimden apaçık bir belge üzerinde isem ve O da beni kendisinden güzel bir rızık ile rızıklandırmışsa? Ben, size yasakladığım şeylere (kendim sahiplenmek suretiyle) size aykırı düşmek istemiyorum. Benim istediğim, gücüm oranında yalnızca ıslah etmektir.”(11Hud 87-88)

Kendi menfaatlerini toplumun menfaatlerinin önüne geçiren, refahtan şımarıp azan sekülerleşmiş bir müstekbir zümresi, böyle bir adalet ve denge hareketini benimsemesi mümkün olmamakta, saldırganlaşmaktadır:

O’na iman edenleri tehdit ederek, Allah’ın yolundan alıkoymak ve onda çarpıklık arayarak (böyle) her yolun (başını) kesip-oturmayın… Bozgunculuk çıkaranların nasıl bir sona uğradıklarına bir bakın.” (7 Araf 86)

Şuayb kavminin müstekbirlerinin, adalet ve denge arayanlara karşı takındıkları tavır, sürgün etmek, öldürmek yada mevcut sistemin dinine geri döndürmektir:

“Kavminin önde gelenlerinden büyüklük taslayanlar (müstekbirler), dediler ki: “Ey Şuayb, seni ve seninle birlikte iman edenleri ya ülkemizden sürüp-çıkaracağız veya mutlaka bizim dinimize geri döneceksiniz.”

(Şuayb:) “Biz istemesek de mi?” dedi.

Allah bizi ondan kurtardıktan sonra, bizim tekrar sizin dininize dönmemiz Allah’a karşı yalan yere iftira düzmemiz olur. Rabbimiz olan Allah’ın dilemesi dışında, ona geri dönmemiz bizim için olacak iş değildir…”

Kavminin önde gelenlerinden küfre sapanlar, dediler ki: “Andolsun, Şuayb’a uyacak olursanız, kuşkusuz kayba uğrayanlardan olursunuz.”(7 Araf 88-90)

“Ey Şuayb” dediler. “Senin söylediklerinin çoğunu biz ‘kavrayıp anlamıyoruz’. Doğrusu biz seni içimizde zayıf da görüyoruz. Eğer yakın-çevren olmasaydı, gerçekten biz seni taşa tutar öldürürdük. Sen bize karşı güçlü ve üstün değilsin.”(11 Hud 91)

Refahtan şımarıp azan seküler müstekbir zümresi, kendilerinin isteklerini kısıtlayabilecek bir talebi, bir türlü hazmedememekte, kabullenememektedir. Çünkü kendilerini efendi, zayıf olanları da kendilerine hizmet etmekle görevli bir köle kabul etmektedirler. Hz. Şuayb’ın insanların tümü için cari olacak bir adaleti istemesi, onları çıldırtmaktadır. Hz. Şuayb’a ‘yakın çevren olmasaydı seni taşa tutar öldürürdük’ demeleri bunun bir göstergesidir. Hz. Şuayb’ın bu tehdide karşı verdiği cevap, mücadelenin nirengi noktasını göstermesi açısından önemlidir:

“Dedi ki: “Ey kavmim, sizce benim yakın-çevrem, Allah’tan daha mı üstündür ki, O’nu arkanızda unutuluvermiş (önemsiz) bir şey edindiniz. Şüphesiz benim Rabbim, yapmakta olduklarınızı sarıp-kuşatandır.”( 11 Hud 92-93)

Hz. Şuayb, kavmine verdiği cevapta refahtan şımarıp azan seküler müstekbir zümresinin hayatı algılamalarında dayandıkları temel varsayıma dikkat çekmektedir. O da, Allah’ın önemsiz bir şeymiş gibi unutulması ve hayat müdahale etmesinin reddedilmesidir.

İşte seküler ve laik düşüncenin temeli ve dayandığı ana varsayım budur. Onlar için Allah’ın ve ahiret hayatının var olup olmaması önemli değildir. ‘Allah var olabilir; ancak hiçbir şekilde bu dünyaya, bu dünyadaki hayata karışamaz, onu tanzim edemez. Bu dünyadaki hayat, ahiret var diye düzenlenemez. Biz bu dünyada varız, bu dünyada yaşar ve ölürüz. Öte bizi ilgilendirmez. Olsa da olur olmasa da olur, fark etmez.’ Seküler ve laik düşüncenin temelleri bunlardır. Bunun ötesinde söylenenlerin tümü bir aldatmaca ve kandırmadır.

 Burada dikkat edilmesi gereken bir nokta da, sekülarizm ve laisizmin ateizm olmadığıdır. Tüm laik ve sekülerler ateist değillerdir. Ancak ateistler, laik ve sekülerdir. Bunlar dinin varlığını reddetmiyorlar, ancak dine karşılar ve dinin, hayatın hiçbir alanında etkisinin olmasını istemiyorlar.

Laisizm ile sekülarizm arasında dine karşı tavır almada farklılıklar vardır. Laisizmin, sekülarizme nazaran, dine karşı tutumu daha sert ve katıdır. Ateizme daha meyilli, zaman zaman da ateizm özellikleri göstermektedir. Katolik dünyevileşmesidir. Sekülarizm, Protestan dünyevileşmesi olup ateizme daha uzak ve dine karşı daha mutedildir(8):

“Eric S. Waterhouse: Sekülarizm ile din ilişkileri, birbirine hasım olmaktan ziyade karşılıklı olarak birbirine müdahale ettirmemek şeklinde tarif edilir. Teoloji bilinmeyen dünyayı profesyonelce yorumlar, sekülarizm ise bu dünyaya ve yorumuna karşı tamamen ilgisizdir.”

Sonuç 

Bu çalışmada, dünyevileşme ile ilgili sadece kavramsal tabanda bir analiz yapılmaya çalışılmıştır. Dünyevileşmenin tezahür şekilleri ve dünyevileşmeye karşı verilmesi gereken mücadele konularına girilmemiştir.

Gerek laikleşme ve gerekse sekülerleşme, Kur’ân’da geçen ‘Dünya Hayatı’ kavramının ikinci anlam boyutu kapsamında değerlendirilmelidir. Dolayısıyla ahiret hayatını, ya reddetme ya tamamen unutma yada önemsizmiş gibi kabullenme vardır. Allah unutulmakta, vahyi bilginin hayatı tanzimi reddedilmektedir. Dine ve dindara belli bir çerçeve tayin edilmiştir. Bu çerçevenin içinde kaldıkları sürece bir sorun yoktur. Bu çerçevenin dışına çıkıldığında, müstekbirlerin menfaatlerine dokunulduğunda, adalet istendiğinde; Şuayb kavminin refahtan şımarıp azan önde gelen müstekbirlerinin, ‘seni taşa tutar öldürürüz’, ‘sürgün ederiz’ ya da ‘gerisin geriye kendi dinimize döndürürüz’ tavrına benzer bir tavır sergilerler:

“Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği (ÇYDD) Başkanı Türkan Saylan:

“Biz asılız. Herkesin bunu bilmesi gerekiyor. Biz asılız ve vekillerimiz var. Seçtik veya başkaları seçti. Saygı duyuyoruz. Çoğunluğu aldılar. Bizim istemediğimiz bir şeyin Türkiye’de olması mümkün değil. Olur. ‘Ben yaptım oldu’. Menderes ne dedi? ‘Odunu koysam mebus yaparım. Siz isteseniz şeriatı bile getiririz’ dedi. Bunlar geçmişte olan şeyler. Ne oldu sonuçta? Onlar ne oldu? Türkiye ne oldu? Niye Türkiye karışsın?”(9)

Dini çağrıştıracak her türlü sembole karşı bir duruş ve tahammülsüzlük vardır. Başörtüsü ile ilgili bir kaşık suda fırtına kopartılmasının sebebi budur.

Müslüman’ın zihin dünyasında med-cezir hali olarak tanımladığımız dünyevileşme, ne laikleşme ne de sekülerleşmedir. Geçici bir kalp kararması, baskın nefsi emare halidir. Bu aşamada tedavisi kolaydır. Tedbir alınmadığı zaman sekülerleşme ve laikleşme aşamalarına geçilmesi kaçınılmazdır.

Günümüzde Müslümanları sekülerleştirmek ve laikleştirmek için, uluslararası projeler uygulanmaya çalışılmaktadır. Bunun için de Türkiye, model ülke olarak seçilmiştir. Yeni anayasa yapımı ve başörtüsü ile ilgili yasal düzenleme sürecinde kopartılan fırtınada, Müslümanların baskı altına alınarak zihin yapısının laikleşme ve sekülerleşme istikametinde yeniden formatlanmak istendiğine dikkat edilmelidir. Yapacağımız tercihe bağlı olarak dünya ve ahiretimiz şekillenecektir. Bu noktada iki grup insan söz konusudur:

“İnsanlardan öylesi vardır ki: “Rabbimiz, bize dünyada ver” der; onun ahirette nasibi yoktur.”

Onlardan öylesi de vardır ki: “Rabbimiz, bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik (ver) ve bizi ateşin azabından koru.” der.

İşte bunların kazandıklarına karşılık nasibleri vardır. Allah, hesabı pek seri görendir.” (2 Bakara 200-201)

Kim dünyanın yararını (sevabını) isterse ona ondan veririz, kim de ahiret sevabını isterse ona da ondan veririz.”(3/145)

Seküler ve laik zihniyetin tercihi, birinci grupta olmak iken; iman edenlerin tercihi ise ikinci grupta olmaktır.

Onun için bizim sözümüz;

Rabbimiz, günahlarımızı ve işimizdeki aşırılıklarımızı bağışla, ayaklarımızı (bastıkları yerde) sağlamlaştır ve bize kâfirler topluluğuna karşı yardım et. (3 Ali İmran 147)

Onun için bizim sözümüz;

Şu halde sen, bizim zikrimize sırt çeviren ve dünya hayatından başkasını istemeyenden yüz çevir.”(53/29)

Kaynaklar

1- Ragıb el-İsfahanî, Müfredat, (Çeviri), Pınar Yayınları, İstanbul, 2008.

2- Altıntaş R., Din ve Sekülerleşme, Pınar Yayınları, İstanbul, 2005.

3- Öztürk M., ‘Kur’ân’ın Değer Sisteminde Dünya ve Dünyevi Hayatın Anlamı’ Tasavvuf: İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, yıl: [2006], sayı: 16, ss. 65-86.

4- Öztürk, Y.N., Kur’ân’ın Temel Kavramları, Yeni Boyut, İstanbul,1991, s: 33, 96,193, 563.

5- Ünal, A., Kur’ân’da Temel Kavramlar, Beyan yayınları, İstanbul,1990, s: 244

6- Kaplan Y., ‘Seküler Aklın Ötesi’, İslamiyat IV (2001), sayı: 3 S: 81-102.

7- Güler İ., “Dünyanın başına gelen Derin sapkınlı: Dünyevileşme”, İslamiyat IV  (2001), sayı: 3, Sİ 35-58.

8- Hocaoğlu D., ‘Batı Tarzı Dünyevileşme: Laiklik ve Sekülerlik’, Türkiye

Günlüğü, sayı: 72 (2003), s: 115-151

9- Samanyolu Haber, 04.02.2008.

1 Mart 2008 Cumartesi

Korku İmparatorluğunun Çöküşü

(Umran Dergisi)

“Şüphesiz, Rabbimiz Allah’tır deyip, sonra dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerine melekler iner. Onlara: Korkmayın, üzülmeyin, size vadolunan cennetle sevinin, derler”(41/30)

Türkiye’de Batılılaşma hareketi, toplumun kendi iç dinamikleri ile kendiliğinden olmayıp, tamamen bürokrasinin, aydınların, bilim adamlarının, büyük medyanın ve batı sermayesi ile iç içe geçmiş kesimlerin topluma dayatmaları, baskıları, tehditleri ile devam ettirilmiştir. Bu süreç ‘Halka rağmen Halk için’ başlamış; fakat bir noktadan sonra ‘Halka rağmen mutlu bir azınlık için’e dönüşmüştür. Türkiye’deki kavganın ana sebebi, Türkiye halkının yüzde 95’ine rağmen iktidar olan yüzde 5’lik refahtan şımarıp azan bir azınlığın, bırakın iktidarı millete vermeyi, milletle iktidarını paylaşmak istememesidir. Son günlerde başörtüsü üzerinden yürütülen psikolojik savaşın ana nedeni bu iktidar kavgasıdır. Başörtüsü, bu iktidar mücadelesinde yüzde 5’lik refahtan şımarıp azanlar tarafından Türkiye’yi kilitleme aracı olarak kullanılmaktadır. Başörtüsü üzerinden yürütülen bir psikolojik savaşla korkuya dayalı bir siyaset, Türkiye’yi kaosa sürüklemek istemektedir. Bu yazıda korkuya dayalı yaşlanmış saltanatın dayanakları ve çöküşü ele alınmaktadır.

Başörtüsü: Bir Turnusol Kâğıdı

Başörtüsünün üniversitelerde serbest kalıp kalmamasına ilişkin başlatılan tartışmalarda, başörtüsü yasağını savunanlar, ilginç bir şekilde tüm kuvvetlerini cepheye sürerek başörtüsü üzerinden topyekün bir savaşı başlattıklarının sinyallerini veriyorlar. Bu savaşta, Demirel- Cindoruk ikilisinden Şener Eruygur-Türkan Saylan İkilisine, Avrupa masonlarından TÜSİAD’a, DTP’den CHP’ye ve kartel medyasına kadar refahtan şımarıp azan bir azınlık tam kadro seferber oldular.

Başörtüsü bu noktada bir turnusol kâğıdı görevi yapıp, herkesin rengini, safını ortaya çıkarması açısından önemli bir fonksiyon icra etmiştir. Cari zihniyeti kutsayanların yıllarca söyleyip durduğu demokrasi, özgürlük, eşitlik, din ve vicdan hürriyeti, insan hak ve özgürlükleri gibi kavramların nasıl çifte standartlı olarak kullanıldığını; bu kavramların sadece yüzde 5’lik bir azınlık için geçerli olduğunu görmekteyiz.

Kendi kültür ve medeniyetine karşı olmanın, karşı durmanın ve hatta savaş açmanın bir göstergesidir olanlar. Vergisini, kanını ve canını verip de vatandaş olamamanın, reyini alıp aldatılmanın, yapılan bütün istismarların başörtü turnusol kağıdında tezahür etmesidir tüm olup bitenler. Korku İmparatorluğunun bir türlü aşıp geçemediği kutsal bir duvar olmuştur başörtüsü. Korku Krallığı her geçen gün itibar kaybına uğramaktadır. Başörtüsü yıllarca aldatılmış bir milletin uyanmasının aracı olmuştur.

Halkın iktidarını isteyenlerle istemeyenlerin ayrıştığı bir dönem olmuştur, başörtüsü özgürlük mücadelesi. Meclisteki bir oylamada AKP ve MHP’nin 411 milletvekili “evet” derken, meclisin yüzde 80’ini, milletin yüzde 62’sini temsil ediyorlardır. Parlamento dışında kalan SP, ANAP, DYP ile CHP, DSP ve DTP seçmen tabanında en az yüzde 15’lik bir toplum kesiminin başörtüsüne özgürlüğe “evet” diyeceği göz önüne alındığında; bir halk oylamasında başörtüsüne özgürlük veren halk desteğinin yüzde 77 civarında olduğu ortaya çıkmaktadır.

Evet, başörtüsü bir turnusol kağıdı görevi görmüştür. 21. Asrın ittihatçı artıkları halkın yüzde 70’inin desteğini almış siyasi partileri tehdit etmekte, suçlamakta ve karalamaktalar. Kartel medyasının meclisteki oylama için, “411 el kaosa kalktı? ve ?Türkiye’ye elektroşok tedavisi yapılmalı”, demesi ne anlama gelmektedir! Siyasi hayatlarının büyük bir kısmı, bu tür suçlamalara cevap vermekle geçen ve darbelere muhatap olan Süleyman Demirel ve Hüsamettin Cindoruk ikilisinin bu yasakçı kervanına, “Türkiye her ortamda bölünmüştür. Bu bir karşı devrimdir”, diyerek katılmaları, millete baskı yapan bir politika izlemeleri, İttihat Terakki mantığının tam bir tezahürüdür.1-2

Korku İmparatorluğunun Ayakları

Korku üzerine dayanan korku imparatorluğu bir koalisyondur. Bu koalisyon ya da korku imparatorluğunun ayakları aşağıdaki şekilde ifade edilebilir:

• Masonluk ve yan kuruluşları

• CHP

• Bürokrasi

• Cunta-Çeteler

• İstanbul Sermayesi/ İstanbul Dükalığı

• Kartel medyası ve aydınlar

• Üniversiteler

• Kanun (Hukuk Değil) ve Cebir

Korku İmparatorluğunun Ayakları: Masonluk

Korku İmparatorluğunun en temel ayaklarından biri Masonluk ve onun yan kuruluşları olan Rotary ve Lions kulüpleridir. Masonlar, İttihat Terakki üzerinden orduya sızarak Osmanlı devletinin parçalanmasında en ciddi rolü oynamışlardır. Umran’ın önceki sayısında Türkiye’nin dengesini bozan güç olarak masonluğun etkisi üzerinde durulmuştu. Burada sadece başörtüsü dolayısıyla takındıkları tavra dikkat çekmek istiyoruz. Başörtüsüne özgürlük getirilmesine, Rotary ve Lions kulüpleri gazetelere ilan vererek karşı çıkmışlardır:3

“Biz Türk Lionları bir siyasi simge olarak algıladığımız türbanın üniversitelere serbestçe girmesini sağlamaya yönelik çabaları üzüntüyle izliyoruz. Bu tutumu Cumhuriyetimizin kuruluş amaçlarına, temel değerlerine ve özellikle Laiklik ilkesine karşı bir hareket olarak değerlendirdiğimizi halkımızla paylaşıyoruz. Türkiye Lions Kulüpleri Konfederasyonu.”İnanamıyoruz! Modern Türkiye Cumhuriyeti’nin Büyük Millet Meclisi’ne başörtüsü ile ilgili kanun ve anayasa değişikliği teklifi yapılmış olmasına inanamıyoruz. Atatürk ilke ve devrimlerine ve modern Türkiye Cumhuriyeti’nin laik kazanımlarına bağlılığımızı tekrarlıyoruz. Türkiye Rotary Kulüpleri

Türkiye’deki mason locaları başörtüsü konusunda Rotary ve Lions’lar gibi açık bir tavır almamışlardır. Ancak, kanaatimiz odur ki, Kıta Avrupa’sının en eski ve en büyük mason locası olan Büyük Doğu’nun (Grand Orient) Paris’teki toplantısında konunun gündeme getirilmesini sağladılar. Böylelikle AB üzerinden Türkiye’ye ve Türkiye’deki işbirlikçilerine mesaj verdiler. Bu toplantıda Fransa büyük üstadı Jean Michel Quillardet, Türkiye’de başörtüsünün gündeme getirilmesini geriye gidiş olarak değerlendirdi:4

“Zaman gazetesinin haberine göre; üniversitelerde başörtüsünün serbest bırakılması geriye gidiştir. Laikliğin yeniden tanımlanması yolunda tehlikeli bir gediktir. Başörtüsü, İslam değildir. Kuran’da yer almaz ve sonradan üretilmiştir. Örtü kadınlığı gizliyor. Bunun için İncil’e bakmanız yeterli. Halk yasağa karşı olabilir; ben kamuoyunun her zaman haklı olduğunu düşünmem. Halk yanılabilir, demokrasiye karşı olabilir. Türkiye’deki masonlarla sağlam diyaloglarımız var.”

Avrupa mason localarının bu çağrısının Türkiye’de nasıl bir yankı bulacağı yol

boyu açığa çıkacaktır. Bütün bu açıklamalar, Korku İmparatorluğunun kimlerle işbirliği içerisinde olduğu ve nerelerden beslendiğini göstermektedir.

Korku İmparatorluğunun Ayakları: Büyük Sermaye/ ‘İstanbul Dükalığı’

Korku İmparatorluğunun önemli bir ayağı, Büyük Sermaye/ ‘İstanbul Dükalığı’dır.

TÜSİAD, ‘İstanbul Dükalığı’nın örgütüdür. Halka ve Anadolu sermayesine pastadan pay vermeye kalkan tüm iktidarlara karşı savaş açmıştır. Yeni anayasa hazırlama sürecinde en sert tepkiyi verip tartışmayı başlatan TÜSİAD olmuştur. O zaman açık bir şekilde AKP’yi gizli gündemi olmakla itham etmişti. Başörtüsüne özgürlük çalışmasına ise daha temkinli ve üstü kapalı bir karşı çıkış yapmıştır: 5

 “…Ancak bir süredir aslında çok daha rahat bir zamanda tartışmamız gereken bir konuyu, türban konusunu, gündemin birinci maddesi haline getirdik.”

Ancak MHP’nin TÜSİAD’a dönük eleştirilerine TÜSİAD tarafından verilen cevap, başörtüsüne özgürlük getirmek isteyenlere açık bir cephe alış, partileri gizli gündemleri olmakla itham ediş vardır ve başörtüsü yasağının devam etmesi savunulmaktadır: 6

“Üniversitelerimizde türban sorununu çözme düşüncesiyle Anayasa ve yasa değişikliği başlatanlar içinde yer alan bir siyasi parti, eğitim ve öğrenim hakkını savunma görüntüsü altında, gerçek amacının, Türkiye’nin, Atatürk’ün çağdaş medeniyet seviyesine erişme hedefinin gereği olan, batı normlarını esas alan demokratikleşme süreci ile ilişkisini kesmek olduğunu açıkça ortaya koymuştur.”

Korku İmparatorluğunun Ayakları: Üniversiteler

Korku imparatorluğunun bir ayağı da üniversitelerdir. Üniversitelerin CHP hariç hükümet olan tüm partilerle sorunları olmuş; özellikle DP, AP, ANAP, DYP ve AKP hükümetlerine adeta savaş açmışlardır. İnönü Üniversitesi rektörü Fatih Hilmioğlu’nun seçimlerden önce yaptığı tehditkâr konuşması, üniversitelerin Korku İmparatorluğundaki rolünü ifade etmesi açısından dikkat çekicidir:8

 …Kim gelirse gelsin. Yüzde 35 ile değil isterse yüzde 95 ile gelsin. Onu da söyleyeyim… Bu siyasal iktidar milli iradeyi temsil ettiğini söylüyordu. Peki, sokaklarda meydanlara inen 6 milyon insan, 65-70 milyon Türk insanın sesidir. Siyasal iktidara hangi milletin iradesini temsil ediyorsunuz diye sormak lazım. Millet size inin artık oradan diyor. Milletin sesine kulak vermelerini dilerim. Onurlu bir şekilde hükümetten çekilmek varken, bu yolun izlenmesi demokrasimiz açısından çok doğrudur. Onursuz bir şekilde indirilmekten çok daha doğrudur. Demokrasimizin yara almaması için siyasal iktidarın hükümetten çekilip derhal erken seçime gitmesi gerekir.”

Milletin yüzde 95’i, bir sistemin değişmesini isteyecek ama o sistem değişmeyecek, ne için; yüzde 5’in arzusu, isteği için. Bu sözleri söyleyen bir rektörün, 27 Temmuz seçim sonuçlarından sonra kendi onuru ile istifa etmesi gerekmez miydi?

İstanbul Üniversitesi rektörü Mesut Parlak’ın konuşması, korku imparatorluğunun adalet ve objektiflik anlayışını ortaya koyması açısından önemlidir:9

Bu gerginlik bizi bile etkileyecek. Belki hiç hakkımız olmadığı halde, türbanlı bir öğrenciye, Cumhuriyet ilkelerinin kıyafetlerine aykırı diye hak ettiği notu vermeyeceğiz.

Yıllarca dillerinden düşürmedikleri meslek ahlakı ve bilimsellik anlayışı bu olsa

gerekir. Başörtüsü ne büyük bir turnusol kâğıdı ki herkesin gerçek yüzünü ortaya koyuyor ve maskeleri yüzlerden düşürüyor.

Eski YÖK başkanı Erdoğan Teziç’in, görevde olduğu bir sırada, cumhurbaşkanlığı seçiminde bir grup rektörle yaptığı toplantıda darbe çağırıcılığı yapması, halkın yüzde 70’ini yok sayması, üniversitelerde hâkim olan zihniyeti göstermesi açısından ibret vericidir:10

“O bildiri (e-muhtıra) orada duruyor. Web sayfasında da duruyor, açıp okuyun onu. Genelkurmay’ın metni orada duruyor. Tankla tüfekle yürümeye lüzum var mı? Hadi bakalım sıkıysa Çankaya’ya birini bindirsin arabaya da yemin ettirip göndermeye kalksın. Yolda kaza olur. Yolda kaza olur, elektrik kesilir... Neler olur. Olmaz. Olmayacağını gösteriyor. Yani yapamazsın bunu… Bir şey kesmez bizi; yüzde 40, yüzde 70 çıksın isterse. Çıkabildi mi sanki yukarıya? Oylamadan önce Genelkurmay bir şey iki satır yazdı. Ohhh. O akşam oh demeyen var mı? Telefonlar susmadı, bu gece rahat uyku uyuyacağız hocam diye. Vallahi ben de çekildim oturdum, nasıl gergindim biliyor musun? Mahkemeyi bilmiyoruz. Gerçi hazır ol dediler. Belki Yargıtay’dan bir görüşme isterler falan. Ya ters bir şey çıksaydı. 4 oyla kurtardık. Ben hep geç yatarım bir buçuktan önce yatmam. Öyle kurulmuş benim tempom. Saat 11.30 dedim şunu kapatayım. (27 Nisan) biraz bir şeyler var onlara bakarken son dakika dikkat dikkat diyor. Alttan kırmızı şerit geçiyor. Genelkurmay’ın açıklaması deyince oturdum. Kısım kısım da veriyor, ağır ağır. Çünkü ordan metinden okuyorlar, aktarıyorlar. Habertürk ilk defa verdi, diğer kanallara baktım, ondan sonra telefonlar başladı. Saat iki buçuk üçe geliyordu, dedim, çektim fişi ve telefonu sonra yattım.”

Başörtüsü ile ilgili yapılan yasal çalışma sürecini durdurabilmek için başta Üniversiteler Arası Kurul olmak üzere birçok üniversite senatosu, ardı ardına yaptıkları açıklamalarla yasakçılar ve korkutucular kervanına katılmışlardır.11 Bunların her birini ele alıp ayrı ayrı incelemek, bu sayfaların kapasitesini aşar. Ancak genel bir değerlendirme yapılabilir:

Başörtüsüne özgürlük tanınması, tehlikelidir ve bölücülüktür. Bölücülüğe ve ayrılıkçılığa hizmet eder.

Başörtüsüne özgürlük, karşı devrim ve laikliğe karşı bir harekettir.

Geniş bir mutabakat olmadıkça (refahtan şımarıp azmış bir azınlığın onayı alınmadıkça) kaos meydan gelecektir.

İstikrarsızlığa sebep olacaktır.

Üniversitelerde ve toplumda çatışmalara sebep olacaktır.

Yapılanlar din istismarı ve şeriat oyunlarıdır.

Başörtüsü siyasi ve dini bir simgedir.

Görülebileceği gibi üniversiteler, yasakçı bir zihniyeti temsil etmektedirler.

Yalnız şu an için değil; geçmişte de aynı olmuştur. 27 Mayıs sonrasında Cemal Gürsel’in seçimlere gitme isteğine karşılık, Prof. Hüseyin Nail Kubalı’nın teklifi, cunta iktidarından yanadır. General Madanoğlu’na, Olur mu Paşam, meclisi kapatmazsanız, siz meşrulaşamazsınız”, diyebilmiştir.7

Prof. Enver Ziya Karal’ın 27 Mayıs darbesine meşruiyet kazandırmak için sarf ettiği sözler, Cumhuriyet tarihi boyunca üniversitelerin halktan ne kadar kopuk olduğunun ve cuntacı zihniyetlerinin bir göstergesi mahiyetindedir.7

Daha da ibret verici olanı, 1960 darbesi sonrasında üniversiteden atılan 147 öğretim üyesine ilişkin listenin 9 öğretim üyesinden oluşan bir komisyon tarafından hazırlanmış olmasıdır. Keza gene 28 Şubat Postmodern darbe sürecinde üniversite öğretim elemanlarının bir kesimi, tam bir jurnal mekanizması kurarak cuntaya muhbirlik yapmışlardır. 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinde de durum bundan farklı olmamıştır. O sebeple Korku İmparatorluğunun önemli ayaklarından bir üniversitelerdir.

Korku İmparatorluğunun Ayakları: Cunta-Çeteler

Osmanlı’dan beri Türkiye, cunta ve çetelerden çok çekmiştir. Bütün darbeler, cunta ve çetelerin işbirliği ile hazırlanmıştır. Daha Cumhuriyet’in başlangıcında, 1. Meclis’te ikinci gruba mensup Trabzon Milletvekili Ali Şükrü, Topal Osman’a boğdurtulmuştur. Arkasından Topal Osman konuşmasın diye ortadan kaldırılmıştır. Sonraları 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat ve 27 Nisan darbeleri, cunta ve çete işbirliği ile hayata geçirilmiştir. Ergenekon, devlet içindeki bu çeteleşmenin bir uzantısıdır.

27 Nisan kadife darbesine gelen süreci hazırlayan iki sivil toplum(!) örgütü, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği (ÇYDD) ve Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD)’dir. ADD’nin başında bulunan emekli orgeneral, eski jandarma genel komutanının, Sarı Kız ve Ay Işığı darbe teşebbüsünde bulunduğuna dair Nokta dergisi tarafından yayınlanmış yığınla bilgi ve belge mevcuttur. İşte böyle biri ile ÇYDD başkanı Prof. Dr. Türkan Saylan, millete karşı birlikte hareket etmektedirler. Bu iki dernek yöneticilerinin başörtüsüne özgürlük konusunda takındıkları tavır ve sergiledikleri ruh hali ürkütücüdür. Aynı zamanda halka hangi gözle baktıklarının da bir göstergesidir:12-13

“Türkan Saylan: Biz asılız. Herkesin bunu bilmesi gerekiyor. Biz asılız ve vekillerimiz var. Seçtik veya başkaları seçti. Saygı duyuyoruz. Çoğunluğu aldılar. Bizim istemediğimiz bir şeyin Türkiye’de olması mümkün değil. Olur. ‘Ben yaptım oldu’. Menderes ne dedi? ‘Odunu koysam mebus yaparım. Siz isteseniz şeriatı bile getiririz’ dedi. Bunlar geçmişte olan şeyler. Ne oldu sonuçta? Onlar ne oldu? Türkiye ne oldu?

“Çoğunluğa sahip diye anayasayı nasıl değiştirebilir? Hele MHP’nin payandalığını hiç affetmiyorum. Nerelerden nerelere kadar geldik... Bununla sonuna kadar savaşacağız. Birincisi bu savaş, demokratik yollarla olacak; ikincisi sivil itaatsizlik denen çok çağdaş yöntemlerle olacak, peşini bırakmayacağız”.

Türkan Saylan, ‘bizim istemediğimiz bir şeyin Türkiye’de olması mümkün değil’, derken, hem Türkiye’nin acı bir gerçeğini, hem de Türkiye’nin ana sorununu gözler önüne sermektedir. Bu ülke refahtan şımarıp azan bir azınlık tarafından baskı altına alınmış olup mevcut sistem bu azınlığa hizmet etmektedir. Milletin kahir ekseriyeti ve onların seçip parlamentoya gönderdikleri, onların çizdiği çerçeveye riayet ettiği sürece sorun yoktur. Bunun dışına çıktıklarında olması gereken Menderes olayının benzeridir. Türkiye’de her şey bu korku temeli üzerine inşa edilmiştir.

Korku İmparatorluğunun bu müntesipleri, pire için yorgan yakarlar. Ali’den dolayı Hz. Ali’den nefret ederler. Kendilerinin saltanat sürmedikleri bir ülkenin yanıp yıkılmasını, perişan olmasını, Neron’un Roma’yı yakması gibi tüm Türkiye’yi ateşe vermek isterler. ADD’nin düzenlediği toplantılarda bu havayı görmek mümkündür. ADD Kadıköy şubesinin Marmara Üniversitesi Haydarpaşa yerleşkesinde, yöneticiliğini eski jandarma genel komutanı emekli orgeneral Şener Eruygur’un yaptığı: ‘Hukuk ve Siyaset okulu’ toplantısında (4-13 Şubat 2008), Ulusal Sanayici ve İş Adamları Derneği Genel Sekreteri Birol Başaran’ın yaptığı bir konuşma, Korku İmparatorluğu müntesiplerinin şuur altının bir dışa vurumu olarak değerlendirilmelidir:14

“Hukukun dışına çıkılacak günler geliyor diye düşünüyorum. Bazı durumlarda hukukun askıya alınmasında bir mahsur yoktur… Orduyu çağıralım, ordu darbe yapsın falan… Şu anda zamanı değil. Niye zamanı değil?.. Ülkeyi tekrar şu anda elimize alırsak krizi elimizde buluruz. Böyle bir problem var. Lütfen bu yüzden... Türk ordusu biraz kenarda dursun o ne yaptığını bilir. Türban konusunda tüm sivil demokratik haklarımızı kullanarak elimizden geldiğince direnelim. Ama krizi bu adamların ellerinde patlatıyor olmamız lazım.”

Ülkeyi tehlikeye sokacak krizlerin önlenmesini değil, tam tersine patlamasını istiyorlar. Böyle bir krizin oluşturacağı tsunaminin bu ülkeye neye mal olacağı onlar için önemli değildir. Süleyman Demirel, Bülent Ecevit ve Bedrettin Demirel’in 12 Eylül İhtilali ile ilgili yaptıkları değerlendirmelerde korku imparatorluğunun aynı mantıkla çalıştığını görebilmekteyiz:7

Bülent Ecevit, 28 Kasım 1990: Eğer bir ülkede gizli silahlarla donatılmış, devlet içinde fakat devlet denetimi dışında bir örgüt var ise, bütün bu gibi karanlık olayların ardında, veya bazılarının ardında, o gizli örgütten bazı elemanların da yer almış olabileceği kuşkusu herhalde hafife alınamaz.”

Korku İmparatorluğunun Ayakları: Kanun Ve Cebir

Cumhuriyet tarihi boyunca hukuk değil kanunlar bir baskı ve susturma aracı olarak kullanılmıştır. Bu zihniyet, Başvekil İsmet İnönü’nün 1925 yılında Muallimler Birliği’nde yaptığı konuşma ile başlar, bu güne kadar gelir:7

“Mugalâtalara, tezvirlere boyun eğmek, itiraf-ı acz olurdu. İnkılâplar kâdir ve kâhirdir... O fiili tecelliye kadar biz bu hakikatı kanunen, cebren, inkılâpla telkin ve onu tatbik edeceğiz... Hedefe varmak için her cahilane itiraz ve teşebbüs bertaraf edilecektir.”

İnönü, kendi kafalarındaki doğruların tartışılamaz olduğunu söylemekte ve bunlara karşı çıkan herkes, ya cahil ya gafil ya da düşmandır ve bunlar “kanunen, cebren bertaraf edilecektir”, demektedir. İstiklal Mahkemeleri’nin saldığı dehşet, böyle bir zihniyetin sonucudur. “Sanıkların idamına tanıkların bilahare dinlenmesine karar verilmiştir”, sözü İstiklal Mahkemesi başkanına aittir.

Bugün bazı rektör ve YÖK üyelerinin, YÖK Yasası Ek 17. Maddeyi, alakası olmamasına rağmen, bir silah gibi kullanması aynı mantıktan dolayıdır.

Kanunların bu anlamda nasıl kullanıldığını çok iyi bilen Süleyman Demirel, 1980 öncesinde terörün durdurulması için dört kanun hariç, istedikleri her türlü desteği vereceğine dair komuta kademesine adeta yalvarmıştır:7

“Ne isterseniz vereyim ama bunu [terörü] durdurun. Kanun isteyin vereyim. Yalnız benden dört kanun istemeyin: İstiklal Mahkemeleri Kanunu, Sürgün Kanunu, Dersim Kanunu, Takrir-i Sükûn Kanunu.

Şapka Devriminin icra edildiği dönemde şapkaya karşı direnişi kırmak için Erzurum’da “Şalcı Bacı” diye tanınan bir bohçacı kadını astırma, sadece dehşet ve korku salmak amacını taşımaktaydı. Nimet Arzık’ın deyişi ile vali ile kumandan Tatar Hasan Paşa’nın ‘muhayyilelere dehşet salmak, kimsenin hükümetin emrinden çıkmaması için inkılâplara karşı geldi diye bu kadını asalım’ demeleri, o dönemin adalet, yönetim anlayışını göstermektedir. Zavallı bohçacı kadın ikide bir “ben bir hatun kişiyim, şapka ile ne derdim ola ki, kadın şapka giye ki asıla?” diyerek Korku İmparatorluğunu yüksek sesle sorgulamıştır.15 Tatar Hasan Paşa’nın “muhayyilelere dehşet salmak için” Şalcı Bacı’yı astırması gerçekten de halkta büyük bir korku ve nefret uyandırmıştır:16

…Görülmüştür ki, artık sorun “fes” ya da “şapka” değil, onlardan birinin giyileceği kafayı yerinde tutabilmektedir.”

Korku İmparatorluğunun halka ve halkın değerlerine olan düşmanlığının, Alvarlı Mehmet Efe olayında ilginç ve ibret verici bir tezahürü vardır:17

“Alvarlı Mehmet Efe, din âlimi idi. Hasankale Cezaevi’nde yatıyordu. 1940’lı yıllardı. İrticadan tutuklanmıştı. Erzurum’u kana bulayan bir eşkıyayı gözaltına aldılar. Sorguya çekerken polis memurlarına sitem etti eşkıya: Yahu beni ne sıkıştırıp duruyorsunuz? Alt tarafı, 3 ölüm, 4 yaralım var. Öyle Alvarlı Mehmet Efe gibi, sabahtan akşama, Allah Allah mı diyorum?” 

Korku İmparatorluğunun Ayakları: CHP

Son yıllardaki özgürlükleri genişletici tüm çalışmalara karşı en sert muhalefeti yapan, statükoyu savunan ve rakiplerini darbeyle tehdit eden parti CHP’dir. CHP, Türkiye’de ilk kurulan parti olması ve Milli Mücadele’yi veren kadronun tümünün bu parti içerisinde yer almış olmasının avantajlarını, cumhuriyet tarihi boyunca kullanagelmiştir. Daha sonra kurulan Terakkiperver Halk Fırkası, Serbest Fırka ve DP, CHP’nden doğmuşlardır. Milli Şef İnönü tarafından formatlandığı için CHP ismi, korkuyla, tehditle, suçlama ve karalama ile özdeş hale gelmiştir. Çünkü İnönü demek korku demekti.7 CHP kadrolarına göre CHP, millet ve devlet demekti:7

 “Başbakan Dr. Refik Saydam, 28 Mayıs 1939’da CHP’nin 5. Kurultayı:

CHP demek, Türk milleti demektir ve CHP demek, Türk Devleti demektir; bu mefhumlar birbirine o kadar sıkı bir şekilde bağlıdır ki, birini diğerinden ayırmak imkânsızdır”.

Bunun için gerek Baykal ve gerekse Türkan Saylan, istemediğimiz hiçbir şey bu ülkede olmaz havasındalar. CHP kadrolarında daima bir korku ve şüphe hali var olmuştur. Hem kendilerinden hem de kendi dışındakilerden korkmakta ve de şüphelenmektedirler. Bu zihni altyapı, korku imparatorluğunun CHP eli ile inşa edilmesine sebep olmuştur.

Korku İmparatorluğunun özünde şüphecilik vardır. O herkesten, hatta kendisinden bile şüphelenir. Onun nazarında herkes ve herşey potansiyel suçludur. Onun için devamlı gözetim ve denetim altında tutulmalıdır. Aynı anlama gelse de fakat farklı üslupla konuşanlar tehlikelidir. Kendi arkadaşları ve hatta kendi görevlendirdikleri olsa bile bu böyledir. Serbest Fırka olayı bunun en güzel bir tezahürüdür. Serbest Fırka’yı kuran ve kurduranlar, o gün için devlet gücünü elinde bulunduranlardı. Halkın, Halk Fırkası’na karşı Serbest Fırka’ya büyük teveccüh göstermesi, Korku İmparatorluğunun şuuraltını harekete geçirerek suçlama, karalama, tehdit ile partiyi kapattırmıştır:18-19

Ahmet Ağaoğlu: Muhakkak bildiğim ve asla tereddüt etmediğim bir şey vardır. O da, kendim ve arkadaşlarımdır! Anarşi ve irtica bize yanaşmazdı!.. Fakat ısrar olundu! Küfür, tahkir, isnat yağdırdılar; vatansızlıkla, ecnebiperestlikle itham edildik!”

 Fethi Okyar: O halde, neden arkadaşlar, neden fırkamızı behemahal Gazi’ye karşı bir fırka olarak göstermek istiyorlar? Bunu söylemek Türkiye’de muhalif bir fırkanın vücut bulmasını muhal kılmak demektir. Efendiler bu hakikaten muhaldir.”

Aynı durum DP için geçerlidir. Cumhuriyet Halk Partisi kadrolarından çıkıp Demokrat Parti’yi kuran bir kadro, 1946 ve 1950 seçimlerinden sonra aynı şekilde suçlanmış ve tehdit edilmiştir:20

Bizden sonra demokrasinin geleceğini tehlikede görmemeye imkan yoktur. Halkın bu düzeyi umut kırıcıdır.” (İsmet İnönü)

Altı ay sonra biz onlara gösteririz; altı ay oturamazlar.” (Başbakan Şemsettin Günaltay)

CHP kadrolarının kafasında halk, güvenilmez, ikinci sınıf bir varlıktır. O, vatandaş değil, hizmetçidir. O çarıklı idi, ağzı çorba kokandı. O mahalleli idi. Onun görevi bürokrasiye, ağalığa, refahtan şımarıp azan zalim, mele ve mütref takımına hizmet etmekti. 18 yıl boyunca Ankara’da valilik yapıp Çankaya ve Ulus’un dışına çıkmayan ve köylüleri köylü kıyafetleri ile Ankara’ya sokmayan meşhur vali Nevzat Tandoğan’ın söyledikleri bu anlayışı yansıtması açısından önemlidir:7

Ulan öküz Anadolulu; sizin milliyetçilikle, komünizm ile ne işiniz var? Milliyetçilik lâzımsa bunu biz yaparız. Komünizm gerekirse onu da biz getiririz. Sizin iki vazifeniz var: Birincisi, çiftçilik yapıp mahsul yetiştirmek. İkincisi, askere çağırdığımızda askere gelmek.”

Halk ayak takımı olarak görülmekte, şehir hayatını etkilememesi için şehirlere sokulmak istenmemektedir:20

Bu seçimde bizi yıkan, devrime düşman olan kara kuvvettir. Ayak takımı, kentlerde genel yaşama yeni bir biçim verebilir.” (Faik Ahmet Barutçu)

Bilhassa seçim günlerinde jandarma tedbirleri almazsak, cahil halk reylerini Haso’ya, Memo’ya verir. Büyük Millet Meclisi’ne Hasoların, Memoların dolmasına sizin vicdanınız razı olur mu?” (Cevdet Kerim İncedayı)

Aynı suçlama, karalama ve tehditler yol boyu hep yapılmış ve bu günlere gelinmiştir. Bugün de yapılan aynıdır.21 Cumhuriyet tarihi boyunca işçi, köylü ve halk diyenlerin, halkçılık üzerine ahkâm kesenlerin, hangi halkı kastettikleri ve bu ülkenin insanlarına hangi gözle baktıkları daha iyi anlaşılmaktadır:22

 ...Lağım kokusuna karışan çiğ köfte baharatı. İşte size varoş estetiği! Önce kentlerin eğlence, yemek ve kültür dünyasını ele geçirdiler. Televizyon yayınları onların zevkine göre belirlenir oldu. Bu korkunç yozlaşmayı, yerel yönetimlerdeki zaferleriyle perçinlediler. Şimdi de Türkiye’yi yönetmeye talipler.

Hiç hayal görmeyelim: Masum gecekondularla başlayan ve giderek kentleri yaşanmaz hale getirerek dev bir ahtapot gibi boğan varoşlar, kendi starları, belediye başkanları ve işadamları gibi, başbakan, bakan ve cumhurbaşkanlarını da çıkaracaktır. Bu kadar yoksullaşma ile, varoş edalı din temaları yan yana gelince nasıl bir patlama olacağını hep beraber göreceğiz.

1950’den bugüne gelinen süreci, halkın değerlerine sahip belediye başkanı, bakan, başbakan ve cumhurbaşkanı çıkarma arayışı olarak değerlendirmek gerekir. Her geçen gün kendi değerlerine daha yakın olan insanları iktidara taşıma mücadelesidir bu. İzmir’de oğlunun ölü vücudunu Fethi Okyar’ın ayaklarının dibine bırakan babanın, ‘kurtar bizi bu zalimlerin ellerinden’ feryadı ile; DP seçimlerinde ‘kurtar bizi babamız’ feryatları hep bu arayışın feryatlarıdır.7

Sonuç: Yalnızca Allah’tan Korkarak Bütün Korkulardan Kurtulmak

Cumhuriyet tarihi boyunca halkın yürüttüğü mücadele, kendi değerlerine yabancılaşmış bir zihniyete karşı mücadeledir. Bugünkü gerilimin temelinde de bu vardır. Bir milletin gasp edilmiş haklarını geri alma mücadelesidir bu. Bunun çok iyi anlaşılması gerekir. Başörtüsüne duydukları öfkenin sebebi, inanç boyutlu olmasının yanı sıra avamın(!) hak arama mücadelesinin sembolü haline gelmiş olmasıdır. Başörtüsü mücadelesi, milletin ezilmeye ve horlanmaya karşı duruşudur, tavır alışıdır.

Hak arama mücadelesi, tahrik, tahrip, ajitasyonlara kapalı olarak yürütülmelidir. Geçmişteki hatalar tekrarlanmamalıdır. Hak arama uzun vadeli, uzun bir maratondur. Dikenli, engebeli mayınlarla döşelidir. Tarihteki hak arama mücadelelerinin ortak özelliği budur. Doğru zamanda, doğru yerde, doğru işi yapmak bugünün en temel görevidir.

Hak arama mücadelesinde yanlış slogan kullanılmamalıdır. Şiddet kimden ve nasıl gelirse gelsin lanetlenmelidir. Horlanmalara, hakir görülmelere ve hakaretlere karşı sabırlı olunmalıdır.

Korku İmparatorluğunun dayanaklarına baktığımızda, ‘refahtan şımarıp azan’ bir azınlığın varlığını görmekteyiz. Eğer bunların yaptıkları tahribata karşı, şefkat ve merhamet içeren onurlu bir dik duruş sergilenmez ve bir tavır alınmazsa, o taktirde şu ilahi sünnetin tecelli edilmesinden korkulmalıdır:

“Bir ülkeyi helâk etmek istediğimizde, o ülkenin ‘varlık ve güç sahibi önde gelenlerine’ (refahtan şımarıp azan önde gelenler) emrederiz; böylelikle orada bozgunculuk çıkarırlar. Böylece o ülke, helâke müstehak olur; biz de orayı darmadağın ederiz.” (17/16)

Bu dik duruş, milletin sesini yükseltmesi ve konuşmaya başlamasıdır. “Hakkımı istiyorum”, demesidir. Bu dik duruş, yabancılaşmış olanların ve Firavunlaşmış olanların bir ihtimal kendisine gelmesine yardımcı olabilir.

Firavunların kendilerinde var olan aşırı güçten dolayı müstağnileştiklerini ve bu güç ve imkânların tutsağı, hatta kölesi olduklarını; onları her an kaybetme korkusu içinde yaşama durumunda olduklarını unutmamak gerekir. Her an kaybetme korkusu, paranoyaya dönüşmektedir. Her an birilerinin çıkıp kendilerini yok edeceğini sanmaktadırlar. Onun için her gün görünmeyen düşmanların varlığından bahsetmektedirler. Ülkenin büyük bir tehlike ve tehdit altında olduğunu yaymaya çalışmaktadırlar:

“Firavun’un kavminden ileri gelenler dediler ki: Bu çok bilgili bir sihirbazdır. Sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor. Ne buyurursunuz?” (7/109-110)

“Onlar dediler ki: Babalarımızı üzerinde bulduğumuz (dinden) bizi döndüresin ve yeryüzünde ululuk sizin ikinizin olsun diye mi bize geldin? Halbuki biz size inanacak değiliz.” (10/78)

 “..(Onlar) dediler ki: ‘Onunla birlikte iman etmekte olanların erkek çocuklarını öldürün; kadınlarını ise sağ bırakın.’ Ancak kafirlerin hileli düzeni boşa çıkmakta olandan başkası değildir.

 Firavun: Bırakın beni, dedi, Musa’yı öldüreyim; (kurtarabilirse) Rabbine yalvarsın! Çünkü ben onun, dininizi değiştireceğinden, yahut yeryüzünde fesat çıkaracağından korkuyorum.

Musa da: ‘Ben, hesap gününe inanmayan her kibirliden, benim de Rabbim, sizin de Rabbinize sığındım’ dedi. (40/24-27)

Yukarıdaki ayetlerde Firavunlaşmış bir zihniyetin, nasıl düşünüp davrandığı ortaya konulmaktadır. Bugün Türkiye’de Refahtan Şımarıp Azan bir azınlığın meydanlarda ve medyada aynı tavrı sergilediklerini görmekteyiz.

Firavun ve önde gelen çevresinin, Musa ve kardeşini ‘yok edecek ezici üstün bir güce sahip olduklarını’ söylemesi ile bugünkilerin, ‘Biz Kaç Kişiyiz’, ‘bizim istemediğimiz hiçbir şey olmaz’ haykırışları arasında hiçbir fark yoktur.

Firavun ve önde gelen çevresinin, ‘onların erkek çocuklarını öldürün; kadınlarını ise sağ bırakın.’ demesi ile bugünkilerin ‘Menderes ve arkadaşlarının sonlarının ne olduğunu’ hatırlatması arasında bir fark yoktur.

Bütün bu yapılanlara karşılık biz onlara;

“Biz, İsrailoğullarını denizden geçirdik. Ama Firavun ve askerleri zulmetmek ve saldırmak üzere onları takip etti. Nihayet (denizde) boğulma haline gelince, (Firavun:) ‘Gerçekten, İsrailoğullarının inandığı Tanrı’dan başka tanrı olmadığına ben de iman ettim. Ben de Müslümanlardanım!’ dedi. Şimdi mi(iman ettin)! Halbuki daha önce isyan etmiş ve bozgunculardan olmuştun (ey Firavun)! Senden sonra geleceklere ibret olman için, bugün senin bedenini (cansız olarak) kurtaracağız. İşte insanlardan bir çoğu, hakikaten âyetlerimizden gafildirler.” (10/90-92) ayetlerini tehdit etmek için hatırlatmıyoruz. Tam aksine biz onların hidayete gelmelerini, mutlu olmalarını; hem bu dünyalarını hem de ahretlerini kurtarmalarını istiyoruz. Çünkü Firavunî yol, ateşe götüren bir yoldur:

“…Fakat onlar Firavun’un emrine uydular. Oysa Firavun’un emri doğru değildi. Firavun, kıyamet gününde kavminin önüne düşecek ve onları (çekip) ateşe götürecektir. Varacakları yer ne kötü yerdir! Onlar burada da, kıyamet gününde de lânete uğratıldılar. (Onlara) verilen bu armağan ne kötü armağandır!” (11/96-99)

Öyleyse Firavunlardan korkmayıp yalnızca Allahtan korkmalıyız:

“Öyleyse insanlardan korkmayın, benden korkun ve ayetlerimi az bir değere karşılık satmayın.”(5/44)

“İşte bu şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Siz onlardan korkmayın, eğer mü’minlerseniz, Ben’den korkun.”(3/175)

Kaynaklar

1- Aktif Haber, 09.02.2008.

2-Fatih Çekirge, Baba’dan tespit ve tavsiyeler, Hürriyet, 14 Şubat 2008.

3-Hürriyet, 2.2.2008.

4-Zaman, 16.2.2008.

5-TÜSİAD’ın 38. Genel Kurul Açılış Konuşması, 24.1.2008.

6-TS/BAS-BÜL/08-10, 30 Ocak 2008.

7-Ertunç A. C., Cumhuriyetin Tarihi, Pınar yayınları, İstanbul, 2002.

8-YeniŞafak, 30.04.2007.

9-Zaman, 02.02.2008.

10-Zaman, 26.02.2008.

11-30.1.2008- 10.2.2008 tarihli gazeteler.

12-Samanyolu haber, 04.02.2008.

13-İnternethaber, 05.02.2008; Zaman, 05.02.2008.

14-Zaman, 16.2.2008.

15-Aktaş C., Kılık Kıyafet ve İktidar, Nehir Yayınları, İstanbul, c.1, 1989 s. 149.

16-Tunçay M.,Tek Parti, s. 150.

17-Ilıcak N., Gülen, İrtica ve Nasrettin Hoca, YeniŞafak, 15 Ağustos 2000.

18-Ağaoğlu Ahmet, Serbest Fırka Hatıraları, İletişim Yayınları, 1994, İstanbul, s. 226.

19- Osman Okyar, Mehmet Seyitdanlıoğlu, Fethi Okyar’ın Anıları, Türkiye İş Bankası Yayınları, Ankara 1997, s. 86.

20-Yıldız Abdullah, İktidar Kavgaları ve Sanal İrtica, Pınar Yayınları, İstanbul, 2000, s. 162, 178.

21-Turgut S., ‘Esir Türkler’, Hürriyet, 6 Ağustos 2001.

22-Livaneli Z., ‘Türkiye’yi Varoşlar Yönetecek’, Sabah, 12 Ağustos 2001.

ŞER İTTİFAKI ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI İÇİN İKİ ANA EKSEN OLUŞTURMAYA ÇALIŞMAKTADIR

(Umran Dergisi)   Şer İttifakı (Siyonizm-ABD-İngiltere-İsrail, AB) 21. yüzyılı “dijital dönüşüm” yüzyılı olarak öngörmekte, bu nedenle “büyü...