(Umran Dergisi
“Kim izzeti istiyorsa, artık bütün izzet Allah'ındır. Güzel söz O'na yükselir, salih amel de onu yükseltir. Kötülükleri tasarlayıp düzenleyenler ise; onlar için şiddetli bir azab vardır. Onların tasarladıkları 'boşa çıkıp bozulur'.” (35/10)
Çekişmeli, Kadife Darbeli bir seçim
süreci sonunda, %47’lik bir oranla ‘mahalleli’ler(!)
ya da, ‘kovuğundan çıkanlar’(!) bir
kez daha iktidara geldiler. “Öteki”
diye isimlendirilen, varlıkları dahi kabul edilmeyen, aşağılanan, horlanan,
parya muamelesi yapılan; bazen ‘ağzı
çorba kokanlar’, bazen ‘kuyruklar,
çarıklılar’, bazen ‘Memolar, Hasolar’,
bazen ‘varoştakiler’ bazen de
‘mahalleli’ ve ‘kovuğundan çıkanlar’ diye nitelendirilen, bu ülkenin çilesini
çekip de sefasını süremeyen bir halkın iktidara gelişiydi bu.
Peki bu iktidara geliş, halkın
temsilcilerinin muktedir oldukları/olacakları anlamına gelir mi? Bu iktidara
geliş, bugüne kadar sürüp giden iktidar mücadelesinin bittiği şeklinde mi
anlaşılmalı? Seçimlerin hemen ertesinde her şey toz pembe, her şey güllük
gülistanlık gözükmekteydi. Sanki halk, gerçekten iktidar olmuştu. Tam bir rehavet
etrafa yayılmıştı...
Seçim öncesinde Rusya-İran-Çin eksenli bir kadife darbeye karşı batı eksenli bir kadife darbe gerçekleştirilip AKP desteklenmiştir. (1971’deki) 9 Mart’a karşı 12 Mart’tır olan. AKP’nin %47 oy oranı, bu çekişmenin getirdiği bir seri manipülasyonun doğal sonucuydu. AKP etrafında şekillenen batılı ittifak, halkın iktidarını istemiyordu. AKP’ye verilen destek, Türkiye’nin eksen değiştirmemesi içindi; halkın gerçekten iktidar olması için değil. Nitekim seçimden sonra İsrail, ABD, AB ve bunların iç müttefikleri, isteklerinin AKP tarafından yerine getirilmesi için yoğun baskı uyguladılar. Bunları geçen sayıda ayrıntısıyla inceledik. Burada ise Şeytanî İttifakın tuzak mantığı üzerinde durulacaktır.
Yeni Bir Kaos Dönemi
AKP’nin %47’lik ikinci hükümet
dönemi, bir ittifakın ürünüydü. Tarafların herbirinin AKP’den ayrı bir
beklentisi vardı. Bir tarafta milletin istekleri, diğer tarafta batı ve batı
işbirlikçilerinin istekleri vardı. Ve bu istekler birbirine zıttı.
Millet %47’lik oyun hakkını istemekteydi;
önüne konan tüm engellerin kaldırılmasını ve bu ülkenin gerçek sahibinin
kendisi olduğunun tescil edilmesini beklemekteydi. Bu açıdan yeni bir anayasa,
milletle yapılacak yeni bir sosyal mukavele olacaktı. Devlet-millet ikilemi
ortadan kaldırılacaktı. Milletin emrinde bir devlet yapısı ortaya konacaktı.
Bunun için de anayasa değişikliği çok önemliydi.
ABD, AB, İsrail, uluslararası
sermaye ve bunların yerli işbirlikçileri, Genişletilmiş Ortadoğu Projesinin
hayata geçirilmesini ve AB ile entegrasyonun sağlanmasını, ülkenin tüm
imkanlarının Batı’ya peşkeş çekilmesini ve Müslüman bir milletin yeniden
formatlanmasını istemektedir. Burns, TÜSİAD, TİSK, YÖK tarafından bu istekler
gündeme taşınmış, bir gerilim ortamı meydana getirilmiştir. Anayasa tartışmalarının
derhal gündemden kaldırılması istenmiştir.
Bu aşamada önemli ve ilginç olan,
seçim öncesinde AKP ile ittifak içerisine giren Batı bloğunun, bu yeni süreçte
Rusya–İran-Çin eksenindekilerle işbirliği içerisine girmiş olmasıdır. Seçim
öncesinde kartel medyası, askeri yıpratmak için yoğun bir kampanya yürütürken;
seçim sonrasında yeni bir anayasa hazırlanması ile ilgili başlatılan tartışma
sürecinde, askeri siyasetin merkezine çekmeyi hedef alan seçim öncesiyle taban
tabana zıt bir kampanya başlatmıştır.
Geçen sayıda ayrıntılı incelediğimiz Burns’un Atlantik Konseyi’nde yaptığı konuşma üzerinde burada duracak değiliz. Ancak Burns’un ‘ilişkilerdeki merkezi unsurlar’ diye bahsettiği noktaların hatırlanmasında fayda var:
• ‘Dış politikada daha
büyük sorumluluklar üstlenmeniz lazım.’
• ‘Türkiye,
bizim Geniş Ortadoğu’daki çıkarlarımız için kritik önemdedir.’
• ‘Ortadoğu, bizim ulusal
güvenlik çıkarlarımız için dünyada en hayatî bölgedir.’
• ‘İran ile iş yapmanın
zamanı değildir.’
• ‘Türkiye Ermenistan ile
ilişkilerini normalleştirmeli, sınırı açmalıdır.’
• ‘Ekonomik ve siyasi
reformlar devam etmeli, TCK 301. Madde kaldırılmalıdır.’
• ‘Heybeliada Ruhban Okulu
açılmalıdır.’
• ‘Fener Rum Patriği Ekümenik olarak tanınmalıdır.’
Hükümet ricaliyle yaptığı görüşmelerde bunlardan farklı bir şeyler isteyip istemediğini bilmiyoruz. İsteklerine Türkiye’nin ne cevap verdiğini de bilmiyoruz. Ancak Burns Türkiye’ye gelmeden önce başlayan gerilimin, gelip gittikten sonra daha da tırmandığına dikkat çekmliyiz. PKK tarafından yapıldığı söylenen toplu katliamlar birden bire yaygınlaşmıştır:
• 12 sivil toplu halde öldürülmüştür.
• Askeri birlik pusuya düşürülerek 13 dağ komandosu geride
hiçbir iz bırakmayacak tarzda öldürülmüştür.
• Bu iki
olayın ardından sınır ötesi operasyon için parlamentodan Tezkere geçirilmiştir.
• Tezkerenin ardından Hakkari’de bir dağ komando birliği pusuya
düşürülerek 12 asker öldürülmüş, 17 tanesi yaralanmış ve 8 tanesi kayıptır.
• Hakkari’de bir minibüs mayına çarpmış 10 sivil yaralanmıştır.
Silahsız sivillerin öldürülmesi kolaydır. Ancak bu iş için eğitilmiş komando birliğinin, her seferinde bu kadar büyük zayiat vermesi normal değildir, anormaldir. Öyleyse bu askerler böylesi bir pusuya nasıl düşürülmüşlerdir? PKK bu işte yalnız mıdır? Ya da bu işi bizzat PKK mı yapmıştır? Yoksa PKK adına başkaları mı yapmıştır?
Bu noktada dört ihtimalden
bahsedilebilir:
• Bu, bir derin devlet operasyonudur. Amacı;
- Güneydoğu’da olağanüstü hal ilan
ettirmek ve sınır ötesi operasyon yapmak.
- Hükümeti, işlevsiz hale getirip anayasa çalışmalarını
engellemek.
- Askeri, siyasetin merkezine getirip yerleştirmek.
• Bu, PKK’nın tek başına yaptığı
bir operasyondur. Amacı;
- Türkiye’de iç savaş başlatmak.
- Yeni taraftar kitle kazanmak.
• Bu, ABD+İsrail+PKK operasyonudur. Amacı;
- Türkiye’yi istikrarsızlığa
sokmak,
- Askeri zayıflatmak,
- Derin devlet işi görüntüsü
vererek devleti/askeri yıpratmak,
- İç savaş çıkarmak,
- Kürt halkına baskı uygulanmasını
sağlayarak ayrılıkçı unsurları kuvvetlendirmek,
- Burns’un ifade ettiği ‘ilişkilerdeki merkezi unsurları’ Hükümetin/Devletin
kabul etmesini sağlamak,
- Büyük İsrail ve Kürdistan
projelerine Türkiye’nin karşı çıkmasını engellemek.
- Gizli bir anlaşma yapılmışsa bu
yolla Türkiye’nin Ortadoğu’ya girmesine meşruiyet kazandırmak.
• Bir başka ihtimal de, yukarıdaki üç gücün menfaatlerinin kesiştiği bir arakesit meydana gelmiş olmasıdır.
Bunların hangisidir sorusu, ancak
sağlam bir istihbarata dayanarak cevaplandırılabilir. Bununla birlikte bazı
değerlendirmeler yapmak mümkündür. Birinci ihtimal, geçmişi göz önüne alarak
değerlendirme yapıldığında, ancak ABD ile işbirliği içerisinde gerçekleşebilir.
Aksi taktirde ABD ve İsrail istihbaratının bunu deşifre etme ihtimali
mevcuttur. Eğer ABD ve İsrail, Türkiye’nin Irak’a girmesini istemiyorlarsa,
gizli bir anlaşma yapılmamışsa, böyle bir operasyonun riskini derin devlet
denilen mekanizmanın üstlenmesi mümkün değildir. Son yıllarda halkla arasındaki
mesafe gittikçe derinleşen bir devletin, bir ordunun halktan kendisini daha da koparacak
ve Ortadoğu cehenneminde yalnızlaştıracak bir operasyonu yapması akıl ve mantık
işi olarak görülmemektedir. Bununla beraber ABD ve İsrail ile işbirliği
içerisinde olan bir devlet ricali mevcut olabilir:
“PKK’yı dağda değil burada ara. Ankara’da... Bu sözün ne anlama geldiğini
bir gün anlayacaksın..”
Bu sözün anlamını uzun süre anlayamadım. Ta ki Hanefi Avcı’nın 32. Gün
programında “devlet içerisinde bir grubun Apo ile işbirliği içerisinde
olduğunu” söyleyene kadar...” 1
En güçlü ihtimal ABD, İsrail ve
PKK’nın bu operasyonları birlikte gerçekleştirdikleridir. Eğer akıllı ve güçlü
bir hamle milletçe yapılmazsa, bu operasyonlar amacına ulaşacak, bir Kürt ve
Türk düşmanlığı yaygınlaşacaktır. Asıl istenen de budur. Kurulan tuzak bununla
ilişkilidir. Ülke olarak, millet olarak ve ümmet olarak yeni bir tuzağa doğru
sürüklenmekteyiz.
Bu sorun, sadece askeri tedbirlerle çözülebilecek bir sorun değildir. Bu
sorun, bu coğrafyada Türk’üyle, Kürd’üyle, Laz’ıyla, Çerkez’iyle, Arab’ıyla,
Fars’ıyla, Arnavut’uyla millet olarak ve ümmet olarak var olup olmama
sorunudur. Çünkü 21. asrın haçlı seferleri ile karşı karşıyayız. Soruna, bu
geniş pencereden bakılmadıkça, getirilecek olan bütün çözümler, palyatif,
geçici ve sonuçsuz olacaktır. Büyük fotoğrafı, büyük kavgayı, büyük tehlikeyi
ve büyük düşmanı görmek asıl olmalıdır.
Bugün şu sorgulamanın yapılması
gerekir:
• Türkiye 23
yıldır düşük yoğunluklu bir savaşı kime karşı yürütmektedir?
• 23 yıldır
bu savaşı tek başına yürüten PKK mıdır?
• Kimdir PKK?
• PKK’yı doğuran
ve besleyen koşullar nelerdir?
• Bu
koşulların sürüp gitmesinde kimlerin menfaati vardır?
• PKK’yı
besleyen koşullar niçin ortadan kaldırılmamaktadır?
Gerçekten de bugün Türkiye kim ile
savaşmaktadır? Irkçı, ayrılıkçı bir örgütle mi, yoksa Büyük Ortadoğu, Büyük
İsrail ve Büyük Ermenistan projeleri için onu bir maşa olarak kullanan
ABD-İsrail-İngiltere şeytan ittifakı ile mi?
Bugün Türkiye, salt PKK ile değil
bu ülkeler ile savaşmaktadır:
“Güneydoğu’da görev yapan subaylarımız PKK’nın Kuzey Irak kamplarında
bizzat Amerikalı ve İsrailli uzmanların askeri eğitim yaptırdıklarını
açıklıyor, hatta bombalanan kamplara girildiğinde, bunlardan bir kısmının
cesetlerine rastladıklarını da ekliyorlardı. Çekiç Güç’ün Türkiye içindeki PKK
yuvalarına olan malzeme yardımları ya İncirlik’ten kaldırılan C-130 uçakları
vasıtasıyla paraşütle atılıyor ya da yine aynı meydandan veya Diyarbakır’dan
kaldırılan helikopterlerle ulaştırılıyordu. En sarp dağ tepelerinde ele
geçirilen ve ‘Buralara kadar nasıl taşımışlar’ diye herkesi hayrette bırakan
ağır silahların sırrı buradaydı. Bizim sevgili müttefiklerimiz bunları PKK’nın
ayağına kadar getiriyorlardı.”2
Bugün PKK, Genişletilmiş Ortadoğu, Büyük İsrail, Büyük Ermenistan projelerinin ortak kod adıdır. Bu kod, Türkiye tarafından çözülerek bu millete ve ümmete anlatılmalıdır. Olayı, PKK ve terör olayı olarak algılamak, isimlendirmek, yorumlamak ve sunmak, Şeytan ittifakının kurduğu tuzağın ağlarına takılmak olur. Bu tuzak/oyun ifşa edilip bozulmaz ise daha çok kan dökülecek, kin ve nifak tohumları daha geniş toplum kesimine yayılacaktır.
Millet Daldığı Rehavet ve Uykudan Uyandırılmalıdır
Türkiye’de Parlamento içi siyaset,
milletten 4 ya da 5 yılda bir rey verip kurtulmasını istemekte, başka bir işe
karışmasını istememektedir. Millet yıllarca bu şekilde uyutularak aktif
siyasetin dışına itilmiştir. Bu anlayışın ve alışkanlığın doğal sonucu olarak
AKP %47 ile iktidara gelince, başta AKP kadroları olmak üzere dini hassasiyeti
olan toplumun değişik kesimlerinde aşırı bir rehavet meydana gelmiş,
dünyevileşme eğilimleri artmıştır.
Şüphesiz ki %47 oy almak çok önemli bir olaydır. Bu asla küçümsenmemelidir. Ancak bu gereğinden fazla da önemsenmemeli, abartılmamalıdır. Her türlü meselenin hal olduğu anlamına gelmemelidir. Bu nedenle milletçe unutmamamız gereken en temel şey; her şey süt liman, her şey toz pembe, her yer güllük gülistanlık değildir. 24 saat içerisinde bir ülkenin nasıl gerilime sokulabildiği konusunda yeterince tecrübeye sahibiz. Unutulmasın ki mücadele, bütün sertliği ile devam etmektedir. Rehavete dalanların, rüya görenlerin, uykularından bir an önce uyanmalarında yarar vardır.
Değerler Arası Mücadele
Seçimle beraber yaşanan durum,
geçici bir haldi. Bunu sürekli sanmak en büyük hata olmuştur. Değer sistemleri
arasındaki mücadele süreklidir, sınırsızdır ve de topyekündür. Barış dönemleri,
mücadelenin kesintiye uğradığı dönemler olmaktan ziyade gelecek mücadeleler
için bir hazırlık dönemi olmalıdır:
Hz.Muhammed (s.):
“Ey insanlar! Sizler sulh ve sükunet devrindesiniz. Zaman süratle ilerliyor. Görüyorsunuz gece ve gündüz her yeniyi eskitiyor. her uzağı yakınlaştırıyor, her va’di gerçekleştiriyor. Öyleyse, gelecekteki mücadeleler için hazırlanın. (Sulh ise) yakında miadı dolacak olan bir hazırlanma devresidir. karanlık geceler gibi işler karıştığı zaman Kur’an-ı kerim’e sarılınız. Çünkü o, şefaat eden ve şefaati kabul edilendir. Kendisine uymayanların yenilmeyen hasmıdır”.
Değerler arası mücadele, Hz.
Adem’le İblis arasında Cennet’te başlayıp kıyamete kadar sürüp gidecek bir
mücadeledir. Bunu biz İblis’in yemininde ve Allah’ın İblis’e yaptığı hitapta
görmekteyiz:
“Dedi ki: “Madem öyle, beni azdırdığından dolayı onları saptırmak için
Mutlaka senin dosdoğru yolunda pusu kurup oturacağım.
Sonra da onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından
kendilerine sokulacağım. Onların çoğunu şükrediciler bulmayacaksın.”(7/ Araf
16)
“Allah onu (şeytanı) lânetlemiş; o
da: "Yemin ederim
ki, kullarından belli bir pay edineceğim" demiştir.
"Onları mutlaka saptıracağım, muhakkak onları boş kuruntulara
boğacağım, kesinlikle onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar
(putlar için nişanlayacaklar), şüphesiz onlara emredeceğim de Allah'ın
yarattığını değiştirecekler" (dedi). Kim Allah'ı bırakır da şeytanı dost edinirse
elbette apaçık bir ziyana düşmüştür”. (4 Nisa 118-119)
Allah, şeytanın ve onun yolundan
gidenlerin mücadele mantığını ve kullanacağı vasıtaları da ifşa etmekte ve bu
mücadelenin, sınırsız ve topyekün özellikte olduğuna dikkat çekmektedir:
“Onlardan güç yetirdiklerini sesinle sarsıntıya uğrat, atlıların ve
yayalarınla onların üstüne yaygarayı kopar, mallarda ve çocuklarda onlara ortak
ol ve onlara çeşitli vaadlerde bulun.” Şeytan, onlara aldatmadan başka bir şey
vaat etmez.(17 İsra 64)
İnsanlığın kaderi, Hz. Adem’le İblis arasındaki mücadele ile belirlenmiş ve şekillenmiştir. Bunun sonucunda;
• İki değer sistemi: Hak -
Batıl, Hidayet - Dalalet
• İki yol: Sıratı müstakim
- Şeytanın Yolu
• İki rehber:
Allah+Peygamber+Mü’minler - Şeytan+Tağut
• İki kimlik: İman edenler
- İnkar edenler
• İki Sistem: Vahye Dayalı
- Hevaya Dayalı
• İki hedef: Cennet -
Cehennem
meydana gelmiştir.
İşte bu değerler arası mücadele anlaşılmadan, dünyada sürüp giden
olayları algılamak, anlamak ve kavramak mümkün değildir. Evrensellik
iddiasındaki her değer sistemi, dünyaya hakim olmak ister. Değerler sistemi
mutlak hak olduğu inancı ile inhisarcıdır. Aralarında sınırsız ve topyekün bir
mücadele vardır. Bu değerlerin temel kanuniyetidir. Bu değerler arası
mücadelenin ‘Tunç Yasası’dır. Hz. Muhammed’in sulh ve sükunet dönemlerini,
gelecek mücadeleler için bir hazırlık dönemi olarak vasıflandırması bundandır.
Bugün gerçekten bir tehlike var mıdır? Varsa niçin bazıları tarafından
görülememektedir?
Bu sorunun cevabını bulmada kolaylık sağlaması açısından tarihte vuku bulan bir olayı hatırlamakta fayda vardır.
Tarihten Bir Ders: Uhud Savaşı ya da Tehlikeyi Görememek
Uhud Savaşı, İslâm tarihinde
Bedir’den sonra yapılan ikinci önemli savaştır. Savaş öncesi, savaş esnası ve
savaş sonrası vuku bulan olaylar, tarih boyu hep ders alınması gereken
özelliktedir.
Hz. Peygamber Uhud dağındaki geçite
40 okçu yerleştirmiş ve demiştir ki:
“Benden size ikinci bir emir gelinceye kadar biz savaşı kazansak da
kaybetsek de bulunduğunuz yerden ayrılmayacaksınız!”
Geçidin bir tarafında 40 Müslüman
okçu, diğer tarafında Halit bin Velit’in kumandasında 200 kişilik müşrik süvari
birliği vardır ve bu 40 okçu, Müslümanları arkadan vurmak isteyen Halit bin
Velit’i durdurmuştur. Başlangıçta İslam ordusu savaşı kazanmıştır. Müşrik
ordusu, panik halinde kaçmaktadır. Müslüman savaşçılar, harp meydanında ganimet
toplamaya başlamışlardır. Savaşın kazanıldığını ve ganimetin toplandığını gören
geçitteki okçulardan büyük bir kısmı, ganimetten paylarını almak için komutanlarının
emrini dinlemeyip, görev bölgelerini terk etmiştir. Geçitin ötesinde sabırla
bekleyen Halit bin Velit, süvari birliği ile geçite saldırır, 10 okçuyu
öldürerek ganimet toplamaya dalmış olan İslam ordusunu arkadan vurur. Bu
haberin duyulması ile kaçan düşman ordusu geri döner. Müslümanlar iki ateş
arasında kalırlar ve dağa çekilerek büyük bir kayıp vermekten kurtulurlar.
Kazanılmış bir savaş, ganimetten pay kapma duygusuna kurban edilerek
kaybedilir. Nasıl olmuştur da geçitin diğer tarafında süvarileri ile
bekleyen Halit bin Velid görülemez olmuştur? Bakmakla görmek niçin o anda
birden faklılaşmış; görünenler görülmez olmuştur? Niçin emir unutulmuştur?
Görevi terk eden bu insanlar, Muhacir veya Ensar’dı. Her ikisi
de İslam davası için dünyayı gözlerinde ve gönüllerinde sıfırlamışlar; yalnızca
Allah’ın davası için seferber olmuşlardı. Muhacirler, mallarını, mülklerini,
her şeylerini Mekke’de bırakarak Medine’ye göç etmişti. Ensar ise göç eden bu
mü’min kardeşlerine kucak açmış, herşeylerini onlarla paylaşmıştı. Bir dava
için dünyaya ve dünya nimetlerine başkaldırmış, tavır koymuşlardı.
(Fakat Uhud günü) Samimi olmak
yetmemişti. Geçidin diğer tarafına bakıyorlar, fakat orada tam karşılarında
duran düşman süvari birliğini göremiyorlardı.
Neden o ana kadar kendi değerleri için mücadele verenler, şahsi menfaat
elde etme kaygısına düştüler?
Nasıl oldu da dünya tamahı baskın geldi, emir unutuldu ve gözlere perde
indi?
Aşağıdaki ayetlerde bunun cevabını
bulabilmekteyiz:
“Eğer bir yara aldıysanız, o kavme
de benzeri bir yara değmiştir. O
günleri, biz onları insanlar arasında tedavül ettirip dururuz.
Bu, Allah’ın iman edenleri belirtip ayırması ve sizden şahitler edinmesi
içindir. Yine bu Allah’ın, iman edenleri arındırması ve küfre sapanları yok
etmesi içindir.
Yoksa siz, Allah içinizden cihad edenleri belirtip, ayırdetmeden ve
sabredenleri de belirtip ayırtetmeden cennete girivereceğinizi mi sandınız?” (3 âli
İmran 140-142)
“Bunu Allah sinelerinizdekini denemek ve kalplerinizdekini arındırmak
için yaptı, Allah, sinelerin özünde saklı duranı bilendir” (3 Ali İmran
154)
“İki misline uğrattığınız bir
musibet size isabet edince mi: “Bu nereden?” dediniz? De ki: ?Bu belâyı kendi başınıza siz getirdiniz.”
Bu Allah’ın müminleri ayırdetmesi; münafıklık yapanları da belirtmesi
içindi…” (3 âli İmran, 165-167)
Uhut savaşının bu şekildeki
seyrinde insanlığın bir fotoğrafı vardır. İnsanın temel bir zaafının dışa
vurumu söz konusudur. O da dünya tamahıdır. Dünyevileşmedir. (Bu ayrı bir yazı
konusudur. Burada üzerinde durulmayacaktır.) Bunun için Allah, yukarıdaki
ayetlerde 5 kez arınmadan
bahsetmektedir. Müslümanların, münafıklardan ve kalbinde hastalık olanlardan
arınarak iktidar olması istenmektedir. Ancak böylesi bir arınma hareketi ile,
adaleti hakim kılacak şahit bir neslin ortaya çıkması sağlanabilir.
11 Eylül sonrasında ABD, İsrail ve İngiltere şeytan ittifakı, İslam coğrafyasına karşı yeni bir haçlı seferi başlatıp yürütmektedir. Başlatılan bu haçlı savaşları ile başta İslam coğrafyası olmak üzere tüm dünya, yeni bir soğuk savaşla tanışmıştır. Bu yeni Haçlı Savaşı ve Yeni Soğuk Savaş, bu ülkede hem milletçe hem de Türkiye’yi yönetenlerce yeterince görülebilmiş ve anlaşılabilmiş değildir. Düşman yanıbaşımızda, hemen güneyimizdedir. Düşman, Şeytanî İttifak’tır. Yapıp edeceklerini de açıkca söylemekten çekinmemektedir. Buna karşılık Türkiye, kendi içinde iktidar ve menfaat kavgası yapmaktadır. Tamahkarlık ve doymazlığın gözleri karartığı bir dönemi yaşamakta olduğumuzu söylemek abartı değildir.
“Kurt uzaklardan bakar, dalgın görürmüş merkebi;
Saldırırmış ansızın yaydan boşanmış ok gibi.
Lakin aşkolsun ki aldırmaz da otlarmış eşek;
Sanki tavşanmış gelen yahut kılıksız köstebek!
Kâr sayarmış bir tutam ot fazla
olsun yutmayı...
Hasmı derken çullanmış yutmadan son lokmayı!
Bir hakikattır bu, şaşmaz, bildiğin üsluba sok:
Halimiz merkeple kurdun aynı asla farkı yok.” 3
Dünyevileşme, kurulan tuzakların görülmesine mani olmaktadır. Tamah, insanoğlunun en ciddi zaafı olup neredeyse bütün tuzaklar bunu eksene alıp kurulmaktadır.
Baş Tuzakçı, En büyük Hilekâr Şeytan ve Dünyevileşme Tuzağı
Bilemediğimiz, algılayamadığımız ve
fakat varlığına iman ettiğimiz bir zaman ve uzayda cinlerden olan İblis ile
insanlığın atası bir beşer olan Hz. Adem ve eşi arasında vuku bulan bir
mücadele, insanoğlunun kaderinin şekillenmesine sebep olmuştur. Tevrat, İncil
ve Kur’ân’da yaratılış olayı nispeten ayrıntılı olarak anlatılır. Bu ayrıntı
bile konunun önemini gösterir. Olaylar zincirinde ortaya konulan, insanoğlunun
bir hayat serüvenidir. Hayatımızın, başımıza gelebilecek olayların bir
fotoğrafıdır. Olaylara bu çerçevede baktığımızda vuku bulan olayları, daha
rahat değerlendirebilir ve yolumuzu aydınlatabilecek meşaleyi bulabiliriz.
Hz. Adem’le eşi Allah tarafından
cennete yerleştirilmiş ve cennetteki yaşantıları ile ilgili her türlü hukuk
belirlenip kendilerine bizzat Allah tarafından bildirilmiştir. Bir yasak ağaç
hariç, geri kalan cennet nimetleri emirlerine verilmiştir. İblis’in tek
düşmanları olduğu kendilerine belirtilerek ondan sakınmaları istenmiştir.
Cennette kalmaları, yasak ağaçtan yememelerine bağlanmıştır.
Kur’ân ayetlerinden, yasak ağacın mahiyetinin Hz.Adem’le eşi tarafından bilinmediği ve fakat İblis tarafından bilindiği anlaşılmaktadır. İblis, ağacın mahiyeti hakkında Hz.Adem’le eşine yüzde yüz yanlış bilgi vererek insanoğlunun yapısında var olan tamahkârlık, doymazlık duygusunu aşırı bir şekilde tahrik edip onları kurduğu tuzağa düşürmüştür:
“(Allah): Ve ey Adem, sen ve eşin cennete yerleş. İkiniz de dilediğiniz
yerden yiyin; ama şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa zalimlerden olursunuz.
Şeytan, kendilerinden 'örtülüp
gizlenen çirkin yerlerini' açığa çıkarmak için onlara vesvese verdi ve dedi ki:
“Rabbinizin size bu ağacı yasaklaması, yalnızca, sizin iki melek olmamanız veya ebedi yaşayanlardan
kılınmamanız içindir.”
Ve: “Gerçekten ben size öğüt
verenlerdenim” diye yemin de etti.
Böylece onları aldatarak düşürdü.
Ağacı tattıkları anda ise, ayıp yerleri
kendilerine beliriverdi ve üzerlerini cennet yapraklarından yamayıp-örtmeye
başladılar.
(O zaman) Rableri kendilerine seslendi: “Ben sizi bu ağaçtan menetmemiş miydim? Ve şeytanın da sizin gerçekten
apaçık bir düşmanınız olduğunu söylememiş miydim?”
(Allah) Dedi ki: “Kiminiz kiminize
düşman olarak inin.
Ey Ademoğulları, şeytan, anne
ve babanızın çirkin yerlerini kendilerine göstermek için, elbiselerini
sıyırtarak, onları cennetten çıkardığı gibi sakın sizi de bir belaya
uğratmasın. Çünkü o ve taraftarları, (kendilerini göremeyeceğiniz yerden)
sizleri görmektedir. Biz gerçekten şeytanları, inanmayacakların dostları kıldık.”(7Araf 19-27)
“Ey Âdem! dedik, bu, hem senin için hem de eşin için büyük bir düşmandır.
Sakın sizi cennetten çıkarmasın; sonra yorulur, sıkıntı çekersin!
Şimdi burada senin için ne acıkmak vardır, ne de çıplak kalmak.
Yine burada sen, susuzluk çekmeyecek, sıcaktan da bunalmayacaksın.
Derken şeytan onun aklını karıştırıp "Ey
Âdem! dedi, sana ebedilik ağacını ve sonu gelmez bir saltanatı göstereyim
mi?"
Nihayet ondan yediler. Bunun
üzerine kendilerine ayıp yerleri göründü.
Dedi ki: Birbirinize düşman olarak
hepiniz oradan (cennetten) inin!
Artık benden size hidayet geldiğinde, kim benim hidayetime uyarsa o sapmaz ve bedbaht olmaz.”(20 Taha 116-123)
Ayetler İblis’in şahsında
şeytanların düşünce mantığını açıklamaktadır. Yasak ağacın mahiyetini bildiği
halde yüzde yüz çarpıtarak yalan söylemiştir. İnsan yapısında var olan
duyguları aşırı bir şekilde tahrik etmiştir. Var olan konumdan gerçekleşmesi
mümkün olmayan daha üst bir konum vaad etmiştir(7/20, 20/120). Bütün bunları
dostluk ve Hz. Adem’le eşinin iyiliğini istediği için yaptığını
söylemiştir(7/21).
Görülebileceği gibi Tuzak, Hile, Oyun, Pusu, Plan ve Aldatma kavramları ile Dünyevileşme ve Tamah arasında ilginç bir ilişki vardır. Bu kavramlar arasında belli farklılıklar vardır. Ancak burada hepsi, Tuzak kelimesi kapsamında ifade edilmektedir.
Tuzak Kurmak, Şeytan ve Taraftarlarının Daima Başvurduğu Bir Mücadele Aracıdır
Hz. Adem’le İblis arasında vuku
bulan bu mücadele, sadece o âna ve o mekana ait olmuş olsaydı üzerinde durmaya
değmezdi. Oysa İblis, belli bir zamana kadar yaşamak için Allah’tan izin almış
ve bu sürede insanoğluna savaş açacağını açıkca beyan etmiştir. Kur’ân-ı Kerim
ve diğer kutsal kitapların tümü, şeytan ve onun yolundan gidenlerin Sırat-ı
Müstakîm üzere olanlara açacakları mücadeleyi anlatarak insanları uyarmakta,
onlara yol göstermektedirler. Nitekim Kur’ân, yaratılış olayındaki bu
mücadeleden hareketle bunun yalnızca o zamana ve o mekana has bir özellik
olmadığına, sürekli bir olgu olduğuna dikkat çeker. (Bkz: 7 Araf 27)
Kur’an, Müslümanlara tuzak
kuranları/kuracak olanları şeytan ve şeytanın izinde gidenler olarak genel bir
çerçeveye oturtur. Ancak şeytanın izinden gidenler grubunu değişik sûrelerde
deşifre ederek daha ayrıntılı bir tuzak
kuranlar listesi sunar bize. Bununla bizi eğitir, öğüt alıp gerekeni
yapmamızı ister. Kur’ân’a göre, şeytanın yanı sıra;
- İnkar edenler(14/46, 16/127, 89/11-17, 52/42, 8/30, 35/10,43),
- Müşrikler (7/195, 11/55, 21/69,70, 37/98),
- Müstekbirler(34/33, 35/43),
- Zalimler(7/123),
- Refahtan şımarıp azanlar(10/21),
- Kitap ehli(3/54) de, müslümanlara tuzak kurmak için hep bir gayretin içerisinde olmuşlar ve de olacaklardır.
“Onlardan öncekiler de
hileli-düzenler kurmuşlardı; fakat düzen kuruculuğun
(tedbirlerin, karşılık vermelerin) tümü Allah'a aittir.”(13/42)
“Onlardan öncekiler, hileli düzenler kurmuşlardı da, Allah(ın azab emri) onların kurdukları yapıların temellerine geldi, böylece üstlerindeki tavan tepelerine çöktü; azab onlara şuurunda olmadıkları yerden gelmişti.” (16/26)
21. Asrın Büyük Şeytanı: Siyonizm
Şimdi sormamız gereken soru şudur: Günümüzün en büyük şeytanı kimdir? Baş
şeytan bugün Siyonizm’dir. Onun kolluk kuvvetleri ABD, İsrail ve İngiltere’dir.
ABD-İsrail-İngiltere şeytanî
ittifak grubu, özellikle 11 Eylül sonrasında İblis’in Hz. Adem’le eşine yalan
söylemesi, gerçekleri çarpıtması gibi, olayları çarpıtıp insanlığa yalan
söylemiş ve onları aldatmışdır. Hâlâ aldatmaya da devam etmektedirler.
Afganistan ve Irak işgallerindeki gerekçelerinin hiçbiri doğru değildi ve
sonuçta da iddialarının hiçbirini delillendirememişlerdir. Irak’ın geleceği
konusunda da yalan söylemektedirler.
PKK konusunda da yalan
söylemektedirler. Bir taraftan PKK’yı terörist ilan ederken diğer taraftan
onları alıp eğitmiş, onlara her türlü lojistik desteği vermişlerdir.
Seçim öncesinde sınır ötesi
operasyon tartışıldığı bir dönemde, ABD’de yapılan meşhur Hudson toplantısında
Amerikalıların, PKK liderlerinin Türkiye’ye verilebileceğini açık bir şekilde
beyan etmeleri, PKK üzerinde ne denli nüfuza sahip olduklarını göstermektedir.
O gün sınır ötesi operasyonu geçersiz hale getirmek için yapılan teklif, bugün
neden geçerli değildir? İşine geldiği için Abdullah Öcalan’ı paketleyip
Türkiye’ye teslim eden ABD, niçin PKK liderlerini paketleyip Türkiye’ye teslim
etmemektedir? Stratejik dost/ortak olmanın gereği böyle olması gerekmez mi?
Tehlikeli olan, bunları yapmamaları değildir.
Tehlikeli olan, bunların asıl niyetlerinin Türkiye tarafından
okunamamış olmasıdır.
Tehlikeli olan, Şeytanî İttifaktan medet umulmuş olmasıdır.
Genişletilmiş Ortadoğu’ya ilişkin
haritalarında Türkiye, bölünmüş olarak yer almaktadır. Kıbrıs’ta Annan Planı
desteklenmiş olmasına karşılık ne ABD, ne AB, verdikleri sözleri tutmamışlar,
KKTC’yi cezalandırmaya devam etmişlerdir. Bütün bunlar gözümüzün önünde cereyan
etmektedir. Bunlar bizim nasıl dostumuz/stratejik ortağımız olabilir?
Biz Müslüman olarak kaldığımız
sürece Batı bizi düşman olarak görmektedir. Uluslararası şartlar elverdiği
sürece her türlü düşmanlığı yapmakta, göstermekte hiçbir sakınca
görmemişlerdir, bundan sonra da görmeyeceklerdir.
Tehlikeli olan, onların düşmanlıkları değildir.
Tehlikeli olan, onlardan düşmanlığın beklenilmemiş olması; onların
gerçekten içten dost kabul edilmesidir.
Tehlikeli olan, ülke içerisinde bulunan bazı insan unsurlarının
onlarla her zaman işbirliği içerisine girebilmeleridir
Biz, onların yaptıklarına
kızmıyoruz. Onlar kendileri açısından yapması gerekenleri yapıyorlar. Bizim
kızgınlığımız, yıllarca bunları bu ülkenin insanlarına dost diye takdim edip
kabul ettirmeye çalışan anlı şanlı siyaset erbabına ve devlet ricalinedir.
Bizim öfkemiz, bunların bütün bu
ihanetlerine rağmen bunlarla görüşmeyi, fotoğraf çektirmeyi bir güç kazanmak
olarak anlayan ve takdim edenleredir.
Bizim öfkemiz, soğuk savaş
döneminde her şeyi ABD’ye ihale edip yan gelip uyuyanlaradır.
Bizim öfkemiz, MİT ve Özel Harp
Dairesi gibi hayati kurumların maaşlarının doğrudan ABD tarafından verilmesine
ses çıkarmayanlaradır.
Bizim öfkemiz, harp sanayiini kurmayıp
ülkenin savunmasını şeytanın kolluk kuvveti olan NATO’ya havale edenleredir.
Bizim öfkemiz, özelleştirme adı
altında ülkenin tüm stratejik alt yapısını uluslararası sermayeye verenleredir.
Bizim öfkemiz, parlamentoya
girmeden önce seslendirdiği gerçekleri, parlamentoya girdikten sonra dile
getirmeyen siyasetçileredir.
Parlamento dışı siyaset olarak görevimiz, bütün bu gerçekleri millete anlatıp, milleti bir bütün olarak 21. asrın şeytanlarının ve Firavunlarının karşısına dikmektir. Bunun için de şeytanın yolundan gidenlerin tuzak mantığını ve alışkanlıklarını millete anlatmak temel görevimizdir.
Refahtan Şımarıp Azanların Kurduğu Tuzak: ‘Halka Rağmen Halk İçin’
Türkiye, bünyesinde bir ana tezadı yüz yıldır yaşamaktadır. 1071’den beri savaş/mücadele halinde olduğu Batı dünyasının kültür ve medeniyet değerlerine dayanan bir sistem, Türkiye’de halka rağmen inşa edilip halka rağmen yaşatılmaya çalışılmaktadır. Mağlubiyetlerin oluşturduğu bir kompleksin etkisi ile Türkiye’yi yönetenler, Umran (Kültür ve Medeniyet) arayışını, yanlış Mecralara taşımış ve yanlış Pınarlardan beslenmeye çalışmışlardır. Bunun sonucunda batılı değerlere göre şekillenen sistemin ağırlık merkezi ile millî ve dînî değerlere göre şekillenen milletin ağırlık merkezi olmak üzere iki ağırlık merkezi ortaya çıkmıştır. Sistemin ağırlık merkezinde yer alan, refahtan şımarıp azan azınlık bir grub, yıllarca Batı ile işbirliği halinde milletin ensesinde boza pişirerek Türkiye’yi bu hale getirmişlerdir. Ekonomiyi, harsı ve nesli yok etmek için ellerinden gelen tüm gayreti göstermişlerdir:
“İnsanlardan öylesi de vardır ki, dünya hayatına ilişkin sözleri senin
hoşuna gider ve kalbindekine rağmen Allah'ı şahid getirir; oysa o azılı bir
düşmandır.
O, iş başına geçti mi (ya da sırtını çevrip gitti mi) yeryüzünde fesad çıkarmaya, ekini ve nesli helak etmeye çaba harcar. Allah ise, fesadı (bozgunculuğu ve kışkırtıcılığı) sevmez. ”(2Bakara 204-206)
Halka yabancılaşmış, işbirlikçi,
zalim, mütekebbir ve müstekbir bu insan unsurunun, bu ülkenin helak olmasına
sebebiyet verecek tahribatlarına mani olmaz isek ilahi sünnet tecelli edecek ve
bu ülke helaka doğru sürüklenecektir:
“Biz, bir ülkeyi helak etmek
istediğimiz zaman, onun 'varlık ve güç
sahibi önde gelenlerine' emrederiz, böylelikle onlar onda bozgunculuk
çıkarırlar. Artık onun üzerine söz hak olur da, onu kökünden darmadağın
ederiz.”(17 İsra 16)
Kin, nefret ve düşmanlık üzerine
kurulu bir sistem, hantallaşmış, çalıştırılamaz,
işletilemez bir hale gelmiştir.
Başlangıçta millet için bir tuzak iken şimdi bizzat savunucularının ayağına
dolanıp onlar için de bir tuzak olmuştur:
“(Hem de) Bu nefretlerinin sebebi yeryüzünde büyüklük taslayarak ve
kötülüğü tasarlayıp düzenlenlemeleridir. Oysa hileli-düzen, kendi sahibinden
başkasını sarıp-kuşatmaz. Artık onlar öncekilerin sünnetinden başkasını mı
gözlemektedirler? Sen, Allah'ın sünnetinde kesinlikle bir değişiklik bulamazsın
ve sen, Allah'ın sünnetinde kesinlikle bir dönüşüm de bulamazsın.” (35/43)
“Böylece biz, her ülkenin önde gelenlerini -orada hileli-düzenler
kursunlar diye- oranın suçlu-günahkârları kıldık. Oysa onlar, hileli-düzeni
ancak kendilerine kurarlar da bunun şuuruna varmazlar.
Bu, suçlu-günahkârlara, kurdukları hileli-düzenleri nedeniyle şiddetli bir azab ve Allah katında bir küçüklük isabet edecektir.” (6/123-124)
Sonuç: Kardeş Kavgası Tuzağına Düşmemek İçin Allah’ın İpine Sarılmak
Gelinen bu nokta önemlidir. Bu
sistemden milletin kahir ekseriyetinin şikayetçi olması, bu ülkeyi seven herkes
tarafından iyi değerlendirilmelidir. Toplumun tüm katmanlarını kucaklayacak bir
anayasa hazırlanması için gerekli hassasiyet gösterilmelidir. Bu dönemde
anayasa taslağı hazırlanır mı tarzında yapılacak telkinler, milletin gerçekten
iktidar olmasını engelleyeceği gibi, bir sosyal barışın yapılmasına da mani
olacaktır. Yeni bir anayasa, yeni bir sosyal mukavele ve barış demektir. Bu
yeni sosyal mukavelenin özü, adalete dayanmalıdır. Unutulmaması gereken gerçek,
adalet yoksa barışın da olmayacağıdır.
Bu ülkenin helaki, içine
sürüklenmeye çalışıldığı kardeş kavgasıdır. Kardeşi kardeşe düşman etmeye
çalışmışlardır, çalışmaktadırlar, çalışacaklardır. Laik-Anti laik, Alevi- Sünni
ve Türk-Kürt geriliminin arkasında refahtan şımarıp azan bir zümre vardır.
Bunlar, ‘Böl-Parçala-Yönet’
mantığıyla hareket eden, refahtan şımarıp azan Batı işbirlikçisi bir tufeyli
takımıdır. Firavunî bir zihniyetin müntesipleridirler:
“Gerçek şu ki, Firavun yeryüzünde (Mısır'da) büyüklenmiş ve oranın halkını birtakım
fırkalara ayırıp bölmüştü; onlardan bir bölümünü güçten düşürüyor, erkek
çocuklarını boğazlayıp kadınlarını diri bırakıyordu. Çünkü o,
bozgunculardandı.”(28/4)
Şeytanî İttifak, yıllarca
uyguladıkları politikalarla Türkiye’de ektikleri nifak tohumlarından fayda
ummakta kardeşi kardeşe kırdırmaya çalışmaktadırlar:
Graham Fuller: “Kürtlerin bu üç
ülkede girişeceği özerklik, ardından gelebilecek bağımsızlık ve hatta birlik
arayışları bölgeyi istikrarsız kılacaktır. Böyle bir eğilim artık en azından
Irak’ta önüne geçilmez bir hal almıştır. Sadece zaman, bölgesel olaylar ve
izlenilecek politikalar bu sorunun cevabını verebilecektir… Eğer Ankara bu süreci durdurmaya çalışırsa
ortaya çıkacak sonuç tehlikeli ve masraflı olabilir. Böyle bir deneme sadece
Türkiye’nin önemli bir parçasını kaybetmesine yol açmayıp, kaçınılmaz olarak
Türkiye’nin diğer bölgelerine dağılmış Kürt topluluğunun da istikrarsızlığına
sebep olacaktır. Kürt sorunu, Türkiye’nin gelecekteki istikrarı, bölgedeki
rolü ve Batı ve ABD ilişkileri için büyük önem taşımaktadır”.4
Eski CIA ajanının söylediği şudur:
Türkiye’yi bir Kürt-Türk iç savaşı içerisine sokarız. Tuzak buysa, oyun buysa;
yapılacak olan Türk-Kürt kardeşliğini bozacak, her türlü yanlış söylem ve
uygulamalardan kaçınmaktır. Sokak hareketlerine, taşkınlıklara sebebiyet
verilmemelidir. Sonuca kan dökerek değil kalpleri feth ederek gidilmelidir.
Bu ülkenin çimentosu İslam’dır. Bu
topraklar 1071’den bu yana İslam’la yoğrulmuştur. Unutulmasın ki bu topraklarda
bu iki halkın kanları birbirine karışmıştır. Bu toprakları kanlarıyla
beslemişlerdir. Baba bir tarafta anne bir taraftadır. Dede/nine bir tarafta
torun bir taraftadır. Dayı/amca bir tarafta yeğen bir taraftadır. Hala/teyze
bir tarafta yeğen bir taraftadır. Dayı bir tarafta amca bir taraftadır. Onun
için bu iki halk etle kemik gibidir. Refahtan şımarıp azanların oyununa
gelinmezse böyle bir iç çatışma olmaz. Ancak problemler, öncelikle çözülmeli,
kalplerdeki kırgınlıklar tedavi edilmelidir.
İçimizdeki zalimlerin,
işbirlikçilerin ve beyinsizlerin yaptıkları zulümlerden, uyguladıkları yanlış
politikalardan dolayı kalplerde meydana gelen savrulma ancak ve ancak İslam’la,
Kur’ân’la tedavi edilebilir:
“Allah'ın ipine hepiniz sımsıkı yapışın. Dağılıp ayrılmayın. Ve Allah'ın
sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O,
kalplerinizin arasını uzlaştırıp-ısındırdı ve siz O'nun nimetiyle kardeşler
olarak sabahladınız. Yine siz, tam ateş çukurunun kıyısındayken, oradan sizi
kurtardı. Umulur ki hidayete erersiniz diye, Allah, size ayetlerini işte
böyle açıklar.”(3 Ali İmran 103)
“Ey iman edenler, bir toplulukla
karşı karşıya geldiğiniz zaman, dayanıklık gösterin ve Allah'ı çokça zikredin.
Umulur ki kurtuluş (felah) bulursunuz.
Allah'a ve Resulüne itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin, çözülüp
yılgınlaşırsınız, gücünüz, devletiniz
gider. Sabredin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle beraberdir.”(8/45,46)
Bu ülkenin insanlarının kalpleri, Kur’ân Pınarı ile yıkanarak
arındırılmalıdır. Kalplerdeki bütün kirler temizlenmelidir.
Çünkü Kur’ân şifadır:
“Ey insanlar, Rabbinizden size bir öğüt, sinelerde olana bir şifa ve mü'minler
için bir hidayet ve rahmet geldi.”(10/57)
“Kur'an'dan mü'minler için şifa ve rahmet olan şeyleri indirmekteyiz.
Oysa o, zalimlere kayıplardan başkasını arttırmaz.”(17/82)
“De ki:’O, iman edenler için bir hidayet ve bir şifadır. İman etmeyenlerin
ise kulaklarında bir ağırlık vardır ve o (Kur'an), onlara karşı bir körlüktür.
İşte onlara (sanki) uzak bir yerden seslenilir.’”(41/44)
Çünkü Kur’ân yol gösterendir:
“Allah, rızasına uyanları bununla kurtuluş yollarına ulaştır ve onları
kendi izniyle karanlıklardan nura çıkarır. Onları dosdoğru yola yöneltip-iletir.”(5/16)
Böyle bir yol göstericinin Pınarında arınarak Şeytanî İttifakın kurduğu
ve kuracağı tüm tuzaklar paramparça edilebilir:
Çünkü, bütün tuzaklar Allah’a aittir (13 Rad 42).
Çünkü, Allah’ın tuzağı daha süratlidir (10 Yunus 21).
Çünkü, Allah’ın tuzağı en iyisi, en hayırlısıdır (8 Enfal
30; 3 Ali İmran 54)
Çünkü, Allah’ın tuzağı en etkin ve sağlam olanıdır (7 Araf
183; 68 Kalem 45).
Çünkü, Allah tuzağa tuzakla cevap verir (8 Enfal 30; 3 Ali İmran
54; 14 İbrahim 46).
Çünkü, Allah kafirlerin tuzağını bozar, alt üst eder ve İman edenleri
korur (8 Enfal 18; 3 Ali İmran 54; 35 Fatır 10, 43, 44; 40 Mümin
45; 27 Neml 50,51; 86 Tarık 11-17; 105 Fil 2).
Çünkü, Melekler kurulan tuzakları yazmaktadırlar (10 Yunus
21).
Bunun için bu ülkenin gerçek sahibi
ve hakimi olarak milletin iktidarı önündeki tüm engeller kaldırılmalıdır. Yeni
anayasa buna göre şekillenmelidir.
Milleti bu ülkede gerçek anlamda muktedir yapıp topyekün bir mücadeleye
katılmasını sağlamak, 21. asrın Firavunlarının karşısına çıkarabilmek tek çözüm
ve tek çıkar yoldur.
Ancak bu durumda, Şeytanî İttifakın kurduğu tuzaklardan kaygı duyulmaz (16 Nahl 127; 27 Neml 70).
Ancak bu durumda, Şeytanî İttifakın tuzakları boşa çıkar (40 Mümin 25).
Ancak bu durumda, Şeytanî İttifak kendi tuzağına düşer (52 Tur 42).
Ancak bu durumda, kötü niyetle tuzak kuranların tuzakları boşa
çıkar/bozulur (35 Fatır 10; 40 Mümin 25,36,37).
Ancak bu durumda, Zalimlerin tuzağı boşa çıkar (40 Mümin
36,37).
Ancak bu durumda, tuzak kurmak isteyenler hüsrana uğrar (21 Enbiya
70; 37 Saffat 98).
Hedef, Büyük Güçlü Gerçekten Tam Bağımsız Türkiye’dir.
Hedef, Milletin Birliği’dir.
Hedef, Ümmetin Birliği’dir.
Kaynaklar
1- Vatandaş A., Armagedon, Türkiye İsrail Gizli Savaşı,
Timaş Yayınları İstanbul, (1997) S: 31
2- Vatandaş A., Age. S:69
3- Ersoy,M. A., Safahat, S: 311
4- Vatandaş A., Age., S: 84