(Umran Dergisi)
“Yoksa hileli-bir düzen mi kurmak istiyorlar? Fakat o küfretmekte olanlar, kendileri hileli-düzene düşecek olanlardır.” Tur 52/42
Genel
ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden AKP büyük bir başarı ile çıkmıştır. Millet
kendisine yapılan baskı ve yönlendirmelere her zamanki feraseti ile gerekli
cevabı vermiştir. Ancak eksenler arasında Türkiye üzerinden yürütülen bir
mücadelenin, seçimde ki başarı oranının yüksekliğinden dolayı son bulacağı
düşünülmemelidir. Dolayısıyla AKP’nin daha tecrübeli olarak başladığı ikinci
hükümet dönemi, beklenenin aksine daha yüksek gerilimlerin, kavgaların
yaşanacağı bir dönem olacaktır. Bu açıdan seçim sonrasında Türkiye’de vuku
bulan bazı olayların anlamları ve mesajları üzerinde durmak gerekmektedir:
• Bombalı arabalar,
• Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet
Komutanlarının Cumhurbaşkanı resepsiyonuna katılmamaları,
• TUSİAD Başkanlarının açıklamaları,
• İsrail Hava kuvvetlerinin Türkiye
Üzerinden Suriye Hava sahasını ihlal etmesi,
• ABD Dışişleri bakan yardımcısı Nicolas
Burns’un açıklamaları ve Türkiye’de değişik çevrelerle teması,
• İstanbul Üniversitesi Senatosu,
Rektörler Komitesi ve Bazı rektörlerin kişisel açıklamaları,
• Seçim öncesi AKP’ye destek veren
batıcı yazarların Laik azınlık kavramı etrafında fırtına
koparmaları,
• Malezya modeli hakkında yazı
serilerinin ard arda yayınlanması,
• TİSK’in açıklaması,
• Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının
açıklamaları,
• Anayasa Mahkemesi Eski Başkanı Mustafa
Bumin’in açıklaması,
• Şerif Mardin’in kavramsallaştırmasının
gündem haline getirilmesi,
• Kara Kuvvetleri Komutanının Konuşması.
Bütün bunlar, Türkiye’de yeni Anayasa çalışması bahane edilerek başlatılan yeni bir psikolojik savaşın belirtileridir. Bu yazıda bu psikolojik savaşın hedefi tahlil edilecektir.
Kavşak Noktası
Kadife
darbe sürecinde, Rusya-Çin ekseni ile AB-ABD ekseni arasında meydana gelen bir
kavga, Türkiye’nin iç dinamiklerini ciddi bir şekilde etkileyerek seçim
sürecinde içerde yeni ittifakların kurulmasına vesile olmuştur. Türkiye’de
Cumhuriyet mitingleri ile başlatılan kadife darbe süreci, Rusya- Çin eksenli
bir kadife darbe(9 Mart 1971 darbesine tekabül eder) iken; 27 Nisan elektronik
muhtırası ile darbe yön değiştirip ABD menfaatlerine hizmet eden bir karşı
darbeye(12 Mart 1971 tekabül eder) dönüşmüştür. (Bu yazıda bundan sonra bu iki
kadife darbe süreci 9 Martçılar ve 12 Martçılar diye adlandırılacaktır.)
Buna bağlı olarak içerde Büyük Sermaye, Kartel Medyası, Batıcı ve liberal aydın
kesim AKP etrafında bir ittifak oluşturmuşlardır. Bu ittifaktan dolayı seçim
sonrasında Cumhurbaşkanlığı seçimleri, çok kolay bir şekilde sonuçlanmış, eşi
başörtülü biri cumhurbaşkanı seçilmiştir.
Mevcut
anayasada 150 kez kendisine atıf yapılacak kadar önemli yetkilerle donatılmış
bir makama, dindar birinin gelmiş olmasının sembolik anlamlarının ötesinde bir
irade beyanı olarak da ayrı bir manası vardır. Bunun laik çevreler tarafından
kolay kolay hazmedilemeyeceği gözardı edilmemelidir.
Başbakan,
Meclis Başkanı ve Cumhurbaşkanının aynı partiden olamayacağı, bunun kadife
darbenin gerekçelerinden biri olarak gösterildiğini hatırlarsak; yeni dönemde
mevcut durumun belli kesimleri tahrik için iyi bir fırsat olarak değerlendirileceği
bilinmelidir. Bu nedenle Türkiye bir kavşak noktasında olup yeni süreç, iki
farklı kesim açısından değerlendirilmelidir:
Birincisi, AKP ile ittifak içerisinde bulunan Batı ve Batıcılar. İkincisi, Kadife Darbeciler.
Kadife Darbecilerin Yeni Stratejisi: Yeni Toplumsal Muhalefet
9
Mart Kadife darbecileri, yedikleri 12 Mart karşı Kadife darbesinin seçimi ne
denli etkilediğinin muhtemeldir ki analizini yapmışlardır. Elektronik muhtıra
ile mağdur duruma sokulan AKP’nin, seçimden çok güçlü çıkmasının şokunu
üzerlerinden atıp atamadıklarını bilemiyoruz. Ancak bundan ders aldıkları ve
AKP’yi mağdur konuma sokmayacak bir strateji belirlemek istedikleri
söylenebilir. Bunun için Kadife darbeciler, açıktan bir eyleme girmek yerine
geri çekilmeyi ve Hükümet lehine olan havanın dağılmasını bekleyeceklerdir.
Yeni bir strateji ve buna bağlı yeni taktikler geliştirip uygulayacaklardır. 9
Martçılar, yeni toplu eylemler için fırsatlar kollayacak ve buna imkan veren
ortamların hazırlanması için çalışacaklardır.
Stratejilerinin
muhtemel nirengi noktaları aşağıdaki gibi olabilir:
Stratejilerini
emekli asker ve CHP görünümünden kurtararak yeni yıpranmamış aktörleri öne
çıkarmak. Geniş Birleşik Cephe meydana getirmek.
Seçim
öncesi AKP etrafında oluşan ittifakın yeni süreçte dağılmasına çalışmak.
AKP’ye
rey veren kitlelerin sorunlarının çözümünü engelleyerek AKP’den koparmak ve
AKP’yi halk desteğinden mahrum bırakarak yalnızlaştırmak.
ABD
ve İsrail’le işbirliğine girmek.
Yeni
bir kadife darbe için sokak hakimiyeti tesis etmek.
AKP’nin
2.iktidar dönemi, 1.döneme nazaran daha tecrübeli olup hem Türkiye hem de Dünya
gerçeğine daha vakıftır. I.dönemdeki acemilikleri yapmamaları beklenir. Bu
dönemde, AB ve ABD ekseninden gelecek baskı ve isteklere karşı daha dirençli
olacaklardır. Bu da Batı ile daha ciddi gerilimler yaşanacağı ve hükümet için ciddi
bir fay hattının ortaya çıkacağı anlamına gelir.
AKP
2.döneminde, 1.dönemde halka verdiği ama yerine getiremediği sözleri,
cumhurbaşkanı engeli kalktığı için yerine getirmek zorunda olacaktır. Bu
dönemde yeni bir anayasa ile devletin yeniden yapılandırılması söz konusudur.
AB uyum yasaları da bunu zorlamaktadır. Bu yeniden yapılanma ve atanmayan
kadroların atanması süreci, bir gerilim ve kamplaşma ortamı meydana
getirecektir. Hükümet için bu, ikinci fay hattıdır. Kadife darbeciler, her iki
fay hattının enerji ile yüklenmesi için ya bekleyecekler yada bir sürü eylem
ortaya koyarak enerji yüklemeye çalışacaklardır.
Seçim
sürecinde CHP etrafında şekillenen bir darbe sürecini, bu kez tamamen
parlamento dışına kaydırarak bir halk hareketi görüntüsü vermeye
çalışacaklardır. Böylelikle halkın şuur altına yer etmiş CHP karşıtlığının
meydana getirdiği tepkilerden kurtulmak isteyeceklerdir. Gene bu dönem emekli
askerlerin önde gözükmediği daha başka sivil görüntülü eylemler
düzenlenecektir. Böylelikle halkın askerin siyasete karışmasına karşı duyduğu
alerjinin etkileri, kompanze edilmeye çalışılacaktır. Dolayısıyla Kadife
darbenin seçim sonrası sürecinde, seçim öncesinde sahnede gördüğümüz bir çok
aktörü sahnede göremezsek bu şaşırtıcı olmamalıdır. Bu kadar gürültünün olduğu
bir ortamda ne CHP’den ne de emekli askerlerin kurduğu güç birliği hareketinden
bir ses çıkmaması anlamlı değil mi?
9
Martçı Kadife darbeciler, bir taraftan seçim öncesi AKP etrafında kurulan
ittifakın Anayasa çalışmalarından dolayı çözülmesini sağlamaya çalışırken;
diğer taraftan AKP’ye rey vermeyen toplum kesimleri ile bir Birleşik Geniş
Cephe kurmak için uğraş vermektedirler. Bu noktada Rahşan Ecevit’le Hüsamettin
Cindoruk’un yaptığı açıklamalara dikkat etmek gerekir.
Birleşik
Geniş Cephe için ilk çağrı Rahşan Ecevit’ten gelmiştir:
“Ancak
Türkiye Cumhuriyetinin ikinci bir yarısı vardır. Cumhuriyetimizin bu ikinci
yarısı boş durmayacak ve kendinin has parçası olan öteki yarısını bu şeriat
hastalığından kurtarmasının yolunu mutlaka bulacaktır. Laik Türkiye Cumhuriyeti
yara almıştır. Yara kangren olmadan Türkiye cumhuriyeti’nin ikinci yarısı bir
an önce ağırlığını ortaya koymalıdır.”1
TBMM
eski Başkanı Hüsamettin Cindoruk, Birleşik Geniş Cephenin Sol etrafında
organize edilmesini önermektedir:
“Sağ
yakın tarihte AKP’yi indirmek için yeterli gücü toplayamaz… Gördüğüm kadarıyla
sol çok milli olmuştur. Enternasyonal sol bitmiştir, bir Türk solu çıkmıştır
ortaya. Ben o sola güveniyorum. Kendi aralarında uzlaşırlarsa, bir sosyal plan,
bir ekonomik plan, çevrecilik planı çıkartabilirler ortaya. Türkiye’nin
gereksinmesi olan bugün sol bir parti. Sol, Atatürkçülük de dahil, her konuda
çağdaş değerleri ortaya koyar. Bilhassa gençleşen seçmenlerden çok oy alır.”2
Bu
yeni dönemde Kadife darbecilerin, biri hükümet, diğeri cumhurbaşkanı olmak
üzere iki ana hedefi olacaktır. Askeri bürokrasi, şimdiden Cumhurbaşkanına
karşı açıkça beyan edilmeyen ve fakat davranış ve hitaplarla sergilenen bir
tavır içindedir. Bu farklı kesimlere verilen bir mesaj olarak okunmalıdır. Bu
tavır alışın hangi boyutlara ulaşacağını şimdiden kestirmek zordur.
Kadife
darbecilerin, Refah-Yol zamanında olduğu gibi yeni dış destek aramaya
girebileceği, yeni ittifaklar kurmak isteyeceği ihtimal dahilindedir. Refah-Yol
zamanında Erbakan’a rağmen İsrail’le ilişki kurulması çok manidardı. Askeri
bürokrasi içerisinde RP’ye karşı olan ve 1987’den itibaren oluşan Sol Mezhepçi
Cunta, RP’nin iktidara gelişini, geniş kesimlerle ittifak kurarak darbe
yapabilmek için uygun bir ortam hazırlama biçiminde değerlendirmişti:
“...Ancak tüm bunlardan daha da önemlisi
askerlerin bir RP iktidarını engellemek için hiçbir şey yapmamış oluşlarıydı.
Bir iddiaya göre bazı askerler bundan maksimum fayda elde edebileceklerini çok
iyi biliyorlardı. Bu iddiaya göre ordu içerisinde bir kanat ciddi denebilecek
bir darbe eğilimi içerisindeydi ve bu kanat, 1987 yılından bu yana ordu
içerisinde hızlı bir şekilde örgütleniyordu... Kimine ‘gerici’, kimine
‘faşist’, kimine de ‘Amerikancı’ diyerek ‘Korgeneral’ rütbesinde bile bazı
isimleri tasfiye etmekten çekinmeyen bu ekip, İsrail’le ilişkilerin de başını
çekiyordu. Bir iddiaya göre İsrail’in RP ile ilgili sorusu bu yüzdendi ve bu
doğrultuda RP, Türkiye’de çok iyi bir darbe gerekçesi olabilirdi.”3
Attila
İlhan daha sonraları, 28 Şubat Postmodern darbesi için; ‘Çevik Bir Sabetayistti ve 28 Şubat da Sabetayist bir darbe idi. Amacı
orduyu yıpratmak ve Ordu ile halkın arasını açmaktı’ değerlendirmesini
yapmıştı.
Benzer
bir süreç bugün de yaşanabilir. Son zamanlarda İsrail savaş uçaklarının Türkiye
üzerinden Suriye hava sahasını ihlal etmesi, Türkiye topraklarına yakıt tankını
bırakması ve bundan hükümetin haberinin olmaması ve İsrail’den açıklanma
istenmiş olmasına karşılık henüz bir açıklama yapılmamış olması, askeri
bürokrasi içerisinden bazılarının hükümete karşı İsrail’le diyalog içerisine
girmesi olarak değerlendirilebilir.
Yukarıdaki alıntıda, cuntanın RP’nin iktidara gelişini, darbeye meşruiyet kazandırmak için bir gerekçe olarak kullandıkları belirtilmektedir. Bugün de Türkiye’de istedikleri şahsı cumhurbaşkanı seçtiremeyen Kadife darbeciler, eşi başörtülü olan bir cumhurbaşkanının varlığını, Birleşik Geniş Cephe kurabilmek için bir araç olarak değerlendireceklerdir.
ABD’nin Mesajı: 1 Mart’ı Unuttuk Yeni Dönemde Göreve Hazır Olun
ABD
Dışişleri Bakanlığının üç numaralı ismi Dışişleri Bakan Yardımcısı Nicholas
Burns Türkiye’ye gelmeden önce, Washington’daki düşünce kuruluşlarından
Atlantik Konseyi’nin düzenlediği toplantıda Türkiye’yle ilgili önemli
açıklamalarda bulunmuştur.(Konuşmanın detayı, Umran/ekte.)
Burns’un
ziyaretinde dikkat çeken bir husus hükümet yetkilileri ile görüşmeden önce
İstanbul'da, ABD'nin politikası doğrultusunda ''Ekümenik'' olarak nitelediği
Fener Rum Patriği Bartholomeus, Türk iş çevreleri ve sivil toplum
kuruluşlarıyla görüşeceğini ifade etmesidir.
Böyle
bir açıklamayı nasıl okumalıyız? Seçim sürecindeki desteğin faturasını istemek
midir? Bir tehdit midir? Yoksa içerdeki işbirlikçi dostlarına harekete geçin,
baskı kurun mesajı mıdır? Belki de hepsidir.
Burns
yaptığı konuşmanın satır aralarına önemli mesajlar yerleştirmiştir. Bu
mesajları başta hükümet olmak üzere Türkiye’yi seven herkes dikkatle
okumalıdır.4
Burns’un
taraf, güven ve müttefik konusundaki ifadeleri ilginçtir. Karşılıklı iki
ülkenin güveninden, müttefikliğinden bahsetmemektedir. Güven konusunda Amerikan
tarafında Bush değil ABD devleti varken; Türk tarafında Türkiye değil
Cumhurbaşkanı Gül ile Başbakan Erdoğan vardır. Yani ABD, Türkiye’ye değil
Cumhurbaşkanı ile Başbakana güvenmekte ve onları müttefik olarak kabul
etmektedir:
"ABD,
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile mükemmel
ilişkilerin devam etmesini bekliyor" .
Cumhurbaşkanı
Gül ve Başbakan Erdoğan, "Güvenilir isimler. Bize verdikleri sözleri
tuttular. Daima ABD'nin iyi müttefikleri oldular.”
Bu
ifadeler, dolaylı bir şekilde, Cumhurbaşkanı ile Başbakan için ABD işbirlikçisi intibaı vermektedir. ‘Verdikleri
sözleri tuttular’ hatırlatması gizli bir tehdit içermektedir.
1
Mart Tezkeresi’nin reddi ile bozulan ilişkilerin düzeltilmesi için çok
çalıştıklarını ifade ettiği konuşmasında, sıkça son seçimlerden ve yeni bir
dönemden bahsetmesi özel bir mesaj taşımaktadır:
“Türkiye
ile ilişkilerimizde önemli bir zaman. Türkiye, yeni hükümetini seçti.
İlişkilerde yeni bir dönem başlıyor... Seçim sonuçları belirleyici olmuştur...
Türkiye şimdi içeride yenilenme ve büyüme dönemine girmiştir. Dış politikada
daha büyük sorumluluklar üstleneceği bir dönem başlamıştır."
•
Seçimlere bu kadar vurgu yapılmasında ve ‘1 Martı unuttuk’ denmesinde gizli bir
tehdit ve suçlama dikkat çekmektedir: ‘1 Martta Türkiye suç işlemiştir, bunun
da nedeni 1. AKP hükümetidir. Ama biz bunu, 2. AKP hükümeti döneminde, şimdi,
unutuyoruz. Bu seçimlerde sizi darbecilere karşı destekledik. İçerideki
dostlarımızın sizi desteklemesini sağladık. 2.AKP iktidarı yeni bir dönem
olsun. O halde aynı hatayı bir daha tekrarlamayın. Aksi taktirde yeni ortaklar
buluruz.’ Devamla:
•
GOP’tan vazgeçmedik. Ortadoğu’daki gücünüzü, bizim menfaatimize kullanmanız,
bizim adımıza görev üstlenmeniz, jandarmalık yapmanız gerekir. Bu dönemde
dikkat edin, yanlış karar vermeyin tehdidi yapılmaktadır:
"Türkiye,
bizim Geniş Ortadoğu'daki çıkarlarımız için kritik önemde."
"Türkiye'nin
Ortadoğu'da çok uzun bir tarihi bulunmaktadır. Tanzimat dönemiyle başlayan bir
reform sürecinden geçmiştir... Türkiye, Müslüman bir toplum içindeki en
başarılı laik demokrasidir. Bunun Geniş Ortadoğu için de olumlu yankıları
var.''
"Bugün
Türkiye'nin bizim için önemi, eskisinden bile daha fazla. Ortadoğu, bizim
ulusal güvenlik çıkarlarımız için dünyada en hayati bölgedir.''
•
Türkiye ABD tarafından tek yanlı stratejik ortak olarak ilan edilmektedir.
Türkiye’nin çıkarları değil ABD’nin çıkarları önemlidir. ABD çıkarlarına uygun
her hareket desteklenecektir. ABD’nin çıkarlarına ters olan her hareket ise
tehlikeli ve stratejik ortaklığa aykırı olacaktır. Bunun için ABD’nin izni
alınmadan yapılan her anlaşma iptal edilmelidir:
“İran
ile Türkiye arasında imzalanan gaz anlaşmasından rahatsızlık duymaktayız...
İran'ın, Türkiye'nin komşusu ve ticaret ortağı olduğunu anlıyoruz... İran ile
her zaman olduğu gibi iş yapmanın zamanı değil.”
•
Benzer tavır Ermenistan’la(Ermenistan'ın Washington Büyükelçisi Tatul
Markaryan'ın da katıldığı toplantıda) ilgili sergilenmektedir:
"Türkiye
ile Ermenistan'ın ilişkilerinin normalleştirilmesine ve Türk-Ermeni sınırının
açılmasına önem vermekteyiz... AK Parti'nin seçimleri kazanmasının ardından,
Türkiye'nin Ermenistan'a el uzatmasını ve Ermenistan'ın da aynı ruhla bu
çağrıya yanıt vermesini ummaktayız."
•
Burns, Osmanlı’nın çözülmesine ve dağılmasına sebep olan Tanzimat reform
sürecinin devam etmesini istemektedir. Bu, hem AB’ye girmek hem de Geniş
Ortadoğu için gereklidir:
"Ekonomik
ve siyasi reformların, Türkiye'ye AB yolunu açacaktır... Türk Ceza Kanunu'nun
301'inci maddesi kaldırılmalı ve Heybeliada Ruhban Okulu yeniden
açılmalı…"
Bu
arada Burns’un, Fener Rum Patriği Bartholomeus ile görüşeceğini ifade ederken
Patrikten Ekümenik diye bahsetmesi nasıl bir stratejik ortaklık düşündüklerinin
bir başka göstergesidir.
Özet
olarak: ABD, GOP için jandarmalık yapılmasını, Ortadoğu’nun işgalinde rol
alınmasını, İran’a ambargo uygulanarak ilişkilerin askıya alınmasını, TCK
301’in değiştirilmesini, Ruhban okulunun açılmasını, Ermenistan sınırının
açılmasını ve Fener Rum patriğinin Ekümenik olarak tanınmasını istemektedir.
Burns,
bunları ilişkilerdeki merkezi unsurlar olarak görmektedir:
"Ziyaretim
sırasında, ilişkilerdeki merkezi unsurların yeniden ortaya çıkarılmasını
vurgulayacağım."
‘İlişkilerdeki
merkezi unsurların’ ne kadar önemli olduğu, Burns’un ziyaretinden önce
Türkiye’de iç ve dış gerilimi artıracak olayların vuku bulmuş olmasından
bellidir. Bu olayların ziyaret öncesine denk gelmesi bir tesadüf müdür?
Bu
ortamda bu ziyaret kimin elini kuvvetlendirmektedir? Türkiye’nin mi, ABD’nin
mi?
Bu yolla masada Türkiye zayıflatılmakta, ABD ile görüşme yapmaya değil talimat almaya zorlanmaktadır. Tıpkı fillerin ehilleştirilmesinde olduğu gibi.
Örtüşen Menfaatler, Kesişen Yollar: AKP’nin ve Müslüman Halkın Formatlanmak İstenmesi
Eşi
başörtülü dindar birinin cumhurbaşkanı olması, ABD’nin de işine gelmiştir. ABD,
AKP Hükümetinden istediklerini alamadığı zaman bir gerilim aracı olarak bu
argümanı kullanmak isteyecektir. Bu noktada Kadife darbecilerle ABD’nin
menfaatleri örtüşmektedir. Geçmişte ABD, hükümetleri teslim almak amacıyla Fillerin
Ehilleştirilmesi Politikasını uygulayabilmek için, askeri cunta ve laik
kesimlerle işbirliği içerisine hep girmiştir. ABD politikalarında, merkezinde
kendisinin olduğu ve kendisine karşı olsun veya olmasın toplumların değişik
kesimleri ile ilişki kurmayı bir politika olarak benimser. Çıkarları kiminle
örtüşüyorsa onunla ortak hareket etmekte hiçbir sakınca görmez. 1. ve 2. RAND
raporlarında önerilen stratejilerde bunu görmek mümkündür. ABD İslam
coğrafyasında 4 grup Müslüman’ın varlığını öngörmektedir:
“Fundamentalistler
demokratik değerleri ve çağdaş Batı kültürünü reddediyorlar.
Gelenekçiler
muhafazakar bir toplum arzusundalar. Modernizm, yenilik ve değişim hakkında
şüpheleri var.
Modernistler
İslam dünyasının global modernizmin bir parçası olmasını istiyorlar. İslam’ı
yeni çağa ayak uyduracak biçimde modernize etmek amacındalar.
Laikler İslam’ı Batı dünyasındaki
kilise-devlet mantığıyla kabul ediyorlar ve dini özel-kişisel alanla
ilişkilendiriyorlar.”
Bu
gruplar içerisinde ABD’nin en doğal müttefikinin Laikler olması beklenir. Ancak
ABD’ye göre bunlar anti Amerikancıdırlar ve güvenilmezdirler:
“...İslam
dünyasındaki laiklerin bizim en doğal ortağımız olması bekleniyor. Fakat bu
böyle cereyan etmiyor, çünkü İslam dünyasındaki pek çok laik insan, diğer
konularda bize karşı hiç de dostane olmayan hatta düşmanca bir tutum
sergiliyor... Bir başka problem de Batı’daki teorisyenlerin ve siyasilerin
İslam dünyasındaki laiklik ile ilgili düşünceleri… Laiklik İslam dünyasında
azınlık bir kesimi temsil ettiği için ona bel bağlamak doğru olamaz.
Fakat
gerçeklere baktığımızda bunun yanlış bir sav olduğunu görüyoruz. Laik rejimler
gücü, yasama yetkisini ve hatta popüleriteyi elde etmeyi başardılar ve pekçok
takipçi edindiler. İslam dünyasının en başarılı devletlerinden biri olan Türkiye
ilerlemesini agresif bir laiklik anlayışı ile gerçekletirmiştir. Türkiye
hakkında önemli ve dramatik bir ayrıntı da tamamen müslüman Osmanlı devletinden
laik bir sisteme çok kısa bir sürede geçmiş olmasıdır. Bu bağlamda Türkiye
vakası anahtar bir olaydır.?
Bununla
birlikte ABD, Laikleri, kontrollü bir şekilde desteklemeyi ve işbirliğine
girmeyi benimsemiştir:
“-
Laikleri seçici ve dikkatli bir şekilde destekle.
-
Laik, sivil ve kültürel kurumları ve programları cesaretlendir.
-
Fundamentalizmin ortak düşman olduğuna dair onları cesaretlendir. Laiklerin ABD
karşıtı güçlerle, milliyetçilerle ve solcularla ittifak kurmalarını engelle.”
RAND
Raporlarından anlaşılabildiği kadarı ile ABD, İslam coğrafyasında kendisine
ortak olarak Modernist Müslümanları(!) seçip desteklemektedir:
“-
Öncelikle modernistleri destekle. Onlara düşüncelerini belirtmeleri ve
yayınları için geniş bir platform sağlayarak İslam vizyonlarının gelenekçi
anlayışa baskın olmasını sağla. Çağdaş İslam’ın yüzü olarak modernistler
görülmeli, gelenekçiler değil.”
ABD,
geleneksel ve fundamentalist dediği Müslümanları, düşman kategorisine koyup
onlara savaş açmıştır. Laik Müslümanları(!) da seçici ve dikkatli bir şekilde
desteklemektedir.
Bu
kategorize edilmişlikten bakarsak ABD, Türkiye’de kimleri Modernist Müslüman olarak görmektedir; yada kimlere bu gömleği giydirmeye
çalışmaktadır? Sorunun cevabı, son zamanlardaki sert rüzgarların sebebini de
açıklayacaktır.
Bu
sorunun cevabından önce üzerinde durulması gereken bir nokta daha var:
Genişletilmiş Ortadoğu, Büyük İsrail ve Büyük Ermenistan Projelerinin hayata
geçirilebilmesi için İslam coğrafyasında yükselen anti Amerikancı dalga ile
Dindarlaşma dalgasının engellenmesi hatta kırılması gerekmektedir.
Dindarlaşmanın engellenmesi, yönlendirilmesi veya saptırılmasında, Batı ile
Türkiye’deki kadife darbeciler hemfikirler. İslam’ın büyük yükselişinin önünde
bu şekliyle durmanın mümkün olmadığının farkındalar:
Huntington:
“Batı kültürüne, bazen Hıristiyan ve yıkıcı olduğu için karşı çıkılmaktadır. Mahalli
kültüre dönüş en belirgin biçimde Müslüman toplumlarda ve Asya toplumlarında
görülmektedir.
Bütün
Müslüman ülkelerde İslam’ı diriliş kendini göstermekte, hemen hepsinde en
belirgin sosyal, kültürel ve entelektüel hareket haline gelmekte, etkisini en
çok da politikada göstermektedir.
…İslamcı
politikaların iktidar olamadığı ülkelerin hepsinde muhalefeti tek başına veya
en etkin bir şekilde bu görüş temsil etmektedir. İslam dünyası, toplumlarının
‘Batı zehiri ile zehirlenmesine’ tepki göstermektedirler.”5
Talat
Halman,1987: (28 Şubat Postmodern Darbesi’nden on yıl önce): “..Ülkemizde
gelişmekte olan boyutlara ulaşmakta olan hareket, ‘irtica’ dediğimiz olayların
çok ötesindedir... Asıl sorun, Türkiye’nin dört bucağında, kentlerde,
kasabalarda, köylerde, muazzam bir nüfus kesimini kapsayan bir İslamiyet
hareketinin başlamış olmasıdır. İslamiyet’in uzak olmayan bir gelecekte
halkımızın ‘tek inancı, tek ülküsü, tek ideolojisi’ olması kuvvetle
muhtemeldir. Atatürkçülük, laiklik, milliyetçilik, belki de İslamiyetçi eylem
karşısında etkisiz kalacak, bugünkü partilere egemen olan ideolojiler, İslam
ideolojisinin baskısı altında eriyecektir. Bilinçli ya da bilinçsiz milyonlarca
müminden oluşan bir kitlenin hareketini durdurmak zor olur… Şimdiden sonra,
memleketimizde büyük toplumsal mücadele, İslamiyetçilerle “a-b-a” diye
özetleyebileceğimiz “asker-bürokrasi-aydın” üçlüsü arasında olacaktır… ”6
Şerif
Mardin, 2007: “…Kemalistlerin göremedikleri şeylerden bir tanesi,
Nakşibendilerin kurdukları teşkilatın ne kadar güçlü olduğu. Bunu
anlayamadılar... Ne var ki, dünya şartlarındaki gelişmeler, eskiden kendi
kovuklarında oturan insanların, birden bire ortaya çıkmasına sebep oldu.
Telefon, internet, gazete, yani teknolojik gelişme ve iletişim araçları mahalli
olanın, kendini milli olarak görmesine yol açtı. Ve sonunda, mahalli milli
oldu...
…
Ortaya çıktı ki, dinin etrafında teşkilatlanma diye bir şey var. Hem de çok
güçlü bir şey. Bunun niçin ve nasıl böyle olduğunu bilmiyoruz. Bilmediğimiz
için de korkuyoruz…
-Türkiye
Cumhuriyeti, elitist bir devlet. Azınlıktaki elit bir grubun,
memleketi modernleştirmek için "Şunları şunları yapmak lazım" diye
iyi niyetle düşündüğü bir ülke. O zamanlar devletin kolları uzanmadığı için,
taşra, kendi kovuğunda yaşıyordu. Ama 1960'tan sonra insanlar, yavaş yavaş o
kovuklardan çıkmaya başladı. Bu gerçekle yüzleşmek mecburiyetindeyiz.
Kovuklarından çıkan insanların memleketinde ne yapılır? Onlarla nasıl baş
edilir?”7
Talat
Halman baş etme aracı olarak askeri darbeyi önerirken; Şerif Mardin bu iş darbe
ile olmaz demektedir. Bunu batıda olduğu gibi zamana yayarak çözebiliriz
önerisinde bulunmaktadır. Kaos, gerilim ve çekişmeden bir düzen çıkacağını
savunmaktadır:
-
Bu gürültü, Türkiye'nin lehine. Aleyhine olan bir tek şey var, o da insanların
tek taraflı olarak darbe yapmaya karar vermesi. Onun dışında bence her kafadan
bir ses çıkması iyi bir şey. Çatışma ve gerilme sağlıklıdır. Yeter ki darbe
olmasın... Katılma, tartışma iyidir.”7
Devletin Kısa Olan Kolları
İçin Bir Maşa yada Köroğlu’na Bir Ayvaz Lazım
Şimdi
yukarıda ki sorunun cevabını arayalım. AKP hükümet olduğu andan itibaren
ABD’nin yetkili isimleri, Türkiye’yi ‘Ilımlı İslam Cumhuriyeti/Demokrasisi’
olarak tanımlamakta ve model ülke olarak ilan etmekte ısrar etmişlerdir. Ayrıca
medyada Amerikancı ve AB’ci aydınların, AKP kadroları için ısrarla,
değiştikleri konusunda yoğun bir propaganda yapmışlardır. Bunun ABD’nin
söylemleri ile örtüştüğüne dikkat etmek gerekmektedir. Anlaşılan Milli Görüş
gömleğini çıkarmış bir kadroya, ABD ve yerli işbirlikçi dostları, Ilımlı İslam
gömleğini(Modernist Müslüman)
giydirmeye çalışmaktadır. Böylelikle hem AKP’yi, hem de AKP eliyle dindarlaşan
ve iktidara yürüyen bir halkı dönüştürmeyi, Protestanlaştırmayı,
planlamaktadır.
Son
kavramsallaştırmaları ile Şerif Mardin, bu fırtınanın şiddetlenmesine önemli
katkılarda bulunmuş biri olarak, AKP’nin uzun olan kolları ile mahalleliyi
değiştirebileceğini ima etmektedir. Devletin yapamadığını AKP yapabilir
demektedir:
“Bütün bunları yaparken de, devlette halka
uzanacak kolların olması lazımdı. Türkiye'de eksik olan, o kolların
kısalığıydı. Yapamadılar. Halkın içine kadar giremediler...
-
Evet. (AKP) Halka değebiliyor, sarıp sarmalayabiliyor. Hem de en alt katmanına
kadar...
Cumhuriyet
Halk Partisi, kendisini Türkiye'nin ahlaki değerlerini taşıyan parti olarak
görüyor. Ama AK Parti de diyor ki, "Ben de senden farklı değilim. Ben de
buna tarafım. Senin gibi ben de milli menfaatleri düşünüyorum." Biz de
Türkiye'de "AK Parti, samimi mi değil mi, takiye yapıyor mu yapmıyor mu,
gerçekten milli menfaatleri düşünebilir mi, düşünemez mi"yi tartışıyoruz.
İçinden çıkamadığımız da bu. Cumhurbaşkanı meselesi bile bunun etrafında
dönüyor. Bazıları "Düşünemez" diyor. Bazıları da "Bu riski alın,
düşünebilir" diyor.
“Genel fotoğrafın anlaşılması, üzerinde düşünülmesi gerekiyor. Bir siyasi parti, yani AK Parti, cumhuriyetin kuruluşunda ve sonrasında yapılamayan neyi yapmıştır da, başarılı olmuştur? AK Parti'nin başarısının en büyük nedeni, mahalli menfaatleri ortaya çıkarması...”7
Görülebileceği
gibi AKP yöneticilerine yeni bir gömlek giydirilerek yeni bir rol yüklenmek
istenmektedir. Bunun için kaos gerekmekte ve bu kaos yeni anayasa tartışması
ile çıkarılmaktadır. Koparılan tsunaminin arkasında böyle bir niyetin yattığı
inancındayız. ‘Düşünebilir’
diyenlerle ‘Düşünemez’ diyenlerin
gizli bir koalisyonu ile karşı karşıya kalabileceğimiz unutulmamalıdır.
AKP yöneticilerinin bu gömleği giyip giymediklerini veya giymek isteyip istemediklerini veya olayın bu boyutunun farkında olup olmadıklarını bilemiyoruz.
AKP’yi İkna/Ehilleştirme(!) Operasyonu: Psikolojik Savaş
Yeniden
yapılanma süreci yeni gerilimlere sebebiyet verebilecek, seçim öncesi kurulan
ittifakların çözülmesi ve yeni ittifakların kurulmasına yol açabilecektir.
Rus-Çin eksenli bir kadife darbeden dolayı AB-ABD ile AKP arasında otomatik
olarak bir ittifak meydana gelmiş, bundan dolayı iç dengeler değişmişti. Büyük
Sermaye ve Kartel Medyası batıcı aydın ve toplum kesimleri AKP’yi
desteklemişlerdi. Bu kesimlerin her birinin AKP’den bazı beklentileri vardır.
Her kesim, kendi beklentisinin gerçekleşmesi için isteklerini kamuoyu önünde
seslendirerek hükümet üzerinde baskı kurmaya çalışmaktadır.
Batıcı
kanat, AKP’nin daha da değişmesini, mevcut sistemi kuvvetlendirecek bir
yapılanmaya gitmesini ve toplumsal isteklerin bastırılmasını, milletin mevcut
şekliyle devletin emrine girmesinin sağlanmasını istemektedir. Türkiye’de 22
Temmuz sonrasında başlatılan psikolojik harbin mimarları, AKP’ye destek veren
bu Batılı çevrelerdir.
Başlatılan
psikolojik savaş belli kavramlar üzerine inşa edilmiştir. Bu kavram veya konuları
şöyle sınıflandırabiliriz:
Laik
Azınlık
Mahalleli
Kovuklarından
Çıkanlar
Kadınlar
Tehlikede
AKP
Değişmemiştir
Gizli
Gündem, Gizli Politika ve program
Malezya
Oluyoruz
Yaşam
Tarzı Tehlikede
Anadilde
Eğitim
Ilımlı
İslam Demokrasisi
Ilımlı
İslam
Laiklik
İrtica
Dinci
Cumhuriyet
Kazanımları
Atatürk
ilke ve İnkılapları
Turban=Başörtüsü,
Çarşaf
Bölücülük
Bunların
bir kısmı eskiden beri kullanılmaktadır; bir kısmı ise yenidir.
Bu dönemde psikolojik savaşın aktörleri TÜSİAD, YÖK, Medya ve Yargı dörtlüsüdür.
Laik Azınlık Kavramı
Laik Azınlık kavramı 1. RAND raporunda geçer. Bu kavram 22
Temmuz seçimlerinden sonra Batıda yüksek sesle söylenmeye başlanmıştır.
Seçimlerden iki gün sonra Avrupa Birliği Komisyonu Üyesi (AB Komiseri) Franco
Frattini "Türkiye’deki laik
azınlığın haklarının korunmasını" istemiştir. Ardından AB’nin
"Genişlemeden Sorumlu" Komiseri Olli Rehn, "Teokratik (Dini) devletler AB üyesi olamazlar" deyerek
Türkiye’de iç gerilimin artması için agresif laikleri tahrik etmiştir. ABD’nin
tanınmış diplomatlarından Richard Holbrooke, Türkiye’yi "Ilımlı İslam
Demokrasisi" olarak gördüğünü ve Malezya ile aynı düzlemde
değerlendirdiğini beyan etmesi anlamlıdır.8 Bütün bunlarla uyumlu olarak Şerif
Mardin Türkiye’deki laikleri azınlık olarak nitelendirmiştir.
Dikkat edilirse kavramsal üretim çok önceden dışarılarda bazı mahfillerde üretiliyor yeri ve zamanı gelince Türkiye’de servis ediliyor. Bir kısım insanlar bilerek bir kısmı da bilmeyerek bu sürece hizmet ediyor. Laik azınlık kavramının seçimlerden sonra medyada servis yapılması; önümüzdeki günlerde agresif laikleri tahrik ederek bir çok eylem düzenlenebileceği ihtimalini güçlendirmektedir.
Malezya Örneği
Yıllarca
Türkiye’nin İran olacağı endişesi seslendirilmiş ve yıllarca insanlar bununla
korkutulmuş iken niçin İran’ın öcülüğünden vazgeçilmiştir? Vazgeçmek
zorundaydılar. Çünkü bugünkü İran, ABD’ye başkaldırmanın sembolüdür ve bunun
için insanlar, İran’a sempati beslemekteler. Artık İran’la insanları korkutmak
kendilerine fayda değil zarar verecektir. Öyleyse yeni bir öcüye ihtiyaç
vardır. Onu da dışarıda ABD’li diplomat Richard Holbrooke bulmuş; içeride Şerif
Mardin servise sunmuştur:
“-Yani
bir gün Malezya olur muyuz, olmaz mıyız? "Olmayız" deyip, içimizi
rahatlatır mısınız lütfen...
-Rahatlatamam.
Çünkü olmayız diye bir söz veremem. Kimse veremez. Öyle dinamikler var ki
dünyada, öyle tuhaf iç yapılanmalar, her şey olabilir...”7
Mahalleli
Mahalli Kültür kavramı, Huntington tarafından Küreselleşme karşıtlığı için kullanılmıştır.5 Şerif Mardin, Türkiye’deki laiklerin karşıtı olarak halkın büyük bir ekseriyeti için kullanmıştır.7 Kullandığı ‘Mahalleli’ ve ‘Kovuğundan çıkma’ kavramları laik çevrelerde çok ilgi görmüştür. Kavramlarda bir aşağılama sözkosudur. Konuşmasında belli kesimler üzerinde korku, endişe, tedirginlik meydana getirecek ifade ve hükümler vardır.
Kadınlar Çarşaflanacak
Bu
süreçte asıl kullanılan/kullanılacak olan argüman, kadınların yaşam tarzlarının
tamamen değişeceği, başörtülülerden baskı görecekleri hatta
çarşaflanacaklarıdır:
Şerif
Mardin: “Ama kadınlar konusundaki problemin çok ciddi olduğuna inanıyorum.
Kadınların Türkiye'de kendi durumlarının tehlikede olduğunu düşünmelerini haklı
buluyorum. Çünkü orada henüz halledilmemiş bir sorun var…Geleceğinin tehlikede
olduğunu düşünen kadınlar haklı.”7
YÖK
Başkanı Teziç ise, başörtüsünün üniversitelerde serbest kalması durumunda başı
açık olanlara baskı yapılacağını, durumlarının kötüleşeceğini ifade ederek
kadınları Birleşik Geniş Cephe içerisine çekmeye çalışmaktadır:
"Eğer
türban serbest bırakılırsa üniversitelerde yer yer bu tür baskılar ("mahalle
baskısı") oluşabilir ve bir kez başladığı zaman nerelere varacağı da
kestirilemez."9
Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya da aynı düşüncededir.10
Gizli Gündem/Politika/Program ya da
‘AKP Değiştiğini İspatlamalı’
TÜSİAD
hükümete dönük arda arda açıklama yaparak psikolojik savaşı başlatmıştır. (Tam
metin ek’te.) İlk açıklama, TÜRKONFED
başkanlar konseyinde TÜSİAD başkanı Yalçındağ tarafindan yapılmış olup hükümet
çok sert bir şekilde eleştirilmiştir(11). İkinci ve üçüncü açıklamalar, TÜSİAD
yüksek iştişare konseyinde Yalçındağ ve Koç tarafından daha düşük yoğunluklu
bir tarzda yapılmıştır.12
Seçim
öncesinde AKP’yi destekleyen, Gül’ün cumhurbaşkanlığına karşı çıkmayan TÜSİAD
ne değişti de hükümete karşı çok ağır eleştirilere başladı? Seçim sonrasında 2.
AKP hükümeti döneminde gerçekten işler birden bire kötüye gitmeye başladı da mı
bir vatandaşlık görevini yerine getirmekteler? Yoksa hükümetten isteyip de
alamadıkları bir şeyler mi var? İstediklerini alamadıkları ve isteklerini de
kamuoyunun bilmesini istemedikleri için AKP’nin yumuşak karnını mı yokluyorlar?
Yoksa uluslararası bir stratejinin uygulanabilmesi için satranç tahtasında
üzerlerine düşen hamleleri mi yapmaktalar?
TÜSİAD
başkanı Yalçındağ, kullandığı bazı ifadelerle AKP üzerinde baskı kurmakta;
AKP’nin değişmediği ve gizli gündemleri olduğu imasında bulunmaktadır:
“Yalnızca
burada bir tek tehlikenin altını kuvvetle çizme ihtiyacı hissediyoruz. Anayasa
tartışmalarında laiklik konusunun ön plana çıkması, bugün de görev başında olan
bazı hükümet üyelerinin, parti mensuplarının ve yerel yöneticilerin, geçmiş
dönemlerdeki eylem ve söylemlerinden kaynaklanmaktadır.
Hükümet,
toplumun bu konudaki endişelerini gidermede yeterince somut ve ikna edici
olamazsa, Anayasa tartışmaları kaçınılmaz olarak tek bir noktaya kilitlenecek
ve 21. Yüzyıla yakışan, özgür, demokratik, çağdaş, atılımcı bir Anayasa’nın
diğer unsurlarının tartışılması imkânsız hale gelecektir.”11
TÜSİAD
başkanının konuşması dikkatle incelendiğinde ve kullandığı dil ve üsluba
bakılırsa, başkan, hükümeti samimiyetsizlikle, ciddiyetsizlikle, şeffaf
olmamakla, beceriksizlikle itham etmekte, ideolojik ve fakat liyakatsiz
kadrolaşma ile suçlamakta ve adeta gizli bir gündemin varlığı şüphesini
uyandırmaktadır. Gerilimi artırmakla, enerjiyi boşa harcamakla, siyasi, sosyal
ve ekonomik istikrarı bozacak girişimlerde bulunarak Türkiye’nin önünü
tıkamakla hem suçlamakta hem de tehdit etmektedir.
TUSİAD
Yüksek İstişare Konseyi Başkanı Mustafa Koç, yaptığı konuşmada, AKP’nin
gerilimi artırdığını, ülkeyi kutuplaştırdığını ve yeni laiklik tanımlamasına
girmekle değişmediğini ima ederek Yalçındağ’a destek vermektedir:
“Bu
çerçevede yeni laiklik tanımları peşinde koşmak yerine, Türkiye’nin batı
normlarında ifade özgürlüğünün önünü açan bir siyasal rejime, gelişmiş
demokratik bir işleyişe kavuşmasına odaklanmak daha doğru olacaktır.
Burada
bir kez daha altını çizmekte yarar görüyorum: TÜSiAD olarak anayasa sürecini
de, hükümetin icraatını da yakından izleyeceğiz.
Mevcut
hükümet programının, seçim öncesinde açıklanan parti programının gerisinde
olması bu izleme faaliyetinin önemini daha da artırıyor.”12
Koç
da Yalçındağ gibi yeni Anayasa etrafındaki gerilimin müsebbibi olarak hükümeti
görmektedir. Başkanların bu konuşmaları; hükümet bu tutumunda ısrar ederse,
ekonomik ve sosyal sorunlar derinleştirilecek, dış itibar zedelettirilecek ve
kaos meydana getirilecektir şeklinde de okunabilir.
Gizli
gündem olması, açık, şeffaf olunmaması, Türkiye’nin bölünmesi, kamplaştırılması
konusunda Rektörler Komitesi, TİSK ve Yargı TÜSİAD ile ittifak halindeler. AB
ile ekonomik ve siyasal entegrasyon sürecinin hızlandırılması için TCK 301’in
değiştirilmesi ve Vakıflar yasasının çıkarılması konusunda ise farklılıklar
vardır.11,12
Cezayir’de,
Filistin’de, Irak’ta, Afganistan, Somali ve Yemen’deki zulüm ve katliamlara
bırakın ses çıkarmayı, destek veren bir AB; Türkiye’deki TCK 301’i ve Vakıflar
yasasını kim için, hangi amaçla istemektedir? Bu düşünülmelidir.
Konuşma
metninde de görülebileceği gibi bugün TÜSİAD, Osmanlının Jöntürklerini,
İttihatçılarını ve Tanzimatçılarını temsil etmektedir. Sonuç o gün Osmanlının
tasfiyesi olmuştur. Bugün yapılacaklarla Türkiye’nin varacağı yer belli değil
mi?
TÜSİAD
başörtüsü meselesine değinmezken Rektörler Komitesi ve yargı mensupları,
başörtüsü konusunu hükümete karşı muhalefetin nirengi noktası yapmıştır.
Rektörler komitesinin yayınladığı bildiri metnine ve rektörlerin yaptığı
açıklamalara dikkat edilirse; hükümet, Anayasa konusunda samimi bulunmamakta,
gizli gündemle suçlanmakta ve yapılan çalışmaların askıya alınması
istenmektedir. Yeni Anayasa sadece başörtüsü değişikliği için yapılmaktadır
havası yayılarak Anayasa çalışmalarını kilitlemeye, böylelikle hükümeti aciz
duruma düşürmeye çalışmaktalar. Bu metin ve açıklamalardan daha önce YÖK
yasasında olduğu gibi yürütülecek kavganın, gerilim politikasının başörtüsü, laiklik
ve Atatürk üzerinden gerçekleştirileceği anlaşılmaktadır.
“Bu hedeflerden sapmak, ülkemizin geleceği
için son derece tehlike olacaktır. Böyle bir tehlikeye tüm gücümüzle ve hiç
tereddüt etmeden karşı çıkacağımızı kamuoyuna duyururuz.”13
Rektörler
komitesi, ‘21 Ekim 2007 günü yapılacak halkoylaması ve devamında öngörülen 11.
Cumhurbaşkanlığı seçimi ile ilgili hukuki belirsizlik’ olduğuna dikkat çekmiş,
referandum sonucuna bağlı olarak Gül’ün cumhurbaşkanlığının meşruiyetini
tartışmaya açma sinyali vermiştir. Bu Kanadoğlunun 367 tezine benzemektedir.
Dikkat edilmelidir.
Türkiye
İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK),‘Yeni bir Anayasa yapılmasının hem
yöntem, hem de zamanlamasının doğru olmadığı’ görüşünde olduğunu belirtip
YÖK’ün ‘anayasa çalışmalarının askıya alınması’ isteğine destek vermektedir.14
TİSK yaptığı açıklamayla Hem TÜSİAD’ın hem de
Rektörler Komitesinin görüşlerine destek vererek hükümeti tek başına hareket
etmekle, gerilim meydana getirmekle ve laikliğe karşı çıkmakla suçlamakta;
siyasal, sosyal ve ekonomik bunalım çıkabileceğine vurgu yapmaktadır. 28 Şubat
sürecinin beşli çete içerisinde TİSK’ın başı çektiğini hatırlarsak yapılan
açıklamalar üzerinde dikkatli durmak gerektiği ortaya çıkacaktır.
Bu çıkışla AKP ile ittifak içerisine giren Batılı çevreleri çözmeye çalışıyorlar. Eğer hükümete geri adım attırabilirlerse AKP’ye seçimde destek veren halkı, hem AKP’den uzaklaştırmış olacaklar hem de psikolojik bir çöküntünün içerisine sürükleyecekler.
Sonuç: Mücadele Şiddetlenecek, Rehavete Kapılmayın!
Yukarıdaki
analizlerden çıkan sonuç, milleti hedef alan yeni bir Psikolojik Savaşın tam
ortasında olduğumuz gerçeğidir. İşte bunun için ne siyasi iktidar, ne de
Müslüman bir halk, ‘Kadife Darbeciler boylarının ölçüsünü aldılar; bundan sonra
bu ülkede millete karşı herhangi bir girişimde bulunulmaz’ gibi rehavet
içerisine girmemelidir. Seçim sonuçlarındaki yüksek başarı, Türkiye’de her
şeyin hallolduğu şeklinde bir rehaveti getirmiş gibidir. Bu rehavet, 28 Şubat
öncesinde yaşanmış ve ciddi dünyevileşme emareleri görülmüştür. Dünyevileşmenin
oluşturduğu psikolojik zeminde, 28 Şubat darbesi şok etkisi yaparak Müslümanlardan
önemli bir kesimi psikolojik bir çöküntünün içerisine sürüklemiştir. Hicret
edilecek diyarlar aranmaya başlanmıştır. Bugün Refahyol dönemindekinden daha
büyük bir rehavet ve çok daha ciddi boyutta dünyevileşme sözkonusudur.
Oysa
Türkiye’deki mücadelenin özünde iki farklı değer sisteminin, iki ağırlık
merkezinin iktidar mücadelesi vardır. Batılı değerlere göre şekillenmiş
sistemin ağırlık merkezi ile İslamî değerleri özünde barındıran milli değerlere
göre şekillenmiş Milletin ağırlık merkezi arasında 100 yıldır süren bir iktidar
mücadelesidir bu. Bu iki ağırlık merkezi millete göre şekillenip örtüşmediği
sürece, bu mücadele devam edip gidecektir.
Yeni
Anayasa ve AKP üzerinden yürütülen psikolojik savaşın ve yaşanan gerilimin ana
nedeni, milletin dindarlaşması ve ‘kovuğundan’(!) çıkıp iktidara doğru
yürümesidir.
ABD
bu gelişimi dejenere edip saptırmak için Ilımlı İslam Projesini geliştirip
İslam dünyasına kabul ettirmeye çalışmaktadır.
Bu
psikolojik savaşın ana hedefi, Müslüman halktır. Bu savaşla AKP kadroları
değişime zorlanmakta, onlar aracılığıyla millet yeniden formatlanarak
dünyevileştirilmeye ve Protestanlaştırılmaya çalışılmaktadır. AKP’nin halka
uzanan kolları bu amaç için kullanılmak istenmektedir. AKP’nin bu rolü üstlenip
üstlenmeyeceği belli değildir. Ancak üstlenmesi için hem içerden hem de
dışardan sıkıştırılmaktadır. Bir kaşık suda kopartılan fırtınaya bir de bu
açıdan bakmakta fayda vardır.
Temel
soru şudur: Anayasa ile başlatılan yeniden yapılanma süreci, bu ağırlık
merkezlerinden hangisini kuvvetlendirecektir? Sistem Millete göre mi, yoksa
Millet Sisteme göre mi yeniden yapılandırılacak, yeniden formatlanacaktır?
Sonucun
ne şekil alacağı bize ve bizim vereceğimiz mücadeleye bağlıdır.
İşte
tam bu noktada tüm cemaatlerin, sivil toplum örgütleri ile tüm Müslüman halkın
teyakkuz halinde olması gerekir. Bu süreçte hükümetin üzerinde halkın yapıcı
denetimi, baskısı ve desteğinin olması, hükümetin iç ve dış baskılar altında
kalarak yanlış karar vermesi ve yanlış istikametlere kaymasına mani olmak için
şarttır.
“Eğer siz sabreder ve sakınırsanız,
onların 'hileli düzenleri' size hiç bir zarar veremez. Şüphesiz, Allah,
yapmakta olduklarını kuşatandır.”(3/120)
Kaynaklar
1- Milliyet,
20.09.2007
2-
Mine Şenocaklı, Vatan, 12.09.2007
3-
Vatandaş A., Armagedon, Türkiye İsrail
Gizli Savaşı, Timaş Yayınları İstanbul, (1997)
4-Sabah, 14.09.2007; Milliyet, 15.09.2007
5-Huntington,
S.P., Medeniyetler Çatışması, S:107
6-Talat
Halman, Milliyet, 15 Haziran 1987,
7-
Ayşe Arman, Hürriyet, 16.09.2007
8-Oktay
Ekşi, Hürriyet, 05.08.2007
9-10-Fikret
Bila, Milliyet, 21.09.2007; Teziç ile
roportaj
10-11-Cnn Türk, 19.09.2007
11-
TUSİAD WEB Sitesi 07.09.2007.
12-
TUSİAD WEB Sitesi 21.09.2007.
13-
Haber X, 13.09.2007; Vatan, 14.09.2007
14-TİSK,
20.09.2007