(Umran Dergisi)
“Güzel bir söz, güzel bir ağaç gibidir ki, onun kökü sabit, dalı ise göktedir. Rabbinin izniyle her zaman yemişini verir. Kötü (murdar) söz ise, kötü bir ağaç gibidir: Onun kökü yerin üstünden koparılmış, dengesi, kararlılığı kalmamıştır.” (14/24-27)
Müslümanlar, gerek içerden
ve gerekse dışardan ciddi anlamda sıkıştırılmaya ve tahrik edilmeye
başlanmıştır. Danıştay kararlarında, cumhurbaşkanının konuşmasında ve 28 Şubat
tarzı bir psikolojik savaşın medya aracılığıyla yürütülmesinde yeni bir sürecin
başlatılmaya çalışıldığını görmekteyiz. Batının Şark meselesini çözmek için
topyekün saldırıya geçdiği bir dönemde, bu ülkede sorumluluk makamında
olanların, sorumluluklarına uygun bir hareket tarzı benimsememiş olması üzüntü
vericidir. Keza iktidara gelmek, iktidarda kalabilmek için veya salt aşırı bir
kâr için gidilen yolun tehlikesini göremeyip pragmatist, makyavelist politika
uygulayanların ve ‘Dün başka bugün başka’ diyenlerin bu ülkenin elimizin
altından kayıp gittiğini görememeleri de üzüntü vericidir. Gerçekte bir
basiret, bir feraset ve bir dirayet sorunu ile karşı karşıyayız.
Böyle bir durumda herkesi düşündürebilmenin, herkesin ruh dünyasında, düşünce dünyasında uyarıcı şoklar meydana getirebilmenin çarelerini aramak bugün bu ülkeyi, bu milleti seven herkesin boynunun borcudur. Bunun için de yanlışlıklara, kötülüklere, haksızlıklara, adaletsizliklere ve zulme karşı duruşumuz ve bu uğurdaki mücadelemiz basiret, hikmet, feraset içeren bir estetikte, bir güzellikte olmalıdır.
Siz Dışardan Biz(!) İçerden
Osmanlı paşalarından Fuat
Paşa, Batılı devlet ricalinin bulunduğu bir toplantıda ‘En büyük devletin
Osmanlı Devleti’ olduğunu söylediğinde gülüşmeler olur. Fuat Paşa’nın
iddiasının gerekçesi iddiasından daha ilginç ve anlamlıdır: ‘Yıllarca siz
dışardan biz içerden yıkmak için uğraşıyoruz da hâlâ yıkılmadı ve ayakta
durmaktadır’.
Bugün İslam benzer bir durumla karşı karşıyadır. Batılılar dışardan bizimkiler(!) içerden İslam’a savaş açmışlardır.
Yeni Bir Karikatür Olayı
Batı’da karikatürler
üzerinden yürütülen psikolojik savaş devam etmektedir. Savaşın odak noktasına
İslam Peygamberi Hz. Muhammed (s.) konmuştur. Katolik Kilisesinin aylık yayın
organı ‘Katolik Araştırmaları’(Studi
Cattolici)nda Hz. Muhammed’i cehennemde yanarken gösteren bir karikatür
yayınlanmıştır:
“Karikatürde, cehennem
ateşinin alevleri içinde yanan Hz. Muhammed’i seyreden İtalyan şair Virgil,
Dante’ye, “O Muhammet değil mi?” diye
soruyor. Dante’nin yanıtı ise şöyle: “Evet, ikiye ayrıldı, çünkü toplumu da
böldü.”1
Dinler, medeniyetler arası diyalog çalışmaları
yapılırken Vatikan’a bağlı Katolik tarikatlarından biri olan Opus Dei’ye mensup
bir genel yayın yönetmeninin (Cesare Cavelleri) böyle bir karikatürü
yayınlaması anlamlı, düşündürücü değil midir?
Genel yayın yönetmeni
kendisine sorulan bir soruya verdiği cevapta, asıl niyetin ne olduğunun
ipuçlarını veriyor:
“Bu tasviri yayımlamanın,
suikastlara sebebiyet vermemesini umuyorum. Eğer böyle bir şey olursa, bu
aptalca tavırların perçinlenmesi olur.”1
İşte geçen sayıda dikkat
çekmek istediğimiz en temel konulardan biri de buydu.
Diyalog çalışmaları ile Müslümanları uyutup kendileri için daha rahat hareket etme imkanı meydana getirmek istemektedirler. Diğer taraftan karikatür gibi psikolojik tahrik malzemeleri ile Müslümanları şiddete bulaştırarak suçlu göstermeye çalışmaktadırlar. Böylelikle kendi toplumlarına İslam’ı ve Müslümanları ‘vahşi barbar’ olarak sunup yeni ve tehlikeli bir düşman imajı ihdas etmek istiyorlar. Diyalog çalışmalarında da Müslüman temsilcileri suçlayıp suçluluk psikozu içerisine sokarak daha fazla taviz koparmaya çalışıyorlar. Yeni senaryo budur. Bundan böyle bu ve buna benzer senaryoların çokça yazılıp çizileceği ve icra-i sanat edileceği asla unutulmamalıdır.
Cumhurbaşkanı Sezer’in Harp Akademileri’ndeki Konuşması
İçerdeki önemli olay
Sezer’in Harp Akademileri’nde yaptığı konuşmadır.
Konuşma genel olarak
incelendiğinde Türkiye’deki yönetici kadroların ve aydın kesimlerin kafalarının
ne kadar karışık olduğu ilk dikkati çeken noktadır. Kendi zihinsel
dünyalarında, felsefi anlamda, kendileri ile barışık olmadıkları/olamadıkları
rahat bir şekilde görülebilmektedir. Ne içinde yaşadıkları ve yönettikleri
milletin değer sistemini, ne de küreselleşmenin nihayetinde dayatacağı değer
sistemini anlamış gözükmektedirler. Bu kadrolar, 11 Eylül sonrası ABD
politikasının dayattığı ‘Büyük Ortadoğu Projesi’nin neye mal olabileceğini
görebilmiş değillerdir. 24 ülkenin hem coğrafyasını hem de değerlerini
değiştirmek isteyen ABD-İsrail-İngiltere’ye karşı nasıl bir strateji izlenmesi
gerektiği konusunda kafalar berrak değildir. Bu şer ittifakının
dayattığı/dayatacağı politikalara karşı hangi değerlerle ve hangi toplumsal
mutabakatla(Yumuşak Güç) karşı durabileceklerini pek düşünmüş değillerdir.
Türkiye’deki yönetici
kadrolar ile aydınlar yaklaşık yüzyıldır bu ülkeyi, tanımlanmamış, çerçevesi
gerektiği gibi belirginleştirilmemiş kavramlarla yönetmeyi bir ilke haline
getirmişlerdir. Son derece esnek, isteyenin istediği tarafa çekebildiği, muğlak
kavramsallaştırmalar bu ülkenin en büyük hendikapıdır. Bu bağlamda ne din, ne
laiklik, ne irtica ve ne de demokrasi açık, anlaşılabilir bir şekilde
tanımlanmıştır. Türkiye’de Laiklik ve İrtica bir akrebin kıskaçları gibi
kullanılmaktadır. Öteki kategorisine konan herkes, bu iki sihirli değnekle
dövülmüştür. Menderes, Demirel, Özal, Erbakan ve Erdoğan bu iki kavramın
hışmından kurtulamamıştır. Bugün Cumhurbaşkanı Sezer’in tanımlanmamış bu
kavramları kullanarak yaptığı konuşma, spekülasyona sebep olacak mahiyettedir:
“…İrtica siyasete, eğitime
ve Devlet’e sızmaya çalışmakta, Cumhuriyet’in temel niteliklerine yönelik,
başta milliyetçilik ve laiklik gibi toplumun büyük kesimince özümsenmiş
değerlerin yıpratılmasına yönelik etkinlikleri sistemli biçimde uygulamaktadır.
Ayrıca, Devlet’in ekonomik,
sosyal, siyasal ve hukuksal temel düzenini din kurallarına dayandırmak amacıyla
dinin, din duygularının ve kimi objelerin dinsel kural ve yorumlar
geliştirilerek sömürülmesi, toplumumuzu kamplara bölmeye yönelik bir girişim
olarak duyarlılık yaratmaktadır.
...Anayasamızda yer alan iki
önemli öğe, özgürlük ve eşitliktir. Bunların gerçekleşmesi ancak dinsel
zorlamaların olmadığı laik toplumlarda olanaklıdır. Bu bağlamda, gerici
girişimlere karşı, Anayasa ve demokratik hukuk düzeni çerçevesinde, Devlet’in
tüm kurum ve kuruluşları ile sivil toplum kuruşları tarafından anayasal
düzenimizin temelini oluşturan laikliğin korunması, dinin siyasal amaçlarla
kullanılmasının önlenmesi, ulusal eğitimin bu tür hareketlerin etkisinden
kurtarılması ve toplumumuzun gericiliğe karşı bilinçlendirilmesi amacıyla top
yekun bir savaşım verilmektedir.2
Görülebileceği gibi Sezer de din ve irtica
kavramlarını yan yana kullanarak ima yoluyla dini irtica olarak göstererek
yaklaşık 80 yıllık bir geleneği sürdürmek istediğini göstermiştir. Çünkü 80
yıllık gelenekte irtica İslam için, mürteci Müslüman için kullanılmıştır.
Sezer, konuşmasında yeni bir din iması yaparak
dini, bireysel bir vicdan işi olarak göstermeye çalışmaktadır:
“...Gericiliğe karşı bu
savaşımın, halkın dinsel inançlarına karşı çıkmak gibi gösterilmesi de başlı
başına bir din sömürüsüdür.
Demokratik laik düzen, inanç
sahibi insanlarımızın birey olarak dinsel yükümlülüklerini yerine getirmelerine
engel oluşturmamaktadır.”2
Acaba bu ülkedeki Millet, İslam’dan başka bir
dini mi benimsemiştir? Sezer hangi dinden bahsetmektedir? Aradaki tezadı, nasıl
göremedikleri veya görmek istemedikleri anlaşılabilir değildir.
Buradaki ana sorun, dini
kendi kafalarına göre tanımlama isteğidir. Sezer ve onun gibi düşünenlerin
anlamak istemedikleri nokta, İslam dini kendilerince tanımlanmak istenen dinler
kategorisine sığmamaktadır. İslam dini Kur’an’da tanımlanmış, Hz. Muhammed
tarafından yaşanır bir şekilde hayata aktarılmış ve asırlar boyu da pratik bir
şekilde yaşanmıştır. İslam dininin hayata şekil verdiği dönemlerde, gayri
Müslimler bile İslam’ın adaletine teslim olmayı bir kurtuluş olarak
görmüşlerdir. “Kardinal külahını görmektense Osmanlı sarığını tercih ederiz”
sözü o günlerden mirastır. Sezer gibi düşünenlerin tarihe bakmalarında yarar
vardır. Tefekkür edenler için Darü’l-Aceze’deki Cami, Kilise ve Havranın bir
arada bulunması, gerçek özgürlük, eşitlik ve adalet için ders alınması gereken
bir ibret abidesidir.
Yönetici kadrolar, İslam’ı
kendi zihni yapılarına göre tanımlama, şekillendirme, kuşatma, daraltma hakkına
sahip olmadıklarını ve bu konulara kulaktan dolma bilgilerle girmemeleri
gerektiğini artık anlamalılar. Bu herkesin yararına olur.
Yaşanılan kafa karışıklığı,
kutsal kavramını kullanırken de görülmektedir. Bu nasıl bir kutsallıktır ki
fert ve toplumun yaşamında hiçbir etkisi yoktur ve de olmayacaktır.
Kafa karışıklığı, din
istismarının ve din sömürüsünün nerede başlayıp nerede bittiğinde veya hangi
davranış ve düşünce tarzının din istismarı olduğunda da görülmektedir. Din
istismarcısı olup olmamak, bu mantığa göre, konjönktüre ve de şahsın durumuna
bağlıdır. Demirel, Kenan Evren Kur’an ayetlerini kullandığında bu din istismarı
olmamaktadır. Ancak Erbakan veya Erdoğan kullandığında bu din istismarıdır.
Din ve vicdan özgürlüğü,
ibadet özgürlüğü ve düşünce özgürlüğünün laiklik, özgürlük ve eşitlik ile olan
ilişkisinde gene bu kesimin kafaları ciddi anlamda karışıktır. Bir taraftan
dini vecibelerinizi yerine getirme hakkının laikliğin bir gereği olduğu ifade
edilmekte diğer taraftan da Kamusal (y)alan çerçevesinde ibadet özgürlüğünün kısıtlanabileceği
söylenebilmektedir:
“… Din, bireylerin manevi
yaşamına ilişkin olan inanç bölümündeki kutsal yerinde, sınırsız bir özgürlük
tanınarak anayasal güvenceye alınmıştır.
- Dinin, bireyin manevi
yaşamını aşarak, toplumsal yaşamı etkilemesine izin verilemez; bireyin inanç ve
ibadet yaşamına, kamu düzenini, güvenini ve çıkarlarını korumak amacıyla
sınırlamalar konulabilir; dinin kötüye kullanılması ve sömürülmesi
yasaklanabilir.”2
Görülebildiği gibi inanç
özgürlüğü, tanımlanmamış, kamusal alan tanımlanmamış, laiklik tanımlanmamış,
dinin istismar edilmesi, sömürülmesi tanımlanmamıştır. Ve bir milletin hayatı,
tanımlanmamış kavramlar anaforunda kıskaca alınmıştır.
Bu kadar tezatlarla dolu bir zihinsel yapı nasıl oluşmuştur? Ard arda gelen iki cümle arasındaki tezadı görememek nasıl bir zihinsel kırılmanın ürünüdür.
Asırlar Boyunca Değişen Ne?
Sezer’in ibadetlerin
kısıtlanabileceğine ilişkin beyanı, bize Mekke döneminde Hz. Ebu Bekir’in
yaşadığı bir olayı hatırlatmıştır:
Kureyş’in baskısından bunalan
Hz. Ebu Bekir, Habeşistan’a göç etmek üzere yola çıkar. Berkü’l-Gimad denilen
yerde Kare Kabilesinin reisi İbnü’d-Düğunne onu karşılar. Ve nereye gittiğini
sorar. Hz. Ebu Bekir de kavminin kendisini kovduğunu, başka diyarlara giderek Rabbine
daha iyi kulluk etmek istediğini söyler. Bunun üzerine İbnü’d-Düğunne Hz. Ebu
Bekir’e:
“Ebu Bekir! Senin gibi bir
adam memleketinden çıkmaz ve çıkarılamaz. Sen yoksulları gözeten, akrabasını
ihmal etmeyen, yetimlere yardım eden, misafiri en iyi şekilde ağırlayan, afetlere
uğrayanlara yardım eli uzatan bir adamsın. Seni himayeme alıyorum. Dön ve
Rabbine memleketinde kulluk et”3
diyerek himayesine alır ve
birlikte geri dönerek durumu Kureyş ileri gelenlerine bildirir. Kureyş ileri
gelenleri, İbnü’d-Düğunne’nin himaye teklifini şartlı kabul ederler:
“Peki, Ebu Bekir’i bırak
Rabbine evinde ibadet etsin. Namazını orada kılsın, dilediğini okusun, ama bizi
rahatsız etmesin ve yaptıklarını açıklamasın. Çocuklarımızı ve kadınlarımızı
dinlerinden döndüreceğinden korkuyoruz”3
Kureyş bu şartlar altında
Ebu Bekir’in Dini Özgürlüğünü anayasal koruma altına almayı taahhüt etmiş
olmaktadır. Dikkat edilirse ileri sürülen şartlar, Sezer’in gerekçesi ile aynı
özlüdür.
Hz. Ebu Bekir başlangıçta bu
şartlara uyarak namaz kıldığını Kur’an okuduğunu hiç kimseye göstermez. Ancak
daha sonra bahçesine küçük bir mescit yaparak namazları orada kılmaya ve
Kur’an’ı orada okumaya başlar. Bireyin vicdanına ve evine hapsedilmek istenen
din dışa yansıdığından dolayı Kureyş’in ileri gelenleri, himaye şartlarının
bozulduğunu ifade ederek İbnü’d-Düğunne’den gereğini yapmasını isterler.
İbnü’d-Düğunne, Hz. Ebu Bekir’den ya anlaşmanın şartlarına uymasını ya da
himayesinden çıkmasını ister:
“Senin için yaptığım
anlaşmanın şartlarını biliyorsun. Ya anlaşmanın şartlarına riayet ederek
sessizce evinde ibadet edersin, yahut da himayemden çıkarsın.
Bir adamla ilgili yapmış
olduğum anlaşmanın ihlal edildiğini Arapların duymasını istemem”.3
Hz. Ebu Bekir,
İbnü’d-Düğunne’nin şahsında tüm Kureyş’e Allah’a tam teslim olmanın
gerektirdiği cevabı verir:
“Senin himayene muhtaç
değilim. Allah’ın himayesi bana yeter.”
Batıya Verilen Sözlerin İhlal Edildiğinin Duyulmasını İstemeyiz(!)
İbnü’d-Düğunne Hz. Ebu
Bekir’e ‘Bir adamla ilgili yapmış olduğum anlaşmanın ihlal edildiğini Arapların
duymasını istemem’ derken duyduğu korku ile, bu gün Türkiye’deki yönetici
kadroların Batı’ya verdikleri gizli sözlerin ihlal edilme ihtimali ortaya
çıktığında duydukları korku aynıdır. İhtimal, bundan dolayıdır ki dini bireysel
bir inanç olarak tanımlayıp laikliğe aşırı vurgu yapan ve de ibadetlerin
gerektiğinde sınırlandırılabileceğine ilişkin açıklamalar yapıyorlar.
Cumhurbaşkanı Celal Bayar
Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri’yi şikayet etmek üzere gelen bir grup solcu
gençle sohbet ederken gençlere, ‘Türkiye’de laikliğin esas sebebinin’ ne
olduğunu sorar. Gençler kitaplarda okudukları bilgilerle cevap verince Celal
Bayar, Türkiye’de laikliğin kitaplarda yazılı olmayan ve fakat meriyette olan
anlamını açıklar:
“Hayır bunların hiçbiri
değil. Biz Lozan’da gizli celsede Batılılara kesin söz verdik; zamanla bu
millete Kur’ân’ı unutturacağız diye.’ Bu sözün bekçisi makam olarak benim ve
benden sonra gelenler de bu görevi sürdüreceklerdir. İşte laikliğin esası
budur; sizlere düşen de bu anlayışa sahip çıkmaktır.”4
Anlaşılan Türkiye’nin
yönetici kadroları, Lozan’da verdikleri sözün geçerli olduğunu belli
periyotlarla tekrarlayarak Batı’ya olan bağlılıklarını (biatlerini) bildirerek
güven tazeliyorlar.
Görülebileceği gibi Türkiye’deki yönetici kadroların bugün söyledikleri ile, asırlar önceki Kureyş’in yönetici kadrolarının söyledikleri arasında hiçbir fark yoktur. Sadece söylemlerine yeni elbiseler giydirmişlerdir. Asırlar öncesinin fikirlerini tekrarlayan bu insanlar niçin ‘ilerici’ de bizler niçin ‘gerici’ oluyoruz anlayabilen var mı?
Değişmeyen Kanuniyet/ İlahi Sünnet
Gerçekte yaşananlar ilk
İnsan Hz. Adem’le İblis arasında sürüp giden değerler arası mücadelenin
günümüzdeki bir tekrarından başka bir şey değildir. Bu mücadele, özü aynı
kalmak şartıyla değişik ad ve görüntülerde devam etmektedir ve de devam
edecektir. Bu Allah’ın takdir ettiği ilahi bir sünnettir, ilahi bir
kanuniyettir ve bu kanuniyette herhangi bir değişiklik söz konusu değildir:
“(Bu,) Senden önce
gönderdiğimiz resullerimizin bir sünnetidir. Sünnetimizde bir değişiklik
bulamazsın.” (17/77)
İşte biz insanlık tarihi boyunca sürüp giden bu değerler mücadelesine ilişkin temel yasaları öğrenip içselleştiremediğimiz sürece gerçeği yakalayamayacak, ne olup bittiğini anlayamayacağız. Bugün başımıza gelenlerin çok daha vahimi geçmişte peygamberlerin ve onları izleyen müminlerin başına gelmiştir. Bu gerçek hiçbir zaman göz ardı edilmemelidir. İşte bunun için geçmişte iman edenlerin başına gelenleri, bugünle karşılaştırarak, genel olarak, aşağıda kısaca özetleyerek hatırlatmanın yararlı olacağına inanmaktayız.
Dün: Bölücü/ Bozguncu/ Fesat
Bugün: Bölücü/ Bozguncu/Ayrılıkçı
Peygamberler toplumlarına
Allah’ın gönderdiği yeni değer sistemini getirdiklerinde o an hakim olan
değerler hususunda halkın kafasında şüpheler uyanmaya başlamaktadır. Şüphe yeni
bir arayış başlatmakta yeni değerlere ilgi artmaktadır. Bundan rahatsızlık
duyan müesses sistemin hakim yönetici kadroları yeni sunulan değerlerin doğru
ve haklı olup olmadığına bakmadan onu bir fesat, bir bozgunculuk olarak
görmektedirler. Yeni düşünceyi ve sahiplerini farklılaşma meydana getirdikleri
ve de müesses sistemin refahtan şımarıp azan önde gelenlerinin uykularını
kaçırdıklarından dolayı toplumu bölmekle, kargaşalık çıkarmakla suçlamayı en
etkin bir silah olarak kullanmayı ilke edinmişlerdir:
“Firavun kavminin önde
gelenleri, dediler ki: “Musa ve kavmini bu toprakta (Mısır’da) bozgunculuk
çıkarmaları, seni ve ilahlarını terk etmeleri için mi (serbest) bırakacaksın?”
7/127; Bak: (103-127) 129 11/62 (61-63))
Herkesi her an bölücü olarak yaftalama imkanı veren ve sistem tarafından daima tek yanlı olarak kullanılan 312. Madde gibi nice tuzak maddeler kanunlara bu amaçla konmakta ve de silah olarak kullanılmaktadır.
Dün: İstismarcı/Makam ve Güç
Peşinde
Bugün: Din İstismarcısı/Din
Sömürücüsü/Siyasal İktidar Peşinde
Yeni gelen değerlere karşı
sistemin hakim değerlerinin halk indinde itibar kaybetmesi bir başka silahın
kullanılmasına sebebiyet vermektedir. ‘Yeni değerler kutsaldır.’ ‘Bunların
günlük hayatla ilişkisi yoktur.’ ‘Bunları günlük hayatın içerisine çekmek onun
kutsallığını bozar. Bundan da en çok zararı din görür’. O nedenle dini
değerleri günlük hayatın içerisine çekmek bir istismardır. Kutsalları istismar
ederek kendilerine makam mevki ve güç elde etmek istemektedirler.
“Onlar: “Siz ikiniz, bizi
atalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol)dan çevirmek ve yeryüzünde büyüklük sizin
olsun diye mi bize geldiniz? Biz, sizin ikinize inanacak değiliz”
dediler.”(10/75-78 Bak: 23/24 )
Böyle bir propaganda ile bir taraftan din cam fanusun içerisine hapsedilip hayatla irtibatı kopartılmakta, diğer taraftan dinin mensupları istismarcı menfaatçi olarak karalanıp halkın gözünden düşürülmeye çalışılmaktadır.
Dün: Geleneksel Hikaye/ Eskilerin Uydurma Masalları
Bugün: İrtica
İnsanlığın gelişim seyrine
uygun olarak Birincil /Ana /Temel değerler, ilk insandan bu yana değişmeden
kalırken; ikincil değerler değişmiştir. Dolayısıyla Müslümanlar, bu temel
değerleri tarih boyu savunmuş ve her fırsatta dile getirmişlerdir. Tüm zaman ve
mekanı kuşatan böyle bir değer sistemi gündeme geldiğinde, cari sistemin
refahtan şımarıp azan önde gelenleri tarafından yıpratılabilmesi için o çağın
aktüel yıpratma motifleri kullanılmıştır:
“…Bu, öncekilerin uydurma
masallarından başka bir şey değildir” derler.” (6/21-31 Bak: 8/ 29-32 16/20-26
26/136-138 46/1-12)
“…Bu, sizi babalarınızın
taptıkların(ilahlar)dan alıkoymak isteyen bir adamdan başkası değildir”
dediler.
“Bu, apaçık bir büyüden
başka bir şey değildir” dediler.” (34/43)
Bugün dillerine dolayıp her gün tekrar ededurdukları irtica kavramı ile dün kullanılan ‘Eskilerin uydurma masalı’ arasında amaç ve kapsam açısından bir fark yoktur.
Dün:Deli / Aklı
yetersiz/Büyücü büyülenmiş/ Şaşırmış Çarpılmış/Şair/ Yalancı
Bugün: Deli/ Akılsız/İnsan bile Değil/ Sapıklar/Sapmış/Yalancı
Gene çağın popüler
kavramları kullanılarak yapılan bir başka propaganda ise deli/ aklı
yetersiz/büyücü-büyülenmiş/şaşırmış- çarpılmış/şair/yalancı gibi nitelemelerin
yapılmış olmasıdır. Birbirleri ile tezat teşkil eden bütün bu vasıfların aynı
anda bir insanda bulunmasının mantıki olup olmadığı onlar için önemli değildir.
Önemli olan dini mesajın etkisinin kırılabilmesi için gerekeni yapmaktır. Çamur
at izi kalır:
“O, kendisinde delilik
bulunan bir adamdan başkası değildir, onu belli bir süre gözetleyin.” (23/24-26
Bak:15/16 37/36)
“Firavun ona: “Gerçekten ben seni büyülenmiş
sanıyorum” demişti.” (17/101 Bak: 6/7 10/12, 76 26/153, 185)
“Kavminin önde gelenlerinden inkâr edenler dediler ki: “Gerçekte biz seni ‘aklî bir yetersizlik’ içinde görüyoruz ve doğrusu biz senin yalancılardan olduğunu sanıyoruz.”(7/60,66 Bak: 11/27,54 6/66 38/4)
Dün: Aşağılık/Yanında Bir Melek Olmalı, Olağanüstülük Göstermeli/ Fakirler/ Bizim Kölelerimiz
Bugün: Varoştakiler/ Ayak Takımı/ Kuyruklar/Ağzı Çorba Kokanlar/ Hizmetçilerimiz
Sınıfsal ayırım yapmak,
insanları makamlarına mevkilerine ekonomik durumlarına bağlı olarak
değerlendirmek Allah’ın yasak kıldığı bir anlayış, bir düşünce ve bir
zihniyettir. Sınıfsal ayırım İblis’in isyanındaki temel parametre olup
takipçileri tarafından da aynen korunmuştur. Tevhidi dinin ilk müntesipleri
genelde müstazaflar (ezilmişler, horlanmışlar, zayıf bırakılmışlar) olmuştur:
“Kavminden, ileri gelen inkârcılar: “Biz seni
yalnızca bizim gibi bir beşerden başkası görmüyoruz; sana, sığ görüşlü olan en
aşağılıklarımızdan başkasının uyduğunu görmüyoruz ve sizin bize bir
üstünlüğünüzü de görmüyoruz. Aksine, biz sizi yalancılar sanıyoruz”
dedi.”(11/27 Bak:14/10 17/90-94 23/24, 33-38,47 26/154,186,187 54/24, 25 6/8, 9,
109 11/53 13/7 15/7, 8, 14, 15, 27 38/8)
“Dediler ki: “Bu Kur’an, iki
şehirden birinin büyük bir adamına indirilmeli değil miydi?”(43/31 Bak: 54/24,
25 38/8 17/93, 94 )
“Dediler ki: “Bizim benzerimiz olan iki beşere mi inanacak mışız? Kaldı ki, onların kavimleri bize kullukta (kölelikte) bulunmaktadırlar.”(23/47, 24, 33-38)
Dün: Uğursuzlar
Bugün: Sizin Yüzünüzden Geri Kaldık/Uğursuzlar
Özelde Türkiye’de genelde
İslam coğrafyasında Müslümanlar iktidarda olmamış olmalarına rağmen geri
kalmışlığın tüm suçu onların sırtına yüklenmekte ve hakarete uğramaktadırlar.
Tıpkı geçmişte kendi yandaşlarının başına bir olumsuzluk geldiğinde bundan
Müslümanları sorumlu tutmaları gibi:
“Dediler ki: “Senin ve seninle birlikte olanlar yüzünden uğursuzluğa uğradık.”(27/47 45-53)
Dün:
İlahlarınıza/Dininize/Atalarınıza Sahip Çıkın
Bugün:
İlahlarınıza/Atalarınıza/ Sisteme Sahip Çıkın
İslam dini, cari sistem
tarafından içeriği boşaltılmış ve anlam kaymasına uğramış pek çok kavramı,
orijinal muhtevalarına kavuşturacak bir dile sahiptir. Cari sistemin
ilahlaştırıp putlaştırdığı pek çok eşya ya da kişiyi bir eşya yahut fani fert
düzeyine indirgeyerek her şeyi olması gereken yere oturtmak tavrını alır. Bu;
putlaştırmadan menfaat sağlayan, kredileri putlara bağlı olan refahtan şımarıp
azan önde gelen Mele ve Mütref takımının aşırı tepkisine sebebiyet verir. O
güne kadar fazla önemsemedikleri geleneklerine, atalarına sahip çıkarak çok
şiddetli bir psikolojik savaş başlatarak kendilerinin gerçekte inanmadığı ve de
takip etmediği ve fakat menfaatleri gereği inanır gibi gözüktükleri ilahlarına
ve atalarına sahip çıkmaları için yandaşlarını ve de sistemin cari güçlerini
göreve çağırırlar: Bunları susturun, bunları yok edin:
“Onlardan önde gelen bir
grup: “Yürüyün, ilahlarınıza karşı (bağlılıkta) kararlı olun; çünkü asıl
istenen budur” diye çekip gitti. “(34/43 38/6 43/22-23)
“Firavun dedi ki: “Bırakın
beni, Musa’yı öldüreyim de o (gitsin) Rabbine yalvarıp-yakarsın. Çünkü ben, sizin
dininizi değiştirmesinden ya da yeryüzünde fesat çıkarmasından korkuyorum.”
(40/26)
“Ve dediler ki: Kendi ilahlarınızı bırakmayın; bırakmayın ne Vedd’i, ne Suva’ı, ne Yeğus’u, ne Ye’uk’u ve ne de Nesr’i.” (71/23)
Dün: Halkın Davetçiyi
Dinlemesine Mani Olma/Davetçiyi Konuşturmama
Bugün: Haberleşme Araçlarına
Ambargo/Konuşmalar, Yazılar Kanuna Aykırı
Bütün bu hakaret ve alaya
rağmen İslam yayılıyorsa, İslam halk tarafından benimseniyorsa Müslüman
tebliğcilerle halk karşı karşıya getirilmek istenir. Halka yanlış bilgi
verilerek halk tahrik edilir. Yada davetçilerin mesajlarının halka ulaşmaması
için davetçiler, ‘Kanunen ve Cebren’ susturulur. Veya iletişim kanallarına
ambargo konur:
“Onlar, hem ondan alıkoyarlar, hem kendileri kaçarlar.” (6/26 Bak:7/76, 86, 123 8/36)
Dün: Baskı/Tehdit/İşkence/Hapis/ Sürgün/Öldürme/
Bugün: Baskı/Tehdit/İşkence/Hapis/ Sürgün/Öldürme/
Davetçiler bütün bu
engelleyici tedbirlerle durdurulamadıkları taktirde kendilerine topyekün bir
savaş açılarak tasfiye edilmek yoluna gidilir. Bu aşamada tehdit, hapis,
işkence, sürgün ve öldürme söz konusudur:
“Hani o inkâr edenler, seni
tutuklamak ya da öldürmek veya sürgün etmek amacıyla, tuzak kuruyorlardı. Onlar
bu tuzağı tasarlıyorlarken, Allah da bir düzen (bir karşılık) kuruyordu. Allah,
düzen kurucuların (tuzaklarına karşılık verenlerin) hayırlısıdır. (8/30 Bak:
37/ 97 7/82, 88, 124, 127 11/91 18/ 20 14/13 26/167)
“O’na iman edenleri tehdit
ederek, Allah’ın yolundan alıkoymak için ve onda çarpıklık arayarak (böyle) her
yolun (başını) kesip-oturmayın… Kavminin önde gelenlerinden inkâr edenler, dediler
ki: “Andolsun, Şuayb’a uyacak olursanız, kuşkusuz kayba uğrayanlardan
olursunuz.” (7/86, 90)
(Babası) Demişti ki: “İbrahim, sen benim ilahlarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer (bu tutumuna) bir son vermeyecek olursan, andolsun, seni taşa tutarım; uzun bir süre benden uzaklaş, (bir yerlere) git.” (19/46 26/116)
Amaç: Değiştim Dedirterek Sisteme Bağlılık
Geçmişte ve günümüzde
uygulanan bu ve buna benzer yöntemlerin amacı, inançlarınızı kalbinizde
yaşayın, çevreye yansıtmayın. İnançlarınızın halkın arasında yayılmasına
müsaade etmeyiz. Ya susun ya da değiştiğinizi söyleyip sisteme bağlılığınızı
açıklayın. Aksi taktirde öcüler yer sizi. Yanı ‘ya kırk katır ya da kırk
satır’:
“Kavminin önde gelenlerinden
büyüklük taslayanlar (müstekbirler) dediler ki: “Ey Şuayb, seni ve seninle
birlikte iman edenleri ya ülkemizden sürüp-çıkaracağız veya mutlaka bizim
dinimize geri döneceksiniz.” (7/88 Bak:18/20 )
“İnkâr edenler, resullerine
dediler ki: “Muhakkak (ya) sizi kendi toprağımızdan süreceğiz veya dinimize
geri döneceksiniz.” (14/10-13)
Görüldüğü gibi İman edenlerin başına geçmişte gelenlerle bugün gelenler veya gelebilecek olanlar arasında bir fark yoktur. Değerler arasındaki mücadelede var olan ilahi sünnet icra edilip durmaktadır.
En Güzel Tarzda Mücadele
Değerler arası mücadelede
Müslümanlar nasıl bir yol ve nasıl bir yöntem izlemelidirler. İzlenecek yol,
uygulanacak yöntem bizzat Allah tarafından resulleri aracılığıyla insanlara
uygulanarak gösterilmiştir. Bu mücadelenin adına da estetik mahiyetinden dolayı
‘En Güzel Tarzda Mücadele’ adı verilmektedir:
“Rabbinin yoluna hikmetle ve
güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel bir biçimde mücadele et. Şüphesiz senin
Rabbin yolundan sapanı bilendir ve hidayete ereni de bilendir.” (16/125)
En güzel tarzda mücadele
derken neyi anlamalıyız? Hangi hareket, davranış, düşünme ve konuşma şekli
güzel ve doğrudur: hangileri çirkin ve yanlıştır? Yığınla parametrenin işin
içine girdiği ve aralarındaki ilişkinin lineer olmadığı son derece karmaşık bir
alandan bahsettiğimiz göz ardı edilmemelidir. Belli bir zaman ve belli bir
mekanda ve belli koşullarda güzel olan, başka bir zaman, başka bir mekan ve
başka koşullarda güzel, doğru ve yararlı olmayabilir. Mücadeleyi içinde
bulunduğu koşullardan bağımsız olarak değerlendirmek yanlış olur. Bununla
beraber değişik zaman, mekan ve koşullarda geçerli olabilecek optimal bir yol
ve yöntem mevcuttur. Bütün zaman, mekan ve koşullarda geçerli olabilecek bir
mücadelenin optimal çizgisini, bilgisi bütün zaman, mekanları ve koşulları
kuşatan Âlemlerin Rabbi ve Maliki olan Allah’ın Peygamberler aracılığıyla
gönderdiği bilgiye baş vurarak elde etmeye çalışacağız.
Söz Vardır Kestirir Başı Söz Vardır Keser Savaşı
Konunun daha iyi
anlaşılabilmesinde aşağıdaki fıkra yararlı olacaktır:
“Padişahın biri, kendi
falına baktırıp geleceğinin ne olacağını öğrenmek ister. En iyi fal okuyucuya
ödül verileceği duyurularak ülkenin bütün falcıları davet edilir. Falcılar,
padişah sarayında toplandıklarında sadrazam falcılardan birinin içeriye gelip
fal bakmasını söyler. Falcılar arasında hepsinin hocası olan ve ‘üstad’ diye
hitap ettikleri piri fani falcı da bulunmaktadır.
Üstat ‘doğrucu Davut’tur.’
Bildiği, gördüğü gerçekleri sakınmadan, lafı eğip bükmeden herkesin yüzüne
karşı söylemekle ünlüdür. Üstadın olduğu bir yerde talebelerinin öncelik alması
ayıp olur düşüncesiyle tüm talebeler, üstada ‘sen buyur’ derler.
Üstad Padişahın huzuruna
girer ve fakat çıkamaz. Padişah üstadı kellesini alması için cellada teslim
eder. Padişah üstadın verdiği bilgiden son derece rahatsız olduğundan odasında
öfkeli bir şekilde aşağı yukarı dolaşmaya başlar ve diğerlerinin acele
gelmesini emreder. Üstadın kellesinin gittiğini duyan talebeler içeriye girmek
istemezler. Çünkü onlara göre üstad olması gerekeni ve doğru olanı söylemiştir.
Ve fakat doğru söylediği için de kelleyi vermiştir. Kendilerinin de kellesi
kaçınılmaz olarak gidecektir. Sadrazam ise ısrarlıdır ve de falcıları tehdit
etmektedir. Çok zor durumda olduklarının farkında olan falcılardan biri,
Sadrazama bir şart koşar: ‘Bizim üstad padişaha ne söyledi de kellesi gitti’.
Sadrazam, üstadın padişaha ‘Sülalesinin tümünün ölüsünü göreceğini’
söylediğini; bundan dolayı da Padişahın öfkelenerek ‘sen benim sülalemin kökünü
kesmek istiyorsun’ diyerek üstadı cellada teslim ettiğini söyler. Soruyu soran
falcı biraz düşünür ve ‘tamam ben içeri geliyorum’ der. Padişahın odasından
içeri girer ve padişaha keskin bir şekilde baktıktan sonra büyük bir neşeyle ve
de yüksek sesle, ‘Padişahım gözünüz aydın’ diye söyler. Büyük bir üzüntü ve
öfke içerisinde olan padişah duyduğu bu güzel söz üzerine rahatlar ve acele ile
‘hele söyle ne gördün?’ der. Falcı sakin bir şekilde, ‘emin olmak için el
falınıza bakmalıyım.’ der. Padişahın yanına yaklaşır ve el falına bakmaya
başlar. Ve her seferinde ‘güzel, çok güzel’ diye kendi kendine söylenir.
Padişahın aceleci, merak ve heyecan ihtiva eden sorularına, soğuk kanlı bir
şekilde cevap verir falcı: ‘Gözün aydın padişahım!’ ‘Şükürler olsun Padişahım!’
‘Sülalenizin en uzun ömürlü insanı siz olacaksınız!’
Padişah duyduğu bu müjdeli
haberin ne anlama geldiğine bakmadan, onu analiz etmeden, üstadın söylediğinden
farklı olup olmadığını düşünmeden rahat bir nefes alır ve sadrazama, falcıyı
ödüllendirmesini ve istediği her şeyi vermesini söyler.”
Gerçekte anlam olarak her
iki falcı da aynı şeyi söylemiştir. ‘Sülalenizin hepsinin ölüsünü göreceksiniz’
ile ‘Sülalenizin en uzun ömürlü insanı olacaksınız’ arasında anlam olarak bir
fark yoktur. Her ikisi de aynı şeyi söylemiş olmasına rağmen biri kelleyi
vermiş, ötekisi ise ödüllere gark olmuştur.
Burada dikkat edilmesi
gereken nokta ödülü alan falcının, üstadın söylediğini doğru kabul ederek
Padişaha yalan söylemeyip, söylenmesi gerekeni beyan etmiş olmasıdır.
En Güzel Tarz Mücadele
demek, söylenmesi gerekeni söylemeyip susmak veya yalan söylemek değildir. Öfke
ile söylenip bir anlık deşarj olma ise hiç değildir. Kendi kutsallarına saygı
bekleyip başkalarının kutsallarına hakaret etmek değildir.
En Güzel Tarz Mücadele,
söylenmesi gerekeni, yapılması gerekeni en estetik, en hikmetli ve en basiretli
bir şekilde, muhatabın kalbini etkileyebilecek ve etkilenip öğüt alabilecek bir
üslupta, bir tarzda ifade etmek veya yapmaktır. Muhatabın kalbinde, vicdanında
titreme meydana getirebilmektir. Düşünmesini sağlayabilmektir.
En Güzel Tarz Mücadele,
kötülükleri iyilikle uzaklaştırabilmektir. Kendisine zulmedenleri hidayet
yoluna bıkmadan, usanmadan, kin gütmeden çağırabilmektir. Bedduacı değil duacı
olmaktır. Yılanı deliğinden çıkarabilmektir. Kendi içinde tutarlı olmaktır.
Sabrıyla dağ devirmektir. Dengeli ve kararlı olmaktır:
Yunus gibi sözün en güzelini seçip söylemektir:
Söz
ola kese savaşı söz ola kesdire başı
Söz ola ağulu aşı balıla yağ ede bir söz
Kelecilerin
bişirgil yaramazunı şaşırgul
Sözün
us ila düşürgil demegil çağ ide bir söz
Gel
ahı iy şehriyari sözümüzü dinle bari
Hezarın
gevher dinarı kara toprağ ede bir söz
Kişi
bile söz demini demeye sözün kemini
Bu
cihan cehennemini sekiz uçmağ ede bir söz
Yürü
yürü yolun ila gafil olma bilin ile
Koy
sakın key dilin ile canuna dağ ede bir söz
Yunus
Emre
Kaynaklar
1-İtalya’da Karikatür
Kışkırtması, 16.04. 2006 Milliyet S:
15.
2- Cumhur Başkanı Sezer’in
Harp Akademileri’ndeki Konuşması.
3- Kandehlevi M.Y., Hadislerle Müslümanlık, İstanbul, 1980
Cilt 1 S: 279-280.
4- Emre S.A., ‘Milli Görüş
Hareketi Nasıl doğdu?’, Umran Şubat
2006, sayı 138 s:78.