1 Aralık 2005 Perşembe

MEDENİYETLER ÇATIŞMASINDA MÜSLÜMANLARIN YOL HARİTASI -IX: ÖNCÜLERİN ÖNCELİKLİ GÖREVLERİ: SİS PERDESİNİN ARKASINI GÖREBİLMEK

 (Umran Dergisi)

“Her şey üstünde düşünmeye alıştırın kendinizi; ama gerçekte olduğu gibi düşünün,  söylendiği gibi değil.” Bernard Shaw

 

Giriş: Paris Yanıyor, Ayaklanma, İsyan Yayılıyor!!! 

Paris’in gecekondu bölgelerinde polis takibinden kaçan, Afrika kökenli iki gencin trafo merkezinde elektriğe çarpılıp ölmesi ile başlayan olaylar, medya tarafından kamuoyuna ‘Paris yanıyor’, ‘ayaklanma’, ‘isyan büyüyor’ şeklinde sunuldu. Gerçekten Paris yanıyor muydu? Gerçekten bir isyan ve bir ayaklanma mı söz konusu idi? Yoksa yıllarca horlanmış, hakir görülmüş, aşağılanmış, işsiz, aşsız ve eğitimsiz bırakılmış orijini göçmen olan insanların doğal bir tepkisi miydi? Yoksa Fransa’nın yaşlanan nüfusu, asimile edemedikleri, kabul etmedikleri ve fakat genç olan bir göçmen nüfusu gelecek için tehlikeli görüp yol yakınken tasfiye etmeyi mi düşünmüşlerdir? Patlamak üzere olan bir barajın güvenlik kapakları, denetim altında açılmaya mı çalışılmıştır? Yoksa ABD-İngiltere-İsrail Şer cephesi ile AB yeni bir hesaplaşma içerisine mi girmektedir? Yoksa Fransa olayı, olayı tetikleyen parametre ne olursa olsun bütün bunların bir bileşkesi midir?

1789 sonrası Fransa’sı, Osmanlı’nın son döneminde ve Cumhuriyet döneminde ki aydınları bürokratları ve yöneticileri çok derin bir şekilde etkilemiştir.Türkiye’de bir çok konu Fransa örnek alınarak uygulanmış ve de değerlendirilmiştir. Türkiye’deki laiklik, tek tip insan/yurttaşlık, aşırı merkeziyetçilik, otoriter devlet ve milliyetçilik anlayışı Fransa patentlidir. İki ülkenin benzerlikleri göz önüne alındığında Fransa’da meydana gelen sosyal patlamadan Türkiye olarak çıkarmamız gereken dersler olmalıdır. Bu bağlamda Fransa’daki olaylarla hemen hemen eş zamanlı olarak Türkiye’de meydana gelen Şemdinli-Yüksekova-Hakkari olayları arasında bir ilişki kurulabilir mi, bir benzerlik var mıdır?

Her iki olay zincirinden çıkarılması gereken dersler nelerdir?

Üç İhtimal

Paris olaylarını kim yaptı yada Paris olaylarının arkasında hangi güç ya da güçler vardır sorusunun cevabında üç ihtimalden bahsedilebilir:

1- Fransa’da yaşayan ve Fransız vatandaşı olan göçmenlerin 3.,4. kuşağı, bir patlama noktasına gelmiştir. Sosyal patlama kaçınılmaz hale gelmiş olup bir kıvılcım yeterli olmuştur.

2- Yaşlanan Fransa, kökenleri Müslüman olan ve fakat kendi dil ve dinlerini unutan bu insanları Fransız kabul etmeyip öteki olarak görmektedir. Fransız devleti, bunların nüfuslarının Fransızların aleyhine artmasını tehlike olarak kabul etmektedir. Bunları ülkelerine geri gönderebilmek için bir provokasyon yaparak hem gerilimi boşaltmış, hem de istediği kamuoyu desteğini sağlamıştır.

3- ABD-İsrail-İngiltere Şer ittifakı, hem kendisine muhalefet eden AB’ye Fransa üzerinden bir ders vermek, hem de Batı kamuoyunu Müslümanların aleyhine oluşturarak yeniden kazanmak istemektedir. Patlama noktasına gelmiş Fransa’daki göçmen nesli bu amaçla provoke edilmiştir.

Sosyal Patlama ve Batı Sisteminin İflası 

Avrupa’da olayların patlak verdiği bölgelerde yaşayan insanların çoğunluğu, özelde Fransa’nın, genelde Avrupa’nın sömürgesi olan Afrika’daki değişik ülkelerden ucuz işçi diye getirilen insanların 3.,4. kuşaktan çocuklarıdır. Fransa’ya gelen insan unsuru, bağımsızlık savaşı yıllarında Fransa ile işbirliği yapmış ve bağımsızlık sonrası yönetimlerle sorunu olan ve dışlanan insan unsurlarıdır. Bugün Fransa’da başkaldıranlar bu insan unsurunun 3.,4. kuşaktan çocuklarıdır. Bu insanlar Fransız olabilmek için dillerini ve dinlerini terk etmişlerdir.1 Fransa nüfusunun %8’ini oluşturan 5 milyon göçmenin %35’i Cezayir, %25’i Fas, %10’u Tunus ve %8’i Türk asıllıdır. Fransa’da işsizlik ciddi bir sorundur. Fransız asıllı nüfusun işsizlik oranı %9 iken bu oran bahsedilen yabancı orijinliler için %14-22, Türk göçmenlerde ise %11’dir. Kuzey Afrikalı üniversite mezunlarının %26.5 işsizdir.

Gerek Devlet dairelerinde ve gerekse özel sektörde Fransız asıllı olmayan ve fakat Fransız vatandaşı olan bu insanlar dilleri, renkleri ve isimlerinden dolayı ayırıma tabi tutulmakta, fişlenmekte, sorgulanmakta ve sürekli aşağılanmaktadır.1,2

Daha iyi özelliklere sahip olmasına karşılık Hans karşısında Hasan olmuş olmak çok büyük bir dezavantajdır. Bugün Fransa’da eylem yapan, baş kaldıran AB vatandaşı genç göçmen, böylesi açık bir ayırımcılığa karşı çıkmaktadır:

‘Yıllar önce, Fransa ailelerimizi işgücü ihtiyacı nedeniyle çağırdı ve bu işlerin çoğu Fransızların yapmak istemediği adi işlerdi. Şimdi ise iş yok, ya da hiçbiri iş vermeye istekli değiller’.3

Gecekondularda, varoşlarda, banliyölerde oturmakta olan bu göçmen nesli( 3. veya 4. kuşak), başta Fransa olmak üzere AB ülkelerinde resmen AB vatandaşı olmalarına rağmen aileden sayılmamışlar, tehlikeli görülüp dışlanmış, ötekileştirilip düşman statüsüne sokulmuşlardır. Her gün polisler tarafından kimlik kontrolüne tabi tutulmakta, resmi dairelerde sadece ikinci sınıf vatandaş değil lanetlenmiş muamelesi görmektedirler. Bu insanlar, Fransız sayılmamışlar ancak kendi kültürlerini de yaşama imkanına da kavuşturulmamışlardır. Fransız toplumu ile entegre olamamış bu göçmen nesli, ilk nesil göçmenlere nazaran kendi kültürel kimliklerini çok daha aşırı bir şekilde kaybetmişlerdir. Hem maddi hem de manevi bir boşluk içerisinde yalpalayıp duran bu insanlar, ne Avrupalı, ne Afrikalı, ne Hıristiyan, ne Müslümanlar! Bu insanlarda vuku bulan ruhsal çöküntüyü, kimlik bunalımını, ‘Ben ateist Müslüman’ım’ ifadesinden başka hangi ifade anlatabilir?

Göçmenlerin yaşadığı yukarıda özetlenen kötü yaşam koşullardan dolayı bu insan unsurunun sosyal patlama noktasına geldiği, kritik bir kütle oluşturduğu doğrudur. Bu durum, 1789 Fransız İhtilali ile açılan ve tüm dünyayı ‘eşitlik, özgürlük ve kardeşlik’ sloganı ile sarsan ve yeni bir sistem sunan bir düşünce ve bir hareketin, dünya insanlığına ne eşitlik, ne özgürlük, ne de kardeşlik getirebildiğinin bir göstergesidir. Fransa’daki cumhuriyet anlayışında ‘eşitlik, özgürlük ve kardeşlik’ kavramları etrafında meydana gelen tek düze bir anlayış, çeşitliliğe ve çoğulculuğa hiçbir zaman açık olmamıştır.4 Türkiye’deki gibi her türlü eleştiri veya karşı görüş, Cumhuriyet değerlerine/ Batı değerlerine karşı olmak olarak yorumlanmıştır. Fransa’nın yurttaşlık anlayışı, farklı değerleri, kültürleri, ırkları yok sayan bir anlamı ile gerek etnik gerekse kültürel olarak asimilasyonu öngören bir anlayıştır. Tek tip insanı hedefler. Bunu için katı, sekter, dayatmacı ve tepeden inmecidir. Fransa laiktir; en katı laiklik Fransa’da uygulanır. Ancak Katoliklik çok baskındır ve Protestanlarla Müslümanlara baskı vardır. Din tamamen devletin kontrolü altındadır.1 Türkiye, laikliği Fransa’dan aldığı için din ve kimlik konusundaki tutumu neredeyse Fransa ile aynıdır. Bu katılıktan dolayıdır ki Cumhurbaşkanı Mekke’deki İslam ülkeleri toplantısına katılmayacaktır.

Çoğulculuğu reddeden Fransız cumhuriyeti, çok kültürlülüğü de reddederek göçmenlerin kendi kültürel kimliklerini korumaları için gereken çalışmayı yapmalarına imkan vermemiştir. ‘Jakoben Cumhuriyetçi model göçmenlere şunu söylemektedir’:

“Ya politik entegrasyon ama buna karşılık kültürel asimilasyon ve yabancılaşma, yada kültürel entegrasyon ama o zaman da politik olarak entegrasyonun imkansızlığı..”5

Böylece köklerinden koparılmış nesiller açlık, sefalet, işsizlik ve horlanmışlığın baskısı altında her an patlamaya hazır bomba haline getirilmişlerdir.

Eski Fransız Cumhurbaşkanı François Mitterand, Fransa’daki kötü gidişatın sebep olacağı hayal kırıklığına, 1990 yılında dikkat çekmeye çalışmıştır:

“Ruhsuz bir kenar mahallede, karanlık duvarların iç karartıcı görünümünde, çevresinde olup bitenleri görmemeyi yeğleyerek gözlerini kaçıran ve sadece öfkelenmek ve yasaklamak için müdahale eden bir toplumda dünyaya gelen bir genç ne ümit edebilir!”6

Fransa’da ırkçılık karşıtı kampanyayı yürüten Laurent Levy, böyle bir ülkede çok daha büyük kapsamlı bir ayaklanmanın olmamasına şaşırmaktadır:

“Toplumun geniş katmanlarına hiçbir konuda saygı gösterilmez, adam gibi ev, iş gibi en basit haklardan mahrum bırakılırsa sürpriz olan şey, otomobillerin yanması değildir. Bu şartlar altında şaşırılacak şey ayaklanmaların neden bu kadar olduğudur.”7

Fransa’daki son olayları ele alan Le Monde’un başyazısında, bir sosyal patlamaya sebebiyet veren bir sistemin yıkılışını görmenin ve fakat bir şey yapamamanın acizliğini görmek mümkündür:

“Kendisini insan haklarının vatanı, cömert bir sosyal modelin mabedi olarak gören bir ülke -bugün- herkesin gözünde bir zamanlar ülkenin kalkınmasına katkıda bulunan göçmen atalarının çocukları Fransız gençlerine onurlu, saygın bir yaşamın koşullarının sağlanmasında yetersiz kalan, onlara işsizlik, kabirle yaşama ve ayrımcılığı reva gören bir ülkedir.6

Bütün bunlar, Fransa’da bir sosyal patlamanın beklendiğini, ancak bunun olmaması için hiçbir tedbir alınmadığını yada alınamadığını göstermektedir. Ancak olayı sadece bir sosyal patlama çerçevesinde ele alırsak cevabının bulunamadığı sorularla karşılaşmaktayız. Fransız sistemine ve Fransız’lara tepkili olan bu insanlar niçin kendi bölgesini ve kendi insanını tahrip ediyor? Bu nokta pek açık değildir. Tüm analizlerde bu insanların örgütsüz oldukları ve bir stratejiye bağlı olarak hareket etmedikleri ısrarla söylenen bir husustur. Ancak hareket içerisinde anomik, gevşek bir örgütlenmenin oluştuğu, bununla beraber bir stratejinin olmadığı belirtilmektedir. Gene bu analizlerde Fransız polisinin ve devletinin güçlü olduğu vurgulanmaktadır.8,9

Güçlü örgütlenmelerin ve lojistik desteğin olmadığı bir şiddet hareketinin varlığını uzun süre devam ettirmesi mümkün değildir. Örgütlenme ve stratejiden mahrum olduğu söylenen bir hareket, nasıl olur da günlerce Fransa’yı hatta Avrupa’nın bir çok ülkesini kasıp kavurabilir? Eğer güçlü bir örgüt, strateji ve lojistik destek varsa, o zaman da yakıp yıkma, ya hiç olmamalıydı ya da gecekondularda değil de, Avrupa’nın zengin mahallerinde olmalıydı. Ölenler fakir, işsiz göçmenler değil de zengin Fransızlar olmalıydı? Arabası yakılanlar Zenciler, Cezayirliler, Faslılar, Tunuslular, Türkiyeliler değil de; Fransızlar, Almanlar, İtalyanlar ,Hollandalılar… olmalıydı. Çünkü söylendiği kadarı ile hareketin düşman ilan ettiği onlardı. Tahribat, düşman ilan edilen saflarda değil de kendi saflarında yapılmaktaydı.

Bir zenci kadının ‘niçin benim arabamı yaktılar’ diyerek ağlaması ile bir Türk’ün ‘Bizim çocuklar bizim arabaları yakıyor’ tarzındaki serzenişi ne mesaj taşımaktadır acaba?

Medya, ‘Paris yanıyor, isyan yayılıyor, ayaklanma büyüyor’ şeklinde olayları sunarken yakılanların göçmen bölgeleri, hayatlarını kaybedenlerin de hep göçmenler, tahrip edilen arabaların da hep göçmenlere ait olduğundan hiç bahsetmiyor. Hangi Paris yanmış ve yıkılmıştır?

Bütün bunlardan; olaylarda sosyal patlama olgusunun bir gerçek olduğu, ancak olayı tek başına açıklamaya yeter olmadığı anlaşılmaktadır. Sosyal patlama noktasına gelen bu insanların, belli bir amaç için bir provokasyona alet edildikleri daha büyük ve kuvvetli bir ihtimaldir.

Fransız Devletinin Bir Provokasyonu

Paris olayları üzerinde yapılan analiz ve yorumlarda, Fransız devletinin, İstihbaratının ve güvenlik güçlerinin çok güçlü olduğu ifade edilmektedir. Bu kadar güçlü olan bir yapı, olayların olabileceğini vaktinden önce haber alamamış mıdır? İstihbaratı elde edemediğini varsayarsak, nasıl olmuş da olayları, günlerce kontrol altına alamamıştır? Genç eylemciler karşısında Fransa devleti, güvenlik güçleri adeta yok olmuş, her taraf genç göçmenlerin kontrolüne geçmiş gibi bir görüntü verilmek istenmiştir. Tıpkı 11 Eylül’de ABD’de olduğu gibi: sanki 4 sivil uçak dünyanın süper gücü ABD’yi teslim almış, Başkan ve ABD savunma güçleri ortadan kaybolmuş, sığınacak delik aramaktalar. Paris olayları ile 11 Eylül olaylarının pazarlanması arasında çok ciddi benzerlikler, örtüşmeler mevcuttur.

ABD’de 11 Eylül provokatif hareketi ile Müslümanlara karşı oluşturulmak istenen kamuoyu psikolojisine benzer bir psikoloji, Paris olayları ile AB içerisinde oluşturulmak istenmektedir. Bunun için kontrollü bir eylemin yapılmasına göz yumulmuş, teşvik edilmiş ve hatta tahrik edilmiştir. Aynı merkez, olayların başlaması ile birlikte ‘Paris yanıyor’, ‘İsyan/ayaklanma yayılıyor’ tarzındaki bir söylemi dünyadaki medyaya servis yapmıştır.

Bu olayın bir benzeri Türkiye’de Sivas’ta yaşanmıştır. Sivas’ta kitleler, kontrol altında saatlerce oradan oraya sürüklenmiş, sonra da otel yakılarak suç Müslümanların üzerine fatura edilmiştir. Böylelikle Türkiye’de yükselen değer olarak İslam, kamuoyunun gözünden düşürülmek istenmiştir. Sivas olayları Türkiye’nin derin karanlık dehlizlerindeki güçlerin en vahşi provokasyonlarından biridir.

Paris olayının bir başka boyutu, böyle bir toplumsal patlama ile ilgili eğitimli olması gereken Fransız polis teşkilatı ve İçişleri bakanlığının, eylemlerin devam etmesini ister gibi son derece tahrik edici bir tutum takınmış olmasıdır. Adeta Fransız devleti bir kışkırtma stratejisi uygulamıştır: ‘Haşarat’, ‘ajan provokatör’, ‘ sizi de mi trafoya atalım; bu siz sakinleştirir mi?’, ‘Kapa çeneni, çekil’, ‘ayak takımı pislikler’, ‘hergele takımı’, ‘çapulcular’.

Diğer taraftan olaylar devam ederken polisin camiye bomba atması gerçekten düşündürücüdür.7 Polisin camilerin içerisine ayakkabıları ile girip kimlik kontrolü yapması,10 bir tahrik, bir aşağılamadan başka bir şey değildir.

Camiye göz yaşartıcı bomba atıldığı sabah Müslüman bir kadının çığlığı, Avrupa’daki Müslümanların karşı karşıya kaldıkları psikolojik savaşın bir göstergesidir:

“Bize sadece yalan söylemekten vazgeçmelerini istiyoruz. Yaptıklarını itiraf edip özür dilemelerini istiyoruz.”7

Fransa tarihi, provokasyon sanatı konusunda, Türkiye gibi, çok zengindir. 1968 yılındaki sol gençlik hareketi, Fransa’yı bir baştan bir başa kasıp kavururken General De Gaulle tarafından provoke edilerek mecrasından saptırılmıştır. Gençlik hareketi üzerinden sol partileri yıpratıp seçimleri kazanabilmek için gençliğin içerisine ‘Derin Devletin’ provokatörlerini sokup karakolları yaktırmıştır. Böylelikle halka korku salınmış ve akabinde yapılan seçimleri General De Gaulle kazanmıştır.6 Türkiye’de de iktidarları düşürmek için gençlik hareketleri, aynı şekilde cuntalar tarafından provoke edilmiştir. Fransa’yı örnek alan cuntalar Türkiye’ deki bütün darbeleri gençliğin kanı üzerinden yapmışlardır.

Eski Alman Başbakanı Schmidt ‘Geleceğin Devletleri’ kitabında Türkiye’yi AB’ye almayı değil; Avrupa’da var olanları geri göndermeyi düşündüklerini söylemektedir:

“ABD, dünyayı bir ‘medeniyetler çatışmasına’ sürüklüyor. Bunun önüne geçilmesi zor gibi görülüyor. Avrupa açısından bu “medeniyetler çatışması’, ülkelerimizde çalışan Müslüman Afrikalılar ve Türklerle çatışmadır. Avrupa bu çatışmanın yaratacağı istikrarsızlıkları nasıl göğüsleyebilecektir. Bu sorunla karşı karşıyayız. Bu durumda, bırakın milyonlarca Türkü Avrupa ülkelerine kabul etmeyi, bugün çalışan milyonlarca Türkü kendi yurtlarına nasıl geri göndereceğiz, bunun yollarını bulmamız gerekir.”11

Alman Eski Başbakanı Schmidt, kitabında ABD’nin, Medeniyetler çatışması tezi çerçevesinde Avrupa’daki Müslüman unsurları istismar edebileceği tehlikesine dikkat çekmektedir. Buna bir tedbir düşünülmelidir, demektedir.

Avrupa’nın İslam’la olan ilişkisi ABD’nin İslam’la olan ilişkisinden farklı olup kökleri tarihin derinliklerine kadar uzanır. Avrupa, Endülüs’le batıdan, Osmanlı ile doğudan kuşatılmanın şuuraltında meydana getirdiği kırılmayı unutamamaktadır. Avrupa’nın şuuraltında İslam’a karşı oluşmuş fay hatları ve bir ‘İslamofobi’ vardır. Paris olaylarında bunu rahatlıkla görebilmekteyiz:

“Fransa’da bugünkü ırk ayırımcılığı eskisi gibi etnik değil, kültürel temelde. Onun için İslamofobi şeklinde tezahür ediyor. Dinle ilişkili. Başörtüsü ile ilgili mesaj olarak yine dışlayıcı tedbirdir.”5

Batı dünyası, özellikle Avrupa, yaşlanmakta ve çözülmektedir. Avrupa yaşlanıp azalırken göçmenler gençleşip çoğalmaktadır. ‘Federal İstatistik Dairesinin verilerine göre Almanya’da bir saatte 5 Türk çocuğu doğarken bu Almanlarda sıfırdır.’10

1990’lı yıllarda 12 ülkeden/ulustan meydana gelen AB içerisinde yaşayan ve ‘on üçüncü ulus’ olarak kabul edilen Müslümanlarla bir hesaplaşma öngörülüyordu:

 “Batıdaki Müslümanların çoğalmasıyla birlikte Avrupa’da ‘on üçüncü ulus’ ortaya çıktı... Bunun yarattığı korku giderek bütün Batıyı sarıyor... Batı ile Avrupa’daki ‘on üçüncü ulus’ arasındaki sürtüşmenin bundan sonraki aşaması tarihi bir hesaplaşmaya kadar varabilir.”12

2003 yılındaki Bernard Stasi Komisyonu Raporunda da Fransa’ya dönük İslamî bir meydan okumanın varlığından söz edilmesi, AB’nin nasıl bir şuuraltına sahip olduğunu göstermektedir.5

Bu açıları ile bakıldığında sosyal patlama noktasına gelen/getirilen AB vatandaşı göçmenler, Müslüman düşmanlığını güncelleştirmek için Paris’in yakılması gereken yerlerini kontrol altında yakmaya yönlendirilmişlerdir. Bu bir ihtimaldir.

 Bu durumda 1968’de De Gaulle’ün sol hareketlere karşı oynadığı rolü, bugün 2007 yılında Cumhurbaşkanlığına aday olacak olan İçişleri Bakanı Nicolas Sarkozy üstlenmiş gibidir. Kullandığı üslup, takındığı tavır olayların daha fazla tırmanmasını sağlamıştır. Cumhurbaşkanlığı seçimleri için Fransa’daki yabancı düşmanlığını kullanarak hem göçmen düşmanlığını körüklemiş hem de kendi popülaritesini artırmıştır.

ABD-İsrail-İngiltere Şer ittifakı’nın Provokasyonu 

Şer İttifakı ile AB arasında, gerek Irak’ın işgalinde ve gerekse NATO’ya yüklenmek istenen yeni misyonda çok ciddi gerilimler oluşmuştur. Bu gerilim sürecinde ABD, Avrupa’yı ‘yaşlı Avrupa’ diyerek aşağılamıştır. Şer İttifakı, Avrupa kamuoyunun şuuraltındaki İslam fobisini devamlı diri tutmaya çalışmıştır. Bernard Levis, 1990 yılında yazdığı bir makalede Batının bu şuuraltına hitap etmektedir:

 “Hükümetlerin takip ettikleri politikalar ve dava konusu meseleler seviyesini çok aşan bir halet-i ruhiye ve hareketle yüz yüze geliyoruz. Bir medeniyetler çatışmasından daha az bir şey değildir bu: belki irrasyonel ama bizim Judeo-Hıristiyan mirasımıza seküler varlığımıza ve her ikisinin dünya çapında ki genişlemesine karşı, kesinlikle eski bir rakibin tarihi bir tepkisidir...”13

Keza gene Bernard Levis, Almanya’da yayınlanan Die Welt(28.7.2004)’e verdiği röportajda ‘Avrupa İslamlaşacak’ diyerek Avrupalıları İslam’la korkutmaya devam etmektedir:

“Bu yüzyılın sonunda Avrupa İslamîleşecek... Avrupa, Arap dünyasının batısı olan Mağribin bir parçası olacak. Göç ve demografi bunu göstermektedir. Avrupalılar geç evleniyorlar ve çocuk yapmıyorlar ya da az çocukları oluyor. Fakat büyük bir göç söz konusu; Almanya’da Türkler, Fransa’da Araplar, İngiltere’de de Pakistanlılar var. Bunlar erken evlenip çok çocuk yapıyor. Bugünkü eğilime bakılırsa, en geç 21. yüzyılın sonunda Avrupa’nın nüfusunda Müslümanlar çoğunlukta olacak.”14

ABD-İsrail-İngiltere merkezli bir psikolojik savaş makinesi, AB kamuoyunun şuuraltına yer etmiş olan İslam fobisini her fırsatta dışsallaştırarak BOP kapsamında kendisi ile birlikte hareket etmeye zorlamaktadır. İşte bu korkunun bir gerçek olduğuna AB kamuoyunu inandırabilmek için, sosyal patlama noktasına gelmiş olan AB vatandaşı göçmenleri provoke etmiştir. Olayları başlatma bağlamında bu ihtimal, öncekilere nazaran daha yüksek bir ihtimaldir.

Nitekim Fransa’da olaylar devam ederken el-Kaide adına 11 Eylül olaylarında olduğu gibi alışıldık açıklamaların, bir merkez tarafından yapılmaya başlandığını görmekteyiz:

 “Artık Avrupa’da doğan, ana-babaları Avrupalı ve Hıristiyan olan çocuklar Amerika ve Avrupa’yı vuracaktır…Örgütün Fransa’da 35 bin ile 45 bin arası, Almanya’da ise 25 bin ile 35 bin arasında savaşçısı bulunmaktadır. Bunlar Afganistan, Bosna ve Irak gibi ülkelerde eğitilmektedir… Avrupa için bombaların patlama zamanı gelmiştir…Tehdit bütün Avrupa’ya yayılacaktır.. Örgüt savaşı Fransa’da başlatmıştır fakat diğer ülkelere de yayacaktır…”15

Geçmişte benzer iddialarla ABD toplumun şartlandırıldığını bilmekteyiz. 30 Temmuz ve 2 Ağustos 2004 tarihli New York Times’de yer alan bir haberlerde yukarıdaki ifadelerin benzerlerinin kullanılması tesadüf olmasa gerek:

“Amerikan Nüfus Bürosu, artan terör tehdidi karşısında 1000 ve daha fazla Arap nüfusun yaşadığı yerleşim birimlerini, posta kodlarına göre listeleyerek İçgüvenlik Bakanlığına bildirdi”… “İstihbarata göre El-Kaide, daha önce Müslüman olmuş Hispanik Amerikalıları eğitmiş ve Meksika üzerinden eylem için ABD’ye sokmuştur.”

Bütün bu iddiaların inanılır olabilmesi için gerekli provokatif operasyonlar, zaman zaman CIA, zaman zaman MOSSAD ve zaman zaman da CIA- MOSSAD tarafından icra edilmektedir. Gazeteci yazar İbrahim Karagül tarafından ileri sürülen iddia bunu doğrulamaktadır:

“6 Temmuz 2005 tarihinde CIA ve Fransız istihbaratının ortak operasyonu sonucu MOSSAD ajanı 9 kişi New York metrosunu bombalamak üzere iken 4 ü ölü 5 i sağ olarak ele geçirilmişlerdir .”15

Bu olayı New Yor Times’de çıkan haberle beraber değerlendirelim: Eylemi yapmadan önce Müslümanların eylem yapma hazırlığında olduğuna dair kamuoyunu hazırla. Sonra eylemi yap ve Müslümanların üzerine at. Sonrada geç karşılarına olan biteni zevkle seyreyle.

Paris Olayları, Üç Kuvvetin Bileşkesidir 

Yukarıdaki analizlerden çıkan sonuç; Paris olayları, yukarıdaki üç eksenin arakesitidir. AB’de yaşayan AB vatandaşı göçmenler sosyal patlama noktasına gelmişti. Sovyetler çöktükten sonra Batıda başlatılan İslam karşıtı söylem, düşmanlık düzeyinde gerekli olan psikolojik zemini hazırlamış ve göçmenlerin ülkelerine geri dönmesi için bir konsensüs sağlamıştır. Şer ittifakı, büyük bir ihtimalle sosyal patlamanın fitilini ateşlemiş ve fakat Fransız polisi, geri göç olayı için olayın kendi kontrolü altında yaygınlaşmasını istemiştir. (Sosyal patlama hem ABD-İsrail-İngiltere Şer ittifakı hem de Fransız derin devleti tarafından başlatılmış olabilir. Her iki ihtimal aynı ağırlıklıdır. Ancak olayları kim başlatmış olursa olsun hareket, Fransız devletinin kontrolü altında istenen kamuoyu oluşuncaya kadar devam ettirilmiş gibi gözükmektedir.)

Olayların medyada yer alış biçimi, böyle bir arakesitin varlığını, daha açıkçası tarafların bu olayları kendi menfaatleri doğrultusunda kullanma gayreti içerisinde olduğunu göstermektedir. Bütün bu olup bitenler, başta ABD olmak üzere Batı medyasında ‘Bir tür İslamcı ayaklanma’ diye lanse edilmiş,16 Fransız resmi makamları da ‘bazı İslamî grupları’ protestoların arkasında göstermeye çalışmıştır.17

Bütün bunlar Müslüman dünyanın 11 Eylül sonrasındaki benzer bir durumla karşı karşıya kaldığını göstermektedir. Dolayısıyla Paris olayları, küresel planda İslam’a açılmış bir savaşın AB coğrafyasına yansımasıdır. Paris olayları AB’nin 11 Eylül’üdür.

Sonuç: “İster İsen Sulh u Salah, Hazır Ol Cenge” 

ABD’li Senatör Joseph Lieberman; “‘teolojik demir perde’ artık inmiştir ve yeni bir soğuk savaş başlamıştır..”13 demektedir.

ABD’de yönetimde bulunan ‘Yeni Muhafazakarların’ önemli isimlerinden Richard Perle Müslümanlara kin ve nefretle saldırmaktadır:

“Batı ya İslam’a karşı zafer kazanır veya soykırıma uğrar. Müslümanların gazabının kökü İslam’ın kendisindedir. Suudi Arabistan teröre karşı ya Batı ile tam işbirliği yapar veya zengin petrol kaynaklarının bulunduğu Doğu eyaleti ondan kuvvet zoru ile koparılır. İsrail-Filistin ihtilafına gelince, Washington’un bir Filistin kurulması fikrinden vazgeçmesi gerekir. 11 Eylül’ün ortaya çıkardığı İslam dünyasındaki marazı Judea tepelerinde 23’üncü Arap devletini kurarak tedavi edemeyiz. Tahran’daki rejim mutlaka yıkılmalı ve bu maksatla İranlı muhaliflere her türlü yardım yapılmalıdır. Müslüman gazabı Arap kültürü ile özdeşleşmiştir. Ortadoğu’daki kökten dinciler ve Laik militanlar, Sünniler ve Şiiler, Komünistler ve Faşistler birbiri ile kaynaşmışlardır. Hepsi patlamaya hazır gazabın haznesinden fışkırıyorlar… Demokratikleşme derhal seçimlere gidilerek sonra onun sonuçlarına katlanmak anlamına gelmez. Seçimler 1995’te Cezayir’de denenmiştir. Orada yozlaşmış statükonun yerini az daha kökten dinciler alıyorlardı. Böyle bir sonuç kabul edilemez.”18

Müslümanların öncelikle böyle bir soğuk savaşın varlığının şuurunda olmaları gerekir. Büyük Ortadoğu Projesi, dünya hakimiyeti için bu coğrafyanın işgalini öngörmektedir. Bu coğrafya bizim coğrafyamızdır. Dolayısıyla Müslümanlar, hem değer sistemleri, hem de stratejik coğrafyaları nedeniyle Batının boy hedefi ve düşmanıdırlar. Dünya hakimiyeti için önlerinde tek engel olarak İslam’ı görmektedirler. İslam her yerde işgale ve Batı türü yaşam tarzına direnmektedir. Bu direnç karşıda daha fazla öfke daha fazla kin ve düşmanlık oluşmasına sebebiyet vermektedir. Fay hatlarında aşırı enerji birikim vardır. İşte Müslümanların çok iyi görüp anlaması gereken bu gerçektir.

Şer ittifakı, İslam coğrafyasını ‘Verimli Kaos Teorisi’ çerçevesinde paramparça etmek istemektedir. Etnik ve mezhebi parçalanmanın sağlanması için karışıklık ve kaosla yeni kimlik inşa etme peşindedir. ABD hedef aldığı ülkeleri alt etnik/mezhebi gruplara bölüp yeni uluslar/kimlikler oluşturmayı bir strateji olarak benimsemiştir. Mevcut yönetimde danışmanlık yapan Richard Haass, ‘Karışıklık’ adlı kitabında yeni bir ulus inşa etmenin yollarını ABD yönetimine sunmaktadır:

“…Güç politik değişiklik olayı ise, fazla bir zeka gerektirmeden ve biraz da iyi şansla işe yarayabilir. Aksi halde tek başına güç kullanımı politik değişiklikler için yeterli değildir. Bu şekilde bir değişiklik için en etkili yol, değişik şekillerde karışıklık yaratmaktır. ‘Ulus inşa etmek’ bu yollardan biridir. İlk önce tüm karşı çıkanları yok edeceksin ve daha sonra başka bir topluluk yaratma işiyle meşgul olacaksın.”19

Şer ittifakının Irak’ta yapmaya çalıştığı bundan başka bir şey değildir. Irak için ortaya atılan ve ne yazık ki Müslümanların da kullandığı ‘Şiiler, Sünniler ve Kürtler’ kavramsallaştırması, yeni kimlikler inşası içindir. Şii ve Sünni kavramları mezheple, Kürt kavramı ise etnik kökenle ilgilidir. Kürtler içinde Sünni ve Şiiler olduğu gibi, Sünni veya Şiiler içerisinde Kürtler de vardır. Ama bunlar birbirlerinden apayrı imiş gibi bir sunum yapılmaktadır. Kavramsallaştırma, kaosu beslemek ve ardından alt kimlikleri üste çekip parçalanmayı sağlamak amaçlı olarak yapılmaktadır.

Bütün bu gelişmelere kısa vadeli baktığımızda gelişmeler olumsuzdur. Ancak uzun vadeli baktığımızda Müslüman orijinli halkların şuurlu bir uyanışını görmekteyiz. ‘Ben ateist Müslüman’ım’ diyen bir neslin kendi köklerine dönme arayışı söz konusudur. Kaybettiğimiz bir nesli yeniden kazanmaktayız. Sömürgeciliğe karşı, zulme karşı, emperyalizme karşı direnişin yeni adresi ve dili İslam’dır. Bu gerçek akıldan hiç çıkarılmamalıdır.

Bunun için başta Türkiye olmak üzere İslam coğrafyasındaki ülkelere düşen görev, Batı taklitçiliğini, batı hayranlığını bırakıp kendi aslî kimliklerine dönmek olmalıdır.

Toplumun heyecanını, motivasyonunu düşürecek, bozacak, kendi değerlerinden şüpheye düşürecek her türlü söylem ve davranıştan kaçınılmalıdır. Bu nedenle AB’ye ilişkin söylemler terkedilmelidir. Toplumu Batı değerleri lehine tek yanlı şartlandırmadan vazgeçilmelidir.

Stratejik alanda yabancılara açık yapılan özelleştirilmelerin gelecekte uluslararası sermaye tarafından silah olarak kullanılacağını ve bu ülke topraklarının stratejik bölgelerinin parayla satın alınıp özerkleştirilebileceğini gözden ırak tutmamalıyız. Theodor Herzl tarafından Osmanlının tüm borçlarına karşılık Filistin topraklarının II. Abdülhamit’ten istendiğini unutmamalıyız. En zor zamanlarda, satılmayan toprakların özelleştirme sloganı altında satılmasına müsaade etmemeliyiz. Teknolojik alt yapıyı tahrip edecek, engelleyecek her türlü ucuzculuktan kaçınmalıyız.

Başta yöneticiler olmak üzere herkes Türkiye üzerine oynanan uluslararası büyük oyunu görmelidir. Yıllardır Kürt kökenli kardeşlerimiz üzerinden oynanmak istenen oyun iyi analiz edilmelidir. 10 yıl önceki Müslüman bir Kürt kardeşimizdeki Kürt milliyetçiliğine ilişkin bakışla bugünkü bakış aynı mıdır? Böyle bir değişimin sorumlusu kimdir? Hangi faktörler bu sonucu doğurmuştur? Bunları bu ülkede yaşayan herkes kendine sormalıdır. O nedenle Şemdinli olayları, yalnızca provokasyonla açıklanıp geçilecek bir olay değildir. Paris olaylarının benzeridir. Üç faktörün kesişiminin bir sonucudur. Eğer zihinsel bir alt yapı olmasaydı, o kalabalıklar toplanamazdı. Bu durumun inatla sürdürülmesinin gelip dayanacağı son bellidir. Tarihten ders almak isteyenler, Hüseyin Kazım Kadri’nin İmparatorluğun Tasfiyesi  isimli kitabını mutlaka okumalılar. Tarihimizdeki bunca acı olaylardan ders almak istemeyenler ancak körler ve sağırlar olabilir:

“Ne zaman onlara: “Allah’ın indirdiklerine uyun” denilse, onlar: «Hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye (geleneğe) uyarız» derler. (Peki) Ya atalarının aklı bir şeye ermez ve doğru yolu da bulmamış idiyseler?

Küfre sapanların örneği çağırma ve bağırmadan başka bir şeyi duymayan (duyduğu şeyin anlamını bilmeyen hayvan) a haykıranın örneği gibidir. Onlar, sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler; bundan dolayı akıl erdiremezler.”(2/170-171)

Her türlü hak arayışını yasaklayan ve suçlu gören bir zihniyetin ve bir sistemin bizi getirdiği nokta, insanların adaleti el kapılarında aramasıdır; iç gerilimdir ve kaostur; alt kimliklerin üste çıkmasıdır. Kendi halkını tehlikeli ve düşman olarak gören nadir sistemlerden biridir Türkiye’deki sistem. Sistem ve halk zıtlaşması ortadan kaldırılmalıdır. Devlet milletin emrinde olmalıdır.

İslam bu ülkenin çimentosudur, harcıdır. Güneş sisteminde güneşin oynadığı rol neyse Türkiye’de hatta İslam coğrafyasında da İslam’ın üstlendiği rol odur. Güneş yoksa gezegen sistemi de yoktur. İslam yoksa bu coğrafya 8 şiddetindeki depremin yapacağı hasara eş bir hasar görür. Oluşan tsunami dalgaları her şeyi yerle bir eder. O nedenle yöneticiler, sorumlular, sivil ve askeri bürokratlar iki de bir İslam’ı bir iç tehdit olarak sunmaktan ve bundan dolayı da Müslümanlara eziyet etmekten vazgeçmelidirler. Dünyada bütün bu olaylar olurken İslam ülkelerinin Mekke’deki toplantısına Cumhurbaşkanının katılmayacağını belirtmesi ülke adına bir talihsizliktir.

Müslümanlar yakınmayı, olayların peşine takılıp gitmeyi bırakmalıdır. Rey ver ve kurtul anlayışından vazgeçilmelidir. Toplumu yaşadığı şizofreniden kurtarmak öncelikli görev addedilmelidir. Bunun için de, önce Müslümanların kendilerini Kur’ân ve Sünnet çeşmesinde yeniden yıkayarak arınmaları şarttır. Kafalarındaki yabancı tortuları, melez değerleri silip atmaları, bugün için acil ve öncelikli bir görevdir. Ancak böyle bir arınma, onlara içlerinde bulundukları koşulları değiştirme güç ve imkanı verecektir:

“Gerçekten Allah, kendi (öz)nefislerinde olanı değiştirip bozuncaya kadar, bir toplulukta olanı değiştirip-bozmaz...”(13/11)

“Nedeni şu: Bir kavim (toplum), kendinde olanı değiştirinceye kadar Allah, ona nimet olarak bağışladığını değiştirici değildir. Allah şüphesiz işitendir, bilendir.”(8/53)

-Müslümanlar, ancak böyle bir arınma ile layık oldukları yönetimlere kavuşabileceklerdir.

-Müslümanlar, ancak böyle bir arınma ile dünyada ezilen tüm insanların dertlerine çare olabileceklerdir.

-Müslümanlar, ancak böyle bir arınma ile dünyanın dört bir tarafına dağılmış Müslüman göçmenlerin hakkını koruyabilecek ve onların provoke edilmesine imkan vermeyebileceklerdir.

Güçlü, büyük Türkiye’yi ve İslam ümmetini; kavgayla değil barışla, bölünerek değil bütünleşerek, zulümle değil adaletle, cehaletle değil bilgiyle, irfanla, hikmetle, ilimle, düşmanlıkla değil kardeşlikle, tüketerek değil üreterek yeniden inşa edebiliriz. 

Notlar

1- Neşe Düzel, Ayaklanan Müslüman Ateistler, Radikal, 14.11.2005.

2- BIANET, 7.11.2005.

3- Hindistan Times, 8.11.2005.

4- Zaman, 9.11.2005.

5- Derya Sazak, Yeryüzünün Lanetlileri, Prof. Bumin Fransa’daki Şiddet Olaylarını Değerlendirdi, Milliyet, 14.11.2005.

6-Hüseyin Baş, Fransa’da Yaşananlardan Sağ İktidarlar Sorumlu, Cumhuriyet,  14.11.2005.

7-Naima Bouteldja, Olayları Sarkozy Körükledi (The Guardian) Cumhuriyet, 14.11.2005

8- BIANET, 9.11.2005.

9- Balçiçek Pamir, Irkçılık Yok Ayırım Var, Sabah, 14.11.2005.

10- Musa Serdar Çelebi, Fransa Olayları ve Fransada Yeni Irkçılık, Zaman, 14.11.2005.

11- Aydınlık, 13.11.2005. S:46.

12- Kotkin, J., ‘Dünya Ekonomisine Yön Veren Kabileler’, NPQ, c.1/3, 1992, s. 50-55.

13-. Huntıngton S., Medeniyetler Çatışması, Vadi Yayınları, Ankara, 1997.

14- Birol Akgün, Faşizm, Bilim ve Çatışmacı Zihniyet: Huntıngton, Lewis ve Batının Bitmeyen Düşmanları, Liberal Düşünce, yıl 9, sayı 35 yaz 2004 S: 109-112

15- İbrahim Karagül, New York Metrosunda Öldürülen 4 MOSSAD Ajanı ve Paris Yangını, Yeni Şafak, 9.11.2005.

16- Zaman, 8.11.2005.

17- Londra Arap Gazetesi El Hayat, 9.11.2005

18- Canoğlu, Y., 21. Yüzyıl Haçlı Savaşlarında yeni Bir Tuzak: Ilımlı İslam Cumhuriyeti, Umran Dergisi, Sayı:117, 2004, S:15-25.

19. Bilici, A., Amerika Ortadoğu’ya Demokrasi Getirir mi?(2), Zaman Gazetesi, 25.02.2004.

ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI HİBRİT SAVAŞLAR DÜZLEMİNDE BÖLGESEL EKSENDE BAŞLATILMIŞTIR

(Umran Dergisi)   “Eğer Hakk, onların hevalarına (istek ve tutku) uyacak olsaydı, hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herke...