(Umran Dergisi)
“Her şey üstünde düşünmeye alıştırın kendinizi; ama gerçekte olduğu gibi düşünün, söylendiği gibi değil.” Bernard Shaw
Giriş: Paris Yanıyor, Ayaklanma, İsyan Yayılıyor!!!
Paris’in gecekondu
bölgelerinde polis takibinden kaçan, Afrika kökenli iki gencin trafo merkezinde
elektriğe çarpılıp ölmesi ile başlayan olaylar, medya tarafından kamuoyuna ‘Paris yanıyor’, ‘ayaklanma’, ‘isyan
büyüyor’ şeklinde sunuldu. Gerçekten
Paris yanıyor muydu? Gerçekten bir isyan ve bir ayaklanma mı söz konusu idi? Yoksa
yıllarca horlanmış, hakir görülmüş, aşağılanmış, işsiz, aşsız ve eğitimsiz
bırakılmış orijini göçmen olan insanların doğal bir tepkisi miydi? Yoksa
Fransa’nın yaşlanan nüfusu, asimile edemedikleri, kabul etmedikleri ve fakat
genç olan bir göçmen nüfusu gelecek için tehlikeli görüp yol yakınken tasfiye
etmeyi mi düşünmüşlerdir? Patlamak üzere olan bir barajın güvenlik kapakları,
denetim altında açılmaya mı çalışılmıştır? Yoksa ABD-İngiltere-İsrail Şer
cephesi ile AB yeni bir hesaplaşma içerisine mi girmektedir? Yoksa Fransa olayı,
olayı tetikleyen parametre ne olursa olsun bütün bunların bir bileşkesi midir?
1789 sonrası Fransa’sı,
Osmanlı’nın son döneminde ve Cumhuriyet döneminde ki aydınları bürokratları ve
yöneticileri çok derin bir şekilde etkilemiştir.Türkiye’de bir çok konu Fransa
örnek alınarak uygulanmış ve de değerlendirilmiştir. Türkiye’deki laiklik, tek
tip insan/yurttaşlık, aşırı merkeziyetçilik, otoriter devlet ve milliyetçilik
anlayışı Fransa patentlidir. İki ülkenin
benzerlikleri göz önüne alındığında Fransa’da meydana gelen sosyal patlamadan
Türkiye olarak çıkarmamız gereken dersler olmalıdır. Bu bağlamda
Fransa’daki olaylarla hemen hemen eş zamanlı olarak Türkiye’de meydana gelen
Şemdinli-Yüksekova-Hakkari olayları arasında bir ilişki kurulabilir mi, bir
benzerlik var mıdır?
Her iki olay zincirinden çıkarılması gereken dersler nelerdir?
Üç İhtimal
Paris olaylarını kim yaptı
yada Paris olaylarının arkasında hangi güç ya da güçler vardır sorusunun
cevabında üç ihtimalden bahsedilebilir:
1- Fransa’da yaşayan ve Fransız
vatandaşı olan göçmenlerin 3.,4. kuşağı, bir patlama noktasına gelmiştir.
Sosyal patlama kaçınılmaz hale gelmiş olup bir kıvılcım yeterli olmuştur.
2- Yaşlanan Fransa,
kökenleri Müslüman olan ve fakat kendi dil ve dinlerini unutan bu insanları
Fransız kabul etmeyip öteki olarak görmektedir. Fransız devleti, bunların
nüfuslarının Fransızların aleyhine artmasını tehlike olarak kabul etmektedir.
Bunları ülkelerine geri gönderebilmek için bir provokasyon yaparak hem gerilimi
boşaltmış, hem de istediği kamuoyu desteğini sağlamıştır.
3- ABD-İsrail-İngiltere Şer ittifakı, hem kendisine muhalefet eden AB’ye Fransa üzerinden bir ders vermek, hem de Batı kamuoyunu Müslümanların aleyhine oluşturarak yeniden kazanmak istemektedir. Patlama noktasına gelmiş Fransa’daki göçmen nesli bu amaçla provoke edilmiştir.
Sosyal Patlama ve Batı Sisteminin İflası
Avrupa’da olayların patlak
verdiği bölgelerde yaşayan insanların çoğunluğu, özelde Fransa’nın, genelde
Avrupa’nın sömürgesi olan Afrika’daki değişik ülkelerden ucuz işçi diye
getirilen insanların 3.,4. kuşaktan çocuklarıdır. Fransa’ya gelen insan unsuru,
bağımsızlık savaşı yıllarında Fransa ile işbirliği yapmış ve bağımsızlık
sonrası yönetimlerle sorunu olan ve dışlanan insan unsurlarıdır. Bugün
Fransa’da başkaldıranlar bu insan unsurunun 3.,4. kuşaktan çocuklarıdır. Bu
insanlar Fransız olabilmek için dillerini ve dinlerini terk etmişlerdir.1 Fransa nüfusunun %8’ini oluşturan 5
milyon göçmenin %35’i Cezayir, %25’i Fas, %10’u Tunus ve %8’i Türk asıllıdır.
Fransa’da işsizlik ciddi bir sorundur. Fransız asıllı nüfusun işsizlik oranı %9
iken bu oran bahsedilen yabancı orijinliler için %14-22, Türk göçmenlerde ise
%11’dir. Kuzey Afrikalı üniversite mezunlarının %26.5 işsizdir.
Gerek
Devlet dairelerinde ve gerekse özel sektörde Fransız asıllı olmayan ve fakat
Fransız vatandaşı olan bu insanlar dilleri, renkleri ve isimlerinden dolayı
ayırıma tabi tutulmakta, fişlenmekte, sorgulanmakta ve sürekli
aşağılanmaktadır.1,2
Daha iyi özelliklere sahip
olmasına karşılık Hans karşısında Hasan
olmuş olmak çok büyük bir dezavantajdır. Bugün Fransa’da eylem yapan, baş
kaldıran AB vatandaşı genç göçmen, böylesi açık bir ayırımcılığa karşı
çıkmaktadır:
‘Yıllar önce, Fransa
ailelerimizi işgücü ihtiyacı nedeniyle çağırdı ve bu işlerin çoğu Fransızların yapmak istemediği adi işlerdi. Şimdi
ise iş yok, ya da hiçbiri iş vermeye istekli değiller’.3
Gecekondularda, varoşlarda,
banliyölerde oturmakta olan bu göçmen nesli( 3. veya 4. kuşak), başta Fransa
olmak üzere AB ülkelerinde resmen AB vatandaşı olmalarına rağmen aileden
sayılmamışlar, tehlikeli görülüp dışlanmış, ötekileştirilip düşman statüsüne
sokulmuşlardır. Her gün polisler tarafından kimlik kontrolüne tabi tutulmakta,
resmi dairelerde sadece ikinci sınıf vatandaş değil lanetlenmiş muamelesi görmektedirler.
Bu insanlar, Fransız sayılmamışlar ancak kendi kültürlerini de yaşama imkanına
da kavuşturulmamışlardır. Fransız toplumu ile entegre olamamış bu göçmen nesli,
ilk nesil göçmenlere nazaran kendi kültürel kimliklerini çok daha aşırı bir şekilde
kaybetmişlerdir. Hem maddi hem de manevi
bir boşluk içerisinde yalpalayıp duran bu insanlar, ne Avrupalı, ne Afrikalı,
ne Hıristiyan, ne Müslümanlar! Bu
insanlarda vuku bulan ruhsal çöküntüyü, kimlik bunalımını, ‘Ben ateist Müslüman’ım’ ifadesinden başka hangi ifade anlatabilir?
Göçmenlerin yaşadığı
yukarıda özetlenen kötü yaşam koşullardan dolayı bu insan unsurunun sosyal
patlama noktasına geldiği, kritik bir kütle oluşturduğu doğrudur. Bu durum,
1789 Fransız İhtilali ile açılan ve tüm dünyayı ‘eşitlik, özgürlük ve
kardeşlik’ sloganı ile sarsan ve yeni bir sistem sunan bir düşünce ve
bir hareketin, dünya insanlığına ne eşitlik, ne özgürlük, ne de kardeşlik
getirebildiğinin bir göstergesidir. Fransa’daki
cumhuriyet anlayışında ‘eşitlik, özgürlük
ve kardeşlik’ kavramları etrafında meydana gelen tek düze bir anlayış,
çeşitliliğe ve çoğulculuğa hiçbir zaman açık olmamıştır.4 Türkiye’deki gibi her
türlü eleştiri veya karşı görüş, Cumhuriyet değerlerine/ Batı değerlerine karşı
olmak olarak yorumlanmıştır. Fransa’nın yurttaşlık anlayışı, farklı
değerleri, kültürleri, ırkları yok sayan bir anlamı ile gerek etnik gerekse
kültürel olarak asimilasyonu öngören bir anlayıştır. Tek tip insanı hedefler.
Bunu için katı, sekter, dayatmacı ve tepeden inmecidir. Fransa laiktir; en katı
laiklik Fransa’da uygulanır. Ancak Katoliklik çok baskındır ve Protestanlarla
Müslümanlara baskı vardır. Din tamamen devletin kontrolü altındadır.1 Türkiye, laikliği Fransa’dan aldığı
için din ve kimlik konusundaki tutumu neredeyse Fransa ile aynıdır. Bu
katılıktan dolayıdır ki Cumhurbaşkanı Mekke’deki İslam ülkeleri toplantısına
katılmayacaktır.
Çoğulculuğu reddeden Fransız
cumhuriyeti, çok kültürlülüğü de reddederek göçmenlerin kendi kültürel
kimliklerini korumaları için gereken çalışmayı yapmalarına imkan vermemiştir. ‘Jakoben Cumhuriyetçi model göçmenlere şunu
söylemektedir’:
“Ya
politik entegrasyon ama buna karşılık kültürel asimilasyon ve yabancılaşma,
yada kültürel entegrasyon ama o zaman da politik olarak entegrasyonun
imkansızlığı..”5
Böylece
köklerinden koparılmış nesiller açlık, sefalet, işsizlik ve horlanmışlığın
baskısı altında her an patlamaya hazır bomba haline getirilmişlerdir.
Eski
Fransız Cumhurbaşkanı François Mitterand, Fransa’daki kötü gidişatın sebep
olacağı hayal kırıklığına, 1990 yılında dikkat çekmeye çalışmıştır:
“Ruhsuz
bir kenar mahallede, karanlık duvarların iç karartıcı görünümünde, çevresinde
olup bitenleri görmemeyi yeğleyerek gözlerini kaçıran ve sadece öfkelenmek ve
yasaklamak için müdahale eden bir toplumda dünyaya gelen bir genç ne ümit
edebilir!”6
Fransa’da ırkçılık karşıtı
kampanyayı yürüten Laurent Levy, böyle bir ülkede çok daha büyük kapsamlı bir ayaklanmanın olmamasına şaşırmaktadır:
“Toplumun
geniş katmanlarına hiçbir konuda saygı gösterilmez, adam gibi ev, iş gibi en
basit haklardan mahrum bırakılırsa sürpriz olan şey, otomobillerin yanması
değildir. Bu şartlar altında şaşırılacak
şey ayaklanmaların neden bu kadar olduğudur.”7
Fransa’daki son olayları ele
alan Le Monde’un başyazısında, bir sosyal patlamaya sebebiyet veren bir
sistemin yıkılışını görmenin ve fakat bir şey yapamamanın acizliğini görmek
mümkündür:
“Kendisini insan haklarının
vatanı, cömert bir sosyal modelin mabedi olarak gören bir ülke -bugün- herkesin
gözünde bir zamanlar ülkenin kalkınmasına katkıda bulunan göçmen atalarının
çocukları Fransız gençlerine onurlu, saygın bir yaşamın koşullarının
sağlanmasında yetersiz kalan, onlara işsizlik, kabirle yaşama ve ayrımcılığı
reva gören bir ülkedir.”6
Bütün bunlar, Fransa’da bir
sosyal patlamanın beklendiğini, ancak bunun olmaması için hiçbir tedbir
alınmadığını yada alınamadığını göstermektedir. Ancak olayı sadece bir sosyal
patlama çerçevesinde ele alırsak cevabının bulunamadığı sorularla
karşılaşmaktayız. Fransız sistemine ve
Fransız’lara tepkili olan bu insanlar niçin kendi bölgesini ve kendi insanını
tahrip ediyor? Bu nokta pek açık değildir. Tüm analizlerde bu insanların
örgütsüz oldukları ve bir stratejiye bağlı olarak hareket etmedikleri ısrarla
söylenen bir husustur. Ancak hareket içerisinde anomik, gevşek bir
örgütlenmenin oluştuğu, bununla beraber bir stratejinin olmadığı
belirtilmektedir. Gene bu analizlerde Fransız polisinin ve devletinin güçlü
olduğu vurgulanmaktadır.8,9
Güçlü örgütlenmelerin ve
lojistik desteğin olmadığı bir şiddet hareketinin varlığını uzun süre devam
ettirmesi mümkün değildir. Örgütlenme ve stratejiden mahrum olduğu söylenen bir
hareket, nasıl olur da günlerce Fransa’yı hatta Avrupa’nın bir çok ülkesini
kasıp kavurabilir? Eğer güçlü bir örgüt,
strateji ve lojistik destek varsa, o zaman da yakıp yıkma, ya hiç olmamalıydı
ya da gecekondularda değil de, Avrupa’nın zengin mahallerinde olmalıydı.
Ölenler fakir, işsiz göçmenler değil de zengin Fransızlar olmalıydı? Arabası
yakılanlar Zenciler, Cezayirliler, Faslılar, Tunuslular, Türkiyeliler değil de;
Fransızlar, Almanlar, İtalyanlar ,Hollandalılar… olmalıydı. Çünkü söylendiği
kadarı ile hareketin düşman ilan ettiği onlardı. Tahribat, düşman ilan edilen
saflarda değil de kendi saflarında yapılmaktaydı.
Bir zenci kadının ‘niçin benim arabamı yaktılar’ diyerek
ağlaması ile bir Türk’ün ‘Bizim çocuklar
bizim arabaları yakıyor’ tarzındaki serzenişi ne mesaj taşımaktadır acaba?
Medya,
‘Paris yanıyor, isyan yayılıyor,
ayaklanma büyüyor’ şeklinde olayları sunarken yakılanların göçmen
bölgeleri, hayatlarını kaybedenlerin de hep göçmenler, tahrip edilen arabaların
da hep göçmenlere ait olduğundan hiç bahsetmiyor. Hangi Paris yanmış ve
yıkılmıştır?
Bütün bunlardan; olaylarda
sosyal patlama olgusunun bir gerçek olduğu, ancak olayı tek başına açıklamaya
yeter olmadığı anlaşılmaktadır. Sosyal patlama noktasına gelen bu insanların,
belli bir amaç için bir provokasyona alet edildikleri daha büyük ve kuvvetli
bir ihtimaldir.
Fransız Devletinin Bir Provokasyonu
Paris olayları üzerinde
yapılan analiz ve yorumlarda, Fransız devletinin, İstihbaratının ve güvenlik
güçlerinin çok güçlü olduğu ifade edilmektedir. Bu kadar güçlü olan bir yapı,
olayların olabileceğini vaktinden önce haber alamamış mıdır? İstihbaratı elde
edemediğini varsayarsak, nasıl olmuş da olayları, günlerce kontrol altına
alamamıştır? Genç eylemciler karşısında Fransa devleti, güvenlik güçleri adeta
yok olmuş, her taraf genç göçmenlerin kontrolüne geçmiş gibi bir görüntü
verilmek istenmiştir. Tıpkı 11 Eylül’de ABD’de olduğu gibi: sanki 4 sivil uçak
dünyanın süper gücü ABD’yi teslim almış, Başkan ve ABD savunma güçleri ortadan
kaybolmuş, sığınacak delik aramaktalar. Paris olayları ile 11 Eylül olaylarının
pazarlanması arasında çok ciddi benzerlikler, örtüşmeler mevcuttur.
ABD’de 11 Eylül provokatif
hareketi ile Müslümanlara karşı oluşturulmak istenen kamuoyu psikolojisine
benzer bir psikoloji, Paris olayları ile AB içerisinde oluşturulmak
istenmektedir. Bunun için kontrollü bir eylemin yapılmasına göz yumulmuş,
teşvik edilmiş ve hatta tahrik edilmiştir. Aynı merkez, olayların başlaması ile
birlikte ‘Paris yanıyor’, ‘İsyan/ayaklanma yayılıyor’ tarzındaki bir söylemi dünyadaki
medyaya servis yapmıştır.
Bu
olayın bir benzeri Türkiye’de Sivas’ta yaşanmıştır. Sivas’ta kitleler, kontrol
altında saatlerce oradan oraya sürüklenmiş, sonra da otel yakılarak suç
Müslümanların üzerine fatura edilmiştir. Böylelikle Türkiye’de
yükselen değer olarak İslam, kamuoyunun gözünden düşürülmek istenmiştir. Sivas olayları Türkiye’nin derin karanlık
dehlizlerindeki güçlerin en vahşi provokasyonlarından biridir.
Paris
olayının bir başka boyutu, böyle bir toplumsal patlama ile ilgili eğitimli
olması gereken Fransız polis teşkilatı ve İçişleri bakanlığının, eylemlerin
devam etmesini ister gibi son derece tahrik edici bir tutum takınmış olmasıdır.
Adeta Fransız devleti bir kışkırtma stratejisi uygulamıştır: ‘Haşarat’,
‘ajan provokatör’, ‘ sizi de mi trafoya atalım; bu siz sakinleştirir mi?’,
‘Kapa çeneni, çekil’, ‘ayak takımı pislikler’, ‘hergele takımı’, ‘çapulcular’.
Diğer taraftan olaylar devam
ederken polisin camiye bomba atması gerçekten düşündürücüdür.7 Polisin camilerin içerisine
ayakkabıları ile girip kimlik kontrolü yapması,10 bir tahrik, bir aşağılamadan başka bir şey değildir.
Camiye göz yaşartıcı bomba
atıldığı sabah Müslüman bir kadının çığlığı, Avrupa’daki Müslümanların karşı
karşıya kaldıkları psikolojik savaşın bir göstergesidir:
“Bize sadece yalan söylemekten
vazgeçmelerini istiyoruz. Yaptıklarını itiraf edip özür dilemelerini istiyoruz.”7
Fransa tarihi, provokasyon
sanatı konusunda, Türkiye gibi, çok zengindir. 1968 yılındaki sol gençlik
hareketi, Fransa’yı bir baştan bir başa kasıp kavururken General De Gaulle
tarafından provoke edilerek mecrasından saptırılmıştır. Gençlik hareketi
üzerinden sol partileri yıpratıp seçimleri kazanabilmek için gençliğin
içerisine ‘Derin Devletin’
provokatörlerini sokup karakolları yaktırmıştır. Böylelikle halka korku
salınmış ve akabinde yapılan seçimleri General De Gaulle kazanmıştır.6 Türkiye’de de iktidarları düşürmek
için gençlik hareketleri, aynı şekilde cuntalar tarafından provoke edilmiştir.
Fransa’yı örnek alan cuntalar Türkiye’ deki bütün darbeleri gençliğin kanı
üzerinden yapmışlardır.
Eski Alman Başbakanı Schmidt
‘Geleceğin
Devletleri’ kitabında Türkiye’yi AB’ye almayı değil; Avrupa’da var
olanları geri göndermeyi düşündüklerini söylemektedir:
“ABD,
dünyayı bir ‘medeniyetler çatışmasına’
sürüklüyor. Bunun önüne geçilmesi zor gibi görülüyor. Avrupa açısından bu “medeniyetler çatışması’, ülkelerimizde çalışan Müslüman Afrikalılar
ve Türklerle çatışmadır. Avrupa bu çatışmanın yaratacağı istikrarsızlıkları
nasıl göğüsleyebilecektir. Bu sorunla karşı karşıyayız. Bu durumda, bırakın
milyonlarca Türkü Avrupa ülkelerine
kabul etmeyi, bugün çalışan milyonlarca Türkü kendi yurtlarına nasıl geri
göndereceğiz, bunun yollarını bulmamız gerekir.”11
Alman Eski Başbakanı
Schmidt, kitabında ABD’nin, Medeniyetler çatışması tezi çerçevesinde
Avrupa’daki Müslüman unsurları istismar edebileceği tehlikesine dikkat
çekmektedir. Buna bir tedbir düşünülmelidir, demektedir.
Avrupa’nın İslam’la olan
ilişkisi ABD’nin İslam’la olan ilişkisinden farklı olup kökleri tarihin
derinliklerine kadar uzanır. Avrupa, Endülüs’le batıdan, Osmanlı ile doğudan
kuşatılmanın şuuraltında meydana getirdiği kırılmayı unutamamaktadır.
Avrupa’nın şuuraltında İslam’a karşı oluşmuş fay hatları ve bir ‘İslamofobi’ vardır. Paris olaylarında
bunu rahatlıkla görebilmekteyiz:
“Fransa’da
bugünkü ırk ayırımcılığı eskisi gibi etnik değil, kültürel temelde. Onun için İslamofobi
şeklinde tezahür ediyor. Dinle ilişkili. Başörtüsü ile ilgili mesaj olarak yine
dışlayıcı tedbirdir.”5
Batı
dünyası, özellikle Avrupa, yaşlanmakta ve çözülmektedir. Avrupa yaşlanıp
azalırken göçmenler gençleşip çoğalmaktadır. ‘Federal İstatistik
Dairesinin verilerine göre Almanya’da bir saatte 5 Türk çocuğu doğarken bu
Almanlarda sıfırdır.’10
1990’lı yıllarda 12
ülkeden/ulustan meydana gelen AB içerisinde yaşayan ve ‘on üçüncü ulus’ olarak
kabul edilen Müslümanlarla bir hesaplaşma öngörülüyordu:
“Batıdaki Müslümanların çoğalmasıyla
birlikte Avrupa’da ‘on üçüncü ulus’
ortaya çıktı... Bunun yarattığı korku
giderek bütün Batıyı sarıyor... Batı
ile Avrupa’daki ‘on üçüncü ulus’ arasındaki sürtüşmenin bundan sonraki
aşaması tarihi bir hesaplaşmaya kadar
varabilir.”12
2003 yılındaki Bernard Stasi
Komisyonu Raporunda da Fransa’ya dönük İslamî bir meydan okumanın varlığından
söz edilmesi, AB’nin nasıl bir şuuraltına sahip olduğunu göstermektedir.5
Bu açıları ile bakıldığında
sosyal patlama noktasına gelen/getirilen AB vatandaşı göçmenler, Müslüman düşmanlığını güncelleştirmek
için Paris’in yakılması gereken yerlerini kontrol altında yakmaya
yönlendirilmişlerdir. Bu bir ihtimaldir.
Bu durumda 1968’de De Gaulle’ün sol hareketlere karşı oynadığı rolü, bugün 2007 yılında Cumhurbaşkanlığına aday olacak olan İçişleri Bakanı Nicolas Sarkozy üstlenmiş gibidir. Kullandığı üslup, takındığı tavır olayların daha fazla tırmanmasını sağlamıştır. Cumhurbaşkanlığı seçimleri için Fransa’daki yabancı düşmanlığını kullanarak hem göçmen düşmanlığını körüklemiş hem de kendi popülaritesini artırmıştır.
ABD-İsrail-İngiltere Şer ittifakı’nın Provokasyonu
Şer İttifakı ile AB
arasında, gerek Irak’ın işgalinde ve gerekse NATO’ya yüklenmek istenen yeni
misyonda çok ciddi gerilimler oluşmuştur. Bu gerilim sürecinde ABD, Avrupa’yı ‘yaşlı
Avrupa’ diyerek aşağılamıştır. Şer İttifakı, Avrupa kamuoyunun
şuuraltındaki İslam fobisini devamlı diri tutmaya çalışmıştır. Bernard Levis,
1990 yılında yazdığı bir makalede Batının bu şuuraltına hitap etmektedir:
“Hükümetlerin
takip ettikleri politikalar ve dava konusu meseleler seviyesini çok aşan bir
halet-i ruhiye ve hareketle yüz yüze geliyoruz. Bir medeniyetler çatışmasından daha az bir şey değildir bu: belki
irrasyonel ama bizim Judeo-Hıristiyan mirasımıza seküler varlığımıza ve her
ikisinin dünya çapında ki genişlemesine karşı, kesinlikle eski bir rakibin
tarihi bir tepkisidir...”13
Keza gene Bernard Levis,
Almanya’da yayınlanan Die Welt(28.7.2004)’e
verdiği röportajda ‘Avrupa İslamlaşacak’ diyerek
Avrupalıları İslam’la korkutmaya devam etmektedir:
“Bu yüzyılın sonunda Avrupa İslamîleşecek...
Avrupa, Arap dünyasının batısı olan
Mağribin bir parçası olacak. Göç ve demografi bunu göstermektedir.
Avrupalılar geç evleniyorlar ve çocuk yapmıyorlar ya da az çocukları oluyor.
Fakat büyük bir göç söz konusu; Almanya’da Türkler, Fransa’da Araplar,
İngiltere’de de Pakistanlılar var. Bunlar erken evlenip çok çocuk yapıyor. Bugünkü eğilime bakılırsa, en geç 21.
yüzyılın sonunda Avrupa’nın nüfusunda Müslümanlar çoğunlukta olacak.”14
ABD-İsrail-İngiltere
merkezli bir psikolojik savaş makinesi, AB kamuoyunun şuuraltına yer etmiş olan
İslam fobisini her fırsatta dışsallaştırarak BOP kapsamında kendisi ile
birlikte hareket etmeye zorlamaktadır. İşte bu korkunun bir gerçek olduğuna AB
kamuoyunu inandırabilmek için, sosyal patlama noktasına gelmiş olan AB
vatandaşı göçmenleri provoke etmiştir. Olayları başlatma bağlamında bu ihtimal,
öncekilere nazaran daha yüksek bir ihtimaldir.
Nitekim Fransa’da olaylar
devam ederken el-Kaide adına 11 Eylül olaylarında olduğu gibi alışıldık
açıklamaların, bir merkez tarafından yapılmaya başlandığını görmekteyiz:
“Artık Avrupa’da doğan, ana-babaları
Avrupalı ve Hıristiyan olan çocuklar Amerika ve Avrupa’yı vuracaktır…Örgütün
Fransa’da 35 bin ile 45 bin arası, Almanya’da ise 25 bin ile 35 bin arasında
savaşçısı bulunmaktadır. Bunlar Afganistan, Bosna ve Irak gibi ülkelerde
eğitilmektedir… Avrupa için bombaların patlama zamanı gelmiştir…Tehdit
bütün Avrupa’ya yayılacaktır.. Örgüt savaşı Fransa’da başlatmıştır fakat diğer
ülkelere de yayacaktır…”15
Geçmişte benzer iddialarla
ABD toplumun şartlandırıldığını bilmekteyiz. 30 Temmuz ve 2 Ağustos 2004
tarihli New York Times’de yer alan
bir haberlerde yukarıdaki ifadelerin benzerlerinin kullanılması tesadüf olmasa
gerek:
“Amerikan
Nüfus Bürosu, artan terör tehdidi karşısında 1000 ve daha fazla Arap nüfusun
yaşadığı yerleşim birimlerini, posta kodlarına göre listeleyerek İçgüvenlik
Bakanlığına bildirdi”… “İstihbarata göre
El-Kaide, daha önce Müslüman olmuş Hispanik Amerikalıları eğitmiş ve Meksika
üzerinden eylem için ABD’ye sokmuştur.”
Bütün bu iddiaların inanılır
olabilmesi için gerekli provokatif operasyonlar, zaman zaman CIA, zaman zaman
MOSSAD ve zaman zaman da CIA- MOSSAD tarafından icra edilmektedir. Gazeteci
yazar İbrahim Karagül tarafından ileri sürülen iddia bunu doğrulamaktadır:
“6 Temmuz 2005 tarihinde CIA ve Fransız
istihbaratının ortak operasyonu sonucu MOSSAD ajanı 9 kişi New York metrosunu
bombalamak üzere iken 4 ü ölü 5 i sağ olarak ele geçirilmişlerdir .”15
Bu olayı New Yor Times’de çıkan haberle beraber değerlendirelim: Eylemi yapmadan önce Müslümanların eylem yapma hazırlığında olduğuna dair kamuoyunu hazırla. Sonra eylemi yap ve Müslümanların üzerine at. Sonrada geç karşılarına olan biteni zevkle seyreyle.
Paris Olayları, Üç Kuvvetin Bileşkesidir
Yukarıdaki analizlerden
çıkan sonuç; Paris olayları, yukarıdaki üç eksenin arakesitidir. AB’de yaşayan
AB vatandaşı göçmenler sosyal patlama noktasına gelmişti. Sovyetler çöktükten
sonra Batıda başlatılan İslam karşıtı söylem, düşmanlık düzeyinde gerekli olan
psikolojik zemini hazırlamış ve göçmenlerin ülkelerine geri dönmesi için bir
konsensüs sağlamıştır. Şer ittifakı, büyük bir ihtimalle sosyal patlamanın
fitilini ateşlemiş ve fakat Fransız polisi, geri göç olayı için olayın kendi
kontrolü altında yaygınlaşmasını istemiştir. (Sosyal patlama hem
ABD-İsrail-İngiltere Şer ittifakı hem de Fransız derin devleti tarafından
başlatılmış olabilir. Her iki ihtimal aynı ağırlıklıdır. Ancak olayları kim
başlatmış olursa olsun hareket, Fransız devletinin kontrolü altında istenen
kamuoyu oluşuncaya kadar devam ettirilmiş gibi gözükmektedir.)
Olayların medyada yer alış
biçimi, böyle bir arakesitin varlığını, daha açıkçası tarafların bu olayları kendi
menfaatleri doğrultusunda kullanma gayreti içerisinde olduğunu göstermektedir.
Bütün bu olup bitenler, başta ABD olmak üzere Batı medyasında ‘Bir tür İslamcı ayaklanma’ diye lanse
edilmiş,16 Fransız resmi makamları
da ‘bazı İslamî grupları’ protestoların
arkasında göstermeye çalışmıştır.17
Bütün bunlar Müslüman dünyanın 11 Eylül sonrasındaki benzer bir durumla karşı karşıya kaldığını göstermektedir. Dolayısıyla Paris olayları, küresel planda İslam’a açılmış bir savaşın AB coğrafyasına yansımasıdır. Paris olayları AB’nin 11 Eylül’üdür.
Sonuç: “İster İsen Sulh u Salah, Hazır Ol Cenge”
ABD’li Senatör Joseph
Lieberman; “‘teolojik demir perde’ artık inmiştir ve yeni bir soğuk savaş başlamıştır..”13 demektedir.
ABD’de yönetimde bulunan ‘Yeni Muhafazakarların’ önemli isimlerinden Richard Perle Müslümanlara kin ve nefretle saldırmaktadır:
“Batı
ya İslam’a karşı zafer kazanır veya soykırıma uğrar. Müslümanların gazabının kökü İslam’ın kendisindedir. Suudi
Arabistan teröre karşı ya Batı ile tam işbirliği yapar veya zengin petrol kaynaklarının bulunduğu Doğu
eyaleti ondan kuvvet zoru ile koparılır. İsrail-Filistin ihtilafına
gelince, Washington’un bir Filistin
kurulması fikrinden vazgeçmesi gerekir. 11 Eylül’ün ortaya çıkardığı İslam
dünyasındaki marazı Judea tepelerinde 23’üncü Arap devletini kurarak tedavi
edemeyiz. Tahran’daki rejim mutlaka
yıkılmalı ve bu maksatla İranlı muhaliflere her türlü yardım yapılmalıdır.
Müslüman gazabı Arap kültürü ile özdeşleşmiştir. Ortadoğu’daki kökten dinciler ve Laik militanlar, Sünniler ve Şiiler,
Komünistler ve Faşistler birbiri ile kaynaşmışlardır. Hepsi patlamaya hazır gazabın haznesinden fışkırıyorlar… Demokratikleşme derhal seçimlere gidilerek
sonra onun sonuçlarına katlanmak anlamına gelmez. Seçimler 1995’te Cezayir’de denenmiştir.
Orada yozlaşmış statükonun yerini az
daha kökten dinciler alıyorlardı. Böyle bir sonuç kabul edilemez.”18
Müslümanların öncelikle
böyle bir soğuk savaşın varlığının şuurunda olmaları gerekir. Büyük Ortadoğu
Projesi, dünya hakimiyeti için bu coğrafyanın işgalini öngörmektedir. Bu
coğrafya bizim coğrafyamızdır. Dolayısıyla Müslümanlar, hem değer sistemleri,
hem de stratejik coğrafyaları nedeniyle Batının boy hedefi ve düşmanıdırlar.
Dünya hakimiyeti için önlerinde tek engel olarak İslam’ı görmektedirler. İslam
her yerde işgale ve Batı türü yaşam tarzına direnmektedir. Bu direnç karşıda
daha fazla öfke daha fazla kin ve düşmanlık oluşmasına sebebiyet vermektedir.
Fay hatlarında aşırı enerji birikim vardır. İşte Müslümanların çok iyi görüp
anlaması gereken bu gerçektir.
Şer ittifakı, İslam
coğrafyasını ‘Verimli Kaos Teorisi’
çerçevesinde paramparça etmek istemektedir. Etnik ve mezhebi parçalanmanın
sağlanması için karışıklık ve kaosla yeni kimlik inşa etme peşindedir. ABD
hedef aldığı ülkeleri alt etnik/mezhebi gruplara bölüp yeni uluslar/kimlikler
oluşturmayı bir strateji olarak benimsemiştir. Mevcut yönetimde danışmanlık
yapan Richard Haass, ‘Karışıklık’ adlı kitabında yeni bir ulus inşa etmenin yollarını ABD
yönetimine sunmaktadır:
“…Güç
politik değişiklik olayı ise, fazla bir zeka gerektirmeden ve biraz da iyi
şansla işe yarayabilir. Aksi halde tek başına güç kullanımı politik
değişiklikler için yeterli değildir. Bu şekilde bir değişiklik için en etkili
yol, değişik şekillerde karışıklık yaratmaktır.
‘Ulus inşa etmek’ bu yollardan biridir.
İlk önce tüm karşı çıkanları yok
edeceksin ve daha sonra başka bir topluluk yaratma işiyle meşgul olacaksın.”19
Şer ittifakının Irak’ta yapmaya çalıştığı bundan başka
bir şey değildir. Irak için ortaya atılan ve ne yazık ki Müslümanların da
kullandığı ‘Şiiler, Sünniler ve Kürtler’ kavramsallaştırması, yeni
kimlikler inşası içindir. Şii ve Sünni kavramları mezheple, Kürt kavramı ise
etnik kökenle ilgilidir. Kürtler içinde Sünni ve Şiiler olduğu gibi, Sünni veya
Şiiler içerisinde Kürtler de vardır. Ama bunlar birbirlerinden apayrı imiş gibi
bir sunum yapılmaktadır. Kavramsallaştırma, kaosu beslemek ve ardından alt
kimlikleri üste çekip parçalanmayı sağlamak amaçlı olarak yapılmaktadır.
Bütün bu gelişmelere kısa
vadeli baktığımızda gelişmeler olumsuzdur. Ancak uzun vadeli baktığımızda
Müslüman orijinli halkların şuurlu bir uyanışını görmekteyiz. ‘Ben
ateist Müslüman’ım’ diyen bir neslin kendi köklerine dönme arayışı söz
konusudur. Kaybettiğimiz bir nesli yeniden kazanmaktayız. Sömürgeciliğe karşı,
zulme karşı, emperyalizme karşı direnişin yeni adresi ve dili İslam’dır. Bu
gerçek akıldan hiç çıkarılmamalıdır.
Bunun için başta Türkiye
olmak üzere İslam coğrafyasındaki ülkelere düşen görev, Batı taklitçiliğini,
batı hayranlığını bırakıp kendi aslî kimliklerine dönmek olmalıdır.
Toplumun heyecanını,
motivasyonunu düşürecek, bozacak, kendi değerlerinden şüpheye düşürecek her
türlü söylem ve davranıştan kaçınılmalıdır. Bu nedenle AB’ye ilişkin söylemler
terkedilmelidir. Toplumu Batı değerleri lehine tek yanlı şartlandırmadan
vazgeçilmelidir.
Stratejik alanda yabancılara
açık yapılan özelleştirilmelerin gelecekte uluslararası sermaye tarafından
silah olarak kullanılacağını ve bu ülke topraklarının stratejik bölgelerinin
parayla satın alınıp özerkleştirilebileceğini gözden ırak tutmamalıyız. Theodor
Herzl tarafından Osmanlının tüm borçlarına karşılık Filistin topraklarının II.
Abdülhamit’ten istendiğini unutmamalıyız. En zor zamanlarda, satılmayan
toprakların özelleştirme sloganı altında satılmasına müsaade etmemeliyiz.
Teknolojik alt yapıyı tahrip edecek, engelleyecek her türlü ucuzculuktan
kaçınmalıyız.
Başta yöneticiler olmak
üzere herkes Türkiye üzerine oynanan uluslararası büyük oyunu görmelidir. Yıllardır Kürt kökenli kardeşlerimiz
üzerinden oynanmak istenen oyun iyi analiz edilmelidir. 10 yıl önceki Müslüman
bir Kürt kardeşimizdeki Kürt milliyetçiliğine ilişkin bakışla bugünkü bakış
aynı mıdır? Böyle bir değişimin sorumlusu kimdir? Hangi faktörler bu sonucu
doğurmuştur? Bunları bu ülkede yaşayan herkes kendine sormalıdır. O nedenle
Şemdinli olayları, yalnızca provokasyonla açıklanıp geçilecek bir olay
değildir. Paris olaylarının benzeridir. Üç faktörün kesişiminin bir sonucudur.
Eğer zihinsel bir alt yapı olmasaydı, o kalabalıklar toplanamazdı. Bu durumun
inatla sürdürülmesinin gelip dayanacağı son bellidir. Tarihten ders almak
isteyenler, Hüseyin Kazım Kadri’nin İmparatorluğun
Tasfiyesi isimli kitabını mutlaka
okumalılar. Tarihimizdeki bunca acı
olaylardan ders almak istemeyenler ancak körler ve sağırlar olabilir:
“Ne
zaman onlara: “Allah’ın indirdiklerine
uyun” denilse, onlar: «Hayır, biz,
atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye (geleneğe) uyarız» derler. (Peki) Ya
atalarının aklı bir şeye ermez ve doğru yolu da bulmamış idiyseler?
Küfre sapanların örneği çağırma ve bağırmadan başka bir şeyi duymayan
(duyduğu şeyin anlamını bilmeyen hayvan) a haykıranın örneği gibidir. Onlar, sağırdırlar, dilsizdirler,
kördürler; bundan dolayı akıl erdiremezler.”(2/170-171)
Her türlü hak arayışını
yasaklayan ve suçlu gören bir zihniyetin ve bir sistemin bizi getirdiği nokta,
insanların adaleti el kapılarında aramasıdır; iç gerilimdir ve kaostur; alt
kimliklerin üste çıkmasıdır. Kendi halkını tehlikeli ve düşman olarak gören
nadir sistemlerden biridir Türkiye’deki sistem. Sistem ve halk zıtlaşması
ortadan kaldırılmalıdır. Devlet milletin emrinde olmalıdır.
İslam
bu ülkenin çimentosudur, harcıdır. Güneş sisteminde güneşin oynadığı rol neyse
Türkiye’de hatta İslam coğrafyasında da İslam’ın üstlendiği rol odur. Güneş
yoksa gezegen sistemi de yoktur. İslam yoksa bu coğrafya 8 şiddetindeki
depremin yapacağı hasara eş bir hasar görür. Oluşan tsunami dalgaları her şeyi
yerle bir eder. O nedenle yöneticiler, sorumlular, sivil ve askeri bürokratlar
iki de bir İslam’ı bir iç tehdit
olarak sunmaktan ve bundan dolayı da Müslümanlara eziyet etmekten
vazgeçmelidirler. Dünyada bütün bu olaylar olurken İslam ülkelerinin Mekke’deki
toplantısına Cumhurbaşkanının katılmayacağını belirtmesi ülke adına bir
talihsizliktir.
Müslümanlar yakınmayı,
olayların peşine takılıp gitmeyi bırakmalıdır. Rey ver ve kurtul anlayışından
vazgeçilmelidir. Toplumu yaşadığı şizofreniden kurtarmak öncelikli görev
addedilmelidir. Bunun için de, önce
Müslümanların kendilerini Kur’ân ve Sünnet çeşmesinde yeniden yıkayarak
arınmaları şarttır. Kafalarındaki yabancı tortuları, melez değerleri silip
atmaları, bugün için acil ve öncelikli bir görevdir. Ancak böyle bir
arınma, onlara içlerinde bulundukları koşulları değiştirme güç ve imkanı
verecektir:
“Gerçekten
Allah, kendi (öz)nefislerinde olanı
değiştirip bozuncaya kadar, bir toplulukta olanı değiştirip-bozmaz...”(13/11)
“Nedeni
şu: Bir kavim (toplum), kendinde olanı
değiştirinceye kadar Allah, ona nimet olarak bağışladığını değiştirici değildir.
Allah şüphesiz işitendir, bilendir.”(8/53)
-Müslümanlar,
ancak böyle bir arınma ile layık oldukları yönetimlere kavuşabileceklerdir.
-Müslümanlar,
ancak böyle bir arınma ile dünyada ezilen tüm insanların dertlerine çare
olabileceklerdir.
-Müslümanlar, ancak böyle bir arınma ile dünyanın dört bir tarafına
dağılmış Müslüman göçmenlerin hakkını koruyabilecek ve onların provoke
edilmesine imkan vermeyebileceklerdir.
Güçlü, büyük Türkiye’yi ve İslam ümmetini; kavgayla değil barışla, bölünerek değil bütünleşerek, zulümle değil adaletle, cehaletle değil bilgiyle, irfanla, hikmetle, ilimle, düşmanlıkla değil kardeşlikle, tüketerek değil üreterek yeniden inşa edebiliriz.
Notlar
1- Neşe Düzel, Ayaklanan
Müslüman Ateistler, Radikal,
14.11.2005.
2- BIANET, 7.11.2005.
3- Hindistan Times, 8.11.2005.
4- Zaman, 9.11.2005.
5- Derya Sazak, Yeryüzünün
Lanetlileri, Prof. Bumin Fransa’daki Şiddet Olaylarını Değerlendirdi, Milliyet, 14.11.2005.
6-Hüseyin Baş, Fransa’da
Yaşananlardan Sağ İktidarlar Sorumlu, Cumhuriyet, 14.11.2005.
7-Naima Bouteldja, Olayları
Sarkozy Körükledi (The Guardian) Cumhuriyet, 14.11.2005
8- BIANET, 9.11.2005.
9- Balçiçek Pamir, Irkçılık
Yok Ayırım Var, Sabah, 14.11.2005.
10- Musa Serdar Çelebi,
Fransa Olayları ve Fransada Yeni Irkçılık, Zaman,
14.11.2005.
11- Aydınlık, 13.11.2005. S:46.
12- Kotkin, J., ‘Dünya
Ekonomisine Yön Veren Kabileler’, NPQ,
c.1/3, 1992, s. 50-55.
13-. Huntıngton S., Medeniyetler Çatışması, Vadi Yayınları,
Ankara, 1997.
14- Birol Akgün, Faşizm,
Bilim ve Çatışmacı Zihniyet: Huntıngton, Lewis ve Batının Bitmeyen Düşmanları, Liberal Düşünce, yıl 9, sayı 35 yaz 2004
S: 109-112
15- İbrahim Karagül, New
York Metrosunda Öldürülen 4 MOSSAD Ajanı ve Paris Yangını, Yeni Şafak, 9.11.2005.
16- Zaman, 8.11.2005.
17- Londra Arap Gazetesi El Hayat, 9.11.2005
18- Canoğlu, Y., 21. Yüzyıl Haçlı Savaşlarında yeni Bir Tuzak: Ilımlı
İslam Cumhuriyeti, Umran Dergisi, Sayı:117,
2004, S:15-25.
19. Bilici, A., Amerika
Ortadoğu’ya Demokrasi Getirir mi?(2), Zaman
Gazetesi, 25.02.2004.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder