1 Aralık 2005 Perşembe

MEDENİYETLER ÇATIŞMASINDA MÜSLÜMANLARIN YOL HARİTASI -IX: ÖNCÜLERİN ÖNCELİKLİ GÖREVLERİ: SİS PERDESİNİN ARKASINI GÖREBİLMEK

 (Umran Dergisi)

“Her şey üstünde düşünmeye alıştırın kendinizi; ama gerçekte olduğu gibi düşünün,  söylendiği gibi değil.” Bernard Shaw

 

Giriş: Paris Yanıyor, Ayaklanma, İsyan Yayılıyor!!! 

Paris’in gecekondu bölgelerinde polis takibinden kaçan, Afrika kökenli iki gencin trafo merkezinde elektriğe çarpılıp ölmesi ile başlayan olaylar, medya tarafından kamuoyuna ‘Paris yanıyor’, ‘ayaklanma’, ‘isyan büyüyor’ şeklinde sunuldu. Gerçekten Paris yanıyor muydu? Gerçekten bir isyan ve bir ayaklanma mı söz konusu idi? Yoksa yıllarca horlanmış, hakir görülmüş, aşağılanmış, işsiz, aşsız ve eğitimsiz bırakılmış orijini göçmen olan insanların doğal bir tepkisi miydi? Yoksa Fransa’nın yaşlanan nüfusu, asimile edemedikleri, kabul etmedikleri ve fakat genç olan bir göçmen nüfusu gelecek için tehlikeli görüp yol yakınken tasfiye etmeyi mi düşünmüşlerdir? Patlamak üzere olan bir barajın güvenlik kapakları, denetim altında açılmaya mı çalışılmıştır? Yoksa ABD-İngiltere-İsrail Şer cephesi ile AB yeni bir hesaplaşma içerisine mi girmektedir? Yoksa Fransa olayı, olayı tetikleyen parametre ne olursa olsun bütün bunların bir bileşkesi midir?

1789 sonrası Fransa’sı, Osmanlı’nın son döneminde ve Cumhuriyet döneminde ki aydınları bürokratları ve yöneticileri çok derin bir şekilde etkilemiştir.Türkiye’de bir çok konu Fransa örnek alınarak uygulanmış ve de değerlendirilmiştir. Türkiye’deki laiklik, tek tip insan/yurttaşlık, aşırı merkeziyetçilik, otoriter devlet ve milliyetçilik anlayışı Fransa patentlidir. İki ülkenin benzerlikleri göz önüne alındığında Fransa’da meydana gelen sosyal patlamadan Türkiye olarak çıkarmamız gereken dersler olmalıdır. Bu bağlamda Fransa’daki olaylarla hemen hemen eş zamanlı olarak Türkiye’de meydana gelen Şemdinli-Yüksekova-Hakkari olayları arasında bir ilişki kurulabilir mi, bir benzerlik var mıdır?

Her iki olay zincirinden çıkarılması gereken dersler nelerdir?

Üç İhtimal

Paris olaylarını kim yaptı yada Paris olaylarının arkasında hangi güç ya da güçler vardır sorusunun cevabında üç ihtimalden bahsedilebilir:

1- Fransa’da yaşayan ve Fransız vatandaşı olan göçmenlerin 3.,4. kuşağı, bir patlama noktasına gelmiştir. Sosyal patlama kaçınılmaz hale gelmiş olup bir kıvılcım yeterli olmuştur.

2- Yaşlanan Fransa, kökenleri Müslüman olan ve fakat kendi dil ve dinlerini unutan bu insanları Fransız kabul etmeyip öteki olarak görmektedir. Fransız devleti, bunların nüfuslarının Fransızların aleyhine artmasını tehlike olarak kabul etmektedir. Bunları ülkelerine geri gönderebilmek için bir provokasyon yaparak hem gerilimi boşaltmış, hem de istediği kamuoyu desteğini sağlamıştır.

3- ABD-İsrail-İngiltere Şer ittifakı, hem kendisine muhalefet eden AB’ye Fransa üzerinden bir ders vermek, hem de Batı kamuoyunu Müslümanların aleyhine oluşturarak yeniden kazanmak istemektedir. Patlama noktasına gelmiş Fransa’daki göçmen nesli bu amaçla provoke edilmiştir.

Sosyal Patlama ve Batı Sisteminin İflası 

Avrupa’da olayların patlak verdiği bölgelerde yaşayan insanların çoğunluğu, özelde Fransa’nın, genelde Avrupa’nın sömürgesi olan Afrika’daki değişik ülkelerden ucuz işçi diye getirilen insanların 3.,4. kuşaktan çocuklarıdır. Fransa’ya gelen insan unsuru, bağımsızlık savaşı yıllarında Fransa ile işbirliği yapmış ve bağımsızlık sonrası yönetimlerle sorunu olan ve dışlanan insan unsurlarıdır. Bugün Fransa’da başkaldıranlar bu insan unsurunun 3.,4. kuşaktan çocuklarıdır. Bu insanlar Fransız olabilmek için dillerini ve dinlerini terk etmişlerdir.1 Fransa nüfusunun %8’ini oluşturan 5 milyon göçmenin %35’i Cezayir, %25’i Fas, %10’u Tunus ve %8’i Türk asıllıdır. Fransa’da işsizlik ciddi bir sorundur. Fransız asıllı nüfusun işsizlik oranı %9 iken bu oran bahsedilen yabancı orijinliler için %14-22, Türk göçmenlerde ise %11’dir. Kuzey Afrikalı üniversite mezunlarının %26.5 işsizdir.

Gerek Devlet dairelerinde ve gerekse özel sektörde Fransız asıllı olmayan ve fakat Fransız vatandaşı olan bu insanlar dilleri, renkleri ve isimlerinden dolayı ayırıma tabi tutulmakta, fişlenmekte, sorgulanmakta ve sürekli aşağılanmaktadır.1,2

Daha iyi özelliklere sahip olmasına karşılık Hans karşısında Hasan olmuş olmak çok büyük bir dezavantajdır. Bugün Fransa’da eylem yapan, baş kaldıran AB vatandaşı genç göçmen, böylesi açık bir ayırımcılığa karşı çıkmaktadır:

‘Yıllar önce, Fransa ailelerimizi işgücü ihtiyacı nedeniyle çağırdı ve bu işlerin çoğu Fransızların yapmak istemediği adi işlerdi. Şimdi ise iş yok, ya da hiçbiri iş vermeye istekli değiller’.3

Gecekondularda, varoşlarda, banliyölerde oturmakta olan bu göçmen nesli( 3. veya 4. kuşak), başta Fransa olmak üzere AB ülkelerinde resmen AB vatandaşı olmalarına rağmen aileden sayılmamışlar, tehlikeli görülüp dışlanmış, ötekileştirilip düşman statüsüne sokulmuşlardır. Her gün polisler tarafından kimlik kontrolüne tabi tutulmakta, resmi dairelerde sadece ikinci sınıf vatandaş değil lanetlenmiş muamelesi görmektedirler. Bu insanlar, Fransız sayılmamışlar ancak kendi kültürlerini de yaşama imkanına da kavuşturulmamışlardır. Fransız toplumu ile entegre olamamış bu göçmen nesli, ilk nesil göçmenlere nazaran kendi kültürel kimliklerini çok daha aşırı bir şekilde kaybetmişlerdir. Hem maddi hem de manevi bir boşluk içerisinde yalpalayıp duran bu insanlar, ne Avrupalı, ne Afrikalı, ne Hıristiyan, ne Müslümanlar! Bu insanlarda vuku bulan ruhsal çöküntüyü, kimlik bunalımını, ‘Ben ateist Müslüman’ım’ ifadesinden başka hangi ifade anlatabilir?

Göçmenlerin yaşadığı yukarıda özetlenen kötü yaşam koşullardan dolayı bu insan unsurunun sosyal patlama noktasına geldiği, kritik bir kütle oluşturduğu doğrudur. Bu durum, 1789 Fransız İhtilali ile açılan ve tüm dünyayı ‘eşitlik, özgürlük ve kardeşlik’ sloganı ile sarsan ve yeni bir sistem sunan bir düşünce ve bir hareketin, dünya insanlığına ne eşitlik, ne özgürlük, ne de kardeşlik getirebildiğinin bir göstergesidir. Fransa’daki cumhuriyet anlayışında ‘eşitlik, özgürlük ve kardeşlik’ kavramları etrafında meydana gelen tek düze bir anlayış, çeşitliliğe ve çoğulculuğa hiçbir zaman açık olmamıştır.4 Türkiye’deki gibi her türlü eleştiri veya karşı görüş, Cumhuriyet değerlerine/ Batı değerlerine karşı olmak olarak yorumlanmıştır. Fransa’nın yurttaşlık anlayışı, farklı değerleri, kültürleri, ırkları yok sayan bir anlamı ile gerek etnik gerekse kültürel olarak asimilasyonu öngören bir anlayıştır. Tek tip insanı hedefler. Bunu için katı, sekter, dayatmacı ve tepeden inmecidir. Fransa laiktir; en katı laiklik Fransa’da uygulanır. Ancak Katoliklik çok baskındır ve Protestanlarla Müslümanlara baskı vardır. Din tamamen devletin kontrolü altındadır.1 Türkiye, laikliği Fransa’dan aldığı için din ve kimlik konusundaki tutumu neredeyse Fransa ile aynıdır. Bu katılıktan dolayıdır ki Cumhurbaşkanı Mekke’deki İslam ülkeleri toplantısına katılmayacaktır.

Çoğulculuğu reddeden Fransız cumhuriyeti, çok kültürlülüğü de reddederek göçmenlerin kendi kültürel kimliklerini korumaları için gereken çalışmayı yapmalarına imkan vermemiştir. ‘Jakoben Cumhuriyetçi model göçmenlere şunu söylemektedir’:

“Ya politik entegrasyon ama buna karşılık kültürel asimilasyon ve yabancılaşma, yada kültürel entegrasyon ama o zaman da politik olarak entegrasyonun imkansızlığı..”5

Böylece köklerinden koparılmış nesiller açlık, sefalet, işsizlik ve horlanmışlığın baskısı altında her an patlamaya hazır bomba haline getirilmişlerdir.

Eski Fransız Cumhurbaşkanı François Mitterand, Fransa’daki kötü gidişatın sebep olacağı hayal kırıklığına, 1990 yılında dikkat çekmeye çalışmıştır:

“Ruhsuz bir kenar mahallede, karanlık duvarların iç karartıcı görünümünde, çevresinde olup bitenleri görmemeyi yeğleyerek gözlerini kaçıran ve sadece öfkelenmek ve yasaklamak için müdahale eden bir toplumda dünyaya gelen bir genç ne ümit edebilir!”6

Fransa’da ırkçılık karşıtı kampanyayı yürüten Laurent Levy, böyle bir ülkede çok daha büyük kapsamlı bir ayaklanmanın olmamasına şaşırmaktadır:

“Toplumun geniş katmanlarına hiçbir konuda saygı gösterilmez, adam gibi ev, iş gibi en basit haklardan mahrum bırakılırsa sürpriz olan şey, otomobillerin yanması değildir. Bu şartlar altında şaşırılacak şey ayaklanmaların neden bu kadar olduğudur.”7

Fransa’daki son olayları ele alan Le Monde’un başyazısında, bir sosyal patlamaya sebebiyet veren bir sistemin yıkılışını görmenin ve fakat bir şey yapamamanın acizliğini görmek mümkündür:

“Kendisini insan haklarının vatanı, cömert bir sosyal modelin mabedi olarak gören bir ülke -bugün- herkesin gözünde bir zamanlar ülkenin kalkınmasına katkıda bulunan göçmen atalarının çocukları Fransız gençlerine onurlu, saygın bir yaşamın koşullarının sağlanmasında yetersiz kalan, onlara işsizlik, kabirle yaşama ve ayrımcılığı reva gören bir ülkedir.6

Bütün bunlar, Fransa’da bir sosyal patlamanın beklendiğini, ancak bunun olmaması için hiçbir tedbir alınmadığını yada alınamadığını göstermektedir. Ancak olayı sadece bir sosyal patlama çerçevesinde ele alırsak cevabının bulunamadığı sorularla karşılaşmaktayız. Fransız sistemine ve Fransız’lara tepkili olan bu insanlar niçin kendi bölgesini ve kendi insanını tahrip ediyor? Bu nokta pek açık değildir. Tüm analizlerde bu insanların örgütsüz oldukları ve bir stratejiye bağlı olarak hareket etmedikleri ısrarla söylenen bir husustur. Ancak hareket içerisinde anomik, gevşek bir örgütlenmenin oluştuğu, bununla beraber bir stratejinin olmadığı belirtilmektedir. Gene bu analizlerde Fransız polisinin ve devletinin güçlü olduğu vurgulanmaktadır.8,9

Güçlü örgütlenmelerin ve lojistik desteğin olmadığı bir şiddet hareketinin varlığını uzun süre devam ettirmesi mümkün değildir. Örgütlenme ve stratejiden mahrum olduğu söylenen bir hareket, nasıl olur da günlerce Fransa’yı hatta Avrupa’nın bir çok ülkesini kasıp kavurabilir? Eğer güçlü bir örgüt, strateji ve lojistik destek varsa, o zaman da yakıp yıkma, ya hiç olmamalıydı ya da gecekondularda değil de, Avrupa’nın zengin mahallerinde olmalıydı. Ölenler fakir, işsiz göçmenler değil de zengin Fransızlar olmalıydı? Arabası yakılanlar Zenciler, Cezayirliler, Faslılar, Tunuslular, Türkiyeliler değil de; Fransızlar, Almanlar, İtalyanlar ,Hollandalılar… olmalıydı. Çünkü söylendiği kadarı ile hareketin düşman ilan ettiği onlardı. Tahribat, düşman ilan edilen saflarda değil de kendi saflarında yapılmaktaydı.

Bir zenci kadının ‘niçin benim arabamı yaktılar’ diyerek ağlaması ile bir Türk’ün ‘Bizim çocuklar bizim arabaları yakıyor’ tarzındaki serzenişi ne mesaj taşımaktadır acaba?

Medya, ‘Paris yanıyor, isyan yayılıyor, ayaklanma büyüyor’ şeklinde olayları sunarken yakılanların göçmen bölgeleri, hayatlarını kaybedenlerin de hep göçmenler, tahrip edilen arabaların da hep göçmenlere ait olduğundan hiç bahsetmiyor. Hangi Paris yanmış ve yıkılmıştır?

Bütün bunlardan; olaylarda sosyal patlama olgusunun bir gerçek olduğu, ancak olayı tek başına açıklamaya yeter olmadığı anlaşılmaktadır. Sosyal patlama noktasına gelen bu insanların, belli bir amaç için bir provokasyona alet edildikleri daha büyük ve kuvvetli bir ihtimaldir.

Fransız Devletinin Bir Provokasyonu

Paris olayları üzerinde yapılan analiz ve yorumlarda, Fransız devletinin, İstihbaratının ve güvenlik güçlerinin çok güçlü olduğu ifade edilmektedir. Bu kadar güçlü olan bir yapı, olayların olabileceğini vaktinden önce haber alamamış mıdır? İstihbaratı elde edemediğini varsayarsak, nasıl olmuş da olayları, günlerce kontrol altına alamamıştır? Genç eylemciler karşısında Fransa devleti, güvenlik güçleri adeta yok olmuş, her taraf genç göçmenlerin kontrolüne geçmiş gibi bir görüntü verilmek istenmiştir. Tıpkı 11 Eylül’de ABD’de olduğu gibi: sanki 4 sivil uçak dünyanın süper gücü ABD’yi teslim almış, Başkan ve ABD savunma güçleri ortadan kaybolmuş, sığınacak delik aramaktalar. Paris olayları ile 11 Eylül olaylarının pazarlanması arasında çok ciddi benzerlikler, örtüşmeler mevcuttur.

ABD’de 11 Eylül provokatif hareketi ile Müslümanlara karşı oluşturulmak istenen kamuoyu psikolojisine benzer bir psikoloji, Paris olayları ile AB içerisinde oluşturulmak istenmektedir. Bunun için kontrollü bir eylemin yapılmasına göz yumulmuş, teşvik edilmiş ve hatta tahrik edilmiştir. Aynı merkez, olayların başlaması ile birlikte ‘Paris yanıyor’, ‘İsyan/ayaklanma yayılıyor’ tarzındaki bir söylemi dünyadaki medyaya servis yapmıştır.

Bu olayın bir benzeri Türkiye’de Sivas’ta yaşanmıştır. Sivas’ta kitleler, kontrol altında saatlerce oradan oraya sürüklenmiş, sonra da otel yakılarak suç Müslümanların üzerine fatura edilmiştir. Böylelikle Türkiye’de yükselen değer olarak İslam, kamuoyunun gözünden düşürülmek istenmiştir. Sivas olayları Türkiye’nin derin karanlık dehlizlerindeki güçlerin en vahşi provokasyonlarından biridir.

Paris olayının bir başka boyutu, böyle bir toplumsal patlama ile ilgili eğitimli olması gereken Fransız polis teşkilatı ve İçişleri bakanlığının, eylemlerin devam etmesini ister gibi son derece tahrik edici bir tutum takınmış olmasıdır. Adeta Fransız devleti bir kışkırtma stratejisi uygulamıştır: ‘Haşarat’, ‘ajan provokatör’, ‘ sizi de mi trafoya atalım; bu siz sakinleştirir mi?’, ‘Kapa çeneni, çekil’, ‘ayak takımı pislikler’, ‘hergele takımı’, ‘çapulcular’.

Diğer taraftan olaylar devam ederken polisin camiye bomba atması gerçekten düşündürücüdür.7 Polisin camilerin içerisine ayakkabıları ile girip kimlik kontrolü yapması,10 bir tahrik, bir aşağılamadan başka bir şey değildir.

Camiye göz yaşartıcı bomba atıldığı sabah Müslüman bir kadının çığlığı, Avrupa’daki Müslümanların karşı karşıya kaldıkları psikolojik savaşın bir göstergesidir:

“Bize sadece yalan söylemekten vazgeçmelerini istiyoruz. Yaptıklarını itiraf edip özür dilemelerini istiyoruz.”7

Fransa tarihi, provokasyon sanatı konusunda, Türkiye gibi, çok zengindir. 1968 yılındaki sol gençlik hareketi, Fransa’yı bir baştan bir başa kasıp kavururken General De Gaulle tarafından provoke edilerek mecrasından saptırılmıştır. Gençlik hareketi üzerinden sol partileri yıpratıp seçimleri kazanabilmek için gençliğin içerisine ‘Derin Devletin’ provokatörlerini sokup karakolları yaktırmıştır. Böylelikle halka korku salınmış ve akabinde yapılan seçimleri General De Gaulle kazanmıştır.6 Türkiye’de de iktidarları düşürmek için gençlik hareketleri, aynı şekilde cuntalar tarafından provoke edilmiştir. Fransa’yı örnek alan cuntalar Türkiye’ deki bütün darbeleri gençliğin kanı üzerinden yapmışlardır.

Eski Alman Başbakanı Schmidt ‘Geleceğin Devletleri’ kitabında Türkiye’yi AB’ye almayı değil; Avrupa’da var olanları geri göndermeyi düşündüklerini söylemektedir:

“ABD, dünyayı bir ‘medeniyetler çatışmasına’ sürüklüyor. Bunun önüne geçilmesi zor gibi görülüyor. Avrupa açısından bu “medeniyetler çatışması’, ülkelerimizde çalışan Müslüman Afrikalılar ve Türklerle çatışmadır. Avrupa bu çatışmanın yaratacağı istikrarsızlıkları nasıl göğüsleyebilecektir. Bu sorunla karşı karşıyayız. Bu durumda, bırakın milyonlarca Türkü Avrupa ülkelerine kabul etmeyi, bugün çalışan milyonlarca Türkü kendi yurtlarına nasıl geri göndereceğiz, bunun yollarını bulmamız gerekir.”11

Alman Eski Başbakanı Schmidt, kitabında ABD’nin, Medeniyetler çatışması tezi çerçevesinde Avrupa’daki Müslüman unsurları istismar edebileceği tehlikesine dikkat çekmektedir. Buna bir tedbir düşünülmelidir, demektedir.

Avrupa’nın İslam’la olan ilişkisi ABD’nin İslam’la olan ilişkisinden farklı olup kökleri tarihin derinliklerine kadar uzanır. Avrupa, Endülüs’le batıdan, Osmanlı ile doğudan kuşatılmanın şuuraltında meydana getirdiği kırılmayı unutamamaktadır. Avrupa’nın şuuraltında İslam’a karşı oluşmuş fay hatları ve bir ‘İslamofobi’ vardır. Paris olaylarında bunu rahatlıkla görebilmekteyiz:

“Fransa’da bugünkü ırk ayırımcılığı eskisi gibi etnik değil, kültürel temelde. Onun için İslamofobi şeklinde tezahür ediyor. Dinle ilişkili. Başörtüsü ile ilgili mesaj olarak yine dışlayıcı tedbirdir.”5

Batı dünyası, özellikle Avrupa, yaşlanmakta ve çözülmektedir. Avrupa yaşlanıp azalırken göçmenler gençleşip çoğalmaktadır. ‘Federal İstatistik Dairesinin verilerine göre Almanya’da bir saatte 5 Türk çocuğu doğarken bu Almanlarda sıfırdır.’10

1990’lı yıllarda 12 ülkeden/ulustan meydana gelen AB içerisinde yaşayan ve ‘on üçüncü ulus’ olarak kabul edilen Müslümanlarla bir hesaplaşma öngörülüyordu:

 “Batıdaki Müslümanların çoğalmasıyla birlikte Avrupa’da ‘on üçüncü ulus’ ortaya çıktı... Bunun yarattığı korku giderek bütün Batıyı sarıyor... Batı ile Avrupa’daki ‘on üçüncü ulus’ arasındaki sürtüşmenin bundan sonraki aşaması tarihi bir hesaplaşmaya kadar varabilir.”12

2003 yılındaki Bernard Stasi Komisyonu Raporunda da Fransa’ya dönük İslamî bir meydan okumanın varlığından söz edilmesi, AB’nin nasıl bir şuuraltına sahip olduğunu göstermektedir.5

Bu açıları ile bakıldığında sosyal patlama noktasına gelen/getirilen AB vatandaşı göçmenler, Müslüman düşmanlığını güncelleştirmek için Paris’in yakılması gereken yerlerini kontrol altında yakmaya yönlendirilmişlerdir. Bu bir ihtimaldir.

 Bu durumda 1968’de De Gaulle’ün sol hareketlere karşı oynadığı rolü, bugün 2007 yılında Cumhurbaşkanlığına aday olacak olan İçişleri Bakanı Nicolas Sarkozy üstlenmiş gibidir. Kullandığı üslup, takındığı tavır olayların daha fazla tırmanmasını sağlamıştır. Cumhurbaşkanlığı seçimleri için Fransa’daki yabancı düşmanlığını kullanarak hem göçmen düşmanlığını körüklemiş hem de kendi popülaritesini artırmıştır.

ABD-İsrail-İngiltere Şer ittifakı’nın Provokasyonu 

Şer İttifakı ile AB arasında, gerek Irak’ın işgalinde ve gerekse NATO’ya yüklenmek istenen yeni misyonda çok ciddi gerilimler oluşmuştur. Bu gerilim sürecinde ABD, Avrupa’yı ‘yaşlı Avrupa’ diyerek aşağılamıştır. Şer İttifakı, Avrupa kamuoyunun şuuraltındaki İslam fobisini devamlı diri tutmaya çalışmıştır. Bernard Levis, 1990 yılında yazdığı bir makalede Batının bu şuuraltına hitap etmektedir:

 “Hükümetlerin takip ettikleri politikalar ve dava konusu meseleler seviyesini çok aşan bir halet-i ruhiye ve hareketle yüz yüze geliyoruz. Bir medeniyetler çatışmasından daha az bir şey değildir bu: belki irrasyonel ama bizim Judeo-Hıristiyan mirasımıza seküler varlığımıza ve her ikisinin dünya çapında ki genişlemesine karşı, kesinlikle eski bir rakibin tarihi bir tepkisidir...”13

Keza gene Bernard Levis, Almanya’da yayınlanan Die Welt(28.7.2004)’e verdiği röportajda ‘Avrupa İslamlaşacak’ diyerek Avrupalıları İslam’la korkutmaya devam etmektedir:

“Bu yüzyılın sonunda Avrupa İslamîleşecek... Avrupa, Arap dünyasının batısı olan Mağribin bir parçası olacak. Göç ve demografi bunu göstermektedir. Avrupalılar geç evleniyorlar ve çocuk yapmıyorlar ya da az çocukları oluyor. Fakat büyük bir göç söz konusu; Almanya’da Türkler, Fransa’da Araplar, İngiltere’de de Pakistanlılar var. Bunlar erken evlenip çok çocuk yapıyor. Bugünkü eğilime bakılırsa, en geç 21. yüzyılın sonunda Avrupa’nın nüfusunda Müslümanlar çoğunlukta olacak.”14

ABD-İsrail-İngiltere merkezli bir psikolojik savaş makinesi, AB kamuoyunun şuuraltına yer etmiş olan İslam fobisini her fırsatta dışsallaştırarak BOP kapsamında kendisi ile birlikte hareket etmeye zorlamaktadır. İşte bu korkunun bir gerçek olduğuna AB kamuoyunu inandırabilmek için, sosyal patlama noktasına gelmiş olan AB vatandaşı göçmenleri provoke etmiştir. Olayları başlatma bağlamında bu ihtimal, öncekilere nazaran daha yüksek bir ihtimaldir.

Nitekim Fransa’da olaylar devam ederken el-Kaide adına 11 Eylül olaylarında olduğu gibi alışıldık açıklamaların, bir merkez tarafından yapılmaya başlandığını görmekteyiz:

 “Artık Avrupa’da doğan, ana-babaları Avrupalı ve Hıristiyan olan çocuklar Amerika ve Avrupa’yı vuracaktır…Örgütün Fransa’da 35 bin ile 45 bin arası, Almanya’da ise 25 bin ile 35 bin arasında savaşçısı bulunmaktadır. Bunlar Afganistan, Bosna ve Irak gibi ülkelerde eğitilmektedir… Avrupa için bombaların patlama zamanı gelmiştir…Tehdit bütün Avrupa’ya yayılacaktır.. Örgüt savaşı Fransa’da başlatmıştır fakat diğer ülkelere de yayacaktır…”15

Geçmişte benzer iddialarla ABD toplumun şartlandırıldığını bilmekteyiz. 30 Temmuz ve 2 Ağustos 2004 tarihli New York Times’de yer alan bir haberlerde yukarıdaki ifadelerin benzerlerinin kullanılması tesadüf olmasa gerek:

“Amerikan Nüfus Bürosu, artan terör tehdidi karşısında 1000 ve daha fazla Arap nüfusun yaşadığı yerleşim birimlerini, posta kodlarına göre listeleyerek İçgüvenlik Bakanlığına bildirdi”… “İstihbarata göre El-Kaide, daha önce Müslüman olmuş Hispanik Amerikalıları eğitmiş ve Meksika üzerinden eylem için ABD’ye sokmuştur.”

Bütün bu iddiaların inanılır olabilmesi için gerekli provokatif operasyonlar, zaman zaman CIA, zaman zaman MOSSAD ve zaman zaman da CIA- MOSSAD tarafından icra edilmektedir. Gazeteci yazar İbrahim Karagül tarafından ileri sürülen iddia bunu doğrulamaktadır:

“6 Temmuz 2005 tarihinde CIA ve Fransız istihbaratının ortak operasyonu sonucu MOSSAD ajanı 9 kişi New York metrosunu bombalamak üzere iken 4 ü ölü 5 i sağ olarak ele geçirilmişlerdir .”15

Bu olayı New Yor Times’de çıkan haberle beraber değerlendirelim: Eylemi yapmadan önce Müslümanların eylem yapma hazırlığında olduğuna dair kamuoyunu hazırla. Sonra eylemi yap ve Müslümanların üzerine at. Sonrada geç karşılarına olan biteni zevkle seyreyle.

Paris Olayları, Üç Kuvvetin Bileşkesidir 

Yukarıdaki analizlerden çıkan sonuç; Paris olayları, yukarıdaki üç eksenin arakesitidir. AB’de yaşayan AB vatandaşı göçmenler sosyal patlama noktasına gelmişti. Sovyetler çöktükten sonra Batıda başlatılan İslam karşıtı söylem, düşmanlık düzeyinde gerekli olan psikolojik zemini hazırlamış ve göçmenlerin ülkelerine geri dönmesi için bir konsensüs sağlamıştır. Şer ittifakı, büyük bir ihtimalle sosyal patlamanın fitilini ateşlemiş ve fakat Fransız polisi, geri göç olayı için olayın kendi kontrolü altında yaygınlaşmasını istemiştir. (Sosyal patlama hem ABD-İsrail-İngiltere Şer ittifakı hem de Fransız derin devleti tarafından başlatılmış olabilir. Her iki ihtimal aynı ağırlıklıdır. Ancak olayları kim başlatmış olursa olsun hareket, Fransız devletinin kontrolü altında istenen kamuoyu oluşuncaya kadar devam ettirilmiş gibi gözükmektedir.)

Olayların medyada yer alış biçimi, böyle bir arakesitin varlığını, daha açıkçası tarafların bu olayları kendi menfaatleri doğrultusunda kullanma gayreti içerisinde olduğunu göstermektedir. Bütün bu olup bitenler, başta ABD olmak üzere Batı medyasında ‘Bir tür İslamcı ayaklanma’ diye lanse edilmiş,16 Fransız resmi makamları da ‘bazı İslamî grupları’ protestoların arkasında göstermeye çalışmıştır.17

Bütün bunlar Müslüman dünyanın 11 Eylül sonrasındaki benzer bir durumla karşı karşıya kaldığını göstermektedir. Dolayısıyla Paris olayları, küresel planda İslam’a açılmış bir savaşın AB coğrafyasına yansımasıdır. Paris olayları AB’nin 11 Eylül’üdür.

Sonuç: “İster İsen Sulh u Salah, Hazır Ol Cenge” 

ABD’li Senatör Joseph Lieberman; “‘teolojik demir perde’ artık inmiştir ve yeni bir soğuk savaş başlamıştır..”13 demektedir.

ABD’de yönetimde bulunan ‘Yeni Muhafazakarların’ önemli isimlerinden Richard Perle Müslümanlara kin ve nefretle saldırmaktadır:

“Batı ya İslam’a karşı zafer kazanır veya soykırıma uğrar. Müslümanların gazabının kökü İslam’ın kendisindedir. Suudi Arabistan teröre karşı ya Batı ile tam işbirliği yapar veya zengin petrol kaynaklarının bulunduğu Doğu eyaleti ondan kuvvet zoru ile koparılır. İsrail-Filistin ihtilafına gelince, Washington’un bir Filistin kurulması fikrinden vazgeçmesi gerekir. 11 Eylül’ün ortaya çıkardığı İslam dünyasındaki marazı Judea tepelerinde 23’üncü Arap devletini kurarak tedavi edemeyiz. Tahran’daki rejim mutlaka yıkılmalı ve bu maksatla İranlı muhaliflere her türlü yardım yapılmalıdır. Müslüman gazabı Arap kültürü ile özdeşleşmiştir. Ortadoğu’daki kökten dinciler ve Laik militanlar, Sünniler ve Şiiler, Komünistler ve Faşistler birbiri ile kaynaşmışlardır. Hepsi patlamaya hazır gazabın haznesinden fışkırıyorlar… Demokratikleşme derhal seçimlere gidilerek sonra onun sonuçlarına katlanmak anlamına gelmez. Seçimler 1995’te Cezayir’de denenmiştir. Orada yozlaşmış statükonun yerini az daha kökten dinciler alıyorlardı. Böyle bir sonuç kabul edilemez.”18

Müslümanların öncelikle böyle bir soğuk savaşın varlığının şuurunda olmaları gerekir. Büyük Ortadoğu Projesi, dünya hakimiyeti için bu coğrafyanın işgalini öngörmektedir. Bu coğrafya bizim coğrafyamızdır. Dolayısıyla Müslümanlar, hem değer sistemleri, hem de stratejik coğrafyaları nedeniyle Batının boy hedefi ve düşmanıdırlar. Dünya hakimiyeti için önlerinde tek engel olarak İslam’ı görmektedirler. İslam her yerde işgale ve Batı türü yaşam tarzına direnmektedir. Bu direnç karşıda daha fazla öfke daha fazla kin ve düşmanlık oluşmasına sebebiyet vermektedir. Fay hatlarında aşırı enerji birikim vardır. İşte Müslümanların çok iyi görüp anlaması gereken bu gerçektir.

Şer ittifakı, İslam coğrafyasını ‘Verimli Kaos Teorisi’ çerçevesinde paramparça etmek istemektedir. Etnik ve mezhebi parçalanmanın sağlanması için karışıklık ve kaosla yeni kimlik inşa etme peşindedir. ABD hedef aldığı ülkeleri alt etnik/mezhebi gruplara bölüp yeni uluslar/kimlikler oluşturmayı bir strateji olarak benimsemiştir. Mevcut yönetimde danışmanlık yapan Richard Haass, ‘Karışıklık’ adlı kitabında yeni bir ulus inşa etmenin yollarını ABD yönetimine sunmaktadır:

“…Güç politik değişiklik olayı ise, fazla bir zeka gerektirmeden ve biraz da iyi şansla işe yarayabilir. Aksi halde tek başına güç kullanımı politik değişiklikler için yeterli değildir. Bu şekilde bir değişiklik için en etkili yol, değişik şekillerde karışıklık yaratmaktır. ‘Ulus inşa etmek’ bu yollardan biridir. İlk önce tüm karşı çıkanları yok edeceksin ve daha sonra başka bir topluluk yaratma işiyle meşgul olacaksın.”19

Şer ittifakının Irak’ta yapmaya çalıştığı bundan başka bir şey değildir. Irak için ortaya atılan ve ne yazık ki Müslümanların da kullandığı ‘Şiiler, Sünniler ve Kürtler’ kavramsallaştırması, yeni kimlikler inşası içindir. Şii ve Sünni kavramları mezheple, Kürt kavramı ise etnik kökenle ilgilidir. Kürtler içinde Sünni ve Şiiler olduğu gibi, Sünni veya Şiiler içerisinde Kürtler de vardır. Ama bunlar birbirlerinden apayrı imiş gibi bir sunum yapılmaktadır. Kavramsallaştırma, kaosu beslemek ve ardından alt kimlikleri üste çekip parçalanmayı sağlamak amaçlı olarak yapılmaktadır.

Bütün bu gelişmelere kısa vadeli baktığımızda gelişmeler olumsuzdur. Ancak uzun vadeli baktığımızda Müslüman orijinli halkların şuurlu bir uyanışını görmekteyiz. ‘Ben ateist Müslüman’ım’ diyen bir neslin kendi köklerine dönme arayışı söz konusudur. Kaybettiğimiz bir nesli yeniden kazanmaktayız. Sömürgeciliğe karşı, zulme karşı, emperyalizme karşı direnişin yeni adresi ve dili İslam’dır. Bu gerçek akıldan hiç çıkarılmamalıdır.

Bunun için başta Türkiye olmak üzere İslam coğrafyasındaki ülkelere düşen görev, Batı taklitçiliğini, batı hayranlığını bırakıp kendi aslî kimliklerine dönmek olmalıdır.

Toplumun heyecanını, motivasyonunu düşürecek, bozacak, kendi değerlerinden şüpheye düşürecek her türlü söylem ve davranıştan kaçınılmalıdır. Bu nedenle AB’ye ilişkin söylemler terkedilmelidir. Toplumu Batı değerleri lehine tek yanlı şartlandırmadan vazgeçilmelidir.

Stratejik alanda yabancılara açık yapılan özelleştirilmelerin gelecekte uluslararası sermaye tarafından silah olarak kullanılacağını ve bu ülke topraklarının stratejik bölgelerinin parayla satın alınıp özerkleştirilebileceğini gözden ırak tutmamalıyız. Theodor Herzl tarafından Osmanlının tüm borçlarına karşılık Filistin topraklarının II. Abdülhamit’ten istendiğini unutmamalıyız. En zor zamanlarda, satılmayan toprakların özelleştirme sloganı altında satılmasına müsaade etmemeliyiz. Teknolojik alt yapıyı tahrip edecek, engelleyecek her türlü ucuzculuktan kaçınmalıyız.

Başta yöneticiler olmak üzere herkes Türkiye üzerine oynanan uluslararası büyük oyunu görmelidir. Yıllardır Kürt kökenli kardeşlerimiz üzerinden oynanmak istenen oyun iyi analiz edilmelidir. 10 yıl önceki Müslüman bir Kürt kardeşimizdeki Kürt milliyetçiliğine ilişkin bakışla bugünkü bakış aynı mıdır? Böyle bir değişimin sorumlusu kimdir? Hangi faktörler bu sonucu doğurmuştur? Bunları bu ülkede yaşayan herkes kendine sormalıdır. O nedenle Şemdinli olayları, yalnızca provokasyonla açıklanıp geçilecek bir olay değildir. Paris olaylarının benzeridir. Üç faktörün kesişiminin bir sonucudur. Eğer zihinsel bir alt yapı olmasaydı, o kalabalıklar toplanamazdı. Bu durumun inatla sürdürülmesinin gelip dayanacağı son bellidir. Tarihten ders almak isteyenler, Hüseyin Kazım Kadri’nin İmparatorluğun Tasfiyesi  isimli kitabını mutlaka okumalılar. Tarihimizdeki bunca acı olaylardan ders almak istemeyenler ancak körler ve sağırlar olabilir:

“Ne zaman onlara: “Allah’ın indirdiklerine uyun” denilse, onlar: «Hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye (geleneğe) uyarız» derler. (Peki) Ya atalarının aklı bir şeye ermez ve doğru yolu da bulmamış idiyseler?

Küfre sapanların örneği çağırma ve bağırmadan başka bir şeyi duymayan (duyduğu şeyin anlamını bilmeyen hayvan) a haykıranın örneği gibidir. Onlar, sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler; bundan dolayı akıl erdiremezler.”(2/170-171)

Her türlü hak arayışını yasaklayan ve suçlu gören bir zihniyetin ve bir sistemin bizi getirdiği nokta, insanların adaleti el kapılarında aramasıdır; iç gerilimdir ve kaostur; alt kimliklerin üste çıkmasıdır. Kendi halkını tehlikeli ve düşman olarak gören nadir sistemlerden biridir Türkiye’deki sistem. Sistem ve halk zıtlaşması ortadan kaldırılmalıdır. Devlet milletin emrinde olmalıdır.

İslam bu ülkenin çimentosudur, harcıdır. Güneş sisteminde güneşin oynadığı rol neyse Türkiye’de hatta İslam coğrafyasında da İslam’ın üstlendiği rol odur. Güneş yoksa gezegen sistemi de yoktur. İslam yoksa bu coğrafya 8 şiddetindeki depremin yapacağı hasara eş bir hasar görür. Oluşan tsunami dalgaları her şeyi yerle bir eder. O nedenle yöneticiler, sorumlular, sivil ve askeri bürokratlar iki de bir İslam’ı bir iç tehdit olarak sunmaktan ve bundan dolayı da Müslümanlara eziyet etmekten vazgeçmelidirler. Dünyada bütün bu olaylar olurken İslam ülkelerinin Mekke’deki toplantısına Cumhurbaşkanının katılmayacağını belirtmesi ülke adına bir talihsizliktir.

Müslümanlar yakınmayı, olayların peşine takılıp gitmeyi bırakmalıdır. Rey ver ve kurtul anlayışından vazgeçilmelidir. Toplumu yaşadığı şizofreniden kurtarmak öncelikli görev addedilmelidir. Bunun için de, önce Müslümanların kendilerini Kur’ân ve Sünnet çeşmesinde yeniden yıkayarak arınmaları şarttır. Kafalarındaki yabancı tortuları, melez değerleri silip atmaları, bugün için acil ve öncelikli bir görevdir. Ancak böyle bir arınma, onlara içlerinde bulundukları koşulları değiştirme güç ve imkanı verecektir:

“Gerçekten Allah, kendi (öz)nefislerinde olanı değiştirip bozuncaya kadar, bir toplulukta olanı değiştirip-bozmaz...”(13/11)

“Nedeni şu: Bir kavim (toplum), kendinde olanı değiştirinceye kadar Allah, ona nimet olarak bağışladığını değiştirici değildir. Allah şüphesiz işitendir, bilendir.”(8/53)

-Müslümanlar, ancak böyle bir arınma ile layık oldukları yönetimlere kavuşabileceklerdir.

-Müslümanlar, ancak böyle bir arınma ile dünyada ezilen tüm insanların dertlerine çare olabileceklerdir.

-Müslümanlar, ancak böyle bir arınma ile dünyanın dört bir tarafına dağılmış Müslüman göçmenlerin hakkını koruyabilecek ve onların provoke edilmesine imkan vermeyebileceklerdir.

Güçlü, büyük Türkiye’yi ve İslam ümmetini; kavgayla değil barışla, bölünerek değil bütünleşerek, zulümle değil adaletle, cehaletle değil bilgiyle, irfanla, hikmetle, ilimle, düşmanlıkla değil kardeşlikle, tüketerek değil üreterek yeniden inşa edebiliriz. 

Notlar

1- Neşe Düzel, Ayaklanan Müslüman Ateistler, Radikal, 14.11.2005.

2- BIANET, 7.11.2005.

3- Hindistan Times, 8.11.2005.

4- Zaman, 9.11.2005.

5- Derya Sazak, Yeryüzünün Lanetlileri, Prof. Bumin Fransa’daki Şiddet Olaylarını Değerlendirdi, Milliyet, 14.11.2005.

6-Hüseyin Baş, Fransa’da Yaşananlardan Sağ İktidarlar Sorumlu, Cumhuriyet,  14.11.2005.

7-Naima Bouteldja, Olayları Sarkozy Körükledi (The Guardian) Cumhuriyet, 14.11.2005

8- BIANET, 9.11.2005.

9- Balçiçek Pamir, Irkçılık Yok Ayırım Var, Sabah, 14.11.2005.

10- Musa Serdar Çelebi, Fransa Olayları ve Fransada Yeni Irkçılık, Zaman, 14.11.2005.

11- Aydınlık, 13.11.2005. S:46.

12- Kotkin, J., ‘Dünya Ekonomisine Yön Veren Kabileler’, NPQ, c.1/3, 1992, s. 50-55.

13-. Huntıngton S., Medeniyetler Çatışması, Vadi Yayınları, Ankara, 1997.

14- Birol Akgün, Faşizm, Bilim ve Çatışmacı Zihniyet: Huntıngton, Lewis ve Batının Bitmeyen Düşmanları, Liberal Düşünce, yıl 9, sayı 35 yaz 2004 S: 109-112

15- İbrahim Karagül, New York Metrosunda Öldürülen 4 MOSSAD Ajanı ve Paris Yangını, Yeni Şafak, 9.11.2005.

16- Zaman, 8.11.2005.

17- Londra Arap Gazetesi El Hayat, 9.11.2005

18- Canoğlu, Y., 21. Yüzyıl Haçlı Savaşlarında yeni Bir Tuzak: Ilımlı İslam Cumhuriyeti, Umran Dergisi, Sayı:117, 2004, S:15-25.

19. Bilici, A., Amerika Ortadoğu’ya Demokrasi Getirir mi?(2), Zaman Gazetesi, 25.02.2004.

1 Kasım 2005 Salı

MEDENİYETLER ÇATIŞMASINDA MÜSLÜMANLARIN YOL HARİTASI-VII: ÖNCÜLERİN ÖNCELİKLİ GÖREVLERİ: KUR’AN’IN REHBERLİĞİNE ÇAĞRI

 (Umran Dergisi)

‘Kapkaranlık geceler gibi işler karıştığında Kur'an-ı Kerime Sarılın’ Hz. Muhammed

 

Ana Soru: Zihinsel Yehmadan* Çıkış Nasıl Mümkün Olabilir? 

“Küreselleşme” adlı yalan makinesi, Müslümanların zihin ve düşünce yapılarını çölleştirip yehmalaştırıyor. Bu büyük yalan makinesi(psikolojik savaş aygıtı), yalanın, yanlışın içerisine bir miktar doğru zerrecik serpiştirerek insanlarımıza her istikameti doğru olarak göstermeye çalışıyor. Çöldeki yehmalar doğal olarak vardır; bölgeyi bilmeden rasgele hareket ettiğinizde yolunuzun bir uğrak yeri olabilir; o zaman da tehlike ile karşı karşıya kalır, doğanın kendi seyrine uygun icra ettiği bir kanuniyetle başbaşa kalırsınız.

Zihinde yehmalaşma ise, rasgele karşı karşıya kalınan bir durum değildir. Burada evlere kadar nüfuz etmiş, 24 saat boyunca size doğruyu yanlış ve yanlışı doğru olarak empoze eden, şeytanın yoluna sizi siz fark etmeden götürmeye çalışan bir yehmalaştırma, bir şaşırtma, bir aldatma, bir psikolojik savaş makinesi ile karşı karşıyasınız.

Bu zihinsel çölleştirme, kısırlaştırma makinesi, 21. asrın en tehlikeli silahı olarak belli bir ideolojik kimliği olan uluslararası sermayenin kontrolünde dünyayı hakimiyeti altına almak için kullanılmaktadır. ABD’yi de kontrol altına alan bu sermaye grubu, hiçbir ölçü, hiçbir kural ve kurumu kâle almamakta, provokasyonlarla, aldatmalarla, ihanetlerle her şeyi parçalayarak yutmak istemektedir. Her türlü kutsalı istismar etmekte, her türlü kavramı çarpıtmakta, ahlakî endişeleri, dostluk ve sevgi kavramlarını anlamsızlaştırmaktadır. Dost-düşman, doğru-eğri birbirine karışmaktadır. İşte bu, zihinsel yehmalaştırmadır.

İslam dünyasını hedef alan Büyük/Genişletilmiş Ortadoğu Projesi(BOP/GOP) de, yeni zihinsel fay hatlarının oluşmasına ve daha derin zihinsel bir yehmalaşmaya sebebiyet verecek operasyonları başlatan bir projedir. Türkiye’ye dönük olarak BOP’un yanı sıra hızlandırılan AB süreci, Türkiye’de var olan kimlik krizini daha da derinleştirecektir.

İşte bu süreçte soru şudur: Bütün bu fay hatları ve yehmalarla dolu bir çölde seyahat edecek olan bir ümmeti kurtuluş yoluna, selamet yoluna nasıl çıkarabiliriz? Sırat-ı Müstakîm’e ulaşmak için rehberlik görevi nasıl yerine getirilebilir? Müslümanların zihin dünyası, bu soruların doğru cevabını bulmak için seferber olmalıdır.

Geçmişte ve Günümüzde Samimi Dostlarımız(!)

İslam coğrafyasının şu an karşı karşıya kaldığı durum, kalbi açık olanlar için yeni bir olgu değildir ve sürpriz de değildir. Geçmişte yaşananların daha ileri bir düzeyde tekerrüründen ibarettir. Osmanlı coğrafyasında benzer şeyler yaşanmıştır. Tarih bu coğrafyada bir kez daha tekerrür eder gibidir. Osmanlı’daki Islahat ve Tanzimat hareketleri ile, BOP ve AB kapsamında başlatılan değişim ve yenilik(!) hareketleri neredeyse birebir örtüşmektedir. Bu gün AB ve BOP kapsamında yönetimlere ve Müslümanlara yaptıkları öneriler/tavsiyeler ile geçmişte Osmanlı imparatorluğuna ve imparatorlukta yaşayan değişik milletlere, halklara yaptıkları teklifler arasında bir fark yoktur.

Her iki durumda da samimi dostlarımız(!), Bize samimice(!) tekliflerde/tavsiyelerde bulunmuşlardır.

Evet, dün Osmanlı’nın bütün samimi dostları(!) borçları ödemek için topraklarımızı satmayı önermişlerdir:

“Öyleyse Türklerin bütün samimi dostları ancak tek bir tavsiye verebilir: Evi kurtarabilmek için şatoyu ve yatı elden çıkarmak, evi ağır borçlar altında ezmektense mirasın açık veren kısımlarını nakde çevirmek, gençliği -Avrupa’da boş yere öldürtmek için- Anadolu’daki köklerinden koparmamak. Sadece 4 milyon nüfusla “Büyük İmparatorluk” rolü oynamak, Türkleri önlenemez bir yıkıma götürür.”1

Batı ile işbirliği içinde olanlar da bu tavsiyelere memnuniyetle uymuşlardır. Makedonya borçlarının düzenleneceği bir konferansa Osmanlı hükümetini temsil etmek üzere katılan zamanın Maliye Bakanı Cavid Bey’in Paris ve Londra’da Journal de Geneve’e yaptığı açıklamaları başka türlü yorumlamak mümkün değildir:

“- Avrupa bize borç vermek istemiyor. Ancak bizim başka imkanlarımız da vardır. Ülke dahilinde zorunlu borç toplayabiliriz.

- Ama zengin sınıfınız, en azından İstanbul’dakiler, yurtsever değildir; ne Türk ne de Müslümanlar. Hazine bonolarınızı almıyorlar, diyor muhabir.

- Kanunla parasını borç vermeye zorlarız. Zaten bize teslim bayrağını  çektiren para eksikliği değildir. Hazine bonoları karşılığında ülke dahilinde rahatça bir milyon Türk lirası toplayabiliriz.

İdealist değiliz; Makedonya ve Arnavutluk’un kaybı moral bir kayıp oldu  şüphesiz, ama maddi bir kayıp olmadı. Aksine! Bütün gücümüzü zengin  kaynaklara sahip Küçük Asya’yı geliştirmek için harcayacağız.

Makedonya ve Arnavutluk’dan kurtulmak bizim için iyi oldu.”1

Bugün de Türkiye’nin samimi dostları(!) benzer teklifleri daha diplomatik bir lisanla seslendirmektedirler (diplomatik lisandan arındırarak söylersek):

“Kıbrıs sırtınızda bir yüktür. Kıbrıs’ı bırakın ekonominiz düzelsin. AB’ye girmenin ön şartı Kıbrıs’tır.”

Bugün Batı ile işbirliği içinde olanlar da benzer sözleri tekrarlayıp durdular/duruyorlar:

“Kıbrıs, Türkiye’ye yıllık… şu kadara mal oluyor. Oraya verilen paralar heba olup gidiyor. Sadece tüketiyor. Oraya yapacağımız yatırımı Anadolu’ya yapalım. Zaten Kıbrıs’ın bir stratejik önemi yok ki…”

Para karşılığında bir taraftan Kıbrıs’ın elden çıkarılması meşrûlaştırılırken; diğer taraftan Anadolu yabancı sermayeye sinsice pazarlanıyor. Başta İMF ve ABD yönetimi olmak üzere Batı tarafından önerilen formül, kamu sektörünün yabancı ortak içerecek şekilde özelleştirilmesidir. Yabancı ortak içermeyen stratejik alanlardaki özelleştirmelere şiddetle karşı çıkıyorlar ve baskı yapıyorlar. ‘Kamu kuruluşlarının siyasetçilerin çiftliği olduğunu’ ve ‘çalışanlar yan gelip yattığı için zarar ettiklerini’, bunun için mutlaka özelleştirilmesinin şart olduğunu ileri sürenler, neden zarar edenleri değil de kâr eden kuruluşları özelleştirdiklerini ve zarar edenleri de devletin çatısı altında bıraktıklarını izah edebiliyor değillerdir.

Ayrıca yabancı sermaye Türkiye’nin kalkınmasına ve kuvvetlenmesine imkan sağlayacak hiçbir yatırıma bugüne kadar girmemiştir. Aldıkları şirketlere ciddi bir yatırım yapmayıp zamanla kapatma ve ihtiyaçları dışarıdaki şirketleri aracılığıyla ithal etme yoluna gitmişlerdir. Telekom bunun en canlı örneğidir.

ABD silahlarına güvenerek kendi alt yapısını tahrip eden bir Türkiye’nin, İnönü zamanında Kıbrıs olaylarında Johnson’un mektubuyla nasıl sarsıldığı üzerinde; bugün özelleştirme adı altında uluslararası sermayeye en stratejik alanları verenlerin, bu ülkenin geleceği adına, gelecek nesiller adına bir kez daha düşünmesinde fayda vardır. Türkiye’nin kaderinde 40 yıla yakın rol oynayan Demirel’in tabiri ile(mana itibarıyla);

“Soğuk savaş döneminde her şey iyi idi. ABD bizim adımıza strateji üretiyor, biz uyguluyorduk. Sovyetler çöktükten sonra ABD çok boyutlu, çok yönlü bir strateji uyguluyor. Şimdi işler çok karıştı.” tarzında yaptığı itiraf üzerinde de bugün ülkeyi yönetenlerin düşünmesi gerekir.

Ve bugün ülkeyi yönetenlerin, Theodor Herzl’in Osmanlı’nın bütün borçlarının ödenmesi karşılığında Filistin’den Yahudi devleti için bir yer istemesine; II. Abdülhamit’in verdiği o büyük ve anlamlı cevabı üzerinde oturup derin derin düşünmelerinde çok fayda vardır:

“Bu yerler bana ait değil, milletime aittir! Bu yerlerin her karış toprağı için şehit verilmiştir! 93 Harbi’nde Ordu-yu Hümayun’umun Filistin Alayı’nın askerleri bir tanesi dönmemek üzere şehit olmuşlardır!

Ben canlı vücut üzerinde paylaştırma yapamam! Filistin’e ancak cesetlerimiz üzerinden girilebilir! Böyle bir teklif yapan adam, bir adım daha atmasın ve memleketi terk etsin!’’

Dünkü en samimi dostlarımız(!), İstanbul’un yönetimini müttefiklere para karşılığında bırakıp tamamen Anadolu’ya geçilmesinin menfaatimize olduğunu tavsiye etmişlerdir:

 “Öyleyse Türklerin her samimi dostu onlara İstanbul’u Müttefiklere bırakmalarını, Boğazlardaki tahkimleri kaldırmak karşılığında Rusya’dan tatminkar bir meblağ talep etmelerini ve Anadolu’yu kurtarmak üzere Asya’ya dönmelerini hararetle tavsiye etmelidir… Başka her çözüm Türk geleceği için ölümdür. Şöyle haykırmak gerekmektedir: “Avrupa’daki Osmanlı İmparatorluğu öldü, yaşasın Asya’daki Türk Sultanlığı!”

“Avrupa’dan neredeyse tamamen tasfiye edilmiş Osmanlı Devleti’nin Hıristiyan topraklarını kirletmeye ve iki kıtanın havasını zehirlemeye devam etmesinde kimin ne çıkarı vardır?

“Türk çetelerinin Asya’ya, kendi evlerine dönmek üzere Büyük Konstantinos’un şehrini nihayet terk etmesinden hangi ülke zararlı çıkacakmış, söyleyin. İstisnasız bütün güçler kazanacaktır, Türkler bile; çünkü içinde bulundukları devamlı can çekişme hali onlara ancak acı verebilir. Osmanlı, çok ağır bir mal yüklenmiş açgözlü bir hırsız gibidir sanki.”1

Bugünkü çok samimi dostlarımız(!) bu kadar açık teklif yapmamakta, daha diplomatik bir lisanla sonuca gitmeye çalışmaktadırlar. Sermayenin serbest dolaşımı sloganıyla Türkiye’nin mana olarak en stratejik alanlarında toprak ve bina alımını, bazen legal, bazen de illegal bir şekilde yürütmektedirler. GAP bölgesinde ve İstanbul’un mana itibariyle stratejik bölgelerinde, Fener Patrikhanesi çevresi gibi, yapılan alımlara geçmişteki teklifleri açısından bakmakta fayda vardır. Bu, ticaret adı altında toprakların satılmasıdır; arkasından gelecek olan tampon bölgeler ihdasıdır.

Dünkü samimi dostlarımız(!) İstanbul’un satılmasının Türklerin menfaatine olduğunu tavsiye ederken gerçekte Kiliseler Birliği’nin kurulabilmesinin önünü açmak istiyorlardı:

“Kiliselerin yüz milyonlarca Hıristiyan tarafından arzulanan birliğini sağlamak için, öncelikle İstanbul’un Türk idaresinden kurtarılması ve Ayasofya’daki hilalin Kutsal Haç’la değiştirilmesi gerekir.

O halde, cihanşümul kiliselerin birleşmesi gibi kutsal bir iş için, İstanbul’un Çar Ferdinand ve yiğit müttefiklerinin eline geçmesi kesinlikle zaruridir.”1

Bugün de en samimi dostlarımız(!), Fener Rum patriğinin ekümenikliğinin tanınmasının, Türkiye’nin menfaatine olduğunu tavsiye etmektedirler.

Ayasofya müze haline getirilip Müslümanların ibadetine kapatılarak, hilalin ifade ettiği anlam fiilen kaldırılmıştır. Şimdi sıra haçın yerine konmasına gelmiştir. Papanın Türkiye’yi ziyaretinde Ayasofya’da ibadet yapma isteği, hilalin yerine haç yerleştirmek manasına gelecektir. Müslümanlara kapalı bir mekanın Hıristiyanların en üst temsilcisine ibadete açılmasının gelecekte ne tür talep getireceğini kestirmek güç olmasa gerekir.

Bir gün AB müzakere sürecinde bu konuların şart olarak masaya gelebileceği göz ardı edilmemelidir.

Dünkü samimi dostlarımız(!), İstanbul’un satılmasının Türklerin menfaatine olduğunu tavsiye ederken, gerçekte çok stratejik öneme haiz olan Boğazların Avrupa’nın/Rusya’nın kontrolüne girmesini istiyorlardı:

“İstanbul, bu güruhun Avrupa’nın vücuduna sapladığı mızraktır. Engereğin zehirli dişlerini sökmek gerekmez mi? Sarılar ve Beyazlar arasındaki çarpışma bu kadar yakınken, İstanbul ve Çanakkale Boğazlarının hakimiyetini Sarı ve Müslümanların öncüsü elinde bırakmak bir delilik, mücrim bir dalalettir; askerlik biliminin temel kavramlarına taban tabana terstir.

“Sarıların ve Müslümanların Avrupa’ya giriş kapısı İstanbul’dur, daha önce de böyle yapmışlardı. Bu en önemli nöbet menzilini, Avrupa’nın Sarıların öncüsüne karşı girdiği savaşta fevkalade cesaretini defalarca kanıtlamış yiğit Müttefiklere emanet etmek gerekir. Avrupa’nın ‘İsviçreli muhafız’ları olması gerekenler onlardır; ayrıca kendi hesaplarına, Tuna üzerindeki arka cephelerini de güven altına alacaklardır.”1

Yukarıdaki ifadelerden görülebileceği gibi samimi dostlarımız(!), 1900’lu yıllarda kendileri için iki büyük tehlike olarak Müslümanlarla Sarıları görüyorlardı. Şimdi, 21. Asırda, ABD’li bir stratejisyen Huntington, medeniyetler çatışması adlı tezinde ABD için iki düşman olarak gene Müslümanlarla Çinlileri görmektedir.

Dünkü samimi dostlarımız(!), Osmanlı İmparatorluğunun Küçük Asya’ya bir kırallık olarak çekilebilmesi için Jöntürk hareketini desteklemişlerdir. Dostluğu daha da ileri götürerek bütün isyancı/bölücü unsurları, Jön Türklerle birleştirerek Jön Türkleri bir güç haline getirmişlerdir:

“1908 darbesini tertip etmek için, Osmanlı kuvvetini teşkil eden çimentonun bütün unsurlarını çatırdatmak ve eritmek için, 1912-1913 savaşına uygun şartları yaratmak için harcadığım son on yıl zarfında ikna oldum ki, Ermeniler kendi kaderlerine karşı kayıtsızlık içindedir. O halde, yüce gönüllü Çar’a başvurmaları dışında bir tercih kalmıyor Ermenilere.

“Osmanlı Devleti’nin Asya’daki mevcudiyetini tasfiye etmek, Küçük Asya halklarını Avrupa medeniyetine tabi kılmak ve hiç sıcak bakmadıkları Hıristiyanlığın aralarında yayılmasını sağlamak ciddi ve acil meseleler olarak gözükmektedir; çünkü başka türlü, panislamizm Fransa, İngiltere ve Rusya için çok tehlikeli bir hale gelebilecektir. Anadolu’ya sıkıştırılmış Türkleri Ermeniler, Suriyeliler ve Rumlarla kuşatmak, Müslüman Araplardan uzaklaştırmak zaruridir.

 “Osmanlı İmparatorluğu’nun çözülüşü Kırklareli’nde, Edirne’de, Kumanova, Janini ya da İşkodra’da vb. son bulduysa eğer, başladığı yer de New York’daki “Lyric Hall”dür: 19 Mayıs 1907 tarihinde sekiz yüz Arnavut, Arap, Ermeni ve Makedon’u bundan böyle bütün komitelerini (onları yaşlı-Türklerle kavgaya itmek üzere) Jöntürklerle birleşme ve ortak hareket etme amacına kilitleyecek kararı imzalamaya ikna ettiğim an... Paris, Roma, Lizbon ve başka birçok başkentte merkezleri bulunan Latin-Slav Birliği ya da New York, Chicago ve başka Amerika şehirlerinde merkezleri bulunan “Freedom Committe” (pro Albania, Arabia, Armenia e Macedonia) ise gerekli zemini hazırlamıştı.

“Dört halk ve Jöntürkler arasında tesis edilen bu birlik, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasını sağlayan 1908 ihtilalini doğurdu. 19 Mayıs 1907’den itibaren tam beş yıl boyunca dur durak demeden Müslümanların “kale”sini bombaladık. 1912’de binbir zahmetle hâlâ ayakta durmaktaydı, ama geçen her saat onu yeni bir iç sarsıntıyla tehdit ediyordu. Karadağın Yaşlı Kartalı nihai darbeyi indirmek için işte bu anı beklemişti. Şanlı müttefikleriyle beraber yaptığı destansı kahramanlık hamlesi, Osmanlı Devleti’nin çöküşünü süngüyle tamamladı.”1

Bugün de Türkiye’nin samimi dostları(!) etnik tüm hareketlere gerekli her türlü lojistik desteği veriyor, uluslararası desteği sağlıyor ve içerdeki tüm gayrı memnunları bir çatı altında birleştirmeye çalışıyor. Sivil toplum örgütlerine yapılan ikna ziyaretleri ile İslam coğrafyasını çökertecek yeni işbirlikçiler, yeni Jöntürkler arıyorlar. Müslümanların samimi dostları(!), dün İşbirlikçi olarak Jön Türkleri seçerken; bugün, RAND Raporuna göre, kendi kavramsallaştırmaları olan Modernist Müslümanları(!) seçmektedir:

“Anti-emperyalist ve sosyalist düşüncelerinden dolayı laiklere güvenilmez; fundamentalistlere ve geleneksel Müslümanlara da. Fundamentalist ve gelenekseller arasında oluşabilecek yakınlık engellenmeli. Birbirleriyle savaşmaları teşvik edilmeli. ABD ve Avrupa için güven telkin edilenler sadece, kitleleri yönlendirmede Kur’an’ı sınırlandıran Modernist Müslümanlardır. Bu grup desteklenmelidir. Fundamentalistler zayıflatılmalı ve yok edilmelidir.”2

Evet dünkü samimi dostlarımız(!), İslam coğrafyasında batı sömürgeciliğine karşı başlayan meydan okumaların son bulması, sömürgeleri dikensiz gül bahçesine dönüştürebilmesi için Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasının şart olduğunu ve bunun da Osmanlı’ların menfaatine olduğunu tavsiye etmişlerdir:

“İngiliz, Fransız ve Rus deniz kuvvetleri ve çıkartma birliklerinin buluşabileceği tek nokta Akdeniz’dir. Fakat Türkler İstanbul ve Çanakkale boğazlarını ellerinde tuttuğu müddetçe bu buluşma imkansızdır. Türkleri Avrupa’dan uzaklaştırmak öncelikli bir zarurettir öyleyse. Bu, Afrika’daki sömürgelerini muhafaza etmek istiyorsa, Fransa için neredeyse bir ölüm kalım meselesidir; Hindistan’a açılan yolu korumak ve Mısır’ı elinde tutmak istiyorsa İngiltere için de öyledir.”

“Osmanlı Devleti, Almanya’ya hizmet eden panislamistlerin kalkanı ve umududur. Dört milyon Türk “İmparatorluk” olarak kaldığı sürece Cezayir’deki, Tunus’daki, Fas’daki, Mısır, Hindistan ve Kafkasya’daki Müslümanlar gelecek bir istiklale inanacak ve kolay idare edilemeyecektir. Ama Osmanlı Devleti’nin tamamen parçalanması ve Padişahın tahkir edilmesi kanıtlayacaktır ki, bir İslam İmparatorluğu imkansızdır ve (meşhur kadercilikleri sayesinde) nihai olarak boyun eğeceklerdir.”1

Bugün de Türkiye’nin samimi dostları(!), BOP kapsamında Türkiye’nin Osmanlı imparatorluğunu ABD ile işbirliği içerisinde yeniden inşa etmesini tavsiye etmekte ve bu misyon kapsamında BOP’da aktif görev almanın Türkiye’nin menfaatine olduğunu ifade etmektedirler.

Gerçekte Türkiye üzerinden İslam coğrafyasındaki uyanış ve direniş hareketlerini kontrol altına almak istemektedirler. İslam coğrafyasında ki ABD ve Batı düşmanlığının engellenmesi, direnişlerin kırılması için Türkiye’nin ileri karakol, jandarmalık görevi yapmasını tavsiye etmektedirler.

Dünkü samimi dostlarımız(!) tavsiyelerinin yerine getirilmesini, aksi taktirde iç isyan ve çalkantılarla uğraşmak zorunda kalabileceğimizi yeni bir tavsiye olarak tavsiyelerine eklemlemeyi de ihmal etmemişlerdir:

“Osmanlı İmparatorluğu’nun her gün birbirini kovalayan isyanları izlemekten başka yapabileceği bir şey yoktur, isyanları engelleyebilecek ne güce ne imkana sahiptir. Şayet mevcut güçler bu imparatorluk hayaletini -ki aslında uzun zaman önce yok olmuştur- gözden çıkarsalardı ve tebaasına, tarihten arta kalmış “gevşek bağ”dan, İstanbul etrafında günbegün yoğunlaşan bir iç ve dış düşmanlar sürüsünden kurtulması için yardım etselerdi, her şeyden önce bizzat Türkleri kurtarmış olurlardı.

“Eskiden fethettiği toprakları muhafaza etmekten vazgeçip vurgunlarından geriye kalanı imar eden Osmanlı, Anadolu’da önemli bir krallık haline gelebilecektir; beş deniz arasında, sağlıklı bir ilerleme için gereken bütün unsurlara sahip, kan ve din olarak mütecanis bir krallık. Farklı halkların bir arada yaşadığı topraklar, Osmanlı için daima bir zayıflık kaynağı ve bir yük olmuştur.”1

Bugün de Türkiye’nin dostları(!) aynı içerikli yeni tavsiyelerde bulunmayı ihmal etmemektedir. ABD’li yöneticiler kendi ülkelerindeki etnik grupların ayrılıkçı davranışlarının ABD kimliği için zararlı olduklarını söylerken dostları(!) olan Türkiye’ye de farklı etnik unsurların ayrılıkçı davranışlarının faydalı olduğunu tehditkâr bir tonla tavsiye ediyorlar:

“Graham Fuller: Kürtlerin bu üç ülkede girişeceği özerklik, ardından gelebilecek bağımsızlık ve hatta birlik arayışları bölgeyi istikrarsız kılacaktır. Böyle bir eğilim artık en azından Irak’ta önüne geçilmez bir hal almıştır. Sadece zaman, bölgesel olaylar ve izlenilecek politikalar bu sorunun cevabını verebilecektir… Eğer Ankara bu süreci durdurmaya çalışırsa ortaya çıkacak sonuç tehlikeli ve masraflı olabilir. Böyle bir deneme sadece Türkiye’nin önemli bir parçasını kaybetmesine yol açmayıp, kaçınılmaz olarak Türkiye’nin diğer bölgelerine dağılmış Kürt topluluğunun da istikrarsızlığına sebep olacaktır. Kürt sorunu, Türkiye’nin gelecekteki istikrarı, bölgedeki rolü ve Batı ve ABD ilişkileri için büyük önem taşımaktadır.” 3

Bütün bu karşılaştırmaları yapmaktan amacımız bugünkü samimi dostlarımızın(!) yaptıkları tekliflerin bizi nereye götürebileceğini sorgulamaktır. Bunca acı tecrübeyi, aldatmayı ve ihaneti yaşamış bir coğrafyanın, bir kültür ve medeniyetin insanları olarak hâlâ bir istikamet tutturamamış olmanın, olaylardan yeterince ders çıkaramayıp tarihi yeniden yaşamak durumunda kalmış olmanın nedenlerini araştırmaktır. Hastalığın ana sebeplerini teşhis edebilmektir.

Kendileri Müslümanları açıkça düşman olarak ilan ederken nasıl oluyor da bu ülkenin kaderinde söz sahibi olanlar, onları müttefik değil de dost olarak görmeye, bütün tavsiyelerini yerine getirmeye çalışıyorlar. Geçmişte işbirliği yaptıklarının tümünün bizzat batılı samimi dostları tarafından tasfiye edildiklerini gördükleri/bildikleri halde böyle bir işbirliğine neden giriyorlar?

Bu denli bir körlüğün , sağırlığın ve basiretsizliğin sebebi nedir?

İblisin Yeminini Yeniden Okumak: Yanlış Rehberler Seçmek

Girişte de ifade ettiğimiz gibi 21. asrın, zihinsel bir çölleştirme / yehmalaştırma süreci olarak yaşanması için yoğun projeler yapılmaktadır. Farklı kültür ve medeniyetlere ait tüm kavramların revizyona tabi tutulması bunun göstergesi olarak görülmelidir. Her yön, her istikamet ve her yolun aynı olduğunu gösterme gayretidir bu. Gerçekte bu, İblis’in ilk yaratılış olayında yaptığı yeminin tezahüründen başka bir şey değildir:

“Dedi ki: «Madem öyle, beni azdırdığından dolayı onlar(ı insanları saptırmak) için mutlaka senin dosdoğru yolunda (pusu kurup) oturacağım.»

«Sonra da muhakkak onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından kendilerine sokulacağım. Onların çoğunu şükredici bulmayacaksın.»”(7/16,17)

İblis’in yaptığı bu yeminin manası, insanoğlunu zihinsel bir travma, zihinsel bir çölleşme, zihinsel bir yehmalaşma içerisine sokarak doğru yolu bulmasını engellemektir. Hz. Adem’le birlikte başlayan bu çatışma süreci kıyamete dek sürecektir. Böyle bir süreçte yol bulmak, istikamet tayin etmek, engellere, tuzaklara, mayınlara ve her türlü tehlikeye yakalanmadan kurtulabilmek ancak ve ancak güçlü rehberlerle mümkün olabilecektir. Onun için Allah zihinsel travma/ çölleşme /yehmalaşma dönemlerinde insanlığa istikameti ve dosdoğru yolu gösterecek rehberler, Peygamberler ve Kitaplar, göndermiştir:

“İnsanlar tek bir ümmetti. Allah, müjdeciler ve uyarıcı-korkutucular olarak peygamberler gönderdi ve beraberlerinde, insanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda, aralarında hüküm vermek üzere hak kitaplar indirdi…”(2/213)

Son 150 yıllık dönemde İslam coğrafyasının kaderinde söz sahibi olanlar, ölçüyü kaçırıp, bu rehberleri terk etmişlerdir. Gerçek yol gösterici(Kur’ân ve Sünnet), kendi yanlarında, hatta evlerinin en mümtaz bir yerinde ve en güzel kılıflarla esir edilip susturulmuş bir vaziyette tutulmuştur:

“Peygamber dedi ki: «Rabbim, gerçekten benim kavmim, bu Kur’an’ı terkedilmiş (bir kitap) olarak bıraktılar.»”(25/30)

Kur’ân yerine yeni edindikleri rehber dostlarının(!) verdiği reçeteler ise, hastalığı artırmaktan başka bir işe yaramamıştır:

“İlaç ve deva olarak ne yaptılarsa, Istırap arttı ihtiyaç da giderilemedi.”

Kenan Evren ve Demirel gibi, ‘Bağdat harap olduktan sonra’ ihanete uğradıklarını, terk edildiklerini anladıklarında bu kurdukları ilişkiden pişman olmuş olanlar da vardır. Ancak asıl pişmanlık duyacakları yer ve gün başkadır:

 “O gün, zulme sapan, ellerini (hınçla) ısırarak (şöyle) der: «Ah keşke, peygamberle birlikte bir yol edinmiş olsaydım,»

«Vah yazıklar bana, ne olurdu da filanı dost edinmeseydim.»

«Çünkü o, gerçekten bana gelmiş bulunduktan sonra beni zikirden (Kur’an’dan) saptırmış oldu. Şeytan da insanı ‘yapayalnız ve yardımsız’ bırakandır.»” (25/27-29)

Allah’ın gönderdiği rehberleri terk edip Batıyı referans almanın sonucu yetiştirilmiş bir nesil, iki farklı değer sistemi, iki farklı kültür ve medeniyete aynı anda dahil olmanın verdiği bunalımla şizofren olmuştur. Tezatlar içerisinde gelgitler yaşamaktadır:

 “Şayet onlar da, sizin inandığınız gibi inanırlarsa, kuşkusuz doğru yolu bulmuşlardır; yok eğer yüz çevirirlerse, onlar elbette bir (çelişki ve) aykırılık içindedirler. Sana ise, onlara karşı Allah yeter. O, işitendir, bilendir.”(2/137)

Allah’ın gönderdiği rehberleri terk ettikleri için onların getirdiği değerler sisteminin gereğini yapmamışlar ve bundan dolayı da Allah bereketi, huzuru ve mutmainlik duygusunu ortadan kaldırmıştır: 

 “Ve eğer onlar Tevrat’ı, İncil’i ve kendilerine Rablerinden indirileni (Kur’an’ı) ayakta tutsalardı, elbette üstlerinden ve ayaklarının altından (sayısız nimeti) yiyeceklerdi. İçlerinde aşırı olmayan (mutedil) bir ümmet vardır. Onlardan çoğunun yapmakta oldukları ise ne kötüdür.”(5/66) 

Bugün insanlık, fıtratı ile yaşam biçimi arasındaki tezattan kaynaklanan ve Allah’ın yarattığı en şerefli mahluk olma bilincinin kaybından ve Allah’ın gönderdiği rehberlerin terk edilmesinden neşet eden bir çürüme, bir kimlik krizi yaşamaktadır:

“De ki: «Ey kitap Ehli, Tevrat’ı, İncil’i ve size Rabbinizden indirileni ayakta tutmadıkça hiç bir şey üzerinde değilsiniz.» Andolsun, Rabbinden sana indirilen, onlardan çoğunun tuğyanlarını ve küfürlerini arttıracaktır. Sen de kâfirler topluluğuna karşı üzüntüye kapılma.” (5/68)

Kur’ân Bir Hayat Nizamı, Bir Yaşam Biçimidir

Son 150 yıllık zaman diliminde Müslüman dünya, genel olarak, Kur’ân üzerinde gerektiği gibi tefekkür, tezekkür, tedebbür etmemiştir. Akif’in deyişi ile okunup geçilen bir kitaba onu indirgemiştir.

Gerçekte Kur’ân insana bir hayat nizamı, bir yaşam tarzı sunmaktadır. Yaşanmak için gelen bir değerler sistemidir. Gönderilişinin ana amacı budur:

“Sana da (Ey Muhammed,) önündeki kitap(lar)ı doğrulayıcı ve ona ‘bir şahid-gözetleyici’ olarak Kitab’ı (Kur’an’ı) indirdik. Öyleyse aralarında Allah’ın indirdiğiyle hükmet ve sana gelen haktan sapıp onların heva (istek ve tutku) larına uyma.”(5/48)

Bu amaç için Kur’ân uygulanmak üzere alınmış bir emanettir(33/72).

Bir eğlence ve şaka değildir.(2/231, 86/14).

Haktır(2/176 213 252 3/3,108 6/114).

Şifadır(10/57, 17/82, 41/44),

Kalplere devadır(5/13 16/102 39/22,23) .

İhtilafları çözendir(4/59,64).

Delildir(6/157).

Öğüttür(2/231,221, 3/138, 6/90 74/54-56).

İnzardır.(6/51 7/2 18/1-4 36/1-6,69,70).

Tebliğdir (14/52).

Müjdedir(18/1,2 19/97 27/1 41/4).

Furkandır(2(53 3/3,4 25/1 27/76,78).

Basirettir(67104, 7/203 45/20).

Rahmettir(6/154-157, 7/58,203, 16/64,89, 17/82 45/20).

Kur’ân Kurtuluşa Götüren Bir Rehberdir

Kur’ân şek, şüphe ve tezattan arı(2/2, 4/82) olup Hak’la batılı bir birinden ayırandır:

“Ramazan ayı. İnsanlar için hidayet olan ve doğru yolu ve hak ile batılı birbirinden ayıran apaçık belgeleri (kapsayan) Kur’an onda indirilmiştir.”(2/185)

Kur’ân insanlara doğru yolu, doğru yaşamı, doğru ilişki ve davranışları ve doğru düşünmeyi göstermek üzere Allah katından ve Allah tarafından indirilmiştir(10/37, 16/102, 36/5, 41/41,42, 26/192). Bir Hidayettir(39/23 45/11 75/2 17/9 6/157). Kur’ân bir nûr, bir aydınlık, bir meşaledir(4/174, 5/15, 9/32, 42/52 61/8 64/8). İnsanları kurtuluşa, mutluluk yollarına götürmektir amacı:

“İşte doğru yolu gösteren bu Kur’ân’dır. Rabblerinin ayetlerini tanımayanlar için çok kötü, acı bir azap vardır.”(45/11, 46/30)

İnsanları doğru yola iletmek için inmiş, açık, anlaşılır bir beyan, bir açıklamadır.

(2/99,118,159,221, 5/15, 6/46,59,65,114,126, 12/12, 26/193,195)

Kur’ân Bir Mücadele Rehberidir

Kur’ân aynı zamanda bir mücadele rehberidir, dost ve düşmanı ayırandır. Düşmanların niyetlerini, hilelerini, çalışma, düşünme ve mücadele metotlarını ifşa edendir.

Bu bağlamda Kur’ân müminlerin birbirlerini bırakarak kafirleri, zalimleri ve ehli kitabı veli(dost) edinmelerine şiddetle karşı çıkmaktadır:

“Ey iman edenler, sizden önce kendilerine kitap verilenlerden dininizi, alay ve oyun (konusu) edinenleri ve kâfirleri dostlar (veliler) edinmeyiniz. Ve eğer inanıyorsanız, Allah’tan korkup-sakının.”(5/57)

“Ey iman edenler, benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları veliler edinmeyin. Siz onlara karşı sevgi yöneltiyorsunuz; oysa onlar haktan size gelene küfretmişler, Rabbiniz olan Allah’a inanmanızdan dolayı peygamberi de, sizi de (yurtlarınızdan) sürüp-çıkarmışlardır. Eğer siz, benim yolumda cihad etmek ve benim rızamı aramak amacıyla çıkmışsanız (nasıl) onlara karşı hâlâ sevgi gizliyorsunuz? Ben, sizin gizlemekte olduklarınızı da, açığa vurduklarınızı da bilirim. Kim sizden bunu yaparsa, artık o, elbette yolun ortasından şaşırıp-sapmış olur.”(60/1)

 Kur’ân onların dostluklarının saptırma amacına dönük olduğunu, Müslümanlar sapmadıkça kendilerini asla dost kabul etmeyeceklerini ifşa etmektedir:

“Ey iman edenler, eğer kendilerine kitap verilenlerden herhangi bir gruba boyun eğecek olursanız, sizi imanınızdan sonra tekrar küfre döndürürler”(3/100)

Keza Kur’ân onların sırdaş edinilmesine karşı çıkmaktadır:

“Ey iman edenler, kendinizden olmayanı sırdaş edinmeyin. Onlar size kötülük ve zarar vermeye çalışırlar, size zorlu bir sıkıntı verecek şeyden hoşlanırlar. Buğz (ve düşmanlıkları) ağızlarından dışa vurmuştur, sinelerinin gizli tuttukları ise, daha büyüktür. Size ayetlerimizi açıkladık; belki akıl erdirirsiniz.”(3/118)

Bu ülkede öyle bir kimlik krizi yaşanmıştır ki, bu ülkenin sır saklayıcılarının, Milli İstihbarat ve Özel Harp Dairesi’nin, maaşlarının uzun bir dönem ABD tarafından ödenmesinde bir sakınca görülmemiştir.

Kur’ân, tüm Müslümanların birlik ve beraberlik içerisinde birbirinin dostu, sırdaşı ve yardımcısı yani tek bir ümmet olmalarını istemektedir. Müslümanlar aleyhine olacak, ümmet bilincini ve dayanışmasını yıkacak tarzda Müslümanların düşmanları ile işbirliği içerisine girilmesine Kur’ân karşı çıkmaktadır. Kur’ân ümmetin birlik ve dayanışmasını bozanları, fitnenin ve fesadın nedeni olarak ilan etmektedir:

“Gerçek şu ki, iman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler ile (hicret edenleri) barındıranlar ve yardım edenler, işte birbirlerinin velisi olanlar bunlardır. İman edip hicret etmeyenler, onlar hicret edinceye kadar, sizin onlara hiçbir şeyle velayetiniz yoktur…

Küfredenler birbirlerinin velileridir. Eğer siz bunu yapmazsanız (birbirinize yardım etmez ve dost olmazsanız) yeryüzünde bir fitne ve büyük bir bozgunculuk (fesat) olur.”(8/72,73)

Her türlü fitneye karşı Kur’ân, müminleri kuvvetlendirmekte, ayaklarını sabit kılmakta ve onlara sabırlı olmayı öğretmektedir:

“Onlar neredeyse, sana vahyettiğimizden başkasını bize karşı düzüp uydurman için seni fitneye düşüreceklerdi; o zaman da seni dost edineceklerdi.

Eğer biz seni sağlamlaştırmasaydık, andolsun, sen onlara az bir şey (de olsa) eğilim gösterecektin.”(17/73,74)

Sonuç: ‘Takva Sahibi Mü’minler En İyi ve En Doğru Yol Üzerinde Bulunurlar’

İslam dünyasının bugün içine düştüğü bunalımın temel sebebi, bir kimlik krizidir. Kim oldukları ve kimle beraber olmaları gerektiği konusunda kafalarının karışık olmasıdır. Dostla düşmanı ayıramamalarıdır. Müslümanların aleyhine düşmanları ile işbirliği içerisinde bulunmalarıdır. Birbirlerinin kuyusunu kazacak bir düşmanlık sergilemiş olmalarıdır.

Bu karanlıktan, bu zilletten ve bu kimlik krizinden kurtuluşun yolu, insan fıtratının gereği bir düşünce ve yaşam biçimi sunan ve Allah tarafından gönderilmiş olan Kur’ân’ı rehber edinmektir. Kur’ân bir nûr olarak ona tabi olanları karanlıktan aydınlığa çıkarır:

 “Bu bir Kitaptır ki, Rabbinin izniyle insanları karanlıklardan nura, O güçlü ve övgüye layık olanın yoluna çıkarmak için onu sana indirdik.” (14.1) (57.9)

İslam dünyasında ki parçalanmışlık ancak bir üst kimlik olarak Ümmet bilincine ulaşmakla engellenebilir. Bunun içinde Kur’ân’a gerektiği gibi sımsıkı tutmak gerekir:

“Allah’ın ipine hepiniz sımsıkı yapışın. Dağılıp ayrılmayın. Ve Allah’ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O, kalplerinizin arasını uzlaştırıp-ısındırdı ve siz O’nun nimetiyle kardeşler olarak sabahladınız. Yine siz, tam ateş çukurunun kıyısındayken, oradan sizi kurtardı. Umulur ki hidayete erersiniz diye, Allah, size ayetlerini işte böyle açıklar.”(3/103)

İstikamet üzere olmanın , sapmamanın, boyun bükmemenin, onurlu yaşamanın ve dik durmanın anahtarı Kur’ân’dır:

“Resûlüllah(s.): “Ey insanlar! Size öyle birşey bıraktım ki, ona sımsıkı sarılırsanız asla sapıklığa düşmezsiniz. O Allah’ın kitabı Kur’ân’dır.” (İbn Mace, Menâsik)

İstikametimizi bozduğumuz, Sırat-ı Müstakim’den ayrıldığımız zaman, kararlı duruşumuzu kaybedeceğimiz, dostla düşmanı ayıramayacağımız, ne yapacağımızı bilemeyeceğimiz ve karanlıklar içerisinde bocalayıp duracağımız gerçeğini, öncülerin unutmaması gerekir.

Hz. Peygamber etrafında kenetlenmiş bir avuç Müslüman, kendi memleketlerini terkedip Medine’ye göç ettiklerinde, muhacir oldukları bir coğrafyada kurdukları devletin anayasasına, içerisinde 7-8 Yahudi aşireti olmasına rağmen;

Madde 20-a) Takva sahibi müminler en iyi ve en doğru yol üzerinde bulunurlar.

maddesini koydurabilmeleri üzerinde günümüzün Müslümanları çok iyi düşünmeleri gerekir.

En doğru yolda olduklarını kendi dışındakilere, en zor şartlar altında kabul ettiren bir mümin zihniyetten AB’nin değerlerini en doğru değer olarak gören bir anlayışa Müslümanların nasıl savrulduğunu öncüler analiz etmelidirler. Bu bizim yehmalaşma dediğimiz olgudur. Bu bir zihinsel travmadır. Böyle bir zihinsel travmadan/ çölleşmeden/ yehmalaşmadan, böyle bir fitneye, fesada düşmekten kurtulmanın yolu, Kur’ân’ın öngördüğü bir mücadeleyi gereğince yapmaktan geçer:

 “Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın şöyle söylediğini işittim: “-Haberiniz olsun bir fitne çıkacak!” Ben hemen sordum: “-Bundan kurtuluş yolu nedir Ey Allah’ın Resûlü?” Buyurdu ki:

“Allah’ın Kitabı (na uymak)dır. O’nda sizden önceki (milletlerin ahvâliyle ilgili) haber, sizden sonra (kıyamete kadar) gelecek fitneler ve kıyâmet ahvâli ile ilgili haberler mevcut. Ayrıca sizin aranızda (iman küfür, taat-isyân, haram helâl vs. nevinden) cereyân edecek ahvâlin de hükmü var. O, hak ile batılı ayırdeden ölçüdür. O’nda her şey ciddîdir, gâyesiz bir kelâm yoktur. Kim akılsızlık edip, O’na inanmaz ve O’nunla amel etmezse, Allah onu helâk eder. Kim O’nun dışında hidâyet ararsa Allah onu saptırır. O Allah’ın sağlam ipidir. O, hikmetli olan zikirdir, O dosdoğru yoldur. O, kendine uyan hevaları kaymaktan, kendisini (okuyanı) delilleri iltibastan korur. Alimler ona doyamazlar. Onun çokça tekrarı usanç vermez, tadını eksiltmez. İnsanı hayretlere düşüren mümtaz yönleri son bulmaz, tükenmez, O öyle bir kitaptır ki, cinler işittikleri zaman şöyle demekten kendilerini alamadılar: “Biz, hiç duyulmadık bir tilâvet dinledik. Bu doğruya götürmektedir, biz onun (Allah kelâmı olduğuna) inandık” (Cin 1). Kim ondan haber getirirse doğru söyler. Kim onunla amel ederse ücrete mazhar olur. Kim onunla hüküm verirse adaletle hükmeder. Kim ona çağrılırsa, doğru yola çağrılmış olur. Ey A’ver, bu güzel kelimeleri öğren.” (Tirmizi, Sevâbu’l-Kur’ân 14, 2908.)

Kurtuluş reçetemiz elimizdedir. Rehberimiz elimizdedir. O da Kur’ândır. Bizim başka reçetelere, rehberlere ihtiyacımız yoktur. Çünkü o reçeteler ve o rehberler, bizi helaka sürüklemiştir. En üst değerler sistemi, Allahın bizim için seçip taktir ettiği islamdır. Onu yabancılardan, istikameti olmayanlardan öğrenecek değiliz:

“(İbnu Ömer (radıyallahu anh)’e Hz. Peygamber şöyle emretmiştir):

“Ey İbnu Ömer, dinine sahip ol, dinine sahip ol! Bil ki o, (seni ayakta tutan) bedenin, damarlarında akan kanındır. Dinini kimden aldığına iyi dikkat et. İstikameti doğru olanlardan al, eğrilerden alma!”

Bunun için öncüler, istikamet üzere olup bilmeyenlerin yoluna tâbi olmazlar(10/89).

Bunun için öncüler, birlikte emrolundukları gibi bir istikamet tuttururlar(11/112).

Ve öncüler;

“Şüphesiz: Onlar «Bizim Rabbimiz Allah’tır» deyip sonra da dosdoğru bir istikamet tutturanlar (yok mu) ; onların üzerine melekler iner (ve der ki;) «Korkmayın ve hüzne kapılmayın, size va’d olunan cennetle sevinin.» «Biz, dünya hayatında da, ahirette de sizin velileriniziz. Orda nefislerinizin arzuladığı her şey sizindir ve istemekte olduğunuz her şey de sizindir.» «Çok bağışlayan, çok esirgeyen (Allah) tan bir ağırlanma olarak.»”(41/30-32)

müjdesine nail olmak için korkularından arınırlar.               

Notlar

1-        General A. Tcherep Spiridovitch, Türksüz Avrupa, Pınar Yayınları tarafından yayına hazırlanıyor.

2-        Karagül İ. , “Sivil Demokratik İslam” ve ABD’nin “Din İnşası”, Yeni Şafak, 24.04.2004.

3-        Vatandaş A., Armagedon, Türkiye İsrail Gizli Savaşı, Timaş Yayınları İstanbul, (1997) s. 84.

* Bir kum denizini andıran çölde her yer birbirine benzer; zemin sürekli değişir, tepeler ve çukurlar sürekli yer değiştirir, yol işaretleri bir kum fırtınası ile yok olup gider. Bulunduğunuz noktadan etrafa baktığınızda her yön ve yol, doğru veya yanlış olabilir. Hele çölün bazı bölgeleri vardır ki orada her yer aynı gözükür; buralara “yehma” denir. Burada yön ve yol bulmak insan için neredeyse imkansızdır.

ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI HİBRİT SAVAŞLAR DÜZLEMİNDE BÖLGESEL EKSENDE BAŞLATILMIŞTIR

(Umran Dergisi)   “Eğer Hakk, onların hevalarına (istek ve tutku) uyacak olsaydı, hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herke...