(Umran Dergisi)
“Rabbimiz, bizi ve bizden önce iman etmiş olan kardeşlerimizi bağışla ve kalplerimizde iman etmiş olanlara karşı bir kin bırakma.” 59/10
Türkiye’yi yakından ilgilendiren iki önemli toplantı
ardarda yapılmıştır. Bunlardan biri, İslam Konferansı Örgütü(İKÖ) diğeri ise
G-8 toplantısıdır. Her iki toplantının sonuçları, Türkiye’de pek
tartışılmamıştır. İKÖ toplantısında Türkiye adayının genel sekreter seçilmesi
ve KKTC’nin ‘Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ olarak tanınmasının öngörülmesi
toplantının ana amacı olarak takdim edilmiştir. İKÖ’de genel sekreterin ilk
defa seçimle belirlenmesi, büyük bir demokrasi zaferi olarak gösterilmeye
çalışılmıştır.
G-8 toplantısı ile ilgili söylenen en önemli şey ise, ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında NATO’yu bölgeye kendi silahlı gücü gibi yerleştirme isteğine Fransa, Almanya ve Rusya’nın karşı çıkmış olmasıdır. G-8 toplantısına Türkiye “demokratik ortak” olarak çağırılmıştır. Türkiye ile birlikte Yemen ve Ürdün‘de G-8 toplantısına katılmıştır. G-8 dışındaki bu ülkelerin, bugünkü konjonktürde neden toplantıya davet edildikleri ayrı bir tartışma konusudur. Bu üç ülkeye BOP kapsamında yüklenmek istenen bir fonksiyon var mıdır? Bu soru gerçekten tartışılmalıdır. Her iki toplantıya katılmış olan Türkiye, Müslüman halklar için üzerine düşen sorumluluğu yerine getirebilmiş midir? Şu an için yeterli bilgi olmadığından bir şey söylemek çok erken sayılabilir. Zaman her şeyi günyüzüne çıkaracaktır. G-8’ler toplantısından sonra Haziran ayında Türkiye’de yapılacak olan NATO toplantısında BOP (yeni isim değişikliği amaç değişikliğini getirmemektedir) ameliyat masasına yatırılacaktır. Pastanın paylaşımında anlaşabilirlerse Büyük Ortadoğu işgal edilmek istenecektir. Böyle bir işgale karşı Müslümanlar olarak görev ve sorumluluklarımız nelerdir?
Arka Plan
İslam medeniyeti ile Batı medeniyeti arasındaki
hesaplaşma, 18. yüzyıldan itibaren İslam dünyasının aleyhine işlemeye
başlamıştır. Askeri alanda alınan mağlubiyetlerin üstesinden gelebilmek için
yığınla askeri yenilik yapılmış ve zamanla bu diğer alanlara kaydırılmıştır.
İslam dünyasının devlet olarak en güçlü temsilcisi olan Osmanlı İmparatorluğu
Batı’nın teşvik ve baskısı ile Tanzimat Fermanı(1839), Islahat Fermanı(1856) ve
Kanun-ı Esasî(1876) ile ıslahat hareketine girişmiştir. Hesaplaşma içerisinde
bulunduğunuz bir medeniyet mensuplarının size ıslahat yaptırtması nihayetinde
kimin işine yarar? Bunu kestirmek çok zor olmasa gerekir. Benzer ıslahat
hareketleri Mısır’da Mehmet Ali Paşa, Tunus’ta I. Ahmet Paşa, İran’da Kaçar
hanedanı tarafından yapılmıştır. Nitekim bu hareketlerin sonucunda batının bu
ülkeler üzerindeki etkisi daha fazla artmıştır. Ancak asıl tahribat, Batı’da
eğitime gönderilen öğrencilerin Fransız ihtilalinden etkilenerek ulusçuluk/
ulus-devlet fikriyle ülkelerine dönmesi ve ümmet fikrine karşı çıkması ile
meydana gelmiştir.
Yapılan ıslahat hareketleri ile gayrı müslim unsurlara
tanınan ayrıcalıklar, Kilise ve yabancı istıhbaratların devreye girmesi ile
gayrı müslim unsurların daha kolay tahrik edilmeleri sağlanmıştır. Devlet
sisteminin zedelenmesi ile başlayan zulüm ve haksızlıklar, toplumun farklı
kesimlerini tahrike müsait hale getirmiştir. Farklı etnik unsurlar ulus yapılma rüşveti ile isyana teşvik
edilmiş; sonra da bunlar gerekçe gösterilerek dönemin etkin güçleri tarafından
Müslüman coğrafya işgal edilmiştir.
Fransa Cezayir (1830), Senegal, Gine, Batı Afrika
kıyılarını, Batı ve Orta Sudan’ı(1845), Tunus, Mali, Çad, Nijer ve Orta
Afrika’yı(1881), Cibuti’yi(1884) işgal ederek sömürgeleştirmiştir. Ayrıca, Asya
kıtasında Annam(1801), Tonkin(1882), Kimer ve Kamboçya’yı(1884-5) işgal
etmiştir.
İngiltere Mısır’ı(1882), Sudan’ı(1896),
Uganda’yı(1892), Kenya’yı(1895) Fransa’dan alarak sömürgeleştirmiştir. Batı
Afrika’da Gambiya, Sierra Leone, Altın Kıyısı ve Nijerya’yı sömürgeleştirerek
Güney Afrika’yı tamamen kontrolüne almıştır. Ayrıca Hürmüz(1662), Madras(1640),
Bombay(1661), Kalküta(1690), Bengal(1757), Cakarta(1761), Aden(1839),
Nepal(1816), Sind(1843), Sih Krallığı’nı (1849) ele geçirip doğudan batıya
kadar Asya’nın tüm güneyini işgal etmiştir.
Aynı dönemlerde İtalya Somali, Eritre ve Libya’yı; Almanya
Kamerun, Togo ve Tanganika’yı almıştır. 17. yüzyılın başından itibaren Hollandalılar
Güneydoğu Asya’yı(Cava, Sumatra) işgal etmişlerdir. Rusya ise 17. yüzyılın
başında Asya’nın kuzeyine tamamen hakim olup güneye doğru inme çabasına
girişmiştir. Azerbaycan ve Gürcistan (1828), Semerkant ve Buhara(1868), Hive ve
Fergana’yi (1875) işgal etmiştir.
Özetle 20. yüzyılın başına gelindiğinde Osmanlı, İran,
Afganistan ve Fas’tan başka bağımsız bir Müslüman ülke mevcut değildir.1
Osmanlı İmparatorluğu’nun I. Cihan savaşından 1918
Mondros Mütarekesini yaparak yenik çıkması ile Suriye ve Lübnan Fransız; Irak,
Filistin ve Ürdün İngiliz hakimiyetine girmiştir. Osmanlı devletine karşı
İngilizlerle işbirliği yapan Şerif Hüseyin’e işbirliğinin karşılığı olarak
İngiliz manda yönetiminde krallık verilmiştir. Şerif Hüseyin Hicaz Kralı, oğlu
Faysal Irak Kralı, diğer oğlu Abdullah Ürdün Kralı yapılarak Arap yarımadası
sun’i olarak bölünmüştür(1921).
Toprakları işgale uğramış Osmanlı İmparatorluğunun
enkazından Türkiye 1923, Mısır 1922, Suriye 1930, Irak 1932’de
bağımsızlıklarını kazanan yeni devletler olmuşlardır.
II. Dünya Savaşı yeni bir süreci başlatmış,
emperyalist güçler arasında başlayan hesaplaşma, ABD ve Sovyetler birliği
şeklinde iki blokun oluşması ile sonuçlanınca; işgal altındaki Müslüman
coğrafyada bağımsızlık hareketleri hızlanmıştır. 1970’li yıllara gelindiğinde 45
civarında Müslüman ülke bağımsızlığını kazanmıştır. Endonezya(1949),
Malezya(1963), Bruney Darüsselam(1984), Pakistan(1947), Bengaldeş(1971),
Kuveyt(1961), Birleşik Arap Emirlikleri(1971), Umman(1972), Bahreyn(1972),
Katar(1972), Libya(1951), Tunus(1956), Fas(1956), Cezayir(1962), Somali(1950),
Kamerun(1960), Mali (1960), Benin(1960), Burkina Faso(1960), Gambia(1965),
Sierra Leone(1961), Gine (1958), Gine-Bissau(1974), Senegal(1960),
Moritanya(1960) ve Gabon(1960) bağımsızlıklarını elde eden devletler olmuşlardır.
Sovyet işgalindeki Müslüman ülkeler ise (Azerbaycan,
Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Türkmenistan ve Tacikistan) ancak
Sovyetlerin dağılması sonucu bağımsız
olabilmişlerdir.2
Bugün bağımsızlıklarını almış ve halkı Müslüman olan
50’den fazla ülke vardır. Bağımsız olarak gözüken bu ülkelerin pek çoğunda Batı
işbirlikçisi yönetimler işbaşında bulunmakta, İslam’ı ve Müslümanları tehdit ve
tehlike olarak görmektedirler. Bundan dolayı Müslümanlar sürekli baskı altında
tutulmaktadır.
İslam coğrafyasında, II. Cihan savaşına kadar olan
dönemde ulusçuluk fikri etkin iken; II. Cihan savaşı sonrasında Sovyetlerin ve
Çin’in ortaya çıkışı ile birlikte Marksist hareketler etkin olmuştur. Mısır,
Suriye, Irak, Cezayir ve Libya’da bağımsızlık mücadeleleri sonucunda kurulan
sistemler, Arap milliyetçiliği ile Sosyalizmin ilginç bir eklektizmini
oluşturur.
Varlıkları ile Yoklukları Belli Olmayan Organizasyonlar
İslam’ın son kalesi olarak görülen Osmanlı
İmparatorluğu’nun son 100 yıllık döneminde ortaya çıkan ulusçuluk
hareketlerinin neden olacağı yıkımın, nasıl görülemediği bugün iyi
tartışılmalıdır. Sömürgeci devletlerin ulus
inşa ederek imparatorluğu yıkmaya çalıştıklarını, İmparatorluk aydınlarının
görememesi düşündürücüdür. İmparatorluk içinde Arap ve Türk milliyetçiliği
şeklinde gelişen iki akımın, çok farklı etnik yapıya sahip bir imparatorluğu
bir arada tutma şansını ortadan kaldıracağı bir gerçekti. Ne yazık ki Batı’da
okumuş Osmanlı aydınları, mağlubiyetlerin oluşturduğu anaforda Batı’nın sinsi
siyasetini yeterince görememiştir. Batı propagandasının yoğunluğu ve Müslüman
aydınların yeterince etkin olamamaları sonucunda ümmet fikri, yerini etnik
kökene dayalı bir ulusçuluğa bırakmış oldu. İmparatorluğun son döneminde
tartışılan üç akımdan hiçbiri gerektiği gibi hakim olamamıştır. Ziya Gökalp’in
formüle ettiği ‘Türkleşmek, İslamlaşmak, Batılılaşmak’ akımı, ne Türkleşmeyi ne
İşlamlaşmayı ne de Batılılaşmayı gerektiği gibi başarmıştır. Bunu sonucunda ne
olduğu belli olmayan, renksiz, şizofrenik bir toplumsal yapı ortaya çıkmıştır.
Yaklaşık 1000 yıl İslam’la yoğrulmuş bir toplumun hangi değerlerini İslam’dan
ayrı ortaya koymak mümkündür. Nereye el atarsanız bir şekilde İslam’ın bir
değeri karşınıza gelip çıkacaktır. Bu sorun tarihin ve İslam’ın reddi ile çözülmek
istenmiştir. Ortaya çıkan boşluk, insan fıtratı ile uyumlu, ayakları üstünde
duran bir teori tarafından doldurulamamıştır. Boşluk doldurulamadığı için ne
toplumun(bir bütün olarak) ne de sistemin bir kıblesi var olmuştur. Açık denizde rüzgarın tesiri ile sürüklenen
bir gemi gibi hem toplum hem de sistem yalpalayıp durmuş, kendi kimliğini ve
kişiliğini aramıştır. Sistemin ağırlık merkezi ile toplumun ağırlık merkezi
hiçbir zaman örtüşememiştir. İthal edilen sistemin savunucuları, bu gerçeği
göremediği için halkı hiçbir zaman anlayamamış ve halkın isteklerini şiddetle
bastırma yolunu seçmiştir. Seçimin var olduğu tüm Müslüman ülkelerde yabancı
destekli darbeler hep halka karşı yapılmıştır. Sistemin korunması söyleminin,
batı menfaatlerinin savunulmasından başka bir şey olmadığı bürokrasi tarafından
görülememiştir. Tüm darbelerden sonra Batı’ya verilen tavizler incelendiğinde
bu gerçek görülebilir.
Arap, Türk ve Fars milliyetçiliği İslam dünyasının
paramparça olmasına ve sınırları cetvelle çizilmiş, tarihi kökleri olmayan suni
devletlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Müslüman coğrafyanın bu şekilde
paramparça edilmiş olması ile kurulmuş ulus devletler, zayıf doğdukları için
tek başlarına batılı sömürgecilere cevap verme veya direnme şansları
olamamıştır. İslamî endişe ile veya ümmetin çıkarlarını korumak için değil;
sadece iktidarlarının çıkarlarını koruyabilmek için(bazı istisnalar vardır)
dayanışma içine girmeye çalışmışlardır. Bu amaçla tarihi süreç içerisinde bir
dizi organizasyon gerçekleştirilmiştir. Bunlar aşağıda isim olarak
verilmektedir:3,4
• Sadabad Paktı(8 Temmuz 1937): Türkiye, İran, Irak
arasında imzalanmıştır.
• Arap Birliği(22 Mart 1944): Başlangıçta Mısır, Irak,
Ürdün, Suudi Arabistan, Suriye, Lübnan ve Yemen; daha sonra Libya(1953),
Sudan(1956), Fas ve Tunus(1958), Kuveyt(1961), Cezayir(1962), Güney
Yemen(1967), Bahreyn, Umman, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri(1971),
Moritanya(1973), Somalı(1974), Filistin Kurtuluş Teşkilatı(1976), Cibuti(1977).
• Afrika’nın Ekonomik Kalkınması için Arap Bankası(Kasım
1973): Cibuti, Somali ve Yemen dışındaki Arap birliği ülkeleri.
• Arap Ekonomik Birliği Konseyi(1957): Mısır, Irak,
Suriye, Ürdün, Yemen, Kuveyt, Sudan, Birleşik Arap Emirlikleri, Somali, Libya,
Moritanya ve Filistin Kurtuluş Teşkilatı.
• Ekonomik ve Sosyal Gelişme için Arap Fonu(1968):
Arap Birliği’nin tüm ülkeleri.
• Arap Para Fonu(2 Şubat 1977): Arap Birliği’nin tüm
ülkeleri.
• Körfez İşbirliği Konseyi(27 Mayıs 1981): Bahreyn,
Kuveyt, Umman, Katar, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri.
• Bağdat Paktı(1955-1959): Türkiye, İran, Irak,
Pakistan ve İngiltere.
• Merkezi Anlaşma Teşkilatı(CENTO-1959): Türkiye,
İran, Pakistan ve İngiltere.
• Kalkınma İçin Bölgesel İşbirliği Teşkilatı (21
Haziran 1964-1979): Türkiye, İran, Pakistan.
• Ekonomik İşbirliği Teşkilatı(29 ocak 1985): Türkiye,
İran, Pakistan.
• Güneydoğu Asya Uluslar Birliği(8 Ağustos 1967):
Malezya, Endonezya, Singapur, Filipinler, Tayland, Brunei Darusselam(7 Ocak
1984).
• Afrika Birliği Örgütü(22-25 Mayıs 1963): 32 Afrika
ülkesi.
• İslam Konferansı Teşkilatı(29 Şubat-4 Mart 1972):
Tüm Müslüman ülkeler
• D-8’ler(15 Haziran 1997): Türkiye, Pakistan,
Bengaldeş, Mısır, Nijerya, Iran, Endonezya, Malezya.
Yukarıdaki kuruluşlardan İslam Konferansı Teşkilatı ve
D-8’ler hariç diğerleri, genellikle, bölgesel özelliği haizdir. İslam
Konferansı Teşkilatı haricindekiler ekonomik ve güvenlik ağırlıklıdır. İlk defa
İslam Konferansı Teşkilatı, İslamî dayanışmayı ve Müslüman halkların
mücadelesini destekleme fikrini ele almıştır. Teşkilatın amaçlarını belirten
ikinci maddenin ilgili bentlerinde bu durum açıkca seslendirilmektedir:
1- “Üye devletler arasında islamî dayanışmayı
geliştirmek”.
3- “Irk ayırımı ve eşitsizliği kaldırmak ve
sömürgeciliğin her şeklini kökünden kazımak için çalışmak”.
6- “Tüm müslüman halkların, şeref, bağımsızlık ve
ulusal haklarını koruma açısından, mücadelesini desteklemek.”3
Müslüman halklar arasında bir dayanışma meydana getirip ümmet bilinci oluşturmayı gerçekleştirmek gibi bir hedef belirtilmemiş olmasına rağmen, bu maddeler şeklen de olsa böyle bir sonucu doğurabilirdi. Ne yazık ki İslam Konferansı Teşkilatı, Müslüman coğrafyadaki ihtilaflara müdahale edememiş, çatışmaları durduramamış, yönetimlerin kendi halklarına yaptığı zulme engel olamamış/olmamıştır. Irak, Suriye, Mısır ve Cezayir’de yapılan toplu katliamlara karşı hiçbir tepki göstermemiştir. Örgüt, İsrail’e karşı ciddi denilebilecek bir yaptırım uygulayamamıştır. Irak-İran savaşında Batılı sömürgecilerin saflarında yer almış olan Irak diktatörü Saddam’ı desteklemiştir. Irak’ın Kuveyt’i işgali karşısında işlevsiz kalmıştır. Saddam’ı Kuveyt’ten çıkarabilmek için Batılılarla işbirliği içerisine girmiştir. Bir çok ülkede halkın iradesinin yönetime yansıtılması için hiçbir çözüm aranmamıştır. Bir çok ülke yönetimi kendi halkından kopmuş ve halkını tehdit ve tehlike olarak görmüştür. Teşkilat mensubu ülkelerin neredeyse tümünde halka zulmedilmiş ve teşkilat bunlara seyirci kalmıştır. Bu ve buna benzer tutumundan dolayı teşkilat işlevsizleşmiştir. Teşkilat etkinliğini, yaptırım gücünü kaybetmiştir.
Etkin Olabilmek
Yukarıda ismi geçen teşkilatların bu zaafını çok iyi
gören Erbakan, D-8’lerin kuruluşunda D-8’lerin etkinlik prensibi üzerine
kurulması gerektiği üzerinde özenle durmuştur:
“Kurmakta olduğumuz D-8 Grubunun en önemli ilkesi ‘etkinlik’
olmalıdır. Gerek gelişme yolundaki ülkelere yürek vermek bakımından, gerek
ileri düzeydeki sanayi ülkeleri tarafından ciddiye alınabilmemiz için, etkin
bir varlık göstermemiz şarttır. İşte grubumuzun küçük olması, bir kısmımızın
tam bir piyasa ekonomisi şartları içinde hızlı bir kalkınma performansı
göstermesi, bir kısmımızın zengin kaynaklara sahip bulunmaları, etkin sonuçlar
elde etmek için var olması gereken temel şartları teşkil etmektedir.”5
İslam dünyasının bu kadar geniş organizasyonlara ve
imkanlara sahip olup da etkin olamaması gerçekten düşündürücüdür. Bundan dolayı
Erbakan’ın dikkat çektiği nokta gerçekten önemlidir. Bu noktadaki temel sorun,
bilim ve teknolojide gerektiği yere gelememiş, ekonomileri güçlü olmayan ve
içerde(ülkeler arasında ve her ülkenin kendi içerisinde) yığınla sorunu olan
Müslüman ülkeler sanayileşmiş, bilim ve teknolojinin öncülüğünü yapan, ekonomik
yapıları iyi olan G-8’lerle uluslararası arenada ne ile mücadele edebilecekler,
uluslararası politikada nasıl belirleyici rol alabileceklerdir?
Bu sorular Erbakan’a sorulmuştur. Erbakan’ın 9 Aralık 1996 tarihinde TBMM’de bütçe üzerine yaptığı konuşmada bu sorulara verdiği cevap, emperyalizme karşı, 21. yüzyıl haçlı savaşlarına karşı direnişin nirengi noktasıdır:
“Efendim, bu gelişmiş ülkelerin karşısına kiminle çıkacaksınız; Begaldeş’le mi, Mısır’la mı?!... 800 milyon insanla çıkıyoruz. 800 milyon insanla...
Bunların karşısına biz hakla çıkıyoruz. Hak... Hak... Çünkü,
bugün dünyada hakikaten büyük haksızlıklar var. En büyük güç haklı olmaktır.
Bugün, şu Birleşmiş Milletler Teşkilatında 5 ülkenin veto hakkı var; bu çelişki
değil mi... Bu, elli sene öncenin dünyası; bu dünya böyle yürümez. Şimdi, bütün
dünyanın hepsi haklı bir dünya istiyor; herkes elli yıl sonra dünyayı yeniden
kurmak istiyor. Bu, herkesin temennisidir. Bakın, bu D-8ler hareketinin 6 ana
umdesi var:
Yeryüzünde savaş değil, barışı kim istiyorsa, bu
masanın etrafında oturacak.
Gerginlik değil, diyalog.
Sömürü değil, işbirliği.
Çifte standart değil, adalet.
Kibir , tekebbür değil, eşitlik.
Bir arada, hakka riayet ederek yaşamak.
Yeni dünyanın prensipleri bunlar olacak. Ondan
dolayıdır ki, o sizin çok küçük gördüğünüz, o 800 milyon insan, evet, hakkı
üstün tuttuğu için, bütün insanlığa en büyük hayırlı adımı atacaktır.”6
Bugün Müslüman coğrafyada 1.5 milyar insan
yaşamaktadır. Emperyalizmin karşısına 1.5 milyar insanla çıkabilmek bu
mücadelenin ana nirengi noktasını oluşturur. Bu nirengi noktası, Arşimet’in ‘bana
bir destek noktası verin dünyayı yerinden oynatayım’ ifadesindeki destek
noktası ile aynı öneme sahiptir. İnanmış, birbiri ile dayanışma içerisinde, ne
yaptığını bilen 1.5 milyar insan tarihin seyrini değiştirebilecek, tüm zulüm
sistemlerini yerle bir edecek büyük bir güçtür. Garaudy, Yaşayanlara Çağrı isimli kitabında bu noktaya dikkat çeker:
“Dünyada iki süper güç vardır (kitabın yazıldığı
tarihte ABD, SSCB). Bunların çok büyük askeri, ekonomik ve teknolojik güçleri
vardır. Ancak bunlar zannedildiği kadar güçlü değiller. Zor olan bunları yıkmak
değildir. Bunları yıkmak kolaydır. Zor olan bunların karşılarına bir güç
dikebilmektir. Bu güç halkın örgütlü gücüdür. Halkı bunların karşılarına dikin,
bunların çok kısa zamanda yıkıldıklarını göreceksiniz… Bakın 2000’li yıllarda
dünyanın 3. süper gücü iddiasındaki İran şahına. 80 yaşındaki bir ihtiyar,
Şah’ın yenilmez denilen ordularının karşısına silahsız İran halkını dikti. Şah
yönetimi her türlü askeri üstünlüğüne rağmen bir yıl dayanamadı, yıkıldı
gitti.”
Irak’ta Saddam yönetimi ABD karşısında bir ay
dayanamazken, Irak halkı dünyanın tek süper gücüne karşı ilkel sayılabilecek
silahlarla büyük bir direniş sergilemektedir. Her geçen gün Irak halkı, işgal
karşısında bütünleşerek direnişi yaygınlaştırmaktadır.
Erbakan’ın sözünü ettiği nokta, tarihin her aşamasında dünyanın, toplumların ve sistemlerin kaderini değiştiren bir noktadır. Ancak bu noktada Müslümanların ciddi sorunları vardır. Bunlar aşılmadan, zulme karşı direnişin kesin meyvelerini toplamak mümkün değildir. Gelinen bu noktada ana sorun, tüm Müslümanları her türlü rengi ve etnik yapısıyla kucaklayacak bir üst kimliğin oluşturulamamış olmasıdır. ABD’deki Evanjelik Hıristiyanlarla Siyonist Yahudilerin başlattıklarını açıkça deklare ettikleri 100 yıllık bir Haçlı Savaşı sürecinde, Osmanlı’nın yıkılışını hızlandıran milliyetçi akımlardan bugün medet ummak, Müslüman coğrafyanın daha kolay sömürgeleştirilmesine yarayacaktır. Türk, Kürt, Arap ve Fars milliyetçiliğinin Haçlı Savaşına karşı çare olamayacağının görülmesi gerekir. Büyük Ortadoğu diye isimlendirilen bu coğrafyadaki tüm insanları 21. yüzyılın Firavunlarının karşısına dikebilecek tek üst kimlik İslam Birliği, Ümmet bilincidir. Tarihte yapılmış hatalara takılıp kalmak, bunları dedikodu konusu yaparak bilinç kirlenmesine neden olmak sadece işgalcilerin, sömürgeci zalimlerin işine yarar.
Ümmet Bilinci
“Ümmet”, ‘ümm’
kelimesinden türemiştir. “Ümm”, ‘bir şeyin meydana gelmesine, terbiyesine,
ıslahına veya başlangıcına temel olan köküne verilen isimdir’. Kur’ân’da kelime
anlamı olarak, ‘hem anne, hem de asıl, temel, ana, uygun karşılık’ anlamlarında
geçmektedir(43/1-4; 42/7). Türevleri ile birlikte toplam 119 yerde geçer. “Ümmet”
kelimesinin sözlük anlamı ise, cemaat, yol, din, nesil veya topluluk demektir.
Çoğunluğu temsil eder. Bununla beraber çoğulu, ‘ümem’ olup çoğulun çoğuludur.7
Ümmet kelimesi matematikteki küme kavramına benzer. Kümeler teorisinde aralarında ortak bir
özellik olan elemanlar topluluğuna küme
denmektedir. Burada önemli olan küme içerisindeki elemanların tümünün ortak bir
özelliğinin var olmasıdır. Tüm elemanların ortak bir özelliği baz alınarak
oluşturulan bir kümenin elemanları, kendi aralarında daha başka özellikler
gözönüne alınarak gruplandırılabilir. Bu şekilde meydana gelen kümelere ana
kümenin alt kümesi denir. Ümmet kavramı
da belli bir özellik etrafında canlı varlıkların gruplandırılması/
sınıflandırılması olarak tanımlanabilir. Tüm canlıları bir ümmet olarak
niteleyebiliriz. Ancak bunlar içerisinde yerde yürüyebilenler ile gökte
uçabilenleri bu özelliklerine(yerde yürüyebilme, gökte uçabilme) bakarak bir
alt gruplandırmaya tabi tutabiliriz. Yani bunlar canlılar ümmetinin birer alt kümesidir:
“Yerde debelenen hiç bir
canlı ve iki kanadıyla uçan hiç bir kuş yoktur ki, ancak sizin gibi ümmet olmasınlar…” (6/38)
Nitekim Hz Peygamber karıncaları bir ümmet olarak zikretmiştir:
“Karınca, ümmetlerden
biridir.” (Müslim, Selâm
148)
Kur’ân-ı Kerim’de ümmet
kelimesi tekil olarak 51 ve çoğul olarak 13 olmak üzere toplam 64 yerde geçer.
Kur’ân-ı Kerim’de ümmet kavramı, aşağıdaki anlamlarda kullanılmıştır:
• İnsan topluluğu:2/213 10/19 21/92 6/38.
• Bir dine bağlananlar topluluğu: 2/ 143; 22/34, 67.
• İman edenler topluluğu 2/128; 3/104, 110; 5/ 66, 67;
7/ 159-160; 11/ 48.
• Tebliğ edenler topluluğu: 3/104; 9/122; 7/181;
7/159; 3/114.
• Hayvanlar topluluğu 6/ 38; 7/ 38-39.
• Millet: 2/134, 213; 10/ 19.
• Zaman: 11/ 8; 12/ 45.
• Tek başına bir topluluk 16/120.
• Din: 21/ 92; 43/ 22.
Ümmet kelimesinin geçtiği ayetler incelendiğinde
kavramı belirleyen üç özelliğin varlığı dikkat çekmektedir. Bunlar, yer, zaman ve
dindir. Belli bir zamanda, belli bir yerde, belli bir inanç sistemine dayalı
olarak yaşayan insan topluluğu, ümmet
olarak isimlendirilmiştir. Arap dil bilgini İbn Manzur’un, Lisanu’l-Arab adlı eserinde ümmet kelimesini dil yönünden
incelerken yaptığı değerlendirme ümmet kelimesinin genel çerçevesini
belirlemektedir:
“Ümmet insan nesli demektir. Her nebinin ümmeti, kafir
veya mümin ayırımı olmaksızın, tebliğ için gönderildiği tüm insanlardır.
Muhammed ümmeti denince de Hz. Peygambere inanan ve inanmayan bütün insanlar
kastedilir...”8
İbn Manzur’un bu görüşü, “Ümmetim içinden Yahudi veya Hıristiyan her kim beni dinler, duyar da
bana inanmazsa cennete giremez”8 hadisi ile uyumludur. Bu durumda inansın
veya inanmasın peygamberin tebliğinin muhatabı olan herkes, peygamberin ümmeti olmaktadır. Buradaki
tasnifte rol oynayan temel özellik, tebliğe muhatap olma olup kabul veya
reddetme değildir. Onun için her peygamberin tebliğine muhatap olanlar o peygamberin ümmeti olarak isimlendirilmiştir. Bu, ümmetin en genel
çerçevesidir. Buna ümmetin evrensel
kümesi de diyebiliriz. Medine’de kurulan ilk İslam Devletinin Anayasasında
ümmet kavramı bu genel çerçevede kullanılmıştır:
“Madde1- Bu kitap(yazı), Peygamber Muhammed tarafından
Kureyşli ve Yesripli Müminler ve Müslümanlar ve bunlara tabi olanlarla yine onlara
sonradan iltihak etmiş olanlar ve onlarla beraber cihat edenler için(olmak
üzere tanzim edilmiştir).
Madde2- İşte bunlar, diğer insanlardan ayrı bir ümmet
teşkil ederler.”9
Birinci madde, Ümmeti oluşturan topluluğun kendilerini
başkalarından ayıran temel ortak özelliklerini belirlemekte; ikinci madde ise
bunları diğer insanlardan ayrı bir ümmet olarak tanımlamaktadır. Ümmeti
oluşturan gruplar ise;
-Müminler (Kureyşli ve Yesripli),
-Müslümanlar (Kureyşli ve Yesripli),
-Bunlara tabi olanlar,
-Bunlara sonradan iltihak edecek olanlar,
-Onlarla birlikte cihat edenler
olarak belirtiliyor. İlk iki grubun inanç temelleri
belirtilmiş olmasına karşın; diğerlerinde inançlar belirtilmemiş, tabi olmak ve
cihada çıkmak vasıfları yeterli addedilmiştir. Anayasanın 25. maddesinde ise
Yahudilerle Müminlerin bir ümmet teşkil ettiği ifade edilmektedir:
“Madde25-a) Benu Avf yahudileri müminlerle birlikte bir
ümmet teşkil ederler. Yahudilerin dinleri kendilerine, Müminlerin dinleri
kendilerinedir. Buna gerek mevlaları ve gerekse bizzat kendileri dahildirler.”
Madde 26-Madde 34’de diğer Yahudi kabilelerinin
isimleri tek tek zikredilip ‘Benu Avf Yahudileri gibi aynı haklara sahip
olacakları’ belirtilmektedir.
İki ayrı dine mensup oldukları için ayrı birer ümmet
olan müminlerle Yahudiler, Hz. Muhammed’i otorite kabul eden bir anayasa
etrafında yeni bir ümmet teşkil etmişlerdir. Madde 25’de Yahudilerin dinlerinin
kendilerine; müminlerin dinlerinin kendilerine ait olduğunun belirtilmesi
devlete temel olan ümmeti, dine göre tanımlamadıkları anlamına gelmektedir. Bu
anayasayı kabul eden insanlar (Müminler, Müslümanlar ve Yahudiler), kabul
etmeyenlere göre ayrı bir ümmet olarak nitelendirilirken Hz. Peygamber’in
otoritesinin kabulü ile güvenlik ön plana çekilmiştir. Medine Vesikası’nda ki
bu ümmet tanımlaması, belki de ‘Anayasal Vatandaşlık’ kavramına ilişkin ilk
uygulamadır.
Medine Vesikası’nda anayasal vatandaşlık şeklindeki bir ümmet tanımlaması Müslümanların
ayrı bir ümmet olma vasfını hiçbir zaman ortadan kaldırmamıştır. Madde 1’de bu
çok açık olarak görülmektedir. Hangi coğrafyaya ve hangi etnik kökene sahip
olursa olsun Din, Müslüman ümmetin en temel vasfıdır ve onları diğer insan
topluluğundan ayırır. Bundan dolayıdır ki Hz. İbrahim’e, ilk davet bölgesinde,
hiç kimse tabi olmamasına karşılık o tek
başına bir ümmet olarak Kur’ân’da tanımlanır:
“Gerçek şu ki, İbrahim (tek başına) bir ümmetti;
Allah’a gönülden yönelip itaat eden bir muvahhiddi ve o müşriklerden değildi.”(16/120)
Keza İslâm’dan
önce yaşamış ve imanla ölmüş Kuss bin Saîde’nin de ‘tek başına bir ümmet olarak diriltileceği’ Hz. Peygamber
tarafından ifade edilmiştir. (Kütüb-i Sitte Muht. Tercümesi. 3/367).
Hz. İbrahim için bir taraftan tekili ifade eden muvahhid kelimesi; diğer taraftan çoğulu
ifade eden ümmet kelimesi kullanılmış
olması, ümmet kelimesindeki din boyutunun önemini gösterir.
Kur’ân’da Allah’a isyan/inkar edenlerin de bir ümmet
olarak tanımlanması, dinin ümmet kavramı üzerindeki ağırlığını gösterir:
“Eğer insanlar (Allah’a karşı isyanda birleşip) tek bir ümmet olacak olmasaydı, Rahmana (Allah’a karşı) küfredenlerin evlerine gümüşten tavanlar ve üzerinde çıkıp-yükselecekleri merdivenler yapardık. Evlerine kapılar ve üzerinde yaslanıp-dayanacakları koltuklar, ve (daha nice) çekici-süsler (de verirdik)” (43/33-35).
İnsanlar Tek Bir Ümmetti
Hz. Adem’le eşi yeryüzüne indirildiklerinde
kendilerine hidayetçilerin gönderileceği ve bunların onlara nasıl ve neye göre
yaşamaları gerektiğini açıklayacağı bildirilmiştir.(2/38-39,7/35).
Dolayısıyla ilk nesil insanlar, aynı değerler
etrafında şekillenmiş tek bir ümmettiler:
“İnsanlar tek bir ümmetti. Allah, müjdeciler ve uyarıcı-korkutucular olarak peygamberler gönderdi ve beraberlerinde, insanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda, aralarında hüküm vermek üzere hak kitaplar indirdi.” (2/213 Keza 10/19, 21/92, 23/52)
Ümmetlere Yol gösterilmiştir
Allah yeryüzündeki insanları, şeytan ve taraftarları
karşısında başıboş ve yardımsız bırakmamış, onlara doğru yolu gösterecek
peygamberler göndermiştir:
“Andolsun, biz her ümmete: «Allah’a kulluk edin ve
tağuttan kaçının» (diye tebliğ etmesi için) bir peygamber gönderdik.
Böylelikle, onlardan kimine Allah hidayet verdi, onlardan kiminin üzerine de
sapıklık hak oldu. Artık, yeryüzünde dolaşın da yalanlayanların uğradıkları
sonucu görün.”(26/36 Keza 10/47, 23/44 35/24-25,13/30 16/63
İlgili ayetlerden her ümmete, yol gösterici,
aydınlatıcı birer peygamber gönderildiğini onun ümmetini uyarıp
kokuttuğunu(35/24), onlara helal ve haramı bildirdiğini, aralarında adalet ile
hükmettiğini(10/47) öğrenmekteyiz. Bu peygamberler tarih boyu birbirini
destekleyecek bir şekilde görevlerini ifa etmişlerdir(23/44, 16/63).
Bunun yanısıra ümmetlerin gerçeği görebilmeleri, müstağnileşmemeleri
için aciz olduklarının kendilerine hatırlatılması amacıyla zorluklarla,
sıkıntılarla ve bollukla imtihan edilip uyarılmışlardır:
“Andolsun, senden önceki ümmetlere (peygamberler)
gönderdik de onları dayanılmaz zorluk (yoksulluk) ve sıkıntılarla çeviriverdik.
Umulur ki yalvarırlar diye.
Onlara, zorlu azabımız geldiği zaman yalvarmaları
gerekmez miydi? Ama onların kalpleri katılaştı ve şeytan onlara yapmakta
olduklarını çekici (süslü) gösterdi.
Derken kendilerine hatırlatılanı unuttuklarında,
onların üzerlerine her şeyin kapılarını açtık. Öyleki kendilerine verilen
şeylerle ‘sevince kapılıp şımarınca’, onları apansız yakalayıverdik. Artık
onlar umutları suya düşenler oldular.”(6/42-44)
Davete Karşı Ümmetlerin Tavrı
Ümmetlere gelen peygamberler onlara beraberlerinde
değerler sistemi getirmiştir. Bu değerler, ümmetin tüm yaşam, davranış ve
düşünce biçimini yeniden şekillendiren değerlerdir. Yol gösterici hidayet
rehberlerine karşı mevcut sistem içerisinde refahtan şımarıp azan bir azınlık
mücadele başlatmıştır.
“Her ümmete, yerine getirmeleri gerekli ibadetler
koyduk. Öyleyse, bu konuda seninle çekişmelerine fırsat verme; Rabbine davet
et, sen şüphesiz doğru yol üzerindesin. Seninle tartışırlarsa: «Allah
yaptığınızı çok iyi bilir; ayrılığa düştüğünüz şeyler hakkında, kıyamet günü
aranızda Allah hükmedecektir» de.” (22/67-69)
Bu azınlık, Peygamberleri yalanlamış (23/44, 35/25),
onu susturmak istemiş (40/5) ve Hakkı ortadan kaldırabilmek için batıla
dayanarak mücadele etmiştir (40/5). Bunlara yapılan tebliğ nefretlerini
artırmış, büyüklük taslayıp her türlü hile ve desiseye başvurmuşlardır:
“(Hem de) yeryüzünde büyüklük taslayarak ve kötülüğü tasarlayıp düzenleyerek. Oysa hileli-düzen, kendi sahibinden başkasını sarıp-kuşatmaz. Artık onlar öncekilerin sünnetinden başkasını mı gözlemektedirler? Sen, Allah’ın sünnetinde kesinlikle bir değişiklik bulamazsın ve sen, Allah’ın sünnetinde kesinlikle bir dönüşüm de bulamazsın.”(35/43)
Ümmetin Bölünmesi
İlgili ayetlerde her ümmete, tarih boyu birbirini destekleyecek
şekilde yol gösterici, aydınlatıcı peygamberlerin gönderildiğini görmekteyiz.
Bunlar uyarıp kokutarak, helal ile haramı öğreterek, aralarında adaletle
hükmederek ümmetlerine yol göstermişlerdir. Ancak peygamberlerin getirdiği yeni
değerler sistemine karşı ümmetin cevabı aynı olmamış farklı tavırlar
takınmışlardır. Allah’tan gelen değerlere karşı takındıkları tavra bağlı olarak
ümmet bölünmüştür:
“Fakat insanlar bu inanç birliğini yıkarak çeşitli
gruplara ayrıldılar. Her grup kendi inanç sistemi ile övündü.” (23/53 Keza
21/93)
Bu bölünme ile bir kısmı hidayet yolunu, bir kısmı da dalalet
yolunu tercih ederek yollarını ayırmışlardır:
“Eğer Allah dileseydi, sizi tek bir ümmet kılardı;
ancak dilediğini saptırır, dilediğini hidayete erdirir. Yapmakta
olduklarınızdan muhakkak sorulacaksınız.”(16/93, 11/118)
Kur’ân-ı Kerîm tebliğe muhatap olanların tebliğ
karşısında aldıkları tavra, kabul veya redde göre, ümmetleri
isimlendirmektedir. Bu isimlendirmenin bazı özellikler esas alınarak genelden
özele doğru yapıldığını görmekteyiz:
Hidayet verilenler - sapıklığı hak edenler (16/36),
yalanlayanlar (16/36,35/25,29/28), kafir olanlar (43/24), atalarının izinde
körü körüne yürüyenler(43/23), Rahman’ı tanımayanlar (13/30), ateşe girmeyi hak
edenler (7/38), mutedil olan vasat ümmet (2/143,5/66,3/114), tebliğci ümmet
(7/181, 3/114, 3/110, 7/59, 3/104, 7/163,164), namaz kılan ümmet(3/113-114).
Ümmet kavramının geçtiği âyetler dikkatli bir şekilde
incelendiğinde tek bir ümmet olan ilk nesilden günümüze gelinceye kadar
ümmetler arasında sürekli bir anlaşmazlığın var olduğu görülmektedir:
“Eğer Rabbin dileseydi, insanları elbette tek bir
ümmet kılardı. Oysa, onlar, anlaşmazlığı sürdürmektedirler”(11/118)
Bu ayetlerde, anlaşmazlığın temel nedeni olarak beş
ana parametrenin varlığına dikkat çekilmektedir: Şeytan, mele’-mütrefler,
hevanın ilahlaştırılması, bağy, kalplerin katılaşması.
Bunların içinde Şeytan
bir dış faktör olup, Hz. Adem’e secde olayından dolayı insan oğluna savaş açmış
en büyük tehlikedir. İnsana sürekli vesvese verir ve yaptığı kötü işleri ona
süslü göstererek saptırmaya çalışır ve böylelikle hidayet üzere olan bir ümmeti
bölmek ister:
“Andolsun Allah’a, senden önceki ümmetlere de
(peygamberler) gönderdik, fakat şeytan onlara yapıp ettiklerini süslü-göstermiştir;
bugün de onların velisi odur ve onlar için acıklı bir azab vardır.”(16/63; keza
6/43)
Mele’-mütrefler(refahtan şımarıp azan yönetici-patronlar), de fert
açısından dış faktördürler. Refahtan şımarıp azdıkları için
müstağnileşmişlerdir. Her şeyi kendileri için meşru, başkaları için gayrı meşru
gördüklerinden adaleti çarpıtıp zulme sapmışlardır. Bunu için âdil bir düzenin
ilk ve baş düşmanlarıdırlar. Bu nedenle de ümmetlerin bölünmesinde şeytandan
sonra ikinci derecede rol alırlar. Zaten bunlar şeytanın baş yardımcılarıdır:
“İşte böyle; senden önce de (herhangi) bir memlekete
bir peygamber göndermiş olmayalım, mutlaka onun ‘refah içinde şımarıp azan önde
gelenleri’ (şöyle) demişlerdir: «Gerçek şu ki, biz, atalarımızı bir ümmet (din)
üzerinde bulduk ve doğrusu biz, onların izlerine (eserlerine) uymuşlarız.»
(O
peygamberlerden her biri de şöyle) Demiştir: «Ben size, atalarınızı üstünde
bulduğunuz şeyden daha doğru olanını getirmiş olsamda mı?» Onlar da demişlerdir
ki: «Doğrusu biz, kendisiyle gönderildiğiniz şeye (karşı) kâfir
olanlarız.»”(43/23-24)
Diğer üç faktör, iç faktörler olup aynı zamanda dış
faktörlerin etki alanlarını teşkil ederler. İnsanın kendi hevâ/hevesini ilahlaştırarak Allah’tan gelen temel değerlerin
yerine nefsinin öngördüğü değerleri yerleştirmedeki ısrarı, beraberinde
bölünmeyi getirir:
“Sana da (Ey Muhammed,) önündeki kitap(lar)ı
doğrulayıcı ve ona ‘bir şahid-gözetleyici’ olarak Kitab’ı (Kur’an’ı) indirdik.
Öyleyse aralarında Allah’ın indirdiğiyle hükmet ve sana gelen haktan sapıp onların
heva (istek ve tutku) larına uyma. Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir
yol-yöntem kıldık. Eğer Allah dileseydi, sizi bir tek ümmet kılardı; ancak
(bu,) size verdikleriyle sizi denemesi içindir. “(5/48)
İnsana tercih etme hak ve hürriyeti verilmiştir. Kendi
serbest iradesi ile yapacağı tercih insan için bir imtihandır, bir denemedir.
Dolayısıyla insan, kendisine tanınan bu hürriyetten dolayı da hesap verme
sorumluluğunu yüklenmiştir. Nitekim yukarıdaki ayette bu durum çok açık bir
şekilde seslendirilerek hidayet yolcularının dimdik durması istenmektedir.
Tarihi süreçte insanlığın en büyük düşmanlarından
birisi de insanın içinde var olan bağy’dir(azgınlık
içeren haset, kıskançlık). Ümmetin bölünmesinde etkin rol oynar. Hz. Adem’in
oğulları Habil ile Kabil’in kavgasında bağy vardır. Akraba ilişkilerinden
toplumun değişik kesimleri arasındaki ilişkilere kadar her alanda bağy
etkindir:
“İnsanlar tek
bir ümmetti. Allah, müjdeciler ve uyarıcı-korkutucular olarak peygamberler
gönderdi ve beraberlerinde, insanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler
konusunda, aralarında hüküm vermek üzere hak kitaplar indirdi. Oysa kendilerine
apaçık ayetler geldikten sonra, birbirlerine karşı-olan ‘azgınlık ve
kıskançlıkları yüzünden anlaşmazlığa düşenler, o, (Kitap) verilenlerden başkası
değildir.”(2/213)
Hz. Muhammed, bağy duygusunu tahrik edecek mal, mülk,
makam ve ırk ile övünmeyi ümmet için tehlikeli görerek cahiliye davranışı
olarak nitelemiştir:
“Ümmetimde dört şey vardır ki, câhiliyye
işlerindendir; bunları terk etmeyeceklerdir: Haseple (mal, mevki, zenginlik
gibi dünyevî özelliklerle) iftihar, nesebi (ırkçılığı) sebebiyle insanlara ta’n
(küçük görüp hakaret), yıldızlardan yağmur bekleme, (ölenin ardından) mâtem!”
(Müslim, Cenâiz 9, hadis no: 934)
Marksist-Leninist hareket, burjuvaziye karşı
mücadelesini bağy üzerine kurmuştur denebilir.
Gerek birey gerekse toplum, kötülüklerle iç içe olmaya başladıklarında tepki vermeyip nemelazımcılık yaptıklarında, bir müddet sonra kötülükleri meşru görmeye başlarlar. Böyle bir değişim onların kalplerinde siyah bir nokta olarak başlar, kalplerini kirletir, katılaştırır, paslatır, duyarsızlıklarının devamında kalpleri mühürlenir. O nedenle kalplerin katılaşması, kalbi olumlu yönde etkileyecek uyarıcı sinyallerin alınmasını engeller. Dolayısıyla duygu, düşünce ve davranışları itibarı ile kendine yabancılaşmış bir insan unsuru ortay çıkar(6/43).
Sonuç: Bir Buçuk Milyarlık Mutedil, Tebliğci Bir Ümmetle Zulme Başkaldırmak
Davet karşısında insanların takındıkları tavra bağlı
olarak ümmetlerin isimlendirildiğini yukarıda belirtmiştik. Başlangıçta İslam
dinini benimsemiş olanlar da Müslüman
Ümmet, Muhammed Ümmeti, olarak
çağrılmışlardır. Ancak zaman içerisinde ümmet kelimesinin genel anlamında bir
sapma meydana gelmiş ve kelime yalnızca Müslümanlar için kullanılmaya
başlanmıştır. Dolayısıyla bugün ümmet denince, Müslümanların birliği
anlaşılmaktadır. Böyle bir ümmet Kur’ân-ı Kerim’de vasat, dengeli, mutedil bir ümmet olarak tanımlanmaktadır:
“Böylece biz sizi, insanlara şahid (ve örnek) olmanız
için vasat bir ümmet kıldık; peygamber de üzerinizde bir şahid olsun.”(2/143)
Bu ümmetin en temel vasfı, bir taraftan dengeli olması
iken, diğer tarftan da insanlara şahit olabilecek kadar doğru, dürüst, inanılır
ve güvenilir olmasıdır. Şahit olduğu için de hayalci ve duygusal değildir;
gerçekçi ve âdildir. Ancak böyle mutedil ve şahit bir ümmet, bugün karşı
karşıya kalınan tehlikenin boyutunu gerçek anlamda idrak edip çözüm üretebilir.
‘Araplar bize ihanet etti’, ‘Türkler bize
zulmetti’, ‘Kürtler işbirlikçi’ diyerek tarihte yapılmış veya yapıldığı
iddia edilen hatalara takılıp kalmaz. Bu mutedil ümmet; “Onlar, bir ümmetti, gelip geçti; onların kazandıkları kendilerinin,
sizin kazandıklarınız sizindir. Siz, onların yaptıklarından sorumlu
tutulmayacaksınız.” (2/141,Keza 2/134) anlayışı ile olaylara ve sorunlara
bakar.
Bu mutedil, şahit ümmet, bu sorumluluk anlayışı ile
zulme, zihinsel ve toplumsal kirlenmeye karşı haklının yanında yer alarak
hakkın mücadelesini veren hayırlı bir ümmettir:
“Siz, insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz;
maruf (iyi ve İslâm’a uygun) olanı emreder, münker olandan sakındırır ve
Allah’a iman edersiniz.”(3/110)
Bu mutedil-şahit ümmet, güç ve kuvveti hakkın önüne
geçirmez, mazlumun ve haklının yanında yer alır. Söyledikleri ile yaptıkları
arasında tutarlılık vardır:
“Bir ümmet diğer bir ümmetten (sayıca ve malca) daha
gelişkindir diye, yeminlerinizi kendi aranızda bir bozuculuk unsuru yaparak,
ipini kuvvetle eğirdikten sonra bozup-çözen (kadın) gibi olmayın. Şüphesiz Allah,
sizi bununla imtihan etmektedir. Kıyamet günü hakkında ihtilafa düştüğünüz şeyi
size muhakkak açıklayacaktır.”(16/92)
Bu mutedil-şahit ümmet, her türlü yalanlamaya, her
türlü baskıya, her türlü iftira, karalama ve alaya karşı görevlerini her şart
ve ortamda ifa etmeye çalışırlar. Bana dokunmayan yılan bin yaşasın
diyenlerden, neme lazımcılardan değillerdir. Bukalemun gibi sürekli renk
değiştirmezler. Kendilerine zulmedenler de dahil olmak üzere tüm insanlığın
kurtuluşunu kendi kurtuluşları olarak görürler. Onların bilgisizliklerinden
dolayı saptıklarını düşünürler ve bu yüzden en küçük ihtimalı değerlendirmek
isterler. ‘Bir ihtimal belki sakınırlar’
düşüncesi, onların zihinlerinin bir köşesinde daima bulunur. Dolayısıyla her
ihtimali insanlığın kurtuluşu için kullanırlar. Allah bu ümmete bu konudaki
sorumluluklarını, deniz kenarındaki bir kasabanın başına gelenleri örnek
göstererek hatırlatmaktadır:
“Bir de onlara deniz kıyısındaki şehri (n uğradığı
sonucu) sor. Hani onlar cumartesi (yasağını çiğneyerek) haddi aşmışlardı.
‘Cumartesi günü iş yapma yasağına uyduklarında’, balıkları onlara açıktan akın
akın geliyor, ‘cumartesi günü iş yapma yasağına uymadıklarında’ ise,
gelmiyorlardı. İşte biz, fıska sapmaları dolayısıyla onları böyle imtihan
ediyorduk.
Onlardan bir ümmet: «Allah’ın kendilerini yıkıma
uğratmak veya şiddetli bir azaba uğratmak istediği bir kavme ne diye öğüt
veriyorsunuz?» dediğinde «Rabbinize karşı bir özür için ve bir ihtimal
sakınabilirler, diye» dediler.”(7/163-164)
Bu mutedil-şahit ümmet, kötülüklere karşı tavır
almamanın bedelinin helâk olacağını ve Allah’ın azabının değişik şekillerde
gelebileceğini bilir:
“Kendilerine
hatırlatılanı unuttuklarında ise, biz de kötülükten sakındıranları kurtardık. Zulme
sapanları yaptıkları fısk dolayısıyla pek zorlu bir azab ile yakalayıverdik.
Onlar, kendisinden sakındırıldıkları ‘şeyi yapmada
ısrar edip başkaldırınca’ onlara: «Aşağılık maymunlar olunuz» dedik.
O Vakit Rabbin işte şu ahdi ilan edip bildirdi ki: Kıyamet
gününe kadar onlara en kötü muameleyi yapacak olan kimseleri başlarına
gönderecektir. Muhakkak ki, Rabbin hızla cezalandırandır ve yine muhakkak ki O,
çok affedici, çok merhametlidir.”
Onları yer yüzünde ayrı ayrı ümmetler olarak
paramparça dağıttık. Kimileri salih (davranışlarda) bulunuyor, kimileri de
bunların dışında olan aşağılıklardır. Umulur ki dönerler diye, onları
iyiliklerle ve kötülüklerle imtihan ettik.” (7/165-168)
Bu mutedil-şahit ümmetin oluşturulması bugün için en
acil görevdir. Ümmeti oluşturmak ve ümmeti korumak içiçe olan görevlerdir.
Ümmet, başkalarını kurtarayım derken kendi içinde kırılmaya uğrayabilir. Kalp
hastalıklarına yakalanabilir, varlık nedenini unutup dünyaya dalabilir,
dünyevileşebilir:
“Onların ardından yerlerine kitaba mirasçı olan bir
takım ‘kötü kimseler’ geçti. (Bunlar) Şu değersiz olan (dünya) nın
geçici-yararını alıyor ve: «Yakında bağışlanacağız» diyorlar. Bunun benzeri bir
yarar gelince onu da alıyorlar. Kendilerinden Allah’a karşı hakkı söylemekten
başka bir şeyi söylemeyeceklerine ilişkin Kitap sözü alınmamış mıydı?”(7/169)
Başkalarının hatalarını görmekten kendi hatalarını
göremeyen, başkalarının zulüm ve haksızlıklarını görüp de kendi yaptığı zulüm
ve haksızlıkları göremeyen toplumların, zaman içerisinde nasıl çürüyüp yok
olduğunu tarih bize bildirmektedir. Bunun için Kur’ân-ı Kerim, ümmeti
uyarmaktadır:
“Siz, insanlara
iyiliği emrediyorken, kendinizi mi unutuyorsunuz? Oysa siz kitabı
okumaktasınız. Yine de akıllanmayacak mısınız?”(2/44)
Bu, hatasını gör(e)meme hastalığıdır. Bu hastalıktan
ümmeti koruyacak mekanizma, kendi içinde tebliğde bulunacak, ihtisaslaşmış özel
bir ümmetin görevli kılınmasıdır:
“Sizden, hayra çağıran, iyiliği (marufu) emreden ve
kötülükten (münkerden) sakındıran bir ümmet bulunsun. Kurtuluşa erenler işte
bunlardır.”(3/104)
Bu özel ümmet, toplumun değişik kesimlerinden teşekkül
ettirilip sürekli görev yapmalıdır:
“Mü’minlerin
tümünün öne fırlayıp savaşa çıkmaları gerekmez. Öyleyse onlardan her bir
topluluktan bir grup, çıktığında (bir grup da), dinde derin bir kavrayış
edinmek (tafakkuhta bulunmak) ve kavimleri kendilerine geri döndüğünde onları
uyarıp-korkutmak için (geride kalabilir) . Umulur ki onlar da
kaçınıp-sakınırlar.”(9/122)
Başta İslam dünyası olmak üzere insanlığa karşı, ABD
merkezli açılmış bir savaşın ortasındayız. Her türlü yalanın, dolanın, fitne
fesadın kaynatılacağı, iftıranın atılacağı ve tüm hased duygularının tahrik
edilip devreye sokulacağı bir ortamın içinde olacağımız hiçbir zaman
unutulmamalıdır. Hz. Peygamber bu tehlikeye karşı ümmetin dikkatini çekmiştir:
“Ben senin ümmetine ‘Onları umumî bir kıtlıkla helâk
etmeyeceğim, kendileri dışında, çoğunu helâk edecek bir düşman da musallat
etmeyeceğim, hatta yeryüzünün her tarafında bulunanlar, onlar aleyhinde
toplansalar da. Ama, kendi aralarında birbirlerini helâk edecekler.” (Müslim,
Fiten 19; hadis no: 2889; Tirmizî, Fiten 14, hadis no: 2177; Ebû Dâvud, Fiten
1, hadis no: 4252)
Ümmetin birbirini helak etmemesinin yolu, Allah’ın ipi
olan Kur’ân’a sımsıkı yapışmaktır:
“Allah’ın ipine hepiniz sımsıkı yapışın. Dağılıp
ayrılmayın. Ve Allah’ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz
düşmanlar idiniz. O, kalplerinizin arasını uzlaştırıp-ısındırdı ve siz O’nun
nimetiyle kardeşler olarak sabahladınız. Yine siz, tam ateş çukurunun
kıyısındayken, oradan sizi kurtardı.”(3/103)
Birlik ve beraberlik içinde olmak için mümin
kardeşlerimize karşı kin tutmamalıyız:
“Bir de
onlardan sonra gelenler, derler ki: «Rabbimiz, bizi ve bizden önce iman etmiş
olan kardeşlerimizi bağışla ve kalplerimizde iman etmiş olanlara karşı bir kin
bırakma. »”(59/10)
Zulmün ebediyen yok olması, Müslüman nesiller
yetiştirmekle mümkün olur:
«Rabbimiz, ikimizi sana teslim olmuş (müslümanlar) kıl
ve soyumuzdan da sana teslim olmuş (müslüman) bir ümmet (kıl). Bize ibadet
yöntemlerini (yer veya ilkelerini) göster ve tevbemizi kabul et. Şüphesiz, Sen
tevbeleri kabul eden ve esirgeyensin.»(2/128)
İşte bu anlayış içerisinde olan 1.5 milyarlık mutedil, şahit, hayırlı ve tebliğci bir ümmet, insanlığı tahrip ve helâk edecek bir işgal girişimine karşı dimdik ayakta durabilir ve tarihi değiştirebilir. Allah’ın ipine sımsıkı sarılmış, yalnızca Allah’tan korkarak sadece Allah’a teslim olmuş böyle bir ümmetin önünde hangi güç durabilir?
Dipnotlar
1- Dursun D., İslam
Dünyasında Dauyanışma Hareketleri ve İslam Konferansı Teşkilatı, Ağaç
Yayıncılık, İstanbul,1991, s.20-23
2- Dursun D., a.g.e, s.26-27
3- Dursun D., a.g.e, s.46-70
4- Alan B. D-8
Yeni bir Dünya, Yörünge yayınları, İstanbul
5- Alan B. a.g.e, s.194
6- Alan B. a.g.e, s.177
7- Ünal A., Kur’ân’da
Temel Kavramlar, Beyan Yayınları, İstanbul, 1990, s.583-588
8- Öztürk Y.N., Kur’ân’ın
Temel Kavramları, Yeni Boyut Yayınları, İstanbul, 1991, s.647-649
9-Hamidullah M., İslam
Peygamberi, İrfan Yayınları, İstanbul,1972, s.149-153
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder