1 Ocak 2004 Perşembe

"Yeni Soğuk Şavaş"ın Hedefi İslam Medeniyeti

 (Umran Dergisi)

‘Eğer soğuk savaş olmaz ise Amerikalı olmanın anlamı nedir?’ Rabbit Angstrom

 

Kasım ayında İstanbul’da önce Beth İsrael ve Neve Şalom sinagogları, bir hafta sonra da HSBC bankasının Levent şubesi ile Beyoğlu’ndaki İngiliz Konsolosluğu bombalandı. Dört eylemde de bomba yüklü kamyonetlerin kullanıldığı ve birer intihar saldırısı şeklinde gerçekleştirildiği, değişik çevrelerce söylendi ve yazıldı. Olayın faillerinin, dışarda El-Kaide, içerde Hizbullah, İBDA-C olduğu ifade edildi. Gerçekte bunlar ne kadar doğruydu?

Geriye dönüp baktığımızda Soğuk Savaş döneminde terör diye adlandırılan ve komünist gruplara atfedilen olaylarla; günümüzde vuku bulan ve Müslümanlara atfedilen olaylar arasında, oluş, sunuluş biçimleri ve sonuçları açısından, büyük benzerliklerin olduğunu görebilmekteyiz. İlginçtir ki Soğuk Savaş dönemi bitip de bir kısım belgeler yayınlanmaya, ülkeler safralarını atmaya başladıklarında komünistlere atfedilen pek çok terör olayının, NATO’nun Gladyosu tarafından planlanıp organize edildiği, icraatçı olarak da Gladyo tarafından ya bizzat kurulmuş veya içerisine sızılmış grupların kullanıldığı anlaşılmıştır. Ülkemizde darbe gerekçesi olarak gösterilen olayların pek çoğunda, karar vericilerin ve organizatörlerin bizzat darbeci gruplar olduğu ortaya çıkmıştır. Bu gün vuku bulan olaylara bu açıdan da dönülüp bakılmasında fayda vardır. Bu çalışmada iki ana konu ele alınmaktadır. Birincisi, Müslüman olarak psikolojik savaş ortamında haber ve olayları değerlendirmek için nasıl davranmalıyız; ikincisi ise Yeni Soğuk Savaşın tarafları kimler olacaktır?

Olaylar/Haberler Değerlendirilirken Dikkat Edilecek Noktalar

Sorumluluk Duygusu

Olayları, büyük bir çoğunluğu istihbarat örgütleri ile işbirliği içinde olan medyanın bize sunduğu biçimi ile mi kabul etmeliyiz, yoksa kendimiz tahliller yapıp yolumuzu mu aydınlatmalıyız? Elbette ki ikinci yol tercih edilmelidir. Gerçekte bu konuda öncelikle yapılması gereken, ABD-İsrail-İngiltere şeytan ittifakının, başta Müslümanlar olmak üzere, tüm dünya insanlığına karşı giriştikleri psikolojik bir savaşa karşı ümmeti ve insanlığı aydınlatacak bir mekanizmanın kurulmasıdır. Bu, ümmete Kur’ân’ın yüklediği bir sorumluluktur:

“Kendilerine güven veya korku hususunda bir haber geldiğinde onu yayarlar; halbuki o haberi Peygamber’e veya kendilerinden buyruk sahibi olanlara götürselerdi, onlardan sonuç çıkarmaya kadir olanlar onu bilirdi. Allah’ın size bol nimeti ve rahmeti olmasaydı, pek azınız bir yana, şeytana uyardınız.” (4/83)

Ne yazık ki Müslüman dünya, böyle bir mekanizmayı kurma anlayışından çok uzaktır. Ayrıca Müslüman coğrafyadaki yönetimlerin kahir ekseriyeti, kendi halklarını tehlikeli görmektedir. Öyleyse bu görev, Müslüman aydınlara, bilim adamlarına, sivil toplum örgütlerine ya da Müslüman’ın bizzat kendisine düşmektedir. Müslüman’ın tek başına, ihtisas isteyen böyle bir değerlendirmeyi yapması ve bu yolla gerçeğe ulaşması elbette çok zordur. Bu doğrudur. Ancak istihbarat örgütleri ile işbirliği içinde olan değişik medya kanallarının sunduğu ile yetinmek daha tehlikelidir. Her halükârda ve şartlar ne olursa olsun, gerekli mekanizmalar olsun yada olmasın, Müslüman bir bilincin ifa etmesi gereken bir sorumluluk vardır; o, da haberlerin doğruluğunu araştırma konusunda hassasiyet göstermektir:

“Ey iman edenler! Size bir fasık (yoldan çıkmış) bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeyerek bir topluluğa karşı kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz.”(49/6)

Eğer bu hassasiyet, bugün gösterilmezse ödenecek bedelin çok ağır olacağı unutulmamalıdır. Bugünün Müslümanları, Hz. Peygamberin hanımı Hz. Ayşe’ye atılan zina iftirasının (ifk olayı) Müslümanlar tarafından araştırılıp değerlendirilmeden aktarılmasının yaptığı tahribatı görmelidirler. Bu olayın Allah’ın sevgili peygamberinin başına niçin geldiği üzerinde günümüz Müslümanlarının öncelikle düşünmesi gerekir. Olayın Kur’ân’da sunuluş biçiminden, Müslümanların haberleri değerlendirme konusunda zaafları olduğu ve bu konuda önemli bir eğitime ihtiyaçları olduğu anlaşılmaktadır. Bu tür haberleri üretip yaygınlaştırabilme gayretinde olabilecek insan unsurlarının daima mevcut olabileceği Müslümanlara anlatılmak istenmektedir:

“Doğrusu, uydurulmuş bir yalanla gelenler, sizin içinizden birlikte davranan bir topluluktur; siz onu kendiniz için bir şer saymayın, aksine o sizin için bir hayırdır.”(24/11)

Ortalığa bırakılan ve dolaştırılması istenen haberlerin doğruluğu araştırılmadan kullanılmamalı ve taşıyıcı görevi görülmemelidir:

 “Onu işittiğiniz vakit mümin erkeklerle, mümin kadınların kendiliklerinden hüsn-ü zanda bulunup: Bu, apaçık bir iftiradır, demeleri gerekmez miydi?”

 (Bu iddiayı ortaya atanların) da bu konuda dört şahit getirmeleri gerekmez miydi? Madem ki şahitler getirip ispat edemediler, öyle ise onlar Allah nezdinde yalancıların ta kendisidirler.

“Allah’ın dünya ve ahirette size lütuf ve merhameti olmasaydı, o kötü sözü yaymanızdan ötürü büyük bir azaba uğrardınız. Çünkü siz bu iftirayı, gelişi güzel birbirinizin ağzından alıyor ve hakkında bilgi sahibi olmadığınız (bu uydurma haberi) ağızlarınızda geveleyip duruyorsunuz. Bunun önemsiz olduğunu sanıyorsunuz. Halbuki bu, Allah katında çok büyük bir suçtur.

 Onu duyduğunuzda «Bunu konuşup yaymamız bize yakışmaz. Haşâ! Bu, çok büyük bir iftiradır...» demeli değil miydiniz?

Muhakkak o kimseler ki, imân etmiş olanlar arasında çirkin, yaramaz şeylerin yayılmasını arzu ederler.”(24/12-19)

Bu hassasiyeti göstermeyen Müslümanların, şeytana tabi olduklarını ve bu davranışlarını terk etmedikçe kendilerini temize çıkaramayacaklarını görmeleri gerekir:

“Ey iman edenler, şeytanın adımlarına uymayın! Her kim şeytanın adımlarına uyarsa, şunu bilsin ki o, çirkin ve kötü şeyler emreder. Allah’ın size karşı lütfü ve rahmeti olmasaydı, içinizden hiçbiri asla temize çıkamazdı; fakat Allah, dilediğini temize çıkarır.” (24/21)

Bir Turnusol Kağıdına (Şablona) İhtiyaç Var

Dolayısıyla her Müslüman’ın, sunulan haber, yorum ve değerlendirmeler karşısında alması gereken bir tavır ve yüklenmesi gereken bir sorumluluk vardır: Şeytanî ittifaka hizmet edecek tutum, tavır, davranış ve değerlendirmelerden kaçınmak gerekir. Bu sebeple olayları değerlendirmede, Müslüman’ın elinde bir şablon, bir turnusol kağıdı olmalıdır..

Ümmetin karşı karşıya kaldığı bu topyekün savaş sürecinde, Şeytanî ittifakın psikolojik savaş aygıtının etkisini kıracak bir değerlendirme yapabilmek için aşağıdaki şablon aydınlatıcı olabilir:

-Vuku bulan her olay, yeni soğuk savaşın varlığı göz önüne alınarak ele alınmalıdır.

-Bu yeni soğuk savaşta düşman olarak Müslümanlar seçilmişlerdir.

-Müslüman halklar arasına kin ve nefret sokabilmek için paravan örgütler kullanılarak karşılıklı saldırılar düzenlenebilir.

-Bunalım içerisindeki insanlığın İslam’ı bir kurtuluş yolu olarak görmemesi için İslam’ın imajını zedeleyerek gözden düşürmek ana hedeflerden biridir. Bunun için insanlığın nefret ettiği en pis eylemler Müslüman isimler öne çıkarılarak sahnelenmeye çalışılacaktır. Eylemci grup veya haber yayıcıların, gerçekten Müslüman olup olmadıkları sorgulanmalıdır.

-Olaylara ilişkin tüm bilgi ve belgeler derlenip toparlanmalıdır. Olayların vukuu esnasında olaya tanık olan insanların ilk beyanları ile sonradan uzman ve medyanın yapacağı yorum ve değerlendirmeler karşılaştırılmalıdır. Aradaki benzerlik ve tezatlar bulunup çıkarılmalıdır. Haberlerin yönlendirilip yönlendirilmediğinin ip uçları yakalanmaya çalışılmalıdır.

-Birbiri ile çelişse bile akla gelebilecek tüm sorular cesaretle sorulabilmelidir. Olayı kim yapmıştır veya kim yapabilir? Niçin ve nasıl, kar ve zararı nedir?

-Olayları organize eden güçler, dikkatleri kendilerinden uzaklaştıracak şekilde kamuoyunu farklı istikametlere yönlendirmek isterler. Bunun için eylem yerlerinde bu yönlendirmeye imkan verecek bilgi ve belge bırakabilir, yönlendirici bulundurabilirler.

-Eylemleri üstlenen olup olmadığı ve bunların gerçekten asıl örgüt olup olmadığı sorularla tartışılmalıdır.

-Eylemlerin yapılış şekilleri ile örgütlerin felsefeleri, inançları ve benimsedikleri stratejileri arasında önemli ilişki vardır. Örgütler, yaptıkları eylemlerle felsefi düşünceleri arasındaki ilişkiye dikkat ederler. Her örgüt, her türlü eylemi yapmaz, yapamaz.

-Yapılan eylemin büyüklüğü ile örgütün gücü arasındaki ilişki uygun mudur? Bu örgüt bu işi yapabilme kapasitesine sahip mi? Daha önce bu denli büyük bir eylem yaptı mı? Ya da karşı cevap geldiğinde ne tür tepkiler vermiştir veya verebilir?

-Örgütlerin istihbaratlarla ilişkileri var mı, geçmişte olmuş mu?

-Yapılan eylem, eylemi yapan örgütün inançlarına, menfaatlerine stratejilerini mi yoksa düşman ilan ettiği ülke, grup veya milletlerin inançlarına, menfaatlerine ve stratejilerine mi yaramaktadır.

-Yapılan eylemin, yakın ve uzak gelecekte sonuçları ne olacak? Kim bundan hangi boyutları ile yararlanabilecektir?

-Yapılan eylem, eylemci gruba ulusal veya uluslar arası düzeyde kamuoyu desteği sağlıyor mu? Yoksa kamuoyunun nefretini mi kazandırıyor?

-Yapılan eylem, eylemci grubun müttefiklerini mi yoksa düşmanının müttefiklerini mi artırıyor?

-Yapılan eylemde asıl zarar görenler, eylemci grubun bizatihi düşmanları mı yoksa masum insanlar mı, kendilerine psikolojik olarak sempati besleyen topluluklar mı?

-Eylemin icrasındaki profesyonellik düzeyi nedir? Nasıl bir hazırlık süreci gerektirir?

-Eylem, kendi ülkesinde mi yabancı bir ülkede mi yapıldı? Eylem için gerekli lojistik desteğin büyüklüğü nedir? Bunu, eylemi yapan örgüt gerçekten sağlayabilir mi?

-Eylemciler, eylemlerinde kendi kimliklerini mi sahte kimlikleri mi kullanırlar? Eylem olur olmaz ortaya atılan kimlikler, gerçek mi? Yanlış yönlendirmek için bırakılmış veya sunulmuş olamaz mı?

-Eylemciler, olaydan hemen sonra kolayca teşhis edilebiliyorsa eylemi yapmadan önce kendilerine niçin mani olunamıyor veya olunmuyor?

-Olaydan hemen sonra yakalananlar, gerçek failler mi, yoksa kamuoyunu yanlış yönlendirmek için istihbarat örgütlerinin veya Gladyo’nun gizli özel elemanları mı?

-Eylemciler, istihbarat örgütlerinin veya Gladyo’nun gizli özel elemanları olup yakalanmaları mı istenmiştir?

-Eylemle verilmek istenen mesaj, örgütün mesajı mıdır yoksa örgüt üzerinden devletlerin, istihbarat örgütlerinin birbirlerine ilettikleri gizli bir mesaj mıdır?

Bu ve buna benzer soruları artırmak mümkündür. Ama en azından yukarıdaki soruları cesaretle sorarak cevapları arandığında, Şeytanî ittifakın psikolojik savaş aygıtının bir elemanı durumuna düşmekten, kaosun oluşmasına yardımcı olmaktan kurtulur ve halkın daha sakin bir şekilde düşünmesine katkıda bulunmuş oluruz.

11 Eylül Provokasyonu ile İstanbul Bombalama Provokasyonu Arasındaki İlginç Benzerlikler

İstanbul’daki bombalama olaylarının perde arkasının görülebilmesi için, ABD’deki 11 Eylül provokasyonunda ileri sürülen argümanları hatırlayıp bir karşılaştırma yapmakta fayda vardır. (11 Eylül provokasyonu için Umran-Ekim 2001, Sayı: 86’nın tekrar okunmasında fayda vardır.)

1. Ortak nokta:11 Eylül’de ABD’de aynı anda birkaç yerde olaylar olmuş; İkiz kulelerle Pentagon’un eşzamanlı vurulduğu ifade edilmiştir. Olayın şoku içerisinde olayla ilgili yapılan ilk değerlendirmelerde, ‘böyle bir organizasyonun yapılabilmesi için en az 3 yıllık bir hazırlığa ihtiyaç vardır’ denmiştir. Ancak El-Kaide adı ortaya atılınca, ilk değerlendirmeler örtbas edilip; ‘yapılan eylem için profesyonel olmaya gerek olmadığı, bu işi yapmanın sıradan bir iş olduğu ve bunun herkes tarafından kolaylıkla yapılabileceği’ ifade edilmeye başlanmıştı.

Türkiye’deki olaylar meydana geldiğinde yapılan ilk değerlendirmelerde, ‘yapılan işin büyük bir organizasyon işi olduğu’, ‘profesyonellik gerektirdiği’, ‘büyük bir istihbarat ve lojistik destek ağına ihtiyaç olduğu’ ve ‘hazırlığının uzun bir zaman alacağı’ istikametinde yorum ve değerlendirmeler yapılmıştır. Ancak El-Kaide ve Hizbullah adı ortaya atıldıktan sonra, yorumların şekli ve istikameti değiştirilmiş, iş sıradanlaşmış, ‘herkesin bu işi yapabileceği’, ‘profesyonelliğe ihtiyaç olmadığı’ ve ‘büyük bir hazırlık ve organizasyona ihtiyaç duyulmadığı’ söylenmeye başlanmıştır. Bombaların hazırlandığı mekan, bir baharatçının son derece dar olan iş yeri olarak sunulabilmiştir.

Her iki olayda, eylemin büyüklüğü ile ismi geçen örgütün gücü arasındaki dengesizlik (yani bu işleri, bu örgütlerin yapma imkan ve kapasitesi olmadığı) göz önüne alınarak; iddianın inandırıcı olabilmesi için eylem bilinçli bir şeklide küçültülerek basitleştirilmek istenmiştir.

2. Ortak nokta: ABD-İsrail-İngiltere Şeytan ittifakı, her iki olayı uluslararası terör olarak nitelemiş ve adını ‘İslamî terör’ koyarak İslam’la terörizmi özdeş hale getirmeye çalışmışlardır.

3. Ortak nokta: Her iki olayın, birbirine nazaran gerekli eleman sayısı değişse de geniş bir eylemci grup tarafından yapılmış olması gerekir. Geniş bir grupça, geniş bir zaman diliminde yapılan hazırlıktan haberdar olamayan dünyanın en donanımlı istihbarat örgütleri, olaylardan hemen sonra faillerin isimlerini, eşkallerini, kaldıkları yerleri ve tüm kullandıkları eşyaları nasıl teşhis edebilmiş ve nasıl bulabilmiştir? Medyaya bu isimler, vaktinden önce kimler tarafından ve hangi amaçla sızdırabilmiştir?

4. Ortak nokta: 4000-5000 0C sıcaklıkta İkiz kulelerdeki çelik konstrüksiyon erirken, binanın enkazında, uçakta oldukları söylenen teröristlerin çelikten daha yüksek sıcaklığa dayanabilen kağıttan yapılmış pasaportları sağlam bir şekilde bulunabilmiş ve kamuoyuna gösterilebilmiştir! İstanbul’daki olaylarda da, parçalanarak tanınmaz hale geldiği söylenen teröristlerin nüfus cüzdanları sapasağlam bulunabilmiş ve kamuoyuna gösterilebilmiştir. Bu kadar büyük bir eylemi yapan insanların sahte kimlik yerine kendi orijinal kimliklerini niçin kullandıkları anlaşılamamaktadır. Her alanda sahte kimlik kullanan eylemci örgütler, nedense bu tür olaylarda gerçek kimliklerini kullanmışlardır!

5. Ortak nokta: Eylemciler, yaptıkları eylemleri silahlı propaganda dedikleri bir propaganda aracı olarak görürler; bu yolla isimlerini duyurup taraftar toplamak ve korku salmak isterler. Fakat nedense 11 Eylül ve sonrası eylemleri üstlenen hiçbir örgüt yoktur. Silahlı propagandayı benimseyenler, bu kadar büyük eylemler yapacaklar ve fakat bunu üstlenmeyecekler; bu hiç de mantıki değildir.

6. Ortak nokta: 11 Eylül’ü gerçekleştirenlerin, halkı Müslüman olan farklı ülkelerin insanları olduğu iddia edilmiş, bu yüzden o ülke yönetimleri suçlanarak terörizmi besleyen ülkeler olarak hedefe yerleştirilip teslim alınmaya çalışılmıştır. İstanbul’daki olayları gerçekleştirenlerin barınma mekanları olarak da Türkiye ve Suriye gösterilmiştir. ABD’nin 11 Eylül’den beri İsrail’le birlikte Suriye’den şikayetçi oldukları ve Suriye’yi parçalamak istedikleri bilinmektedir. İstanbul’daki olayda Suriye’nin hedef tahtasına konması bir tesadüf değildir. Olayın arkasından ABD heyetinin Türkiye’den İncirlik üssünün kullanımını istemesi düşündürücücüdür.

İstanbul Olaylarında Kafa Karıştıran Sorular

Türkiye’de DNA Veri Bankası Ne Zaman Kuruldu?

İstanbul’daki bombalama olaylarında, paramparça olduğu söylenen eylemcinin bir parçasından alınanların DNA testine tabi tutulması ile, eylemcinin kimliğinin tespit edilebildiği ifade edilmektedir. Ne zamandan beri Türkiye’nin elinde bir DNA veri bankası mevcuttur. Bu bilinmemektedir. Türkiye vatandaşlarının tümü DNA testine tabi tutulmuş ve buna ilişkin bir veri bankası elde edilmiş, eylemcilerden alınan örnekler üzerinden yapılan test sonuçları ile veri bankasındaki sonuçlar karşılaştırılarak şahıslar tespit edilebilmiş midir? Kamuoyunun bu denli kandırılmasında geçici fayda umanlar, uzun vadede neleri kaybettiklerinin ve Türkiye’ye neler kaybettirdiklerinin farkında mıdırlar?

Eylemlerden Zarar Görenler Niçin Hep Müslümanlar?

11 Eylül sonrası başlayan dönemde meydana gelen eylemlerin hep Müslüman coğrafyada yapılmış olması ve eylemin mağdurlarının da Müslümanlar olmuş olması dikkat edilmesi gereken çok önemli bir husustur. Eğer iddia edildiği gibi bu eylemler, İslam adına Müslüman kişiler tarafından yapılıyor ise niçin eylemlerden ABD-İsrail-İngiltere mağdur olmuyor; ölenlerin çoğunluğu Müslümanlar oluyor. Zarar görenler Müslümanlar, kâr edenler hep şeytanî ittifak mensupları oluyor. Bunda sizce bir terslik yok mudur?

Bu aşamada dikkat edilmesi gereken bir nokta da, İrak’ın işgali sırasında ABD-İsrail-İngiltere Şeytan ittifakının isteklerine karşı direnen ve halkı Müslüman olan tüm ülkelerde, benzer bombalama olaylarının yaşanmış olmasıdır. Direnenlerin direncini kırmak için İslam adına mücadele ettiğini söyleyen örgütler, niçin eylem yapmış olsun, niçin işgalcilere karşı direnenleri İslam adına cezalandırmaya kalksın? Ya bu örgütler, İslam için kıyama kalkmış değil, ya da bu eylemleri bunlar yapmamıştır. Yoksa bu eylemler, onlar adına birileri tarafından yapılıp onların isimleri mi kullanılmaktadır?

Hangi Örgüt Devamlı Düşmanlarını Artırıcı Eylemler Yapar?

ABD-İsrail-İngiltere’ye belli bir boyutta direnebilen ve halkı Müslüman olan ülkelerde bu eylemlerin yapılması ne anlama gelmektedir? Afganistan ve Irak işgal edilirken ABD-İsrail- İngiltere’de hiçbir eylem yapmayan veya yapamayan El-Kaide ve benzeri organizasyonların, kendileri ile çatışma içerisinde olmayan ve halkı Müslüman olan ülkeleri seçmesi, ne derece strateji bilgisi ile bağdaşır? İstanbul’daki olayların yapılma gerekçesi olarak medyanın diline doladığı, Türkiye’deki model niçin kendileri için asıl tehlike olsun? Türkiye’deki model, 80 yıldır uygulamada olup yeni değildir. Eğer bu model kendileri için asıl tehlike ise bu örgütler niçin bu zamana kadar beklemiş ve ABD’nin isteklerine Türkiye direndiği zaman eyleme geçmiştir? Kimse kendisini kandırmasın; Türkiye’nin İslam coğrafyasına sunabileceği kendi içinde tutarlı bir modeli yoktur. Bu iddia, hükümeti yanlış yöne yönlendirmek için ortaya atılmış bir yemdir.

Eylemi yaptığı iddia edilen örgütler için Afganistan’ın, Irak’ın ve Filistin’in işgali ile ortaya konan modellerden daha tehlikeli bir modelin; kendileri ile çatışma halinde bulunmayan Türkiye, Suudi Arabistan ve Pakistan gibi ülkelerde olduğunu iddia etmek, ya aptal olmayı ya da hain olmayı gerektirir. Bu kadar başarılı eylemleri yapabilenler, aptal olamayacaklarına göre geriye iki ihtimal kalmaktadır: Ya hain-işbirlikçidirler ya da bu eylemleri kendileri yapmamıştır.

Stratejinin temel yasası; kendi kuvvetlerini mümkün olduğunca artırmak, düşman kuvvetleri mümkün olduğunca parçalamak ve azaltmaktır. Bu stratejik zaviyeden baktığımızda, ABD-İsrail-İngiltere gibi düşmanlar tarafından ülkeleri işgal edilmiş örgütler, niçin kendilerini yalnızlaştıracak, düşman cephesini kuvvetlendirecek eylemler yapmış olsunlar? Durup dururken Türkiye, Suudi Arabistan ve Pakistan gibi ülkeleri karşılarına alsınlar?

Neden Türkiye ABD’ye Direndiğinde Eylem?

Eylemi, Hizbullah’ın yaptığı iddia ediliyorsa, unutulmasın ki lider kadroları öldürülürken, Afganistan ve Irak işgal edilirken böyle bir eylem yapmayıp Türkiye Irak’a asker göndermeyi reddettikten, Kuzey Irak’taki Kürt devletine karşı çıktıktan, Mossad’ın Kuzey Irak’taki hareketlerini kınadıktan, İsrail başbakanı ile görüşmeyi reddettikten ve Kıbrıs’ta ABD ve AB isteklerine karşı çıktıktan sonra, ABD-İsrail’e düşman olduğu ileri sürülen bir örgüt neden bu eylemi şimdi yapmış olsun? Eylemin yapılış, sunuluş ve değerlendiriliş biçimine baktığımızda olayın planlayıcıları ve karar vericileri, dile getirilen örgütler olarak görülmemektedir. Bu mızrak bu çuvala sığmamaktadır.

Korumakla Görevli Oldukları İbadethaneleri Müslümanlar Bombalar mı?

İbadet yerleri, İslam inancına göre kutsaldır ve İslam’ın koruması altındadır. İbadethanenin camı, sinagog, kilise veya havra olması fark etmez. Osmanlı coğrafyasında cami, kilise ve havra / sinagog yanyana insanlara hizmet sunmuşlardır. Bu nedenle Haydarpaşa lisesinde mescit ve kilise bir aradadır. Onun için Darülaceze’de kilise, havra ve cami yanyana bulunmaktadır. Müslümanların görevi, ibadet ve inanç özgürlüğünü güvence altına almaktır. İbadethaneleri koruyarak, insanların korkmadan, endişelenmeden güven içerisinde ibadetlerini yapmasını sağlamaktır. Kendileri zulme uğramış olsalar bile bu böyledir:

“Onlar «Rabbimiz Allah’tır» demelerinden başka bir sebep olmaksızın haksız yere yurtlarından çıkarıldılar. Eğer Allah insanların bir kısmını bir kısmı ile defetmeseydi manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah’ın adı çok anılan mescitler elbette yıkılırdı.” (22/40)

İslam adına yola çıkanlar, ibadethaneleri korumakla görevli iken nasıl olur da ibadethanelerde ibadet eden insanları öldürmeye kalkışabilir? Sizce bu noktada ciddi bir çelişki yok mudur?

Bağımsızlık Savaşı Verenlerin Kamuoyunun Desteğine İhtiyaçları Yok mu?

Sivil hedeflerin, özellikle, ibadethanelerin vurulması, dünya kamuoyunun tasvip etmeyeceği, hatta nefretle karşılayacağı bir eylem tarzıdır. Bağımsızlık savaşı verenler için dünya kamuoyu, son derece önemlidir. Bağımsızlık savaşını yürütenlerin ilk bilmesi gereken şey, kamuoyu desteğinin önemi olup bunu kazanabilmek için nelerin yapılması gerektiğidir. Gerek 11 Eylül’de, gerekse İstanbul’daki olaylarda siviller ve ibadethaneler hedef seçilmiştir. Bu kadar büyük bir eylemi başaranların, bu kadar basit bir noktayı görememeleri ve kendilerini kamuoyundan tecrit etmeleri düşünülebilir mi?

Kamyonet Şoförleri Kaçtı mı İntihar mı Etti?

İstanbul’daki ilk eylemlerle ilgili görgü şahitlerinin tv kameralarına yansıyan ilk ifadeleri, kamyonet şoförlerinin araçlarını park edip hızlıca olay mahallinden uzaklaştıkları şeklindedir. Olayda yaralanmış ve olayın bütün dehşetini yaşamış görgü tanıklarının ilk beyanları, olayın propagandaya bulaşmamış yalın halinin bir resmi mahiyetindedir. Bütün bu beyanlar, ekranlardan kamuoyuna yansımamışçasına herşey tersyüz edilerek kamyonet şoförlerinin birer intihar saldırısı yaparak parçalandıkları şeklinde bir değiştirmeye gidilmesi, kimin veya kimlerin eseridir ve ne amaçlanmaktadır? Olayın üzerine gidilmek isteniyorsa bu noktanın öncelikle ele alınması gerekir.

İkinci bombalama olayında kamyonet şoförlerinin taşıdıkları yükten haberlerinin olup olmadığının anlaşılması, olayın çözümünde anahtar rolündedir. Gerçek organizatörlere, karar vericilere ulaşmak için hayatî önemi haizdir. İntihar eylemi, genelde Filistinlilerin kendi topraklarında veya İsrail’de kullandıkları bir eylem tarzıdır. Hedef de düşman olarak kabul ettikleri Yahudilerdir. Oysa İstanbul’daki olaylarda İngiliz Başkonsolosu hariç (muhtemeldir ki o da yanlış bir zamanda yanlış bir yerde bulunmuştur) mağdurların büyük bir ekseriyeti Müslümanlar ve TC vatandaşlarıdır.

Silahlı Propagandayı Benimseyenler Niçin Eylemlerini Üstlenmezler?

Silahlı eylemi metod olarak benimseyen örgütler, silahlı eylemleri propaganda aracı olarak kullanırlar. O nedenle yaptıkları eylemleri üstlenir ve isteklerini tekrarlar. Eylemlerindeki başarı ile taraftarlarını artırmayı, kendilerine inananların inançlarını pekiştirmeyi, güçlü ve yenilmez olduklarını, istediklerini cezalandırabileceklerini göstermeyi hedeflerler. Oysa bu örgütlere atfedilen olayların hiçbiri, bunlar tarafından üstlenilmiş değildir. Bu silahlı propagandanın mantığına terstir.

Başbakanın İlkinde Alamayıp İkincisinde Aldığı Mesaj Nedir?

İstanbul’daki ilk bombalama olayından sonra Başbakan Erdoğan’ın yaptığı konuşma anlamlıdır. Üzerinde düşünülmesi ve yorumlanması gerekir. Başbakan özetle; “Devletimize ve Hükümetimize bu yolla bir mesaj verilmek isteniyorsa, o mesajı ayaklarımın altına alıp çiğniyorum.” demiştir. Başbakan bu konuşma ile, bir yerlere karşı bir mesaj göndermiştir. Eylemleri kimlerin organize ettiğini bilmektedir. Hükümetten talep edilen şeye bu konuşma ile sert bir cevap verilmiştir. Başbakanın cevabî mesajı, teröristlerle ilgili olsaydı, ikinci bombalama olaylarından sonra Başbakanın suskunluğa bürünmemesi gerekirdi. Demek ki başbakan ilk konuşmasında, teröristlerin haricinde bazı devletlere veya güçlere karşı mesaj göndermiştir. Ya da başta verilmek istenen mesajı yeterince anlayamamıştır da onun için o kadar sert ve kararlı konuşmuştur. Karşı taraf, Başbakan tarafından mesajlarının yeterince anlaşılamadığını ve isteklerinde ısrarlı ve kararlı olduklarını belirtmek için ikinci bir mesajı, yeni bir bombalama ile göndermek lüzumu hissetmişlerdir. Bu ikinci bombalama olayından sonra başbakan kendisine verilmek istenen mesajı almış olmalı ki suskun kalmayı tercih etmiştir. Hükümete iletilmek istenen mesaj, ABD eski dışişleri bakanı Henry Kissenger’in; “Dostumuz olan ülkeler, Washington tarafından çizilen genel çerçeve içerisinde kalmak kaydıyla bulundukları bölgede ki çıkarlarını kendileri hararetle takip etmeliler”1 şeklinde tanımladığı çerçevenin dışına çıktınız mıdır?

ABD-İsrail-İngiltere Yönetimleri Kendi Kamu Oylarını Kazanmak İçin Ne Yaparlar?

AB ülkelerinde yapılan ankette, ‘Dünya barışı için en tehlikeli ülke hangisidir’ sorusunun cevabında 1. sırada İsrail, 2. sırada ABD yer almıştır.2 Dünyanın her tarafında bu iki ülke, halklar tarafından protesto edilmektedir. ABD Başkanı Bush, İngiltere seyahatinde çok büyük kalabalıklar tarafından protesto edilmiştir. İngiliz başbakanı ve ABD başkanı ülkelerinde büyük bir itibar kaybına uğramışlardır. İstanbul’daki bombalama olaylarının arkasından yapılan anketlerde, her iki ülke liderinin itibarı artmış bulunmaktadır. Diğer taraftan son yıllarda İsrail’e dışardan Yahudi göçünün olmaması; tam tersine İsrail’den dışarıya göç olmaya başlaması ve İstanbul’daki bombalama olaylarından sonra Ariel Şaron’un; “Yahudilerin güven içerisinde yaşayabilecekleri tek yerin İsrail olduğunu” belirterek Yahudileri İsrail’e yerleşmeye davet etmesindeki zamanlama ilginçtir. Olayların zamanlaması ile üç ülke yönetimlerinin kamuoyu desteğine olan ihtiyaçları arasında bir ilişki olamaz mı?

Bu Eylemler Daha Büyük Güçlerin İşidir

Yukarıdaki analizlerin uzantısında bu eylemler, El-Kaide, Hizbullah gibi örgütlerin kararlaştırıp icra ettikler birer eylem olarak gözükmemektedir. Dünya kamuoyunun her geçen gün desteğini kaybeden ABD-İsrail-İngiltere şeytan ittifakının yaptığı bir işe benzemektedir. Ancak bu noktada bu işi tek başlarına mı, yoksa içerden 28 Şubat cuntasının uzantıları ile birlikte mi yaptıkları şimdilik çok net değildir. Ayrıca bu nokta analiz edilmeye muhtaçtır. Ancak 28 Şubat cuntasının uzantılarının böyle bir eylemden yararlanmaya kalktıkları, bu yolla hükümeti ve hükümetin şahsında İslam’ı yıpratmak istedikleri çok açıktır.

ABD’nin Yeni Bir Soğuk Savaşa İhtiyacı Vardır

Bu ve buna benzer olaylar durmayacaktır. Şeytanî ittifaka karşı çıkıldıkça daha büyük bir şiddetle olaylar tırmandırılmak istenecektir. Bu gerçeğin iyice anlaşılması gerekir. Şeytanî ittifakın 21. yüzyıl için stratejik hedeflerini gözönüne almadan, mantıklarını kavramadan olacak olayları tahlil edip çözümler üretmek mümkün değildir.

Kendisini Düşmanı ile Tanımlayan ve Korku Üzerine İnşa Edilen Ülke: ABD

ABD, göçmenler üzerine kurulu bir devlettir. Bu federatif birliğin kurulabilmesi için uzun, kanlı iç savaşlar yaşanmıştır. Karmaşık bir etnik ve inanç yapısına sahiptir. Bu karmaşık yapıyı, zenginlik ve korku bir arada tutabilmektedir. Özellikle korku, ABD tarihi boyunca başat rolü oynamıştır. ABD’nin zenginliklerine göz dikmiş büyük bir düşmanın varlığı, ABD’nin yönetilmesinde birinci dereceden bir gerek şart olarak kabul edilmiştir. Etnik mozaik, büyük bir düşmanın varlığına inandırılarak uygulanan politikalara karşı sessiz kalması sağlanmış, ülkeye hakim uluslararası şirketlerin daha çok kâr yapması için muhalefetsiz bir ortam sağlanabilmiştir3

“Bir başka büyük düşman daha vardır ki, bununla uğraşabilmek için yığınla problemin çözülmesi gerekir. Bu düşman Birleşik Devletlerin halkıdır. Halkın muhalif olduğu politikalar karşısında sessiz kalmasını sağlayabilmek için klasik bir yöntem vardır: yüreklere korku salmak. Halk malının ve canının büyük bir düşmanın tehdidi altında olduğuna inandırılırsa, muhalif olduğu programların uygulanması karşısında sessiz kalmayı tercih eder, yapılanları hoş karşılamasa bile zaruri bulabilir... ABD tarihinde büyük şeytan rolünü kimi zaman İngiltere’nin, kimi zaman İspanya’nın ve kimi zaman da barbarların oynadığını görmekteyiz. 1917’den bu yana ise büyük şeytan rolü Sovyetlerin üzerine yıkılmış bulunmaktadır.”

Kendisi ile ilgili yürütülen bir soruşturmada Yarbay Oliver North’un verdiği ifade, bu temel varsayımın ABD yönetimi için ne kadar önemli olduğunu doğrular mahiyettedir4

“Amerikan vatandaşları dünyanın büyük tehlikelerle dolu olduğunu çok iyi bilmek zorundadır. Hayatımız ve ulusumuz bu tehlikeli dünyada risk altındadır”.

 Dünyada kendisini düşmanı ile tanımlayan tek ülkenin ABD olduğu söylenebilir. Bunu, alt kimliklerin birlikteliği için şart olarak görüp benimsemişlerdir. Huntington’un ‘Medeniyetler Çatışması’ tezinin önemli dayanaklarından biri, ABD’nin yeni bir düşmana olan ihtiyacıdır. Komünizmin çöküşünden sonra eğer ABD için yeni bir düşman bulunamaz ise ABD’nin çökeceği kanaatini taşımaktadır:5

“Çin bir çok hanedanın yıkılışını atlattı. Ve komünizmin yıkılışından sonra da Çin hala ortada duruyor. Ama ABD kimliğini tanımlayan siyasal ideolojinin sona ermesinden sonra yaşayamaz. Liberal demokrasinin ortadan kalkması ile birlikte Birleşik Devletlerde tarihin çöplüğündeki Sovyetler Birliğinin yanına gider. Demokrasinin her yerde başarıya ulaşması bunu mümkün kılar. Çünkü Birleşik Devletler hep kendisini bir şeyin karşıtı olarak tanımlamıştır. III.George’un, Avrupa monarşilerinin, Avrupa emperyalizminin , Faşizmin, Komünizmin. Ortada sürekli olarak kendi kimliğimizi şekillendirmemize yardımcı olan bir düşman olmuştur. Kime karşı olduğumuzu bilmez isek, kim olduğumuzu nasıl bileceğiz? Bugün bizim gibi demokrasilere kalan soru, Amerikan demokrasisinin gücü, ne ölçüde ona güç ve hayat veren bazı dış ‘diğere’ dayanmaktadır?”

ABD Sistemi ‘Pazar Tek Tanrıcılığı Dinine’ Dayanır

Sovyetler Birliği varken ABD ve Batı kamuoyu, tehlikeli büyük şeytanın varlığını kabullenmişti. Dolayısıyla ABD politikalarına istemese de destek verme zorunluluğu duyuyordu. Sovyetler çöktükten sonra batı kamuoyu derin bir nefes almış, Soğuk Savaşın stresini sırtından atmıştı. Düşmansız bir dünyada korkusuz yaşayabilirdi. Oysa ABD’deki sistem, ‘Pazar Tek Tanrıcılığını’ din olarak benimsemişti.6 Baştan beri şuna inanılmıştır: ‘ABD’nin zenginliği, her 10 yılda bir çıkarılacak savaşlarla sağlanabilir’7 ABD yönetiminin yeni dini Pazar Tek Tanrıcılığının temel varsayımı budur. Bu tüketim dininin yaşayabilmesi için hem ülke içerisinde, hem de dünyada gerilime ihtiyaç vardır. Bu anlayış, ABD eski başkanlarından Woodrow Wilson tarafından devletin gizli politikası haline getirilmiştir:8

“Madem ki ticaret milli sınırları tanımıyor ve madem ki imalatçı dünyayı pazar olarak görmek istiyor; onun ülkesinin bayrağı da kendisini takıp etmeli ve milletlerin ona kapalı olan kapıları kırılmalıdır: Para babalarının elde ettiği tavizler, dik kafalı milletlerin egemenliklerinin ayaklar altına alınması pahasına da olsa, devletin bakanları tarafından korunmalıdır. Dünyanın hiçbir köşesi bırakılamayacak veya ihmal edilemeyecek şekilde sömürgeler oluşturulmalı veya edinilmelidir.”

Dünyanın her tarafındaki kaynak ve pazarlara rahatlıkla ulaşabilmek, oralardaki rakipleri nükleer üstünlüğe dayanarak tasfiye etmek, Amerikan Milli Güvenlik kavramının boyutlarını ortaya koymaktadır:9

“Amerikan milli güvenlik kavramı… Batı yarım kürede yer alan stratejik bir nüfuz alanının kapsıyordu.(Öyle bir alan ki, oradan başkalarının, özellikle de Avrupa’nın dışlanması gerekiyor ve bu saha da ‘stratejik nüfuz’ ekonomik kontrolü de gerektiriyordu). Ayrıca bu milli güvenlik kavramı, Atlantik ve Pasifik okyanuslarının hakimiyetini de içeriyordu. Stratejik sınırları yaymak ve Amerikan iktidarını gerçekleştirmek için dış üslere uzanmış bir sistemdi bu. Ticari üslerin askeri üslere dönüşmesini kolaylaştırmak, Avrasya’nın en büyük kesimlerinin kaynak ve pazarlarına ulaşmak, potansiyel her düşmanın bu kaynaklara ulaşmasını engellemek ve nükleer üstünlüğü devam ettirmek için, transit hakların daha da yaygın hale getirildiği bir sistem…”

ABD Sistemi Yeni Düşman Arıyor

ABD’nin öngördüğü bu sisteminin yaşayabilmesi için ABD halkının bedel ödemeye , rahatından fedakârlık yapmaya hazır olması gerekir. Dünyanın her tarafında akıtılacak kanın kutsal bir amaç için, ABD’nin bağımsızlığı için olduğuna halkın inanması lazım. Bunun için tehlikeli büyük bir düşmana ihtiyaç vardır. Bu yeni düşman, Huntington tarafından keşfedilip kamuoyuna sunulmuştur.

Huntington’un kimliği, ortaya atılan tezdeki nihai niyeti daha iyi açıklar. Huntington, (tezini ortaya attığı zaman) Harward Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Enstitüsü Başkanı, Amerikan Milli Güvenlik Kurulu Strateji Direktörü, Amerikan Siyasal Bilimler Derneği Başkanı, Foreign Affairs Dergisinin kurucusu ve editörü. Ve bir Yahudi. Tezin asıl fikir babasının Yahudi Bernard Lewis olması, tezin siyonist ideallerle ilişkili olma ihtimalini kuvvetlendirmektedir.10

Bu kadar önemli mevkilerde bulunan birinin ‘Medeniyetlerin Çatışması’ tarzındaki bir gerilim ve çatışma tezini ileri sürmesi, bireysel bir olay olarak ele alınıp değerlendirilemez, değerlendirilmemeli de.

Huntington’ın tezinin ana varsayımı, farklı medeniyetlerin mutlaka çatışacağı ve bu çatışmanın global politikaları belirleyeceğidir:11

“Beşeriyet arasındaki büyük bölünmeler ve hakim mücadele kaynağı kültürel olacak. Milli devletler dünyadaki hadiselerin yine en güçlü aktörleri olacak fakat global politikanın asıl mücadeleleri farklı medeniyetlere mensup grup ve milletler arasında meydana gelecek. Medeniyetlerin çatışması global politikaya hakim olacak. Medeniyetler arasındaki fay hatları geleceğin muharebe hatlarını teşkil edecek. Medeniyetler arasındaki mücadele modern dünyadaki mücadelenin nihai evrimi olacak.”

Huntington, medeniyetlerin niçin çatışacağına ilişkin 6 ayrı sebep ileri sürmektedir:12

1.‘Medeniyetler birbirlerinden tarih, dil, kültür, gelenek ve en mühimi de din yoluyla farklılaşırlar.’

2.‘İletişim ve ulaşımın artması ile dünya küçülmüştür. Bundan dolayı farklı medeniyetlerin insanları arasındaki etkileşim artmaktadır. Bu da insanların medeniyet şuurlarını artırmaktadır.’

3.‘20.asrın sonlarından itibaren dünya sekülarizasyondan uzaklaşmakta, din yeniden doğmakladır.’

4.‘Gücünün zirvesindeki bir Batı, Batılı olmayan yollardan dünyayı biçimlendirmek için gittikçe daha fazla arzu, istek ve kaynağa sahip olan Batı dışı ülkelerle yüzyüze gelmektedir.’

5.‘Sınıf ve ideoloji mücadelelerindeki anahtar soru, ‘sen hangi taraftasın?’ biçimindeydi ve insanlar taraflar arasında tercihte bulunabilir ve taraf değiştirebilirdi. Medeniyetler arasındaki çatışmalarda bu soru, ‘sen nesin?’ şeklindedir. Etnisiteden daha fazla din, insanlar arasında keskin ve dışlayıcı şekilde bir ayırım yapmaktadır.’

6.‘Ekonomik bölgecilik artmaktadır... Bir yandan, başarılı ekonomik bölgecilik medeniyet şuurunu takviye edecek, diğer yandan da ekonomik bölgecilik ancak müşterek bir medeniyet içinde kök saldığı zaman muvaffak olabilecektir.’

Huntington’un tezinin toplumun değişik çevrelerinden tepki göreceği bekleniyordu. Yapılmak istenen şey, yeni bir soğuk savaşa kamuoyunu alıştırmaktı. Kabullendirmek daha sonranın işiydi.

Huntington’un Tezinin Üç Ayağı

1-Amerikalı Kimliği Kaybolmakta

Etnik Kimlikler Öne Çıkmaktadır

ABD, Soğuk Savaş sonrasında düşmansız kaldığı için ülke içerisinde alt kimlikler öne çıkmakta, Amerikalılık bilinci kaybolmakta ve ülke çözülmeye doğru gitmektedir. Sınıfsal ayırımın zirvede olduğu, tüm beşeri ilişkilerin metalaştığı ABD’de bir mozayiği andıran iç etnik yapı, devamlı ve tehlikeli bir düşman olmadan uzun süre birarada, birlikte yaşaması mümkün gözükmemektedir. Sovyetlerin çöküşünden sonra halkına göstereceği makul bir tehlike olmadığı için çok ciddi bir iç çözülme sürecine girmiştir:13

“Kendi kaderini tayin hakkı için yani her grubun kendi yolunu izlemesine izin verilmesi-çeşitli gerekçeler ileri sürülebilir ama bu da toplumun ve devletin gittikçe parçalara bölünmesine ve dağılmasına neden olabilir. Dahası demokrasiler bu sorunu çözmeye uygun değildir. Tam anlamı ile bir demokratikleşme ve demokrasinin işlemesi etnik, dini ve mahalli gruplar arasındaki ilişkileri şiddetlendirebilir. Zamanla bu kimlikler merkezi bir konuma gelir ve politikacılar bu kimliklere seslenirler ve bu da etnik gruplar arasında ki çatışmaları yoğunlaştırır. Bu sorun yeni demokrasilerde yaygındır ve Birleşik Devletlerde de mevcuttur... Bir açıdan komünizmin yıkılışından beri olanlar liberal demokrasinin zaferi olmaktan çok etnikliğin ve milliyetçiliğin zaferidir. Bu Birleşik Devletlerin geleceği ile ilgili olarak çok ciddi sorunları gündeme getirmektedir..”

Okuyucunun bu konuda daha ayrıntılı bilgi edinebilmesi için Fukuyama’nın ‘Büyük Çözülme’ ve Brezinsky’nin ‘Kontrolden Çıkmış Dünya’ ve Garaudy’nin ‘Çöküşün Öncüsü ABD’ adlı eserleri okumasında büyük fayda vardır.

2- Batı Dışı Ülkeler Milliyetçiliğe Kaymakta, ABD Karşıtı Bölgesel Güçler Oluşmaktadır

ABD’nin dışında bölgesel güçler ortaya çıkmakta ve bunlar ABD politikalarına karşı tavır belirleme cesaretini gösterebilmektedir. Şimdilik bu bölgesel güç, Huntington’a göre, büyük bir ekonomik büyüme içerisinde olan Çin’dir.

1990’ün başlarında Pentagon bünyesinde Paul Wolfowitz başkanlığındaki bir komisyonun hazırladığı milli güvenlikle ilgili belgede, Çin ve benzeri güçlerin gelecekte ABD’ye ciddi bir rakip olmasının şimdiden engellenmesi istenmiştir:14

“Milletlerarası düzen, kısacası, ABD tarafından teminat altına alınmıştır. Ve ABD toplu bir eylem durdurulamadığı zaman veya doğrudan bir eylem gerektiren krizler durumunda, bağımsız olarak harekete geçebilecek vaziyette olmalıdır... NATO’nun istikrarını bozabilecek sırf Avrupa’ya mahsusu bir güvenlik sisteminin ortaya çıkmasını önlemek için harekete geçmeliyiz... Almanya ve Japonya, ABD tarafından yönetilen toplu bir güvenlik sistemine dahil edilmelidir... Muhtemel rakipler, kendilerinin daha büyük bir rol oynama özlemi duyma ihtiyacında olmadıkları konusunda ikna edilmelidir”.

ABD’yi asıl rahatsız eden konulardan birisi de, batıda okuyan elitlerin-aydınların-yöneticilerin durumudur. Batıda okuyan batı dışı elitler, eskiden batılı tavır ve değerleri benimser ve batılı değerlere karşı çıkan yerli halka karşı savunurken; şimdi bu işleyiş tersine dönmüş, aydınlar batılı değerlere karşı çıkarken, halk arasında Amerikan kültür ve değerleri yaygınlaşmaktadır. Aydın ve yönetici kadronun bu şekilde ABD’ye karşı çıkıp halkın hayat standartlarını iyileştirmeye çalışması, ABD tarafından bir tehdit olarak algılanmaktadır:15

“Amerikan menfaatlerine karşı en büyük tehdit, ‘ kitlelerin düşük hayat seviyesini hemen iyileştirmeyi’ ve ekonominin çeşitlenmesini hedef alan, halktan gelen tazyiklere kulak veren ’milliyetçi rejimlerden gelmektedir. Bu istekler sadece ‘bizim kaynaklarımızı koruma’ ihtiyacımızla çatışmakla kalmaz, ‘özel yatırım için uygun bir ortak teşvik etme’ ve ‘yabancı sermaye getirenlere makul karlar sağlama‘ kaygımıza da ters düşer.”

Bugünkü başkan yardımcısı Dick Cheney, 1990 yılında asıl çatışmanın üçüncü dünya ülkeleri ile olacağını ve buna göre ABD’nin hazırlanması gerektiğini ileri sürmüştür:16

“Amerika Birleşik Devletleri, gizli çatışmaları durdurmak ve Amerikan çıkarlarını -sözgelimi Asya ve Latin Amerika’da- korumak için önemli bir filoya (ve genellikle bütün müdahale güçlerine) daima ihtiyaç duyacaktır. Gelecekte, askeri kuvvetimiz güçler dengesinde temel öge olacak, fakat kendisini farklı şekilde gösterecektir. Çok muhtemeldir ki askeri gücümüze başvurmamızı, Sovyetler Birliği değil de, Üçüncü Dünya ülkeleri tahrik edecek, bu da, yeni yetenekler ve farklı yaklaşımları gerektirecektir.”

3- İslam Dünyada Hızlıca Yayılmakta ve İslam Coğrafyasında Batı Kültür ve Medeniyetine Tepki Büyümektedir

Huntington’un tezinin 3. ayağı, İslam’ın dünyada hızlıca yayılması, dünyanın her tarafına dağılmış, Müslümanların kimliklerini muhafaza ederek asimile olmamaları ve İslam’ın başka dine mensup insanlar arasında yayılmasını sağlamaları, kendi ülkelerinde batı kültür ve medeniyetine karşı tepki vermeleridir:17

“Batı kültürüne, bazen Hıristiyan ve yıkıcı olduğu için karşı çıkılmaktadır. Mahalli kültüre dönüş en belirgin biçimde Müslüman toplumlarda ve Asya toplumlarında görülmektedir. Bütün Müslüman ülkelerde İslam’ı diriliş kendini göstermekte, hemen hepsinde en belirgin sosyal, kültürel ve entelektüel hareket haline gelmekte, etkisini en çok da politikada göstermektedir. 1996’da İran hariç, diğer bütün İslam ülkelerinde, İslam’ı ve İslamist görüş, düşünce ve kurumlar, 15 yıl öncesine göre çok daha yayılmıştır. İslamcı politikaların iktidar olamadığı ülkelerin hepsinde muhalefeti tek başına veya en etkin bir şekilde bu görüş temsil etmektedir. İslam dünyası, toplumlarının ‘Batı zehiri ile zehirlenmesine’ tepki göstermektedirler.”

İslam’ın ABD değerlerine zıt ayrı bir değerler sistemi sunması, yepyeni bir toplumsal yapı ve toplumsal ilişki ağı öngörmüş olması, batı değerlerine karşı bir başkaldırı olarak algılanmaktadır. Bernard Levis, 1990 yılında yazdığı bir makalede bu konuya batının dikkatini çekmeye çalışmıştır:18

“Hükümetlerin takip ettikleri politikalar ve dava konusu meseleler seviyesini çok aşan bir halet-i ruhiye ve hareketle yüzyüze geliyoruz. Bir medeniyetler çatışmasından daha az bir şey değildir bu: bekli irrasyonel ama bizim Judeo-Hıristiyan mirasımıza, seküler varlığımıza ve her ikisinin dünya çapında ki genişlemesine karşı, kesinlikle eski bir rakibin tarihi bir tepkisidir..”

ABD Yeni Düşmanını Keşfediyor: İslam Medeniyeti - Konfiçyüs Medeniyeti

11 Eylül’den sonraki gelişmelere ABD güvenlik belgeleri çerçevesinden baktığımızda, gelecekte kendileri için tehlikeli gördükleri iki medeniyete karşı bir kuşatma girişiminde bulundukları anlaşılmaktadır. Değerler sistemi açısından İslam medeniyetini, ekonomik büyüme açısından Çin medeniyetini düşman ve tehlikeli görüp şimdiden önlerini kesmek istemektedirler. Huntington, Batı ile İslam-Konfüçyüsçü medeniyetler arasında nükleer, kimyasal ve biyolojik silahların kullanılacağı bir çatışma öngörmektedir:19

“Batı ülkeleri ile Müslüman-Konfiçyüsçü devletler arasındaki çatışma, büyük oranda nükleer, kimyasal ve biyolojik silahlar, balistik füzeler ve gelişmiş güdüm sistemleri üzerinde yoğunlaşıyor. Batı, nükleer silahlarda artışa gidilmemesini evrensel bir norm olarak savunurken, bu ülkeler güvenlikleri için ihtiyaçları olduğunu düşündükleri silahları elde etme ve konuşlandırma haklarının bulunduğunu ileri sürmektedir.”

ABD sisteminin Pazar Tek Tanrıcılığı dinine İslam ve Çin medeniyetinin karşı çıkması, ekonomik ve askeri gücünün zirvesinde bulunan ABD için bir tehdit, bir başkaldırı ve bir asayiş sorunu olarak değerlendirilmektedir. Bu asayiş sorunu, gerekli ülkeleri işgal ederek, oralara yerleşerek çözülebilir:20

“Kültür gücü takip eder. Eğer batı dışı toplumlar tekrar batı kültürü tarafından şekillendirilecekse, bu, Batı gücünün yayılması sonucu olacaktır. Emperyalizm, üniversalizmin zaruri ve mantıki sonucudur...

Kriminoloji konusundan biraz haberi olan herkes bilir ki, mahalli düzen en iyi şekilde, ufukta belirecek motorize polis ekibinin çıkagelme korkusu ile değil, çevrede dolaşan polisin copuyla sağlanır...

Batı uygarlığında evrensel bir devlete ulaşmak imparatorluk şeklinde olacaktır.”

Huntington, ABD’nin bir imparatorluk haline dönüşebilmesi için Batıyı kendi patronajında bütünleştirmesini, NATO gibi kuruluşlardan Müslüman ve Ortodoks ülkeleri atmasını öngörmektedir:21

“Görüşüm, Orta Avrupa ülkeleri ve Latin Amerika ülkelerinin uluslararası kurumlara dahil edilmesi. Bunlar, Batı ile yakın akrabalığı olan ülkeler. Batı için Rusya ve Japonya ile iyi ilişkiler içerisinde olmak da çok önemlidir. Burada Çin, Kuzey Kore ve Bazı İslam ülkelerini şekillendiren medeniyetlere elimizi uzatmak zor olacaktır...

NATO Visegrad ülkelerine, Baltık ülkelerine, Slovenya’ya, Hırvatistan’a açık, Müslüman ve Ortodoks ülkelere kapalı olmalıdır... Artık NATO’nun misyonunun değiştiğini kabul etmenin zamanı gelmiştir.”

Sonuç

Yukarıdaki incelemeden çıkan sonuç, dünyanın içine girdiği yeni bunalımı, ABD-İsrail-İngiltere Şeytan ittifakı bilinçli olarak çıkarmıştır. Sovyetlerin çöküşünden sonra ABD’nin birlik ve beraberliğini koruması için ABD halkına göstereceği tehlikeli bir düşmana ihtiyacı vardır. ABD, gelecekte de askeri ve ekonomik olarak rakipsiz kalabilmek için güç olma ihtimali bulunan bütün ülke ve medeniyetlerin önünü bugünden kesmek istemektedir. Medeniyetler Çatışması tezi bunun için ortaya atılmıştır. ABD’nin öncelikli yeni düşmanları da, İslam Medeniyeti ve Konfüçyüs Medeniyetidir.

Eski Soğuk Savaştaki Komünist ideoloji yerine, Yeni Soğuk Savaşta İslam ve Çin medeniyetlerini koyarak eski Soğuk Savaşın filmini seyrettiğimizde; dünyada neler olabileceğini rahatlıkla görebilir ve değerlendirebiliriz.

Bu medeniyetleri, kendi ve dünya kamuoyuna tehlikeli gösterebilmenin yolu, terördür.

Bu medeniyetlere mensup insanlar üzerinden uluslar arası terörizmin beslenmesi ve desteklenmesi gerekmektedir. Kendilerine karşı çıkacak her ülkeyi terörle tanıştırarak işgal etmek ana strateji olarak gözükmektedir. 21.asırda, Şeytanî ittifakın güdümünde büyütülecek bir terör dalgası ile dünya, bir uçtan diğer uca kadar büyük bir şoka sokulmak istenecektir. Şeytanî ittifakın yaşayabilmesi buna bağlıdır.

Eğer Türkiye kendine sağlam bir yol haritası çizmek istiyorsa, Şeytanî ittifakın yeni stratejisini yeniden değerlendirmeli, bunların terör gerekçesi ile elde etmek istediği hedeflerin neler olabileceğini öncelikle tespit etmeli ve tedbirini de almalıdır. Kendi ve dünya kamuoyunu aydınlatıcı girişimlerde bulunmalıdır. Şeytanî ittifak karşıtı bir kamuoyu oluşmasına katkıda bulunmalıdır.

Türkiye, Osmanlı misyonunu yeniden üstlenerek bu coğrafyadaki yeni sömürgeleştirme hareketine karşı bağımsızlık ve özgürlük hareketlerini desteklemelidir. Bunu için de Türkiye kendi içindeki kavgalara son vermelidir.

Müslümanlar, yaşanacak bu yeni dönemde Şeytanî ittifakın yürütüleceği topyekün bir savaşın nesnesi; psikolojik savaşın da taşıyıcısı olmamalıdırlar. Olayları ve haberleri değerlendirme bilgi ve becerilerini geliştirerek dosdoğru yolu bulabilmelidirler. Müslümanlar Yeni Soğuk Savaşı çok iyi okumalı, şeytanların işine yarayabilecek herşeyden uzak durmalı, ümmetin birlik ve beraberlik ruhunu diri tutmalıdırlar.

Allah’ın zalimlerin zulmünü mazlumların eliyle defedeceği gerçeği asla unutulmamalıdır:

“Zulmetmekte olanlar, nasıl bir inkılaba uğrayıp-devrileceklerini pek yakında bileceklerdir.”(26/227) 

Kaynaklar

1- Chomsky, N. Terörizm Kültürü ABD Terörü, Pınar Yayınları, İstanbul 1991 s. 50

2- Koru F. Teröristi Kahredebiliyor muyuz, Yeni Şafak 17.11.2003

3- Chomsky, N., Terörizm Kültürü-ABD Terörü, Pınar Yayınları, İstanbul, 1991 s. 221

4- Akfırat, A., Özel Savaş Pentagon, Kaynak Yay. İstanbul, 1997 s. 200-201

5- Huntıngton,S.P., Medeniyetler Çatışması, Vadi Yayınları Ankara, 1997 s.120

6- Garaudy R., Çöküşün Öncüsü ABD, Nehir Yayınları, İstanbul, 1997, s. 31

7- Özemre A.Y., ABD Her 10 Yılda Bir Savaş Çıkarmak Zorundadır, Umran, Kasım 2001/87, s.21-26.

8- Garaudy R., age, s. 51

9- Garaudy R., age, s.77

10-Bayraktar M., Medeniyetler Çatıştırılacak mı? D.B. Tercüman 18.11 2003

11-Huntıngton,S.P., age. s.15-16,18

12- Huntıngton,S.P., age. s.18-21

13- Huntıngton,S.P., age s.119

14- Garaudy R., age s. 86

15- Garaudy R., age s.79

16- Garaudy R., age. s. 80

17- Huntıngton, S.P., age s.107

18- Huntıngton, S.P., age s.26

19- Huntıngton, S.P., age s.86

20- Huntıngton, S.P., age s.110-112

21- Huntıngton, S.P., age s. 96, 113

ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI HİBRİT SAVAŞLAR DÜZLEMİNDE BÖLGESEL EKSENDE BAŞLATILMIŞTIR

(Umran Dergisi)   “Eğer Hakk, onların hevalarına (istek ve tutku) uyacak olsaydı, hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herke...