(Umran Dergisi)
“Sizi yere yıkan yumruk geldiğini görmediğiniz yumruktur.” Joe Tarres
Cumhuriyet tarihi boyunca farklılıklar gösterse de,
halk; horlanan, aşağılanan, ezilen, süründürülen, hakkını arayamayan, hakarete
uğrayan, ama vergi ve asker vermek zorunda olan, ne olduğu bilinmeyen bir öteki
olmuştur. Daima tehlikeli görülmüştür. CHP+Bürokrat+Ağa-Patron’dan oluşan mutlu
bir azınlık halkı daima baskı altında tutmayı ilke edinmiştir. Halk ise her
seçim döneminde, bu baskı grubunun karşısında olduğunu var saydığı siyasî
kadroları desteklemiş ve tek başına iktidar yapmıştır. Halkın seçip iktidar
yaptıkları ise her seferinde askeri
darbelerle iktidardan uzaklaştırılmıştır. Vergi veren ve ülkeyi kanı ile
savunan bir halkı, vatandaş olarak
görmeyen bir zihniyet1, halkın seçtiklerinin hareket alanını her darbeden sonra
daha da daraltmıştır. Bütün askeri darbe, olağanüstü hal ve sıkıyönetim
uygulamalarından sonra bürokratlar (atanmışlar), özellikle askeri bürokrasi,
ülke yönetiminin merkezine gelip oturtulmuştur2,3. Böylelikle Türkiye’de ki %3
'lük mutlu bir azınlık; vatandaş kabul edilmeyen ötekilerin hükümetlerini her
an daha kolay kontrol etme, engelleme ve gerekirse tasfiye etme imkanına
kavuşmuştur.
Şimdi de benzer bir senaryo sahnelenmek isteniyor
gibidir. AKP hükümeti, 363 milletvekili ile tek başına iktidar olmanın
rahatlığını hiç yaşayamadan, 2 ay içerisinde bürokratik engellemelerle karşı
karşıya kalmıştır. Devletin tüm geleneklerini bir tarafa bırakma cesareti
gösteren birkaç bürokrat, Başbakan ve bakanlar kuruluna karşı, hakaret içeren
kelimelerle saldırıya geçmişlerdir. Refahyol zamanında General Osman Özbek,
Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş’ın kullandığı üslupla; AKP iktidarında YÖK
Başkanı Kemal Gürüz'le İ.Ü. Rektörü Kemal Alemdaroğlu'nun kullandığı üslup
arasında pek ciddi bir fark yoktur. Bunlar, kendilerini öncekilerin üstlendiği
misyonla ya görevli sayıyorlar ya da birileri tarafından gerçekten de
görevlendirilmişlerdir.
Bu durumun
rastlantısal bir olay olmadığını düşünüyoruz. Bu davranışların üzerinde daha
ayrıntılı bir analizin yapılması gerektiği kanaatindeyiz. Üç yıldır Başbakan ve
Cumhurbaşkanı ile kavgalı olan bir üst kurul başkanının kullandığı bu ifadeler,
ister istemez üst kurullardaki psikolojiyi ve bu psikolojiyi oluşturan kurumsal
yapıyı göz önüne alma mecburiyetini ortaya
çıkarmaktadır. Bu nedenle çalışmamızın odağında genel olarak üst kurullar,
özelde ise YÖK yer alacaktır. Bu analizle birlikte daha önce ifade ettiğimiz AKP’yi
bekleyen tehlikelerden birine dikkat çekmek istemekteyiz.
Doyumsuz Sermayenin Gizli Dünya Devleti ve Bağımsız Üst Kurullar
Uluslararası doyumsuz sermaye, ABD’de kurduğu ve sonuç
aldığı mekanizmaları, şimdi tüm dünyaya baskı ya da krizlerle kabul ettirmeye
çalışmaktadır. Bu yeni sömürgecilik döneminde bu doyumsuz sermaye grubu, önünde
engel olarak gördüğü her şeyi kontrol altına almak ya da tasfiye etmek için
hiçbir kural ve kaide tanımamaktadır. Bu dönemde, sömürme araçları biçimsel
olarak değiştirilmiştir. Her şeye bir doğallık kazandırılma çabası vardır.
Sömürgecilerin önündeki engeller, devletlerin yeniden yapılandırılması, siyaset
kurumunun görev ve yetkilerinin yeniden tahdit edilerek belirlenmesi ve bunun
da halkın yararına olduğuna halkın inandırılması ile aşılmak istenmektedir. Bizim gibi
ülkelerde son zamanlarda siyaset kurumuna ve siyasetçiye medya aracılığı ile
yoğun saldırıların yapılmasının ana nedeni, bu kurumu halkın gözünden düşürerek
etki alanını daraltmak ve dolayısıyla halkın karar verme mekanizmalarındaki
etkisini azaltmaktır. Peki Parlamentonun bu gaspedilmiş görev ve yetkilerini
kimler kullanacaktır? Halka hesap verme mecburiyeti olmayan, geniş yetkilerle
donatılan, bir kez atandıktan sonra süresi içerisinde ne yaparsa yapsın
değiştirilemeyen Bağımsız Üst Kurul Bürokratları. Doyumsuz sermayenin kurduğu ‘Gizli Dünya
Devletinin’ Dünyayı yönetme ve sömürgeleştirme aracı işte bu bağımsız üst
kurullardır. Yeni sömürgeleştirme aracı Bürokratik yönetimdir. (Burada Gizli Dünya Devleti’nin yapısını ve
çalışma şeklini tartışacak değiliz. Bu konuda Milli Gazete tarafından
yayınlanan Gizli Dünya Devleti ve
Pınar Yayınlarından çıkan ABD’de İsrail
Lobisi adlı kitapların okunmasının yeterli olacağı kanaatindeyiz).
Gizli Dünya
Devleti’nin elindeki muazzam sermayeyi
ve nüfuz ettiği bürokratları kullanarak ülkelerin kaderleri ile nasıl
oynadığına yakından bir göz atmak; karşı karşıya kalınacak olan tehlikenin
boyutları hakkında bize önemli bilgiler verecektir.
İngiltere Midland Bankası’nın genel başkanı Reginald
McKenna’ın yaptığı açıklama, halkların kaderleri ile kimlerin oynadığını ortaya
koymaktadır4:
“Paraları ve kredileri çıkaranlar
ve dağıtanlar, hükümetlerin tedbirlerini yönlendirmekte ve halkların kaderini
ellerinde tutmaktalar.”
Özelleştirmede yabancı ortak
ve üst kurullarda IMF/DB yetkililerinin istediği şahısların (nüfuz casusları)
bulunması mecburiyeti ile, ülkelerin hem ekonomik hem de idari hayatı kontrol
altında tutulmaya çalışılmaktadır. Dünyanın değişik yerlerindeki merkez
bankalarının özerkleştirilmesi sürecinde
yönetimlerine ajanlar yerleştirilmesinin özel bir anlamı vardır4:
“Dünyanın merkez bankalarının başlarında bulunanların,
dünya finansının asıl güç sahipleri olduğunsa inanmamak gerekir. Aslında
kendilerini bu konuma getirenler hakim investment- Bankalarının teknisyenleri
ve ajanları olup, onlar tarafından her an görevden alınabilirler. Dünyad ki
asıl malî güç, birleşmemiş olan şahsî bankaların kulisi arkasında kalan,
(uluslararası veya büyük bankerler diye isimlendirilen)Investment olan
bankerlerin elinde bulunuyor. Bu, merkez bankalarının ajanlarından çok özel,
güç sahibi ve gizli olan uluslararası işbirliği ve ulusal hakimiyeti içeren bir
sistem kurdu.”
ABD’de bile Merkez Bankası, hükümet tarafından kontrol
edilememekte; tam tersine hükümetler, Merkez Bankası ve bu doyumsuz
uluslararası sermaye grupları tarafından kontrol edilmektedir5:
“Şimdi merkez bankası ne
kadar güçlü? Federal Reserve para durumumuzu ve faiz oranlarını kontrol ederek,
bütün ekonomimizi manipüle etmektedir. O, enflasyon, ekonomik çöküş ve
canlanma, veya borsa endekslerini isteğine göre yukarıya veya aşağıya
çekmektedir..
House Banking Commitee
başkanı, kongre üyesi Wright Patman, Federal Reserve’in çok güçlü olduğu
hususunda şunu iddia etmektedir:
‘Amerika’da aslında iki
hükümet bulunmakta... Bir usûle göre teşekkül eden hükümet var... Bir de,
aslında kontrol yetkisi Anayasa tarafından kongreye verilen, mali gücü idare
eden, bağımsız, kontrol edilmeyen, koordine edilmeyen Federal Reserve Sistem
mevcut.’
Ne başkanın, ne kongre
üyelerinin, ne de mali sekreterlerinin Federal Reserve ile ilgili yetkileri
yoktur. Tam aksine mali hususlarda kendilerinden talimat almaktalar. Bu
müessesenin kontrol edilemez gücü, mali sekreter David M. Kennedy tarafından 5
Mayıs 1969 tarihli U.S. News&World Report tarafından itiraf edildi:
‘Soru: Yeni Kredi
Sınırlandırma Hareketlerini tasvip etmeniz mümkün mü?
Cevap: Bunu tasvip etmek ya
da etmemek benim görevim değil. Bu Federal Reserve’in vazifesi.”
Ve bu da tuhaf olmaya
yeterli Federal Reserve system hiçbir zaman kontrol edilemedi ve House Banking
Commitee başkanı, Wright’in bu yönde ki uğraşılarına sabırla direndi( New York
Times, 14 Eylül 1967).”
Görüldüğü gibi tamamen bağımsız bir yapı olan ABD
Merkez Bankası, devlet tarafından kontrol edilememekte; tam tersine devlet,
özel sektörün elindeki malî sistemler aracılığıyla kontrol edilmektedir.
Eski bakanlarımızdan Kâmran İnan, Türkiye’deki bir çok
olayın tahlilini yaptıktan sonra dünyayı yönlendiren ve kendilerine ‘hayır’ denmesinden hoşlanmayan bu Gizli
Dünya Devleti’nin varlığına dolaylı olarak dikkat çekmektedir6:
“Hayır demek cesaret ve karakter ister. Kambur insan siyasette ve dış ekonomik ilişkilerde rahatsız edicidir. İnsanları kamburlu hale getirmenin çeşitli metot, yol ve ökseleri vardır. Bunlara mukavemet edenlerin bazıları, tertip ve skandalların kurbanı olur.. Siyasî hayatta adam yeme endüstrisi vardır.. Bütün memleketlerde bu endüstrinin kurbanları görülür; sadece metot farkı vardır... Menfaat yolu üzerinde durmak son derece tehlikelidir. Siyaset ve devlet hayatında HAYIR diyenler ya kazanır, taraf olur veya bertaraf olur. Siyasi hayatta HAYIR deyip uzun zaman ayakta kalabilen azdır. Çokuluslu şirketlerin insan satın almada ihtisasları vardır. Her memleketin envanteri, rehberi hazırlanır; satın alınmaya direnenler, yıpratma kampanyasına hedef olur veya bir pembe skandalın kurbanı olurlar... Büyük güçlerin önem verdikleri meselelerde HAYIR diyebilen idarecilerin başına çok şeyler gelmiştir. Milletlerarası ekonomik ilişkilerin görünmeyen tarafları, görünenden çoktur.”
Türkiye: Bağımsız Üst Kurullar Cumhuriyeti Konfederasyonu?
Bugün IMF/DB aracılığı ile dünyaya verilmek istenen
şekil, yukarıda ABD için ifade edilen şeklin benzeridir. ABD’de kurdukları bu gizli düzeni, dünyanın dört bir yanına
yaygınlaştırmak istemektedirler. Böylelikle paranın kontrolü tamamen ellerinde
olacak, istedikleri anda istedikleri ülkeyi dize getirebilecek gerekli operasyonları başlatabileceklerdir.
1980 sonrasında maliye sisteminin gittikçe bölünmesi
ve her bir parçasının giderek bağımsız hale getirilmesinin bir tesadüf olmadığı
anlaşılmaktadır. Başlangıçta Hazine’nin, son zamanlarda da Vergi sisteminin
maliye bakanlığının etki alanından çıkarılmaya çalışılması ve Türkiye’nin en
stratejik alanlarında birer üst kurul kurulmak istenmesi Gizli Dünya
Devleti’nin yeni sömürgeleştirme stratejisinin bir uygulaması olarak değerlendirilmelidir.
Öyleyse nedir bu üst kurullar? Hangi zaruretten doğmuşlar veya doğar
gösterilmişlerdir?
Üst Kurullar ilk defa ve yaygın bir biçimde her şeyin
özel sektörün kontrolünde olduğu ABD’de, daha sonraları İngiltere’de kurulmaya
başlanmıştır. Kıta Avrupa’sına ise 1970’li yıllarda girmiştir. Kuruluş
gerekçelerinde, ağır ve verimsiz işleyen, ehliyet ve liyakate fazla önem
vermeyen merkezi idarelere karşı işi hızlandırıcı, verimi artırıcı, kişiyi
devlete karşı koruyucu tedbirler almak gibi amaçlar yer almaktaydı.
Çalışanların dışsal bir müdahaleye uğramaması, görevleri boyunca görevden
alınmamaları, işleri yürütürken kısmen de yasama ve yargı fonksiyonlarına
benzer görevler üstlenmesi söz konusu olmuştur.
Bu sistemle, siyasetin oy avcılığı için popülist politikalarla ekonomiye
müdahalesi engellenmek istenmiştir. Zahirdeki sebep bu gözükmektedir.
Siyasetçilerin oy için popülist politikalar uyguladığı doğrudur. Ama bu
politikaların, ekonomiyi tamamen batırdığı ise yanlıştır. Bu politikaların
ekonominin kötüleşmesindeki payının, siyaset işadamı veya bürokrat işadamı
ilişkisinin sebebiyet verdiği yolsuzluk ekonomisinin tahribatı yanında yüzde kaç olduğunu sorgulamak gerekir.
Halka hesap verme mecburiyeti olan siyasetten
ekonomiyi alıp, halka hesap verme mecburiyeti olmayan bürokratlara veya özel
sektör temsilcilerine vermek ne tür sonuçlar doğurabilir? Böyle bir anlayış,
siyasî mücadelenin doğasına aykırı değil midir? Müdahil olamadığınız
bürokratlar, istediklerini yapacak; fakat halka hesabı siz vereceksiniz. Ya
siyaset, kuruluş aşamasında bu tür kurulları kendi dümen suyunda gidecek
şekilde oluşturacak, Fonlarda olduğu gibi, ya da bu kurullar siyasete karşı
tavır belirleyen kuruluşlar olup siyasetle çatışacak. Kapitalist sistemdeki bir
çok ülkede bu kurullar, siyasal iktidarın ekonomiye dolaylı ve denetimsiz
müdahale aracı haline gelmiştir7. Bu durumda bu kurulların akıbeti, Türkiye’de,
Sayıştay denetiminin dışına çıkarılarak para kullanabilmek için geliştirilen
fonlar gibi olacaktır. Kurulan fonlarla para, bütçe dışı denetimsiz olarak
kullanılmış ve hiçbir şekilde denetimi yapılamamıştır.
Ancak Derviş yasaları diye adlandırılan ve IMF/DB
tarafından dayatılan yasalarla
gerçekleştirilen ve gerçekleştirilmesi istenen üst kurullar, Türkiye’nin
iradesine rağmen olmakta ve yönetiminde IMF/DB temsilcilerinin ağırlıkta olması
istenmektedir. Dolayısıyla siyasetin bu kurullarda etkili olma şansı yoktur. Yasama
organına ve halka karşı sorumluluğu olan bir hükümetin iradesi dışında
oluşturulan bu kurullar, bu durumda ne halka, ne de parlamentoya hesap verme
durumunda olacaktır! En azından durum şimdilik böyledir.
Bunlar gerçekten bu ülkeye hizmet edebilen ve hesap
vermekten de çekinmeyen kurullar olarak mı çalışacak; yoksa uluslararası
doyumsuz sermayenin dümensuyunda mı görev icra edeceklerdir? Yapısına ve
yönetim kurullarının oluşum şekline baktığımızda daha rahat karar verebiliriz.
Bu kurullar, Sayıştay ve Devlet İhale Yasası
dışındalar. Kurulun son derece geniş harcama yetkisi var. Kurullara sağlanan
kaynaklar sayesinde trilyonlarca lira para biriktirebiliyorlar. Personeli özel
maaşlıdır ve çok yüksek ücret almaktadırlar. Kurul üyeleri en yüksek devlet
memurunun (Başbakanlık Müsteşarı) iki katı ücret alıyorlar(2002tarihinde). Bakanlarsa
müsteşardan 1.5 kat fazla maaş alabiliyor. Milletvekillerinden ise çok daha
fazla maaş alıyorlar. (Bununla beraber kamu oyunda sadece milletvekillerinin
maaşları tartışılmaktadır. Bu dikkat çekici ve şaşırtıcı değil midir?)
Atamalar, uzun süreli olup bu süre içerisinde
değiştirilememektedirler. Yönetim kurullarının oluşumuna, bizzat IMF müdahale
etmekte ve çoğunluğun kendi istedikleri şahıslardan oluşmasını
istemektedir. Hatırlanacağı gibi
Telekominikasyon Üst Kuruluna atanacaklar, IMF düzeyinde sorun haline gelmişti;
sorun, Bakanın istifası ve IMF 'nin istediği isimlerin atanması ile çözülmüştü.
Dünya Bankası uzmanı Lorenz Pohlmeier, Yeniden
Yapılandırma Kurulu’nun yönetim kurulu üyeliği için Prof. Dr. Oğuz Oyan’a, bir
teklifte bulunduğunda;.Oğuz Oyan bu teklifi hangi hukuki statü ile yaptığını
sormuştur. Aldığı cevap ürkütücüdür8:
“7 kişilik kurul üyelerinden
4’ünün kendileri tarafından atanacağını”söyler ve ekler;
“Parayı biz veriyorsak, kararları da biz veririz!”
Diğer taraftan Saadet Partisi’nin iddiasına göre de “Tütün yasasını hazırlayan 7 kişilik
komisyonun 4 üyesi Philip Morris ve Reynolds gibi tütün tekellerinin Türkiye
temsilcileridir.”9
Görülebildiği gibi IMF/DB, üst kurullarda daima
kendilerinin çoğunlukta olacağı mutemet bir yapı oluşturmak istemektedir. Dolayısıyla
bu yapılar, bu yapılanışları ile Türkiye tarafından değil de IMF/DB
aracılığıyla Gizli Dünya Devleti tarafından kontrol edileceklerdir.
Nitekim başlangıçta bu kurulların hiçbiri yasal olarak
denetlenemiyordu. Ecevit’in uzun şikayetlerinden sonra; bankacılık alanında
değişiklik yapan yasaya eklenen bir madde ile üst kurulların denetiminin;
Başbakanlık Teftiş Kurulu(BTK), Maliye Teftiş Kurulu(MTK) ve Yüksek Denetleme
Kurulu(YDK) deneticilerinden oluşacak üçlü bir komisyon tarafından yapılması
kararlaştırılmıştır. Ancak yasadaki kapalılıktan dolayı denetim işlemi
yapılamamış ve şu an denetim işi askıya alınmıştır10.
IMF/DB’nin açıktan ve doğrudan müdahaleleri yanında,
asıl yasaların hazırlanması esnasında gizli müdahaleleri olmaktadır. Tesirleri
daha sonra ortaya çıkacak olan bazı eklemeler kanunlara yapmaktadır. Hazine
müsteşarlığının 4059 sayılı teşkilat ve görevleri hakkındaki kanunun 7’nci
maddesinin (e) fıkrasındaki cümlenin içine sıkıştırılmış pek dikkat çekmeyen
ifadeler, IMF’nin nasıl bir tuzak kurmakla meşgul olduğunu göstermesi açısından
ilginçtir:
“657 sayılı Devlet Memurları
Kanunu ve diğer kanunların sözleşmeli personel
hakkındaki hükümlerine bağlı olmaksızın sözleşmeli olarak personel
çalıştırabilir. Müsteşarlıkların merkez teşkilatlarında bilgisayar, teknik,
sağlık ve eğitim işlerinde çalıştırılmak üzere... ilgili bakanın onayı ile yurt
içinden veya yurt dışından sözleşmeli olarak yerli ve yabancı kişiler
çalıştırılabilir.”
Acaba bu kanuna dayanarak son 15-20 yılda hazine
müsteşarlığında çalışan her düzeyden yabancı insan unsurunun uyrukları, öğretim
durumları, hazinede çalışmadan önce yaptıkları işler nedir; bağlı oldukları
teşkilat, yapılar, sivil toplum örgütleri var mıdır, varsa isimleri nelerdir?
Hazineye ne verip ne alıp götürmüşlerdir?
AKP iktidarı böyle bir çalışmayı yapıp kamuoyuna
açıklamalıdır. Ayrıca Derviş Yasaları
olarak isimlendirilen yasalar mercek altına alınmalı, gizli amaç içeren
ifadeler bulunup bulunmadığı ortaya çıkarılmalıdır.
Ecevit hükümeti zamanında Derviş’in gelişi ile beraber
15 günde 15 yasa (Şeker Yasası, Doğalgaz Piyasası Yasası, Kamulaştırma Yasası,
Merkez Bankası, Bütçe Değişikliği, Bankacılık, Telekom, Sivil Havacılık, Görev
Zararları ve bazı fonların tasfiyesini öngören yasa, Tütün, Ek Bütçe,
Uluslararası Tahkim, İhale Yasası), son 2 yılda da toplam 58 yasa IMF’nin
direktifi ile çıkarılmıştır11. TBMM İç Tüzük değişikliği dahi, IMF baskısının
sonucudur. Yabancı bankaların Türkiyeli bankalarda ki alacaklarının devlet
garantısı altına alınması hep IMF aracılığı ile sağlanmıştır12.
IMF’nin baskısı ile Çıkarılan yasalar ve kurulan üst kurullar, Türkiye’nin ya
stratejik alanları veya sosyal hayatı ciddi etkileyebilecek alanlarıyla
ilgilidir. Kurulmuş ya da kurulması istenilen üst kurullar (internetteki
araştırmanın sonucuna göre) ise şunlardır:
YÖK, Radyo ve Televizyon Üst Kurulu(RTÜK),
Telekominikasyon Üst Kurulu, Bankacılık
Denetleme Ve Düzenleme Üst Kurulu(BDDK), Rekabet Kurulu, Sermaye Piyasası
Kurulu(SPK), Elektrik Üst
Kurulu(Elektrik Piyasası Düzenleme Kurulu), Enerji Piyasası Üst Kurulu, Temiz
Enerji Vakfı Üst Kurulu, Doğalgaz Piyasası Düzenleme Kurulu, Transit Petrol
Boru Hatları Kurulu, Petrol Üst Kurulu, Doğal Afet Sigortaları Kurulu, Borç
İdaresi Kurulu, Kamu İhale Kurulu, Şeker Piyasası Üst Kurulu, Tütün Piyasası Üst
Kurulu(Tütün, Tütün Mamulleri Ve Alkollü İçkiler Piyasası Düzenleme Kurulu),
Tarımı Yeniden Yapılandırma Üst Kurulu(Tarımsal Destekleme Üst Kurulu), Tıbbî
Kötü Uygulama İzleme Ve Uzlaştırma Üst Kurulu, İnternet Üst Kurulu, Türkiye
Çölleşme İle Mücadele Üst Kurulu, Uyuşturucu Kullanımı İle Mücadele Takip Ve
Yönlendirme Üst Kurulu, Kamu Net Üst
Kurulu, Başbakanlık İnsan Hakları Koordinatör Üst Kurulu, Kültür Bakanlığı
Denetleme Üst Kurulu, Özel Eğitim Rehberlik Ve Danışma Hizmetleri Genel
Müdürlüğü Üst Kurulu, Çocuk Hakları İzleme Ve Değerlendirme Üst Kurulu, Din
İşleri Yüksek Kurulu, Anıtlar Yüksek
Kurulu.
Bu kadar kurulun hükümet ve parlamento denetimi dışına
çıkarılarak çalıştırılması ile, Türkiye’de nasıl bir yetki kaosunun meydana
gelebileceğini görmek için kahin olmaya gerek yoktur. Bu kurullar, ne halka ne
de parlamentoya hesap verme durumunda olacaktır. Bu, ister istemez siyası yapı
ile bu kurulların çatışmasını kaçınılmaz kılacaktır.
Siyasi irade gösteremeyen bir Türkiye, kimin ya da
kimlerin işine yarar? Böyle bir Türkiye yönetilebilir mi? Siyaset desteğinden
yoksun olacak olan bu kurullar; uluslararası sermaye karşısında zayıf,
müdafaasız bırakılmış olunmayacak mı ? Siyasete bu kadar baskı yapanların, bu
kurullara baskı yapmayacağının garantisi var mıdır? Piyasaların bu kurullar
tarafından yönlendirileceğini göz önüne aldığımızda, devlet tekelini rahmetle
aratacak, halka karşı hiçbir sorumluluğu olmayacak olan bu kurulların Türkiye
üzerinde nasıl bir tekeller zinciri oluşturacağını düşünmek bile ürkütücü değil
midir? Bugün hepimizin cevaplaması gereken sorular bunlardır.
Türkiye bu yapısı ile Bağımsız Üst Kurul Cumhuriyetlerinin bir konfederasyonu olma yolundadır.
Türkiye Sürekli Bürokratik PostModern Darbeler Dönemine Girmiştir
IMF’nin bu kurulları oluşturmak istemesindeki ısrarı,
üst kurullara uzun vadede yüklenilmek istenen rolle alakalı olduğunu
unutmamamız gerekir.
Son yıllarda dünyada, uluslararası sermayenin aç
gözlülüğüne karşı gittikçe artan bir tepki vardır. Başta İslam ülkeleri olmak
üzere Latin Amerika, Afrika ve Asya'da ABD şahsında bu doyumsuz sermayeye karşı
büyük bir düşmanlık gelişmektedir. Halk bazında yaygınlaşan bu düşmanlık, ister
istemez siyasete ve o ülkenin yönetimine yansımaktadır. Dolayısıyla
siyasetçiler, ABD ve çokuluslu şırketlerin isteklerine karşı direnmekte ya da
direnmek zorunda kalmaktadır.
Doyumsuz uluslararası sermaye, devletlerin elindeki
imkanlardan özelleştirme adı altında yabancı ortaklara pay verilmesi için ülke
yönetimlerine yoğun baskı uygulamaktadır. Kamusal imkanların özelleştirme adı
altında yabancılara sunulması, kolay bir süreç olmayıp siyasetin hemen
benimseyebileceği bir şey de değildir. İster istemez siyaset kurumu, bu ve buna
benzer konularda uluslararası güçlere direnmek zorundadır. İsteklerini frenleyemeyen
bu doyumsuz sermaye, kendisine ‘Hayır’
denmesine tahammül edememektedir. Parlamento ve halktan çekinen hükümetler,
ister istemez bunların isteklerine direnmekte, işleri sürüncemede
bırakabilmektedirler. Siyasetin elinden karar verme yetkisinin alınıp bu
kurullara devredilmesi bunun için istenmektedir. İçerisinde özel sektör
temsilcileri ile bürokratların bulunduğu bu kurulları etkilemek ve buralardan
karar çıkartmak, siyaset kurumuna nazaran daha kolaydır. Gerçekten bürokratları
etkilemek, siyasetçileri etkilemekten daha kolay mıdır? Kâmran İnan’ın
bürokratlarımızın psikolojileri ile ilgili yaptığı analizler, bu işin daha
kolay olduğunu ve bürokratların farklı bir aşağılık kompleksi içerisinde bu
davranışı doğal olarak, kendiliğinden sergilediğini ortaya koymaktadır13:
“Hayır kelimesinin devlet
hayatımızda anlamlı, hatta rahatsız edici bir yeri var. Türk bürokrasisinin her
gün özel bir zevkle kullandığı silah HAYIRdır. Bunu değişmez bir prensip haline
getirmiştir. Zira EVET demek çalışmayı, bir meseleyi halletmeyi gerektirir;
bürokrasimiz buna alışkın değildir. İçinde bulunduğu hareketsizliğin kalkanı
HAYIRdır. Vatandaş daha cümlesini tamamlamadan suratına hayır şamarı indirilir.
Ancak her vatandaş değil; bu imtiyaz güçsüz insanlara mahsus. Güçlü insanlar
için bürokrasi lügatında, HAYIR yoktur. Fakirin talebi ne kadar haklı olursa
olsun alacağı cevap, değişmez bir şekilde, HAYIRdır. Buna mukabil zenginin her
türlü talebi -kanunsuz ve usûlsüzler dahil- EVET ile karşılanır. Devlet
hayatımızın en büyük yarası burada yatar. Sosyal ve ekonomik hayattaki
huzursuzluk ve zorlukların izahını bunda aramak lazımdır...
...Diplomasimiz, bize
yönelik baskı ve haksızlıklarla mücadele edeceği yerde, bunları haklı görmekte,
kendi memleketine kabul ettirmeye çalışmaktadır. Dışardaki insanlarımızın
çiğnenen hakkını savunacağına, kendi memleketini kusurlu görmekte, tenkit ve
telkinlerde bulunmaktadır... Büyük çoğunluğu kendi tarihi ile barışık değil; gözleri Batı
cilası önünde kamaşmaktadır. Kendi memleketinin kavgasını vermek heyecanından
yoksun. Kendi ördüğü hareketsizlik duvarı arkasına saklanan, her konuda kendi
memleketini kusurlu ve savunma halinde gören, dış baskı, haksızlık, hatta
saygısızlıkları hükümetlere hazmettirmeye çalışan bir diplomasi.”
İşte bu bürokratik anlayış ve yapının aşırı yetkilerle
donatılması, uluslararası sermayenin menfaatlerinin daha kolay yoldan ve daha
hızlı bir şekilde çözüme kavuşturulmasına imkan hazırlayacaktır. Partiler ve
parlamento ile uğraşmaktansa, çok dar bir bürokrat grubunu ikna etmek çok daha
kolaydır. Dolayısıyla bu üst kurullar aracılığıyla Türkiye, daha kolay müdahale
edilebilir bir ülke haline sokulmak istenmektedir. Bu yapılar, gelecekte siyasî
iktidarların iktidar olma
fonksiyonunu üstlenip siyaseti şekli bir unsur haline getirecek; hatta
gerektiğinde siyaset erkini kolayca yıpratabilecek, geniş kitlelerde
huzursuzluğu tetikleyebilecek bir rol üstlenebileceklerdir.
Bir zamanlar Başbakan Bülent Ecevit’in; “Bankacılıkta
devleti tümüyle devre dışı bırakmışız. Buna biz tahammül edebiliriz ama halk
tahammül edemiyor. Kurullar bir bakıma vur deyince öldürdüler. İşin toplumsal
yönünü dikkate almadılar. Biz uyardık ama olmadı.”14 tarzındaki yakınmaları,
daha işin başında ne denli bir tehlike ile karşı karşıya kalacağımızı
göstermiyor mu?
Diğer taraftan İTO başkanı Mehmet Yıldırım ise
kurullardaki IMF’nin asıl niyetine ve Türkiye’ye karşı kurmaya çalıştığı tuzağa
daha çarpıcı açıklamalarla dikkat çekiyor14:
“IMF’nin stand-by anlaşması
başlatmasının nedenlerinden birisi de özel bankalarımızın 35-40 milyar dolar,
Avrupa ve Amerika’daki bankalara hazine garantisiz borçlanmalarıdır. IMF
uyguladığı politikalarla bu BDDK’yı kurdurdu. BDDK’da bankalara el koydu. El
konulan bankaların borçlarına da Hazinenin garantisi geldi. IMF’nin istediği olay
zaten gerçekleşti. Şimdi bu paranın geriye tahsilatı lazım onun için
uğraşıyorlar. Ama bu borç böyle ödenmez. 200 milyar dolar iç ve dış borcu olan
bir ülke çalışacak, üretecek. Meseleye biraz da bu açıdan bakmak lazım.
Parlamentonun olaya el koyması gerekiyor. Halkı bir tarafa bırakamazsın.
IMF’nin programını uygulayan ülkelerden hangisi ayakta kaldı, hangisi düzgün.
Yabancı sermayeyi destekliyoruz. Ama Hasan’ın fabrikasını Hans’ın bedavaya
kapatması yanlış. 15 gün önce bir banka 2 milyar dolar, 15 gün sonra 300 milyon
dolar. Türkiye oynanan oyuna düşmüştür.”
Ecevit’i iktidardan götüren ve böyle bir yapılanmaya
zorlayan krizin arkasında, Türkiye’nin hayat borularının kontrolünün
uluslarraası sermayenin eline geçirebilme amacı yatmaktaydı. O günün hükümet
partileri, bilerek veya bilmeyerek; isteyerek veya istemeyerek Türkiye’de böyle
bir sürecin başlatılmasına imkan hazırlamışlardır. Uluslararası sermaye
tarafından çıkartılan ekonomik kriz, böyle bir yapılanmayı sağlarken; hükümet
partilerini de tasfiye etmiştir. 3 Kasım seçimlerinin sivil bir darbe olarak
adlandırılması bu perde arkası oyunlardan dolayıdır. Ecevit hükümetine karşı
girişilmiş uluslararası destekli bürokratik yumuşak bir darbe, 3 Kasım
seçimlerinde meyvesini vermiştir. Parlamento dışı araçlarla hükümetlerin
iktidardan uzaklaştırılmalarını, bir darbe olarak isimlendirirsek, Ecevit
Hükümetine karşı yapılan hareket de postmodern bir darbenin değişik versiyonu
olarak değerlendirilebilir. Ecevit hükümeti, yaptığı hatanın bedelini belki çok
ağır ödemiştir amma; geriye üst kurulların sürekli baskısı altında olan ve
yönetimi zorlaştırılmış bir Türkiye bırakmıştır.
Türkiye’de yapılmış darbeleri 3 ana grupta
sınıflandırabiliriz:
Birinci Grup Darbe(27 Mayıs-12 Mart-12 Eylül): Askeri
Bürokrasi fiilen devrededir. Muhtıra ile
askeri hareket başlatılmaktadır. Açık hedef, hükümettir. 1980 ve öncesi
darbelerde (Birbirinden çok ciddi farklılıkları olsa da askerin konumu itibari
ile bunları bir çatı altında birleştirebiliriz), uluslararası güçlerin veya
ulusal güçlerin desteği ile ideolojik gruplar kullanılarak darbeye hazır bir
ortam oluşturulmuş ve son noktayı ise askeri cuntalar koymuştur. Böyle bir hazırlık döneminden sonra oluşan
darbelerde askeri cuntalar(27 Mayıs hariç) halk tarafından kurtarıcı olarak karşılanmıştır.
Hukuk sistemi ise darbelerden sonra siyasallaştırılmıştır.
İkinci Grup Darbe(28 Şubat, Postmodern Darbe): Burada
askeri bürokrasi muhtıra vermemekte, ancak Baykal’ın tabiri ile ‘Sivil Toplum Örgütleri gibi muhalefet
yaparak’ ya da Çevik Bir’in tabiri ile ‘Balans
ayarı yaparak’ hükümet aleyhinde kamuoyu oluşturma işini bizzat
başlatmaktadır. Sonra da sivil toplum örgütlerini harekete geçirmektedir.
Halkın bir kısmı ‘iç düşman’
kategorisine sokulup Hayatın her alanına müdahale edilerek sürekli kontrollü
bir gerilim politikası uygulanmaktadır. Bu uygulamanın sonunda ordu çok ciddi
yara alarak yıpranmıştır. Ordunun güvenirliliği ilk kez % 50’ler düzeyine
düşmüştür. Hukuk gerek eylemler sürecinde, gerekse sonrasında tamamen
siyasallaştırılmıştır.
Üçüncü Grup Darbe(Sürekli Bürokratik Postmodern Darbe): Kısmen Ecevit hükümeti zamanında yaşanmıştır. Ama tam anlamıyla geleceğin Türkiye’sinde yaşanacaktır. Bu üst kurullarla beraber postmodern darbelerin şekli daha da değişecektir. Halkın seçtikleri, uluslararası sermayeye veya halkı tehlikeli ve düşman gören zihniyetin temsilcilerinin menfaatlerine dokunduğu zaman, askeri bürokrasi hemen devreye sokulmayacak; gerekli hoşnutsuzluk ortamını Ecevit’in tabiri ile bu üst kurullar oluşturacak, kamuoyunu ise sivil görüntülü örgütler hazırlayacaklardır. Askeri bürokrasi ise sadece lojistik destek sağlayacaktır. Görülebileceği gibi, bu postmodern darbenin Askeri Bürokrasi, Üst Kurullar ve Sivil Görüntülü kuruluşlar olmak üzere üç ana ayağı olacaktır. Bu yeni postmodern darbenin farkı, sürekli olması ve halkın darbe ile beraber yaşamak zorunda bırakılmasıdır; hukukun 24 saat siyasallaşmış olarak çalışmasıdır. Asker destekli sivillerin, parlamentoyu işlevsiz hale getirmesi şeklinde yaşanacak yeni bir darbeler dönemi başlayabilecektir. Bu nedenle buna biz ‘Sürekli Bürokratik Postmodern Darbe’ demekteyiz. Sürekli Bürokratik Darbe’nin eylem planında Askeri Bürokrasi önde çok fazla gözükmeyecek, zaman zaman devreye girecek ve fakat alttan yoğun lojistik destek sağlayacaktır. Hükümetlerin yıpratılması ve iktidar koltuğundan uzaklaştırılması için artık askeri bürokrasiye bu yeni düzende, açıktan, fazla ihtiyaç gözükmemektedir.
AKP’nin Önündeki Tehlike: Sürekli Bürokratik Postmodern Darbe
Atanmalarına uluslararası güç odaklarının müdahil
olduğu ve bir kez atandıktan sonra, şimdilik, karışılamayan bu üst kurullar,
olağanüstü yetkilerle donatılmış olarak
parlamento dışı birer büyük güç
odağı haline gelmişlerdir ve daha da geleceklerdir. Halkın genelini
ilgilendiren ve siyaset kurumunun karar vermesi gereken tüm alanlarda,
parlamento dışı farklı üst kurulların birer güç odağı olarak karar vermesi,
Türkiye’nin gelecek günlerinde çok sıkıntı yaşayacağımız anlamına gelmektedir.
Bugün için milletvekillerinin zamanının %90’ı, halkın
bürokratlar tarafından yapılmayan işlerinin takip edilmesi; %10’u ise memleket
meselelerine çözüm aramakla geçmektedir. Milletvekillerinin kapılarında her gün
100’lere varan vatandaş kuyruklarının varlığı, sorun çözmeyen, sorunları daha
da karmaşık hale getiren bir bürokratik yönetim anlayışının sonucudur. Siyasetin
kendisine çeki düzen vermesi yetmez; aynı zamanda da hantal ve vatandaşa hayır demeye, yabancılara evet demeye alışmış, önüne gelen her
sorunu kördüğüm haline getiren bu bürokratik anlayışı da değiştirmesi gerekir.
Siyasetin kontrolünde iken her şeyi kördüğüm yapan bir bürokrasinin, üst kurul
yetkileri ile donatıldığı zaman işleri nasıl içinden çıkılmaz hale
getireceklerini ve ceberutlaşacaklarını görmek çok zor değildir. Bunu için YÖK
başkanının başlangıçtan beri, özellikle AKP iktidarında yapmakta olduklarına
bakmak yeterlidir.
Kemal Gürüz’ün hükümetin Acil Eylem Planı içerisinde
yer alan ve YÖK’ü ilgilendiren konularda bir tavır belirlemesi en doğal
hakkıdır. Hakkı olmayansa, kullandığı üslup ve bundaki ısrarıdır; konuları hiç
alakası olmayan alanlara çekerek ülkeyi bir gerilime sürüklemek istemesidir.
YÖK Başkanı Kemal Gürüz, hükümetin Acil Eylem Planını
bahane ederek bir üst düzey bürokrata yakışmayacak tarzda ifadeler kullanması,
saldırgan ve tehtidkar üslubu dikkat çekicidir. Gerçekten de Acil Eylem
Planında üniversiteleri bu denli rahatsız edici kararlar var mıdır? Yoksa
birileri, hükümet ile üniversiteleri karşı karşıya getirmek mi istemektedir?
Kendisine Osman Özbek ve Vural Savaş rolüne birilerinin soyunması talimatı mı
verilmiştir? Bu noktanın aydınlığa kavuşması için belli başlıklar halinde Acil
Eylem Planında yer alan konuları ve bu
konularla ilgili YÖK Başkanı Kemal Gürüz'ün 8-9 Kasım 1995 yılında 4.
Ulusal Kalite Kongresine sunduğu ‘Eğitim Yönetimi ve Kalite’ başlıklı
makalesinde açıkladığı görüşlerini verecek; aradaki benzerliklerin
değerlendirilmesini okuyuculara bırakıp konunun
Sürekli Bürokratik Darbe boyutuna eğileceğiz.
Hükümetin Acil Eylem Planında SP9’dan SP28’e kadar olan maddeler YÖK’ün alanı ile ilgilidir.
Eğitim Sistemi, Hantal Aşırı Merkeziyetçi ve Bürokratiktir - Eğitim Yönetiminde Halk Dışlanmıştır
Acil Eylem Planı(SP-11): “Milli Eğitim Bakanlığı merkez teşkilatı 50’yı aşkın birimi ve 5500
personeli ile hizmet üretemez hale gelmiştir. Bu hantal yapı küçültülerek
yetkilerin çoğu yerel yönetimler reformu çerçevesinde illere devredilecektir.”
Kemal Gürüz: “Eğitim
sisteminde devlet bürokrasisi (parlamento ve hükümet dahil), eğitim camiası
(öğretmenler, öğretim üyeleri ve yöneticileri) ve toplum ile pazar (veliler ve
öğrenciler dahil) olmak üzere üç aktör vardır. Geleneksel sistem devlet
bürokrasisi - eğitim camiası ekseni üzerinde
oluşturulmuştur. Artık tüm dünyayı kapsayan toplum ve pazar unsuru ile her
ölçekteki rekabeti dışlayan bir sistemin, özellikle yetkilerin merkezde
toplanması halinde, başarı şansı kalmamıştır. ...Bu yaklaşıma göre temel ilke, devletin bakanlık gibi bir merkezi
kurumunun sadece yukarıda sayılan hususlarda yetkili olması, diğer yetkilerin
ise illere ve okullara devredilmesidir. Ancak illere ve okullara devredilen
yetkiler sadece kamu görevlileri tarafından kullanıldığı taktirde, sistem yine
devlet bürokrasisi-eğitim camiası ekseni üzerinde sıkıştırılmış olacaktır.
Dolayısıyla ikinci ilke, sistemin ürünlerini kullanan ve kendi alanlarındaki
başarıları ile temayüz ederek toplumda saygınlık kazanmış kişiler ile velilerin
sistemin yönetimine, sadece danışman olarak değil, karar yetkileri ile
katılmalarıdır...
...3.3.1340 tarih ve 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat Kanunu’ndan başlayarak günümüze kadar çıkarılmış olan 12 kanun ve bunlara dayanarak kurulan örgüt yapısı ve yayımlanan çok sayıdaki yönetmelik, sistemi hiçbir ülkede görülmeyen ölçüde merkezi ve bürokratik bir yapı içine hapsetmiştir. Bu yapı içinde, bırakınız sistemin ürünlerini kullanan toplumun diğer kesimlerini ve ebeveynleri, yönetici ve öğretmenlere dahi hiçbir inisiyatif tanımayan, yöneticileri ve kurumları bütçelerinin sahibi kılmayan, azar koşulları ve rekabeti tamamen dışlayan, sistemin en önemli unsuru olan öğretmenleri sıradan memur addeden ve kaliteye önemi vermeksizin, öğretmenler, öğrenciler ve kurumlar arasında her ne bahasına olursa olsun eşitlik sağlamayı zımnen amaç edinmiş marazî bir eşitlik anlayışı olmuştur.” (Sayfa17)
Yükseköğretim Kurulu Koordinasyon Yapmalı, Asıl Yetkileri Üniversiteler Kullanmalıdır
Acil Eylem Planı(SP-21): “Yükseköğretim sistemi merkezi, bürokratik ve sorun çözmede yetersiz kalan, hantal bir yapıdadır. Bu durum değiştirilerek YÖK, koordinatör ve uzun vadeli eğitim planlaması yapan Yükseköğretim Koordinasyon Kurulu haline getirilecek, idari ve akademik özgürlükleri daha da artırılacaktır.”
Kemal Gürüz: “Yüksek Öğretim Kurulu’nun yetkileri, yüksek öğretime ayrılan kamu kaynaklarını tek kalem bütçeler ve torba kadrolar olarak üniversiteler arasında dağıtmak, üniversiteleri işlevsel olarak sınıflandırmak, özel yüksek öğretim kurumlarını denetleyerek akredite etmek ve yüksek öğretimi koordine etmekle sınırlandırılmalıdır.” (Sayfa20)
Büyük Üniversitelerin Bölünmesi
Acil Eylem Planı(SP-23): “...Bu üniversitelerden bazıları 60.000’i aşan sayıda öğrenci mevcutları ile çok büyümüş, hantallaşmıştır. Mesela, İstanbul Üniversitesi, Marmara Üniversitesi, Gazi Üniversitesi ve Selçuk Üniversitesi 60-70 bin civarında öğrencileri olan üniversitelerdir. Kaliteli bir eğitim ve yönetim için optimum rakamın 20000 civarında olduğu düşünüldüğünde, bu üniversitelerin durumu daha iyi anlaşılır. Dolayısıyla, bu üniversiteler bölünmek suretiyle her birinden ikişer üniversite çıkarmak mümkündür.”
Kemal Gürüz: “Büyük şehirlerimizdeki, öğrenci sayısı aşırı derecede artmış olan üniversitelerimiz birlikte ele alınarak bölünmeli ve yönetilebilir büyüklükteki üniversitelere dönüştürülmelidir.” (Sayfa 21)
Prof. Dr. Kamil Mutluer (Kemal Gürüz döneminde YÖK
Yürütme Kurulu Üyesi, 15. Milli Eğitim Şurası Yüksek Öğretime Geçişin Yeniden
Düzenlenmesi Komisyonu Başkanı); 13-17 Mayıs 1996 Şura Kararları, Sayfa 288,
332, 340: “Çok kampuslu büyük
üniversiteler daha küçük üniversitelere bölünmeli ve bölünen üniversiteler de
yeni birimler eklenmek suretiyle kapasite artırımı yoluna gidilmelidir” (Ön
komisyon Raporu, Genel Kurul Kararı)
“...Bir üniversite 55 bin kişilik: 15-16 yerleşim biriminde eğitimini sürdürüyor. 55bin kişilik bir üniversiteyi fiilen yönetmek, verimli yönetmek, rasyonel yönetmek mümkün değil. Bu bakımdan bölerken de yanına birkaç fakülte, yüksek okul konur ise, mevcut öğretim üyeleri ile aynı hizmeti daha fazla öğrenciye götürmek mümkün olacak. Bu düşünce ile böyle bir öneri getirildi.” (Gerekçe)
Üniversiteler İdari ve Akademik Özerkliğe Kavuşturulmalıdır
Acil Eylem Planı(SP-24): “Üniversitelerde YÖK müdahalesi ve rektörlüklerin yapısı özgürce
düşünmenin ve bilimsel üretimin önündeki en büyük engeli oluşturmaktadır.
Üniversiteler üzerindeki YÖK ve rektörlerin müdahalesi kaldırılarak
üniversitelerdeki tüm akademik birimlerin yöneticilerinin seçimle iş başına
geldiği bir sistem kurulacak ve bölüm, fakülte ve diğer kurullarda öğretim
elemanları ve öğrencilerin temsili sağlanacaktır.”
Kemal Gürüz: “Her
bir üniversitede mütevelli heyetlere benzer yetkilere sahip, toplumda temayüz
etmiş üniversite mensubu olmayan kişilerden oluşan yönlendirme kurulları
kurulmalıdır. Ancak yeni kurulan ve gelişmekte olan üniversitelerdeki bu tür
kurulların üyelerinin yarıdan fazlası, gelişmiş üniversitelerimizdeki bilim
adamı niteliği kanıtlanmış öğretim üyelerinden oluşturulmalıdır. Üniversitenin
yöneticileri, geniş katılımlı bir danışmayı da içeren bir yöntemle, bu
kurullarca atanmalıdır. Bu günkü seçim sistemi ile kaliteli yöneticilerin
bu görevlere gelebileceklerini beklemek istisnalar dışında hayaldir.” (Sayfa 21)
“Bugün ilkokula adımını atan gençlerimiz yarın ülkemizi yönetecek olan kişilerdir. Gençlerimizin değişik görüş ve düşüncedeki kişilerle hoşgörü ortamı içinde bir arada yaşama, seçme, seçilme ve yönetim kültürünü edinmeleri, eğitimlerinin en önemli parçalarından biri olarak görülmelidir. Bu nedenle üniversitelerde tüm öğrencilerin üye olduğu öğrenci birliklerinden başlayarak, öğrencilerin örgütlenmeleri, ilgili ve tecrübeli oldukları konularda yönetime katılmaları okul öncesi eğitim kurumlarına kadar yaygınlaştırılmalıdır.” (Sayfa 22)
Yukarıdaki karşılaştırmalardan Acil Eylem Planı ile
Kemal Gürüz'ün geçmişteki görüşleri arasında büyük paralellikler olduğu
görülmektedir. Bugün hükümetin Acil Eylem Planı’nda yapmak istediklerini ogün
kendisi, çözülmesi gereken sorunlar olarak dile getirmiştir. 1995’de söylediği
fikirlerinden bugün Kemal Gürüz vazgeçmiş olabilir. Bu nedenle Kemal Gürüz kendi beyanlarına sahip çıkmayıp
onları çok rahat eleştirebilir. Bu da onun en doğal hakkıdır.
Acil Eylem Planı’nda yer alan hususları bir bilim
adamı hüviyeti ile, bir bilimsel üslupla
eleştirebilir, konuyu kamuoyu önünde tartışmaya açabilirdi. O bunu
yapmayıp saldırgan ve tahrik edici militan bir üslup kullanmıştır. Konuyu
bambaşka bir alana çekmeye kalkışmıştır15:
“Türkiye'de molla rejimi
olmasını isteyenler, Türkiye cumhuriyetini, çağdaş çizgiden saptırmak
isteyenler, entarisiyle dolaşıp Vehabi bataklığı özleminde olanlar vardır...
ABD’deki ikiz kulelere
yapılanlar, köktendinci terörün açık bir göstergesidir. Bunun finans kaynağı ve
fikri yapısı, Vehabi bataklığı ve molla rejimidir. Vehabi bataklığı olan
Pakistan'da, medreseler açılmış ve taliban orada yetişmiştir...
Laiklik, batıda din ve
devlet işinin ayrımı olarak tanımlanmaktadır. Türkiye'de laikliğin ayrı bir
tanımı vardır.. Laikliğin esas tanımı, şeri kuralların yerini, pozitif hukukun
almış olmasıdır. Herkes buna uymak zorundadır. Meclisi oluşturan komisyonlarda
Milli Eğitim camiasında her türden insan mesleki kökenden gelenler olabilir... TBMM’deki
Milli Eğitim Komisyonunda dini eğitim alan, geçmişte
zorunlu 8 yıllık eğitime aleni karşı koyanların ağırlık ve çoğunluk
oluşturmasına kimsenin ses çıkarmaması beklenmemelidir.”
Bir üst kurul başkanı olarak yüksek öğretim camiasını
temsil ettiğini unutarak kendisini, yargısız infazların yapıldığı
faşist-komünist yönetimlerin başsavcısı
yada emniyet genel müdürü yerine koyarak insanların geçmişleri ile, sicilleri
ile ilgili ileri geri, rast gele konuşabiliyor16:
“Geçmiş sicilleri itibari
ile Cumhuriyete olan taahhütleri oldukça tartışmalı olan kadroların bir
kısmının açıkça yer aldığı bir iktidar partisinin, bu konudaki görüşlerinin
veya niyetlerinin neler olabileceği ayrıntılı tartışılmıştır.”
“Sanki yüksek öğretim
Türkiye’nin en acil bir sorunuymuş gibi Acil Eylem Planı altında ve hakaretâne
cümleler içeren ibarelerle Türk kamuoyuna sunuluyor. Bunun kabul edilmesi
mümkün değildir. Biz bunun üniversitelerin geçmişinde olduğu gibi, edinilen
bazı mevkilerin nasıl Türkiye'ye sirayet ettiğini biliyoruz. Yine her türlü
normların ayaklar altına alınarak bu mevzilerin tekrar ele geçirilmesi ve
üniversitelerin ele geçirilerek, kısmen de olsa tekrar oradan tüm Türkiye’ye
sirayet etme planı olarak gördüğümüzü bir defa daha altını çizerek Türk
kamuoyuna duyurmak istiyoruz.”
Yüksek Öğretim Kanunu’nun hiçbir yerinde siyasetle
uğraşmak diye bir görev yer almamış olmasına rağmen Gürüz’ün, dış politika
konusunda ağır ifadeler kullanarak hükümete saldırmasının ve dışişleri
personelini isyana çağırmasının bir anlamı olmalıdır diye düşünüyoruz17:
“Hiç kimsenin Türk
dünyasının büyük bir evladı olan, Kıbrıs Türk varlığının sembolü haline gelmiş
olan sayın KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’a hasta yatağında, artık karakter
katliamı ölçüsüne varan, terbiye ve insaf sınırlarını aşan saldırılarda
bulunmaya hakkı yoktur. Dışişleri bakanlığımızın değerli mensuplarına,
gösterdikleri fevkalade basiretli, feragatli davranışlarından, gerektiğinde
bakanlarını tekzip etme yoluna gitmelerinden, bu kararlı tutumlarından dolayı
şükranlarımızı ve saygılarımızı iletmeyi borç biliyorum.”
Karar merciinde bir insan olarak Kemal Gürüz, ilginç
bir manevra ile geçmişteki YÖK başkanlarını, üniversite rektörlerini ve
dekanlarını suçlamaktadır17:
“Geçmişte bazı
üniversitelere bilim, medeniyet ve cumhuriyet karşıtı zihniyetlerin hakim
olduğu, bu yollarla hak etmeyen kişilere akademik unvanlar dağıtılarak kadrolar
yetiştirildiği ve bu kişilerden bazılarına devletin üst düzeylerinde görev
verildiğini...”
Kendisi 1985-1990 döneminde KTÜ Rektörlüğü, 1985-1986
döneminde Üniversiteler Arası Kurul Başkanlığı, 1991-1995 yıllarında YÖK
üyeliği yapmış ve 1996 yılından buyana da YÖK’ün başkanlığını yapmaktadır. 1985
yılından günümüze hep önemli karar mercilerinde bulunmuştur. O zaman göremediklerini, söylemediklerini
şimdi mi görmeye ve söylemeye başlamıştır? Ya da o zaman seslendirmediği
düşüncelerini, şimdi neden seslendirmektedir? Yoksa birileri gene arşivleri mi
karıştırmaktadır? 28 Şubatta ele geçirdiği
fırsatı, bir kez daha yakalayıp bu çıkışları ile bir yerlere ‘ben sizin
aradığınız adamım, yeniden atanmam lazım’ mesajını mı vermektedir? Yoksa
geleceğin siyasi aktörlüğüne mi soyunmaktadır? Hangi niyetle yaparsa yapsın,
kendisinin üstlendiği rolü daha önce üstlenmiş olanların durumlarına bir kez
daha dönüp bakmasında fayda vardır. Bu noktada Ziya Paşa’yı hatırlamamak mümkün
değildir:
“Onlar ki verirler lâf ile
dünyaya nizâmât
Her türlü teseyyüp bulunur
hânelerinde.”
AKP yönetimi, YÖK Başkanı Kemal Gürüz'ün başlatmak
istediği sürece dikkat etmelidir. Muhtemeldir ki Gürüz, Üniversiteleri bir blok
halinde hükümetin karşısına öncelikle çıkarmak istemektedir. Arkasından diğer
üst kurulların ve bazı sivil toplum örgütlerinin devreye girmesi beklenebilir.
Bu arada Genel Kurmay Başkanı’nın kuvvet komutanları ile birlikte devletin
resmi mekanizması içerisinde söylemesi gerekenleri, sivil giysiler içerisinde
verdikleri bir kokteylde kamuya açıklamış olmalarını; bombalama ve banka
soygunlarının artmakta olduğunu
hatırlamakta fayda vardır. Türkiye’de bazı şeyler, olağanın dışında
seyretmeye başlamıştır. Dolayısıyla Gürüz'ün ortamı ısrarla germe teşebbüsünün,
bir Sürekli Bürokratik Darbe girişimi
olup olmadığı çok iyi tahkik edilmelidir.
Gürüz'ün hükümeti bir kavga ortamına çekip ortamı
germek istediği çok açıktır. Bu oyuna gelinmemeli, tahriklere
kapıılınmamalıdır. Hükümet etmek demek, gerilim çıkarmak demek değil; tam
tersine gerilimleri ortadan kaldıran bir sorumluluk sabrını, irade ve
kararlılığını gösterebilmek demektir.
YÖK Başkanı Kemal Gürüz, tam 3 yıldır ne
Cumhurbaşkan’ından ne de Başbakan’dan randevu alamamakta ve görüşememektedir.
Buna rağmen bir üst kurul başkanlığı yapabilmekte, Başbakan’a ve bakanlar kuruluna,
bir hukuk devletinde bir bürokrata yakışmayacak tarzda bir lisan ile hakaret
edebilmektedir. Kendisi hakkında hiçbir yasal işlem yapılamamaktadır. Bu olay bile Türkiye’nin yönetiminde üst
kurulların ne denli ciddi bir sorun haline geldiğini göstermeye yeter de artar
bile. AKP iktidarı geniş bir toplumsal mutabakat sağlayıp Türkiye'yi, Bağımsız
Üst Kurullar Cumhuriyeti Konfederasyonu olmaktan kurtarmalıdır.
Aksi taktirde AKP iktidarı ile Gizli Dünya Devleti,
Doyumsuz Uluslararası Sermaye, ve/veya iç güç odakları arasında bir menfaat zıtlaşması vuku
bulduğunda bu kurulların icra edeceği rol, daha tahripkâr olabilecektir. O
nedenle AKP, eğer iktidar olmak istiyorsa, bütün bu kurulları parlamentonun
denetimine açmayı başarmalıdır. Cumhurbaşkanı’nın bu konudaki duyarlılığı bir
avantaj olarak telakki edilmelidir.
Yapmak istediği her şeyi, çok iyi bir hazırlık
yaptıktan sonra kamuoyunun tartışmasına açmalı ve halkı çok iyi aydınlatarak
aktif desteğini almalıdır. Unutmamak gerekir ki güç odaklarına karşı direnecek
asıl güç halktır. Hükümet polemiğe girmemeli ve çok iyi bir lisan
kullanmalıdır.
“Söz ola kese savaşı, söz
ola kestire başı;
Söz ola ağulu aşı, balıla
yağ ede bir söz.
Kişi bile söz demini, demeye
sözün kemini;
Bu cihan cehennemini, sekiz
uçmağ ede bir söz”
Yunus Emre
Kaynaklar
1- Tarhan N., Psikolojik
Savaş - Gri Propaganda, Timaş y., İstanbul, 2002, s.30
2- Balcı M. MGK
ve Demokrasi, Yöneliş y., 2. Baskı, İstanbul,1998.
3- Üskül Z., Siyaset
ve Asker, İmge Kit., Ankara, 1997.
4- Allen, G., (Tercüme: Yavuz.H. Akça İ.,) Gizli
Dünya Devleti, Milli Gazete, İstanbul, s. LXIV- LXV .
5- Allen, G., age., s. 46.
6- İnan K., Hayır
Diyebilen Türkiye, Timaş Yayınları, İstanbul,1995, s.72.
7- Medya Dosya İnternet sitesi, 15.04.2002.
8- Oyan O., Üst
Kurullar Kimin İçin Önemli, A.Ü. SBF.
9- Yeniden Büyük Türkiye Web Sitesi.
10- 04.04.2002 Hürriyet Gazetesi.
11- info@alinteri.org., IMF’nin Yeni Devlet Planı.
12- 19.12.2001., Cumhuriyet Gazetesi.
13- İnan K., a.g.e., s. 8, 16.
14- Politika Dergisi İnternet Sitesi: BDDK Kaş Yapayım Derken Göz Çıkarttı.
15- İnternethaber.com, Bütün Gazeteler, 23.12.2002.
16- İnternethaber.com, Bütün Gazeteler, 13.01.2003.
17- İnternethaber.com, Bütün Gazeteler, 21.12.2002.