1 Şubat 2003 Cumartesi

Sürekli Bürokratik Postmodern Darbeler Dönemi

 (Umran Dergisi)

“Sizi yere yıkan yumruk geldiğini görmediğiniz yumruktur.” Joe Tarres

 

Cumhuriyet tarihi boyunca farklılıklar gösterse de, halk; horlanan, aşağılanan, ezilen, süründürülen, hakkını arayamayan, hakarete uğrayan, ama vergi ve asker vermek zorunda olan, ne olduğu bilinmeyen bir öteki olmuştur. Daima tehlikeli görülmüştür. CHP+Bürokrat+Ağa-Patron’dan oluşan mutlu bir azınlık halkı daima baskı altında tutmayı ilke edinmiştir. Halk ise her seçim döneminde, bu baskı grubunun  karşısında olduğunu var saydığı siyasî kadroları desteklemiş ve tek başına iktidar yapmıştır. Halkın seçip iktidar yaptıkları  ise her seferinde askeri darbelerle iktidardan uzaklaştırılmıştır. Vergi veren ve ülkeyi kanı ile savunan  bir halkı, vatandaş olarak görmeyen bir zihniyet1, halkın seçtiklerinin hareket alanını her darbeden sonra daha da daraltmıştır. Bütün askeri darbe, olağanüstü hal ve sıkıyönetim uygulamalarından sonra bürokratlar (atanmışlar), özellikle askeri bürokrasi, ülke yönetiminin merkezine gelip oturtulmuştur2,3. Böylelikle Türkiye’de ki %3 'lük mutlu bir azınlık; vatandaş kabul edilmeyen ötekilerin hükümetlerini her an daha kolay kontrol etme, engelleme ve gerekirse tasfiye etme imkanına kavuşmuştur.

Şimdi de benzer bir senaryo sahnelenmek isteniyor gibidir. AKP hükümeti, 363 milletvekili ile tek başına iktidar olmanın rahatlığını hiç yaşayamadan, 2 ay içerisinde bürokratik engellemelerle karşı karşıya kalmıştır. Devletin tüm geleneklerini bir tarafa bırakma cesareti gösteren birkaç bürokrat, Başbakan ve bakanlar kuruluna karşı, hakaret içeren kelimelerle saldırıya geçmişlerdir. Refahyol zamanında General Osman Özbek, Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş’ın kullandığı üslupla; AKP iktidarında YÖK Başkanı Kemal Gürüz'le İ.Ü. Rektörü Kemal Alemdaroğlu'nun kullandığı üslup arasında pek ciddi bir fark yoktur. Bunlar, kendilerini öncekilerin üstlendiği misyonla ya görevli sayıyorlar ya da birileri tarafından gerçekten de görevlendirilmişlerdir.

 Bu durumun rastlantısal bir olay olmadığını düşünüyoruz. Bu davranışların üzerinde daha ayrıntılı bir analizin yapılması gerektiği kanaatindeyiz. Üç yıldır Başbakan ve Cumhurbaşkanı ile kavgalı olan bir üst kurul başkanının kullandığı bu ifadeler, ister istemez üst kurullardaki psikolojiyi ve bu psikolojiyi oluşturan kurumsal yapıyı göz önüne alma mecburiyetini  ortaya çıkarmaktadır. Bu nedenle çalışmamızın odağında genel olarak üst kurullar, özelde ise YÖK yer alacaktır. Bu analizle birlikte daha önce ifade ettiğimiz AKP’yi bekleyen tehlikelerden birine dikkat çekmek istemekteyiz.

Doyumsuz Sermayenin Gizli Dünya Devleti ve Bağımsız Üst Kurullar

Uluslararası doyumsuz sermaye, ABD’de kurduğu ve sonuç aldığı mekanizmaları, şimdi tüm dünyaya baskı ya da krizlerle kabul ettirmeye çalışmaktadır. Bu yeni sömürgecilik döneminde bu doyumsuz sermaye grubu, önünde engel olarak gördüğü her şeyi kontrol altına almak ya da tasfiye etmek için hiçbir kural ve kaide tanımamaktadır. Bu dönemde, sömürme araçları biçimsel olarak değiştirilmiştir. Her şeye bir doğallık kazandırılma çabası vardır. Sömürgecilerin önündeki engeller, devletlerin yeniden yapılandırılması, siyaset kurumunun görev ve yetkilerinin yeniden tahdit edilerek belirlenmesi ve bunun da halkın yararına olduğuna halkın inandırılması  ile aşılmak istenmektedir. Bizim gibi ülkelerde son zamanlarda siyaset kurumuna ve siyasetçiye medya aracılığı ile yoğun saldırıların yapılmasının ana nedeni, bu kurumu halkın gözünden düşürerek etki alanını daraltmak ve dolayısıyla halkın karar verme mekanizmalarındaki etkisini azaltmaktır. Peki Parlamentonun bu gaspedilmiş görev ve yetkilerini kimler kullanacaktır? Halka hesap verme mecburiyeti olmayan, geniş yetkilerle donatılan, bir kez atandıktan sonra süresi içerisinde ne yaparsa yapsın değiştirilemeyen Bağımsız Üst Kurul Bürokratları.  Doyumsuz sermayenin kurduğu ‘Gizli Dünya Devletinin’ Dünyayı yönetme ve sömürgeleştirme aracı işte bu bağımsız üst kurullardır. Yeni sömürgeleştirme aracı Bürokratik yönetimdir. (Burada Gizli Dünya Devleti’nin yapısını ve çalışma şeklini tartışacak değiliz. Bu konuda Milli Gazete tarafından yayınlanan Gizli Dünya Devleti ve Pınar Yayınlarından çıkan ABD’de İsrail Lobisi adlı kitapların okunmasının yeterli olacağı kanaatindeyiz).

Gizli Dünya Devleti’nin  elindeki muazzam sermayeyi ve nüfuz ettiği bürokratları kullanarak ülkelerin kaderleri ile nasıl oynadığına yakından bir göz atmak; karşı karşıya kalınacak olan tehlikenin boyutları hakkında bize önemli bilgiler verecektir.

İngiltere Midland Bankası’nın genel başkanı Reginald McKenna’ın yaptığı açıklama, halkların kaderleri ile kimlerin oynadığını ortaya koymaktadır4:

“Paraları ve kredileri çıkaranlar ve dağıtanlar, hükümetlerin tedbirlerini yönlendirmekte ve halkların kaderini ellerinde tutmaktalar.”

Özelleştirmede yabancı ortak ve üst kurullarda IMF/DB yetkililerinin istediği şahısların (nüfuz casusları) bulunması mecburiyeti ile, ülkelerin hem ekonomik hem de idari hayatı kontrol altında tutulmaya çalışılmaktadır. Dünyanın değişik yerlerindeki merkez bankalarının  özerkleştirilmesi sürecinde yönetimlerine ajanlar yerleştirilmesinin özel bir anlamı vardır4:

“Dünyanın  merkez bankalarının başlarında bulunanların, dünya finansının asıl güç sahipleri olduğunsa inanmamak gerekir. Aslında kendilerini bu konuma getirenler hakim investment- Bankalarının teknisyenleri ve ajanları olup, onlar tarafından her an görevden alınabilirler. Dünyad ki asıl malî güç, birleşmemiş olan şahsî bankaların kulisi arkasında kalan, (uluslararası veya büyük bankerler diye isimlendirilen)Investment olan bankerlerin elinde bulunuyor. Bu, merkez bankalarının ajanlarından çok özel, güç sahibi ve gizli olan uluslararası işbirliği ve ulusal hakimiyeti içeren bir sistem kurdu.”

ABD’de bile Merkez Bankası, hükümet tarafından kontrol edilememekte; tam tersine hükümetler, Merkez Bankası ve bu doyumsuz uluslararası sermaye grupları tarafından kontrol edilmektedir5:

“Şimdi merkez bankası ne kadar güçlü? Federal Reserve para durumumuzu ve faiz oranlarını kontrol ederek, bütün ekonomimizi manipüle etmektedir. O, enflasyon, ekonomik çöküş ve canlanma, veya borsa endekslerini isteğine göre yukarıya veya aşağıya çekmektedir..

House Banking Commitee başkanı, kongre üyesi Wright Patman, Federal Reserve’in çok güçlü olduğu hususunda şunu iddia etmektedir:

‘Amerika’da aslında iki hükümet bulunmakta... Bir usûle göre teşekkül eden hükümet var... Bir de, aslında kontrol yetkisi Anayasa tarafından kongreye verilen, mali gücü idare eden, bağımsız, kontrol edilmeyen, koordine edilmeyen Federal Reserve Sistem mevcut.’

Ne başkanın, ne kongre üyelerinin, ne de mali sekreterlerinin Federal Reserve ile ilgili yetkileri yoktur. Tam aksine mali hususlarda kendilerinden talimat almaktalar. Bu müessesenin kontrol edilemez gücü, mali sekreter David M. Kennedy tarafından 5 Mayıs 1969 tarihli U.S. News&World Report tarafından itiraf edildi:

‘Soru: Yeni Kredi Sınırlandırma Hareketlerini tasvip etmeniz mümkün mü?

Cevap: Bunu tasvip etmek ya da etmemek benim görevim değil. Bu Federal Reserve’in vazifesi.”

Ve bu da tuhaf olmaya yeterli Federal Reserve system hiçbir zaman kontrol edilemedi ve House Banking Commitee başkanı, Wright’in bu yönde ki uğraşılarına sabırla direndi( New York Times, 14 Eylül 1967).”

Görüldüğü gibi tamamen bağımsız bir yapı olan ABD Merkez Bankası, devlet tarafından kontrol edilememekte; tam tersine devlet, özel sektörün elindeki malî sistemler aracılığıyla kontrol edilmektedir.

Eski bakanlarımızdan Kâmran İnan, Türkiye’deki bir çok olayın tahlilini yaptıktan sonra dünyayı yönlendiren ve kendilerine ‘hayır’ denmesinden hoşlanmayan bu Gizli Dünya Devleti’nin varlığına dolaylı olarak dikkat çekmektedir6:

“Hayır demek cesaret ve karakter ister. Kambur insan siyasette ve dış ekonomik ilişkilerde rahatsız edicidir. İnsanları kamburlu hale getirmenin çeşitli  metot, yol ve ökseleri vardır. Bunlara mukavemet edenlerin bazıları, tertip ve skandalların kurbanı olur.. Siyasî hayatta adam yeme endüstrisi vardır.. Bütün memleketlerde bu endüstrinin kurbanları görülür; sadece metot farkı vardır... Menfaat yolu üzerinde durmak son derece tehlikelidir. Siyaset ve devlet hayatında HAYIR diyenler ya kazanır, taraf olur veya bertaraf olur. Siyasi hayatta HAYIR deyip uzun zaman ayakta kalabilen azdır. Çokuluslu şirketlerin insan satın almada ihtisasları vardır. Her memleketin envanteri, rehberi hazırlanır; satın alınmaya direnenler, yıpratma kampanyasına hedef olur veya bir pembe skandalın kurbanı olurlar... Büyük güçlerin önem verdikleri meselelerde HAYIR diyebilen idarecilerin başına çok şeyler gelmiştir. Milletlerarası ekonomik ilişkilerin görünmeyen tarafları, görünenden çoktur.”

Türkiye: Bağımsız Üst Kurullar Cumhuriyeti Konfederasyonu?

Bugün IMF/DB aracılığı ile dünyaya verilmek istenen şekil, yukarıda ABD için ifade edilen şeklin benzeridir. ABD’de kurdukları bu gizli düzeni, dünyanın dört bir yanına yaygınlaştırmak istemektedirler. Böylelikle paranın kontrolü tamamen ellerinde olacak, istedikleri anda istedikleri ülkeyi dize getirebilecek  gerekli operasyonları başlatabileceklerdir.

1980 sonrasında maliye sisteminin gittikçe bölünmesi ve her bir parçasının giderek bağımsız hale getirilmesinin bir tesadüf olmadığı anlaşılmaktadır. Başlangıçta Hazine’nin, son zamanlarda da Vergi sisteminin maliye bakanlığının etki alanından çıkarılmaya çalışılması ve Türkiye’nin en stratejik alanlarında birer üst kurul kurulmak istenmesi Gizli Dünya Devleti’nin yeni sömürgeleştirme stratejisinin bir uygulaması olarak değerlendirilmelidir. Öyleyse nedir bu üst kurullar? Hangi zaruretten doğmuşlar veya doğar gösterilmişlerdir?

Üst Kurullar ilk defa ve yaygın bir biçimde her şeyin özel sektörün kontrolünde olduğu ABD’de, daha sonraları İngiltere’de kurulmaya başlanmıştır. Kıta Avrupa’sına ise 1970’li yıllarda girmiştir. Kuruluş gerekçelerinde, ağır ve verimsiz işleyen, ehliyet ve liyakate fazla önem vermeyen merkezi idarelere karşı işi hızlandırıcı, verimi artırıcı, kişiyi devlete karşı koruyucu tedbirler almak gibi amaçlar yer almaktaydı. Çalışanların dışsal bir müdahaleye uğramaması, görevleri boyunca görevden alınmamaları, işleri yürütürken kısmen de yasama ve yargı fonksiyonlarına benzer görevler üstlenmesi söz konusu olmuştur.  Bu sistemle, siyasetin oy avcılığı için popülist politikalarla ekonomiye müdahalesi engellenmek istenmiştir. Zahirdeki sebep bu gözükmektedir. Siyasetçilerin oy için popülist politikalar uyguladığı doğrudur. Ama bu politikaların, ekonomiyi tamamen batırdığı ise yanlıştır. Bu politikaların ekonominin kötüleşmesindeki payının, siyaset işadamı veya bürokrat işadamı ilişkisinin sebebiyet verdiği yolsuzluk ekonomisinin tahribatı yanında  yüzde kaç olduğunu sorgulamak gerekir.

Halka hesap verme mecburiyeti olan siyasetten ekonomiyi alıp, halka hesap verme mecburiyeti olmayan bürokratlara veya özel sektör temsilcilerine vermek ne tür sonuçlar doğurabilir? Böyle bir anlayış, siyasî mücadelenin doğasına aykırı değil midir? Müdahil olamadığınız bürokratlar, istediklerini yapacak; fakat halka hesabı siz vereceksiniz. Ya siyaset, kuruluş aşamasında bu tür kurulları kendi dümen suyunda gidecek şekilde oluşturacak, Fonlarda olduğu gibi, ya da bu kurullar siyasete karşı tavır belirleyen kuruluşlar olup siyasetle çatışacak. Kapitalist sistemdeki bir çok ülkede bu kurullar, siyasal iktidarın ekonomiye dolaylı ve denetimsiz müdahale aracı haline gelmiştir7. Bu durumda bu kurulların akıbeti, Türkiye’de, Sayıştay denetiminin dışına çıkarılarak para kullanabilmek için geliştirilen fonlar gibi olacaktır. Kurulan fonlarla para, bütçe dışı denetimsiz olarak kullanılmış ve hiçbir şekilde denetimi yapılamamıştır.

Ancak Derviş yasaları diye adlandırılan ve IMF/DB tarafından dayatılan yasalarla  gerçekleştirilen ve gerçekleştirilmesi istenen üst kurullar, Türkiye’nin iradesine rağmen olmakta ve yönetiminde IMF/DB temsilcilerinin ağırlıkta olması istenmektedir. Dolayısıyla siyasetin bu kurullarda etkili olma şansı yoktur. Yasama organına ve halka karşı sorumluluğu olan bir hükümetin iradesi dışında oluşturulan bu kurullar, bu durumda ne halka, ne de parlamentoya hesap verme durumunda olacaktır! En azından durum şimdilik böyledir.

Bunlar gerçekten bu ülkeye hizmet edebilen ve hesap vermekten de çekinmeyen kurullar olarak mı çalışacak; yoksa uluslararası doyumsuz sermayenin dümensuyunda mı görev icra edeceklerdir? Yapısına ve yönetim kurullarının oluşum şekline baktığımızda daha rahat karar verebiliriz.

Bu kurullar, Sayıştay ve Devlet İhale Yasası dışındalar. Kurulun son derece geniş harcama yetkisi var. Kurullara sağlanan kaynaklar sayesinde trilyonlarca lira para biriktirebiliyorlar. Personeli özel maaşlıdır ve çok yüksek ücret almaktadırlar. Kurul üyeleri en yüksek devlet memurunun (Başbakanlık Müsteşarı) iki katı ücret alıyorlar(2002tarihinde). Bakanlarsa müsteşardan 1.5 kat fazla maaş alabiliyor. Milletvekillerinden ise çok daha fazla maaş alıyorlar. (Bununla beraber kamu oyunda sadece milletvekillerinin maaşları tartışılmaktadır. Bu dikkat çekici ve şaşırtıcı değil midir?)

Atamalar, uzun süreli olup bu süre içerisinde değiştirilememektedirler. Yönetim kurullarının oluşumuna, bizzat IMF müdahale etmekte ve çoğunluğun kendi istedikleri şahıslardan oluşmasını istemektedir.  Hatırlanacağı gibi Telekominikasyon Üst Kuruluna atanacaklar, IMF düzeyinde sorun haline gelmişti; sorun, Bakanın istifası ve IMF 'nin istediği isimlerin atanması ile çözülmüştü.

Dünya Bankası uzmanı Lorenz Pohlmeier, Yeniden Yapılandırma Kurulu’nun yönetim kurulu üyeliği için Prof. Dr. Oğuz Oyan’a, bir teklifte bulunduğunda;.Oğuz Oyan bu teklifi hangi hukuki statü ile yaptığını sormuştur. Aldığı cevap ürkütücüdür8:

“7 kişilik kurul üyelerinden 4’ünün kendileri tarafından atanacağını”söyler ve ekler; “Parayı biz veriyorsak, kararları da biz veririz!”

Diğer taraftan Saadet Partisi’nin iddiasına göre de “Tütün yasasını hazırlayan 7 kişilik komisyonun 4 üyesi Philip Morris ve Reynolds gibi tütün tekellerinin Türkiye temsilcileridir.”9

Görülebildiği gibi IMF/DB, üst kurullarda daima kendilerinin çoğunlukta olacağı mutemet bir yapı oluşturmak istemektedir. Dolayısıyla bu yapılar, bu yapılanışları ile Türkiye tarafından değil de IMF/DB aracılığıyla Gizli Dünya Devleti tarafından kontrol edileceklerdir.

Nitekim başlangıçta bu kurulların hiçbiri yasal olarak denetlenemiyordu. Ecevit’in uzun şikayetlerinden sonra; bankacılık alanında değişiklik yapan yasaya eklenen bir madde ile üst kurulların denetiminin; Başbakanlık Teftiş Kurulu(BTK), Maliye Teftiş Kurulu(MTK) ve Yüksek Denetleme Kurulu(YDK) deneticilerinden oluşacak üçlü bir komisyon tarafından yapılması kararlaştırılmıştır. Ancak yasadaki kapalılıktan dolayı denetim işlemi yapılamamış ve şu an denetim işi askıya alınmıştır10.

IMF/DB’nin açıktan ve doğrudan müdahaleleri yanında, asıl yasaların hazırlanması esnasında gizli müdahaleleri olmaktadır. Tesirleri daha sonra ortaya çıkacak olan bazı eklemeler kanunlara yapmaktadır. Hazine müsteşarlığının 4059 sayılı teşkilat ve görevleri hakkındaki kanunun 7’nci maddesinin (e) fıkrasındaki cümlenin içine sıkıştırılmış pek dikkat çekmeyen ifadeler, IMF’nin nasıl bir tuzak kurmakla meşgul olduğunu göstermesi açısından ilginçtir:

“657 sayılı Devlet Memurları Kanunu ve diğer kanunların sözleşmeli personel  hakkındaki hükümlerine bağlı olmaksızın sözleşmeli olarak personel çalıştırabilir. Müsteşarlıkların merkez teşkilatlarında bilgisayar, teknik, sağlık ve eğitim işlerinde çalıştırılmak üzere... ilgili bakanın onayı ile yurt içinden veya yurt dışından sözleşmeli olarak yerli ve yabancı kişiler çalıştırılabilir.”

Acaba bu kanuna dayanarak son 15-20 yılda hazine müsteşarlığında çalışan her düzeyden yabancı insan unsurunun uyrukları, öğretim durumları, hazinede çalışmadan önce yaptıkları işler nedir; bağlı oldukları teşkilat, yapılar, sivil toplum örgütleri var mıdır, varsa isimleri nelerdir? Hazineye ne verip ne alıp götürmüşlerdir?

AKP iktidarı böyle bir çalışmayı yapıp kamuoyuna açıklamalıdır. Ayrıca Derviş Yasaları olarak isimlendirilen yasalar mercek altına alınmalı, gizli amaç içeren ifadeler bulunup bulunmadığı ortaya çıkarılmalıdır.

Ecevit hükümeti zamanında Derviş’in gelişi ile beraber 15 günde 15 yasa (Şeker Yasası, Doğalgaz Piyasası Yasası, Kamulaştırma Yasası, Merkez Bankası, Bütçe Değişikliği, Bankacılık, Telekom, Sivil Havacılık, Görev Zararları ve bazı fonların tasfiyesini öngören yasa, Tütün, Ek Bütçe, Uluslararası Tahkim, İhale Yasası), son 2 yılda da toplam 58 yasa IMF’nin direktifi ile çıkarılmıştır11. TBMM İç Tüzük değişikliği dahi, IMF baskısının sonucudur. Yabancı bankaların Türkiyeli bankalarda ki alacaklarının devlet garantısı altına alınması hep IMF aracılığı ile sağlanmıştır12.

IMF’nin baskısı ile Çıkarılan yasalar ve  kurulan üst kurullar, Türkiye’nin ya stratejik alanları veya sosyal hayatı ciddi etkileyebilecek alanlarıyla ilgilidir. Kurulmuş ya da kurulması istenilen üst kurullar (internetteki araştırmanın sonucuna göre) ise şunlardır:

YÖK, Radyo ve Televizyon Üst Kurulu(RTÜK), Telekominikasyon Üst Kurulu,  Bankacılık Denetleme Ve Düzenleme Üst Kurulu(BDDK), Rekabet Kurulu, Sermaye Piyasası Kurulu(SPK),  Elektrik Üst Kurulu(Elektrik Piyasası Düzenleme Kurulu), Enerji Piyasası Üst Kurulu, Temiz Enerji Vakfı Üst Kurulu, Doğalgaz Piyasası Düzenleme Kurulu, Transit Petrol Boru Hatları Kurulu, Petrol Üst Kurulu, Doğal Afet Sigortaları Kurulu, Borç İdaresi Kurulu, Kamu İhale Kurulu, Şeker Piyasası Üst Kurulu, Tütün Piyasası Üst Kurulu(Tütün, Tütün Mamulleri Ve Alkollü İçkiler Piyasası Düzenleme Kurulu), Tarımı Yeniden Yapılandırma Üst Kurulu(Tarımsal Destekleme Üst Kurulu), Tıbbî Kötü Uygulama İzleme Ve Uzlaştırma Üst Kurulu, İnternet Üst Kurulu, Türkiye Çölleşme İle Mücadele Üst Kurulu, Uyuşturucu Kullanımı İle Mücadele Takip Ve Yönlendirme Üst Kurulu,  Kamu Net Üst Kurulu, Başbakanlık İnsan Hakları Koordinatör Üst Kurulu, Kültür Bakanlığı Denetleme Üst Kurulu, Özel Eğitim Rehberlik Ve Danışma Hizmetleri Genel Müdürlüğü Üst Kurulu, Çocuk Hakları İzleme Ve Değerlendirme Üst Kurulu, Din İşleri Yüksek  Kurulu, Anıtlar Yüksek Kurulu.

Bu kadar kurulun hükümet ve parlamento denetimi dışına çıkarılarak çalıştırılması ile, Türkiye’de nasıl bir yetki kaosunun meydana gelebileceğini görmek için kahin olmaya gerek yoktur. Bu kurullar, ne halka ne de parlamentoya hesap verme durumunda olacaktır. Bu, ister istemez siyası yapı ile bu kurulların çatışmasını kaçınılmaz kılacaktır.

Siyasi irade gösteremeyen bir Türkiye, kimin ya da kimlerin işine yarar? Böyle bir Türkiye yönetilebilir mi? Siyaset desteğinden yoksun olacak olan bu kurullar; uluslararası sermaye karşısında zayıf, müdafaasız bırakılmış olunmayacak mı ? Siyasete bu kadar baskı yapanların, bu kurullara baskı yapmayacağının garantisi var mıdır? Piyasaların bu kurullar tarafından yönlendirileceğini göz önüne aldığımızda, devlet tekelini rahmetle aratacak, halka karşı hiçbir sorumluluğu olmayacak olan bu kurulların Türkiye üzerinde nasıl bir tekeller zinciri oluşturacağını düşünmek bile ürkütücü değil midir? Bugün hepimizin cevaplaması gereken sorular bunlardır.

Türkiye bu yapısı ile Bağımsız Üst Kurul Cumhuriyetlerinin bir konfederasyonu olma yolundadır.

Türkiye Sürekli Bürokratik PostModern Darbeler Dönemine Girmiştir

IMF’nin bu kurulları oluşturmak istemesindeki ısrarı, üst kurullara uzun vadede yüklenilmek istenen rolle alakalı olduğunu unutmamamız gerekir.

Son yıllarda dünyada, uluslararası sermayenin aç gözlülüğüne karşı gittikçe artan bir tepki vardır. Başta İslam ülkeleri olmak üzere Latin Amerika, Afrika ve Asya'da ABD şahsında bu doyumsuz sermayeye karşı büyük bir düşmanlık gelişmektedir. Halk bazında yaygınlaşan bu düşmanlık, ister istemez siyasete ve o ülkenin yönetimine yansımaktadır. Dolayısıyla siyasetçiler, ABD ve çokuluslu şırketlerin isteklerine karşı direnmekte ya da direnmek zorunda kalmaktadır.

Doyumsuz uluslararası sermaye, devletlerin elindeki imkanlardan özelleştirme adı altında yabancı ortaklara pay verilmesi için ülke yönetimlerine yoğun baskı uygulamaktadır. Kamusal imkanların özelleştirme adı altında yabancılara sunulması, kolay bir süreç olmayıp siyasetin hemen benimseyebileceği bir şey de değildir. İster istemez siyaset kurumu, bu ve buna benzer konularda uluslararası güçlere direnmek zorundadır. İsteklerini frenleyemeyen bu doyumsuz sermaye, kendisine ‘Hayır’ denmesine tahammül edememektedir. Parlamento ve halktan çekinen hükümetler, ister istemez bunların isteklerine direnmekte, işleri sürüncemede bırakabilmektedirler. Siyasetin elinden karar verme yetkisinin alınıp bu kurullara devredilmesi bunun için istenmektedir. İçerisinde özel sektör temsilcileri ile bürokratların bulunduğu bu kurulları etkilemek ve buralardan karar çıkartmak, siyaset kurumuna nazaran daha kolaydır. Gerçekten bürokratları etkilemek, siyasetçileri etkilemekten daha kolay mıdır? Kâmran İnan’ın bürokratlarımızın psikolojileri ile ilgili yaptığı analizler, bu işin daha kolay olduğunu ve bürokratların farklı bir aşağılık kompleksi içerisinde bu davranışı doğal olarak, kendiliğinden sergilediğini  ortaya koymaktadır13:

“Hayır kelimesinin devlet hayatımızda anlamlı, hatta rahatsız edici bir yeri var. Türk bürokrasisinin her gün özel bir zevkle kullandığı silah HAYIRdır. Bunu değişmez bir prensip haline getirmiştir. Zira EVET demek çalışmayı, bir meseleyi halletmeyi gerektirir; bürokrasimiz buna alışkın değildir. İçinde bulunduğu hareketsizliğin kalkanı HAYIRdır. Vatandaş daha cümlesini tamamlamadan suratına hayır şamarı indirilir. Ancak her vatandaş değil; bu imtiyaz güçsüz insanlara mahsus. Güçlü insanlar için bürokrasi lügatında, HAYIR yoktur. Fakirin talebi ne kadar haklı olursa olsun alacağı cevap, değişmez bir şekilde, HAYIRdır. Buna mukabil zenginin her türlü talebi -kanunsuz ve usûlsüzler dahil- EVET ile karşılanır. Devlet hayatımızın en büyük yarası burada yatar. Sosyal ve ekonomik hayattaki huzursuzluk ve zorlukların izahını bunda aramak lazımdır...

...Diplomasimiz, bize yönelik baskı ve haksızlıklarla mücadele edeceği yerde, bunları haklı görmekte, kendi memleketine kabul ettirmeye çalışmaktadır. Dışardaki insanlarımızın çiğnenen hakkını savunacağına, kendi memleketini kusurlu görmekte, tenkit ve telkinlerde bulunmaktadır... Büyük çoğunluğu kendi tarihi ile barışık değil; gözleri Batı cilası önünde kamaşmaktadır. Kendi memleketinin kavgasını vermek heyecanından yoksun. Kendi ördüğü hareketsizlik duvarı arkasına saklanan, her konuda kendi memleketini kusurlu ve savunma halinde gören, dış baskı, haksızlık, hatta saygısızlıkları hükümetlere hazmettirmeye çalışan bir diplomasi.”

İşte bu bürokratik anlayış ve yapının aşırı yetkilerle donatılması, uluslararası sermayenin menfaatlerinin daha kolay yoldan ve daha hızlı bir şekilde çözüme kavuşturulmasına imkan hazırlayacaktır. Partiler ve parlamento ile uğraşmaktansa, çok dar bir bürokrat grubunu ikna etmek çok daha kolaydır. Dolayısıyla bu üst kurullar aracılığıyla Türkiye, daha kolay müdahale edilebilir bir ülke haline sokulmak istenmektedir. Bu yapılar, gelecekte siyasî iktidarların iktidar olma fonksiyonunu üstlenip siyaseti şekli bir unsur haline getirecek; hatta gerektiğinde siyaset erkini kolayca yıpratabilecek, geniş kitlelerde huzursuzluğu tetikleyebilecek bir rol üstlenebileceklerdir.

Bir zamanlar Başbakan Bülent Ecevit’in; “Bankacılıkta devleti tümüyle devre dışı bırakmışız. Buna biz tahammül edebiliriz ama halk tahammül edemiyor. Kurullar bir bakıma vur deyince öldürdüler. İşin toplumsal yönünü dikkate almadılar. Biz uyardık ama olmadı.”14 tarzındaki yakınmaları, daha işin başında ne denli bir tehlike ile karşı karşıya kalacağımızı göstermiyor mu?

Diğer taraftan İTO başkanı Mehmet Yıldırım ise kurullardaki IMF’nin asıl niyetine ve Türkiye’ye karşı kurmaya çalıştığı tuzağa daha çarpıcı açıklamalarla dikkat çekiyor14:

“IMF’nin stand-by anlaşması başlatmasının nedenlerinden birisi de özel bankalarımızın 35-40 milyar dolar, Avrupa ve Amerika’daki bankalara hazine garantisiz borçlanmalarıdır. IMF uyguladığı politikalarla bu BDDK’yı kurdurdu. BDDK’da bankalara el koydu. El konulan bankaların borçlarına da Hazinenin garantisi geldi. IMF’nin istediği olay zaten gerçekleşti. Şimdi bu paranın geriye tahsilatı lazım onun için uğraşıyorlar. Ama bu borç böyle ödenmez. 200 milyar dolar iç ve dış borcu olan bir ülke çalışacak, üretecek. Meseleye biraz da bu açıdan bakmak lazım. Parlamentonun olaya el koyması gerekiyor. Halkı bir tarafa bırakamazsın. IMF’nin programını uygulayan ülkelerden hangisi ayakta kaldı, hangisi düzgün. Yabancı sermayeyi destekliyoruz. Ama Hasan’ın fabrikasını Hans’ın bedavaya kapatması yanlış. 15 gün önce bir banka 2 milyar dolar, 15 gün sonra 300 milyon dolar. Türkiye oynanan oyuna düşmüştür.”

Ecevit’i iktidardan götüren ve böyle bir yapılanmaya zorlayan krizin arkasında, Türkiye’nin hayat borularının kontrolünün uluslarraası sermayenin eline geçirebilme amacı yatmaktaydı. O günün hükümet partileri, bilerek veya bilmeyerek; isteyerek veya istemeyerek Türkiye’de böyle bir sürecin başlatılmasına imkan hazırlamışlardır. Uluslararası sermaye tarafından çıkartılan ekonomik kriz, böyle bir yapılanmayı sağlarken; hükümet partilerini de tasfiye etmiştir. 3 Kasım seçimlerinin sivil bir darbe olarak adlandırılması bu perde arkası oyunlardan dolayıdır. Ecevit hükümetine karşı girişilmiş uluslararası destekli bürokratik yumuşak bir darbe, 3 Kasım seçimlerinde meyvesini vermiştir. Parlamento dışı araçlarla hükümetlerin iktidardan uzaklaştırılmalarını, bir darbe olarak isimlendirirsek, Ecevit Hükümetine karşı yapılan hareket de postmodern bir darbenin değişik versiyonu olarak değerlendirilebilir. Ecevit hükümeti, yaptığı hatanın bedelini belki çok ağır ödemiştir amma; geriye üst kurulların sürekli baskısı altında olan ve yönetimi zorlaştırılmış bir Türkiye bırakmıştır.

Türkiye’de yapılmış darbeleri 3 ana grupta sınıflandırabiliriz:

Birinci Grup Darbe(27 Mayıs-12 Mart-12 Eylül): Askeri Bürokrasi fiilen devrededir. Muhtıra ile  askeri hareket başlatılmaktadır. Açık hedef, hükümettir. 1980 ve öncesi darbelerde (Birbirinden çok ciddi farklılıkları olsa da askerin konumu itibari ile bunları bir çatı altında birleştirebiliriz), uluslararası güçlerin veya ulusal güçlerin desteği ile ideolojik gruplar kullanılarak darbeye hazır bir ortam oluşturulmuş ve son noktayı ise askeri cuntalar koymuştur.  Böyle bir hazırlık döneminden sonra oluşan darbelerde askeri cuntalar(27 Mayıs hariç) halk tarafından kurtarıcı olarak karşılanmıştır. Hukuk sistemi ise darbelerden sonra siyasallaştırılmıştır.

İkinci Grup Darbe(28 Şubat, Postmodern Darbe): Burada askeri bürokrasi muhtıra vermemekte, ancak Baykal’ın tabiri ile ‘Sivil Toplum Örgütleri gibi muhalefet yaparak’ ya da Çevik Bir’in tabiri ile ‘Balans ayarı yaparak’ hükümet aleyhinde kamuoyu oluşturma işini bizzat başlatmaktadır. Sonra da sivil toplum örgütlerini harekete geçirmektedir. Halkın bir kısmı ‘iç düşman’ kategorisine sokulup Hayatın her alanına müdahale edilerek sürekli kontrollü bir gerilim politikası uygulanmaktadır. Bu uygulamanın sonunda ordu çok ciddi yara alarak yıpranmıştır. Ordunun güvenirliliği ilk kez % 50’ler düzeyine düşmüştür. Hukuk gerek eylemler sürecinde, gerekse sonrasında tamamen siyasallaştırılmıştır.

Üçüncü Grup Darbe(Sürekli Bürokratik Postmodern Darbe): Kısmen Ecevit hükümeti zamanında yaşanmıştır. Ama tam anlamıyla geleceğin Türkiye’sinde yaşanacaktır. Bu üst kurullarla beraber postmodern darbelerin şekli daha da değişecektir. Halkın seçtikleri, uluslararası sermayeye veya halkı tehlikeli ve düşman gören zihniyetin temsilcilerinin menfaatlerine dokunduğu zaman, askeri bürokrasi hemen devreye sokulmayacak; gerekli hoşnutsuzluk ortamını Ecevit’in tabiri ile bu üst kurullar oluşturacak, kamuoyunu ise sivil görüntülü örgütler hazırlayacaklardır. Askeri bürokrasi ise sadece lojistik destek sağlayacaktır. Görülebileceği gibi, bu postmodern darbenin Askeri Bürokrasi, Üst Kurullar ve Sivil Görüntülü kuruluşlar olmak üzere üç ana  ayağı olacaktır. Bu yeni postmodern darbenin farkı, sürekli olması ve halkın darbe ile beraber yaşamak zorunda bırakılmasıdır; hukukun 24 saat siyasallaşmış olarak çalışmasıdır. Asker destekli sivillerin, parlamentoyu işlevsiz hale getirmesi şeklinde yaşanacak yeni bir darbeler dönemi başlayabilecektir. Bu nedenle buna biz ‘Sürekli Bürokratik Postmodern Darbe’ demekteyiz. Sürekli Bürokratik Darbe’nin eylem planında Askeri Bürokrasi önde çok fazla gözükmeyecek, zaman zaman devreye girecek ve fakat alttan yoğun lojistik destek sağlayacaktır. Hükümetlerin yıpratılması ve iktidar koltuğundan uzaklaştırılması için artık askeri bürokrasiye bu yeni düzende, açıktan, fazla ihtiyaç gözükmemektedir.

AKP’nin Önündeki Tehlike: Sürekli Bürokratik Postmodern Darbe

Atanmalarına uluslararası güç odaklarının müdahil olduğu ve bir kez atandıktan sonra, şimdilik, karışılamayan bu üst kurullar, olağanüstü yetkilerle donatılmış olarak  parlamento dışı birer  büyük güç odağı haline gelmişlerdir ve daha da geleceklerdir. Halkın genelini ilgilendiren ve siyaset kurumunun karar vermesi gereken tüm alanlarda, parlamento dışı farklı üst kurulların birer güç odağı olarak karar vermesi, Türkiye’nin gelecek günlerinde çok sıkıntı yaşayacağımız anlamına gelmektedir.

Bugün için milletvekillerinin zamanının %90’ı, halkın bürokratlar tarafından yapılmayan işlerinin takip edilmesi; %10’u ise memleket meselelerine çözüm aramakla geçmektedir. Milletvekillerinin kapılarında her gün 100’lere varan vatandaş kuyruklarının varlığı, sorun çözmeyen, sorunları daha da karmaşık hale getiren bir bürokratik yönetim anlayışının sonucudur. Siyasetin kendisine çeki düzen vermesi yetmez; aynı zamanda da hantal ve vatandaşa hayır demeye, yabancılara evet demeye alışmış, önüne gelen her sorunu kördüğüm haline getiren bu bürokratik anlayışı da değiştirmesi gerekir. Siyasetin kontrolünde iken her şeyi kördüğüm yapan bir bürokrasinin, üst kurul yetkileri ile donatıldığı zaman işleri nasıl içinden çıkılmaz hale getireceklerini ve ceberutlaşacaklarını görmek çok zor değildir. Bunu için YÖK başkanının başlangıçtan beri, özellikle AKP iktidarında yapmakta olduklarına bakmak yeterlidir.

Kemal Gürüz’ün hükümetin Acil Eylem Planı içerisinde yer alan ve YÖK’ü ilgilendiren konularda bir tavır belirlemesi en doğal hakkıdır. Hakkı olmayansa, kullandığı üslup ve bundaki ısrarıdır; konuları hiç alakası olmayan alanlara çekerek ülkeyi bir gerilime sürüklemek istemesidir.

YÖK Başkanı Kemal Gürüz, hükümetin Acil Eylem Planını bahane ederek bir üst düzey bürokrata yakışmayacak tarzda ifadeler kullanması, saldırgan ve tehtidkar üslubu dikkat çekicidir. Gerçekten de Acil Eylem Planında üniversiteleri bu denli rahatsız edici kararlar var mıdır? Yoksa birileri, hükümet ile üniversiteleri karşı karşıya getirmek mi istemektedir? Kendisine Osman Özbek ve Vural Savaş rolüne birilerinin soyunması talimatı mı verilmiştir? Bu noktanın aydınlığa kavuşması için belli başlıklar halinde Acil Eylem Planında yer alan konuları ve bu  konularla ilgili YÖK Başkanı Kemal Gürüz'ün 8-9 Kasım 1995 yılında 4. Ulusal Kalite Kongresine sunduğu ‘Eğitim Yönetimi ve Kalite’ başlıklı makalesinde açıkladığı görüşlerini verecek; aradaki benzerliklerin değerlendirilmesini okuyuculara bırakıp konunun  Sürekli Bürokratik Darbe boyutuna eğileceğiz.

Hükümetin Acil Eylem Planında SP9’dan SP28’e kadar olan maddeler YÖK’ün alanı ile ilgilidir.

Eğitim Sistemi, Hantal Aşırı Merkeziyetçi ve Bürokratiktir - Eğitim Yönetiminde Halk Dışlanmıştır

Acil Eylem Planı(SP-11): “Milli Eğitim Bakanlığı merkez teşkilatı 50’yı aşkın birimi ve 5500 personeli ile hizmet üretemez hale gelmiştir. Bu hantal yapı küçültülerek yetkilerin çoğu yerel yönetimler reformu çerçevesinde illere devredilecektir.”

Kemal Gürüz: “Eğitim sisteminde devlet bürokrasisi (parlamento ve hükümet dahil), eğitim camiası (öğretmenler, öğretim üyeleri ve yöneticileri) ve toplum ile pazar (veliler ve öğrenciler dahil) olmak üzere üç aktör vardır. Geleneksel sistem devlet bürokrasisi - eğitim camiası ekseni üzerinde oluşturulmuştur. Artık tüm dünyayı kapsayan toplum ve pazar unsuru ile her ölçekteki rekabeti dışlayan bir sistemin, özellikle yetkilerin merkezde toplanması halinde, başarı şansı kalmamıştır. ...Bu yaklaşıma göre temel ilke, devletin bakanlık gibi bir merkezi kurumunun sadece yukarıda sayılan hususlarda yetkili olması, diğer yetkilerin ise illere ve okullara devredilmesidir. Ancak illere ve okullara devredilen yetkiler sadece kamu görevlileri tarafından kullanıldığı taktirde, sistem yine devlet bürokrasisi-eğitim camiası ekseni üzerinde sıkıştırılmış olacaktır. Dolayısıyla ikinci ilke, sistemin ürünlerini kullanan ve kendi alanlarındaki başarıları ile temayüz ederek toplumda saygınlık kazanmış kişiler ile velilerin sistemin yönetimine, sadece danışman olarak değil, karar yetkileri ile katılmalarıdır...

...3.3.1340 tarih ve 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat Kanunu’ndan başlayarak günümüze kadar çıkarılmış olan 12 kanun ve bunlara dayanarak kurulan örgüt yapısı ve yayımlanan çok sayıdaki yönetmelik, sistemi hiçbir ülkede görülmeyen ölçüde merkezi ve bürokratik bir yapı içine hapsetmiştir. Bu yapı içinde, bırakınız sistemin ürünlerini kullanan toplumun diğer kesimlerini ve ebeveynleri, yönetici ve öğretmenlere dahi hiçbir inisiyatif tanımayan, yöneticileri ve kurumları bütçelerinin sahibi kılmayan, azar koşulları ve rekabeti tamamen dışlayan, sistemin en önemli unsuru olan öğretmenleri sıradan memur addeden ve kaliteye önemi vermeksizin, öğretmenler, öğrenciler ve kurumlar arasında her ne bahasına olursa olsun eşitlik sağlamayı zımnen amaç edinmiş marazî bir eşitlik anlayışı olmuştur.” (Sayfa17)

Yükseköğretim Kurulu Koordinasyon Yapmalı, Asıl Yetkileri Üniversiteler Kullanmalıdır

Acil Eylem Planı(SP-21): “Yükseköğretim sistemi merkezi, bürokratik ve sorun çözmede yetersiz kalan, hantal bir yapıdadır. Bu durum değiştirilerek YÖK, koordinatör ve uzun vadeli eğitim planlaması yapan Yükseköğretim Koordinasyon Kurulu haline getirilecek, idari ve akademik özgürlükleri daha da artırılacaktır.”

Kemal Gürüz: “Yüksek Öğretim Kurulu’nun yetkileri, yüksek öğretime ayrılan kamu kaynaklarını tek kalem bütçeler ve torba kadrolar olarak üniversiteler arasında dağıtmak, üniversiteleri işlevsel olarak sınıflandırmak, özel yüksek öğretim kurumlarını denetleyerek akredite etmek ve yüksek öğretimi koordine etmekle sınırlandırılmalıdır.” (Sayfa20)

Büyük Üniversitelerin Bölünmesi

Acil Eylem Planı(SP-23): “...Bu üniversitelerden bazıları 60.000’i aşan sayıda öğrenci mevcutları ile çok büyümüş, hantallaşmıştır. Mesela, İstanbul Üniversitesi, Marmara Üniversitesi, Gazi Üniversitesi ve Selçuk Üniversitesi 60-70 bin civarında öğrencileri olan üniversitelerdir. Kaliteli bir eğitim ve yönetim için optimum rakamın 20000 civarında olduğu düşünüldüğünde, bu üniversitelerin durumu daha iyi anlaşılır. Dolayısıyla, bu üniversiteler bölünmek suretiyle her birinden ikişer üniversite çıkarmak mümkündür.”

Kemal Gürüz: “Büyük şehirlerimizdeki, öğrenci sayısı aşırı derecede artmış olan üniversitelerimiz birlikte ele alınarak bölünmeli ve yönetilebilir büyüklükteki üniversitelere dönüştürülmelidir.” (Sayfa 21)

Prof. Dr. Kamil Mutluer (Kemal Gürüz döneminde YÖK Yürütme Kurulu Üyesi, 15. Milli Eğitim Şurası Yüksek Öğretime Geçişin Yeniden Düzenlenmesi Komisyonu Başkanı); 13-17 Mayıs 1996 Şura Kararları, Sayfa 288, 332, 340: “Çok kampuslu büyük üniversiteler daha küçük üniversitelere bölünmeli ve bölünen üniversiteler de yeni birimler eklenmek suretiyle kapasite artırımı yoluna gidilmelidir” (Ön komisyon Raporu, Genel Kurul Kararı)

“...Bir üniversite 55 bin kişilik: 15-16 yerleşim biriminde eğitimini sürdürüyor. 55bin kişilik bir üniversiteyi fiilen yönetmek, verimli yönetmek, rasyonel yönetmek mümkün değil. Bu bakımdan bölerken de yanına birkaç fakülte, yüksek okul konur ise, mevcut öğretim üyeleri ile aynı hizmeti daha fazla öğrenciye götürmek mümkün olacak. Bu düşünce ile böyle bir öneri getirildi.” (Gerekçe)

Üniversiteler İdari ve Akademik Özerkliğe Kavuşturulmalıdır        

Acil Eylem Planı(SP-24): “Üniversitelerde YÖK müdahalesi ve rektörlüklerin yapısı özgürce düşünmenin ve bilimsel üretimin önündeki en büyük engeli oluşturmaktadır. Üniversiteler üzerindeki YÖK ve rektörlerin müdahalesi kaldırılarak üniversitelerdeki tüm akademik birimlerin yöneticilerinin seçimle iş başına geldiği bir sistem kurulacak ve bölüm, fakülte ve diğer kurullarda öğretim elemanları ve öğrencilerin temsili sağlanacaktır.”

Kemal Gürüz: “Her bir üniversitede mütevelli heyetlere benzer yetkilere sahip, toplumda temayüz etmiş üniversite mensubu olmayan kişilerden oluşan yönlendirme kurulları kurulmalıdır. Ancak yeni kurulan ve gelişmekte olan üniversitelerdeki bu tür kurulların üyelerinin yarıdan fazlası, gelişmiş üniversitelerimizdeki bilim adamı niteliği kanıtlanmış öğretim üyelerinden oluşturulmalıdır. Üniversitenin yöneticileri, geniş katılımlı bir danışmayı da içeren bir yöntemle, bu kurullarca atanmalıdır. Bu günkü seçim sistemi ile kaliteli yöneticilerin bu görevlere gelebileceklerini beklemek istisnalar dışında hayaldir.” (Sayfa 21) 

“Bugün ilkokula adımını atan gençlerimiz yarın ülkemizi yönetecek olan kişilerdir. Gençlerimizin değişik görüş ve düşüncedeki kişilerle hoşgörü ortamı içinde bir arada yaşama, seçme, seçilme ve yönetim kültürünü edinmeleri, eğitimlerinin en önemli parçalarından biri olarak görülmelidir. Bu nedenle üniversitelerde tüm öğrencilerin üye olduğu öğrenci birliklerinden başlayarak, öğrencilerin örgütlenmeleri, ilgili ve tecrübeli oldukları konularda yönetime katılmaları okul öncesi eğitim kurumlarına kadar yaygınlaştırılmalıdır.” (Sayfa 22)

Yukarıdaki karşılaştırmalardan Acil Eylem Planı ile Kemal Gürüz'ün geçmişteki görüşleri arasında büyük paralellikler olduğu görülmektedir. Bugün hükümetin Acil Eylem Planı’nda yapmak istediklerini ogün kendisi, çözülmesi gereken sorunlar olarak dile getirmiştir. 1995’de söylediği fikirlerinden bugün Kemal Gürüz vazgeçmiş olabilir. Bu nedenle  Kemal Gürüz kendi beyanlarına sahip çıkmayıp onları çok rahat eleştirebilir. Bu da onun en doğal hakkıdır.

Acil Eylem Planı’nda yer alan hususları bir bilim adamı hüviyeti ile, bir bilimsel üslupla  eleştirebilir, konuyu kamuoyu önünde tartışmaya açabilirdi. O bunu yapmayıp saldırgan ve tahrik edici militan bir üslup kullanmıştır. Konuyu bambaşka bir alana çekmeye kalkışmıştır15:

“Türkiye'de molla rejimi olmasını isteyenler, Türkiye cumhuriyetini, çağdaş çizgiden saptırmak isteyenler, entarisiyle dolaşıp Vehabi bataklığı özleminde olanlar vardır...

ABD’deki ikiz kulelere yapılanlar, köktendinci terörün açık bir göstergesidir. Bunun finans kaynağı ve fikri yapısı, Vehabi bataklığı ve molla rejimidir. Vehabi bataklığı olan Pakistan'da, medreseler açılmış ve taliban orada yetişmiştir...

Laiklik, batıda din ve devlet işinin ayrımı olarak tanımlanmaktadır. Türkiye'de laikliğin ayrı bir tanımı vardır.. Laikliğin esas tanımı, şeri kuralların yerini, pozitif hukukun almış olmasıdır. Herkes buna uymak zorundadır. Meclisi oluşturan komisyonlarda Milli Eğitim camiasında her türden insan mesleki kökenden gelenler olabilir... TBMM’deki Milli Eğitim Komisyonunda dini eğitim alan, geçmişte zorunlu 8 yıllık eğitime aleni karşı koyanların ağırlık ve çoğunluk oluşturmasına kimsenin ses çıkarmaması beklenmemelidir.”

Bir üst kurul başkanı olarak yüksek öğretim camiasını temsil ettiğini unutarak kendisini, yargısız infazların yapıldığı faşist-komünist yönetimlerin  başsavcısı yada emniyet genel müdürü yerine koyarak insanların geçmişleri ile, sicilleri ile ilgili ileri geri, rast gele konuşabiliyor16:

“Geçmiş sicilleri itibari ile Cumhuriyete olan taahhütleri oldukça tartışmalı olan kadroların bir kısmının açıkça yer aldığı bir iktidar partisinin, bu konudaki görüşlerinin veya niyetlerinin neler olabileceği ayrıntılı tartışılmıştır.”

“Sanki yüksek öğretim Türkiye’nin en acil bir sorunuymuş gibi Acil Eylem Planı altında ve hakaretâne cümleler içeren ibarelerle Türk kamuoyuna sunuluyor. Bunun kabul edilmesi mümkün değildir. Biz bunun üniversitelerin geçmişinde olduğu gibi, edinilen bazı mevkilerin nasıl Türkiye'ye sirayet ettiğini biliyoruz. Yine her türlü normların ayaklar altına alınarak bu mevzilerin tekrar ele geçirilmesi ve üniversitelerin ele geçirilerek, kısmen de olsa tekrar oradan tüm Türkiye’ye sirayet etme planı olarak gördüğümüzü bir defa daha altını çizerek Türk kamuoyuna duyurmak istiyoruz.” 

Yüksek Öğretim Kanunu’nun hiçbir yerinde siyasetle uğraşmak diye bir görev yer almamış olmasına rağmen Gürüz’ün, dış politika konusunda ağır ifadeler kullanarak hükümete saldırmasının ve dışişleri personelini isyana çağırmasının bir anlamı olmalıdır diye düşünüyoruz17:

“Hiç kimsenin Türk dünyasının büyük bir evladı olan, Kıbrıs Türk varlığının sembolü haline gelmiş olan sayın KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’a hasta yatağında, artık karakter katliamı ölçüsüne varan, terbiye ve insaf sınırlarını aşan saldırılarda bulunmaya hakkı yoktur. Dışişleri bakanlığımızın değerli mensuplarına, gösterdikleri fevkalade basiretli, feragatli davranışlarından, gerektiğinde bakanlarını tekzip etme yoluna gitmelerinden, bu kararlı tutumlarından dolayı şükranlarımızı ve saygılarımızı iletmeyi borç biliyorum.”

Karar merciinde bir insan olarak Kemal Gürüz, ilginç bir manevra ile geçmişteki YÖK başkanlarını, üniversite rektörlerini ve dekanlarını suçlamaktadır17:

“Geçmişte bazı üniversitelere bilim, medeniyet ve cumhuriyet karşıtı zihniyetlerin hakim olduğu, bu yollarla hak etmeyen kişilere akademik unvanlar dağıtılarak kadrolar yetiştirildiği ve bu kişilerden bazılarına devletin üst düzeylerinde görev verildiğini...”

Kendisi 1985-1990 döneminde KTÜ Rektörlüğü, 1985-1986 döneminde Üniversiteler Arası Kurul Başkanlığı, 1991-1995 yıllarında YÖK üyeliği yapmış ve 1996 yılından buyana da YÖK’ün başkanlığını yapmaktadır. 1985 yılından günümüze hep önemli karar mercilerinde bulunmuştur.  O zaman göremediklerini, söylemediklerini şimdi mi görmeye ve söylemeye başlamıştır? Ya da o zaman seslendirmediği düşüncelerini, şimdi neden seslendirmektedir? Yoksa birileri gene arşivleri mi karıştırmaktadır? 28 Şubatta ele geçirdiği  fırsatı, bir kez daha yakalayıp bu çıkışları ile bir yerlere ‘ben sizin aradığınız adamım, yeniden atanmam lazım’ mesajını mı vermektedir? Yoksa geleceğin siyasi aktörlüğüne mi soyunmaktadır? Hangi niyetle yaparsa yapsın, kendisinin üstlendiği rolü daha önce üstlenmiş olanların durumlarına bir kez daha dönüp bakmasında fayda vardır. Bu noktada Ziya Paşa’yı hatırlamamak mümkün değildir:


“Onlar ki verirler lâf ile dünyaya nizâmât

Her türlü teseyyüp bulunur hânelerinde.”

 

AKP yönetimi, YÖK Başkanı Kemal Gürüz'ün başlatmak istediği sürece dikkat etmelidir. Muhtemeldir ki Gürüz, Üniversiteleri bir blok halinde hükümetin karşısına öncelikle çıkarmak istemektedir. Arkasından diğer üst kurulların ve bazı sivil toplum örgütlerinin devreye girmesi beklenebilir. Bu arada Genel Kurmay Başkanı’nın kuvvet komutanları ile birlikte devletin resmi mekanizması içerisinde söylemesi gerekenleri, sivil giysiler içerisinde verdikleri bir kokteylde kamuya açıklamış olmalarını; bombalama ve banka soygunlarının artmakta olduğunu  hatırlamakta fayda vardır. Türkiye’de bazı şeyler, olağanın dışında seyretmeye başlamıştır. Dolayısıyla Gürüz'ün ortamı ısrarla germe teşebbüsünün, bir Sürekli Bürokratik Darbe girişimi olup olmadığı çok iyi tahkik edilmelidir.

Gürüz'ün hükümeti bir kavga ortamına çekip ortamı germek istediği çok açıktır. Bu oyuna gelinmemeli, tahriklere kapıılınmamalıdır. Hükümet etmek demek, gerilim çıkarmak demek değil; tam tersine gerilimleri ortadan kaldıran bir sorumluluk sabrını, irade ve kararlılığını gösterebilmek demektir.

YÖK Başkanı Kemal Gürüz, tam 3 yıldır ne Cumhurbaşkan’ından ne de Başbakan’dan randevu alamamakta ve görüşememektedir. Buna rağmen bir üst kurul başkanlığı yapabilmekte, Başbakan’a ve bakanlar kuruluna, bir hukuk devletinde bir bürokrata yakışmayacak tarzda bir lisan ile hakaret edebilmektedir. Kendisi hakkında hiçbir yasal işlem yapılamamaktadır.  Bu olay bile Türkiye’nin yönetiminde üst kurulların ne denli ciddi bir sorun haline geldiğini göstermeye yeter de artar bile. AKP iktidarı geniş bir toplumsal mutabakat sağlayıp Türkiye'yi, Bağımsız Üst Kurullar Cumhuriyeti Konfederasyonu olmaktan kurtarmalıdır.

Aksi taktirde AKP iktidarı ile Gizli Dünya Devleti, Doyumsuz Uluslararası Sermaye, ve/veya iç güç odakları  arasında bir menfaat zıtlaşması vuku bulduğunda bu kurulların icra edeceği rol, daha tahripkâr olabilecektir. O nedenle AKP, eğer iktidar olmak istiyorsa, bütün bu kurulları parlamentonun denetimine açmayı başarmalıdır. Cumhurbaşkanı’nın bu konudaki duyarlılığı bir avantaj olarak telakki edilmelidir.

Yapmak istediği her şeyi, çok iyi bir hazırlık yaptıktan sonra kamuoyunun tartışmasına açmalı ve halkı çok iyi aydınlatarak aktif desteğini almalıdır. Unutmamak gerekir ki güç odaklarına karşı direnecek asıl güç halktır. Hükümet polemiğe girmemeli ve çok iyi bir lisan kullanmalıdır.

 

“Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı;

Söz ola ağulu aşı, balıla yağ ede bir söz.

Kişi bile söz demini, demeye sözün kemini;

Bu cihan cehennemini, sekiz uçmağ ede bir söz”

                                                   Yunus Emre

 

Kaynaklar 

1- Tarhan N., Psikolojik Savaş - Gri Propaganda, Timaş y., İstanbul, 2002, s.30

2- Balcı M. MGK ve Demokrasi, Yöneliş y., 2. Baskı, İstanbul,1998.

3- Üskül Z., Siyaset ve Asker, İmge Kit., Ankara, 1997.

4- Allen, G., (Tercüme: Yavuz.H. Akça İ.,)  Gizli Dünya Devleti, Milli Gazete, İstanbul, s. LXIV- LXV .

5- Allen, G., age., s. 46.

6- İnan K., Hayır Diyebilen Türkiye, Timaş Yayınları, İstanbul,1995, s.72.

7- Medya Dosya İnternet sitesi, 15.04.2002.

8- Oyan O., Üst Kurullar Kimin İçin Önemli, A.Ü. SBF.

9- Yeniden Büyük Türkiye Web Sitesi.

10- 04.04.2002 Hürriyet Gazetesi.

11- info@alinteri.org., IMF’nin Yeni Devlet Planı.

12- 19.12.2001., Cumhuriyet Gazetesi.

13- İnan K., a.g.e., s. 8, 16.

14- Politika Dergisi İnternet Sitesi: BDDK Kaş Yapayım Derken Göz Çıkarttı.

15- İnternethaber.com, Bütün Gazeteler, 23.12.2002.

16- İnternethaber.com, Bütün Gazeteler, 13.01.2003.

17- İnternethaber.com, Bütün Gazeteler, 21.12.2002.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI HİBRİT SAVAŞLAR DÜZLEMİNDE BÖLGESEL EKSENDE BAŞLATILMIŞTIR

(Umran Dergisi)   “Eğer Hakk, onların hevalarına (istek ve tutku) uyacak olsaydı, hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herke...