1 Kasım 2000 Çarşamba

Allah Korkusuyla Yaşayıp Korkular’dan Arınmak

(Umran Dergisi)

Giriş

İnsanoğlunun yaratılışından günümüze değin insana refakat eden korku, nedir? Tüm insanlarda var olan bir duygu mudur, yoksa yalnızca bazı fertlere özgü bir davranış, bir ruh hali ve bir zihni fenomen midir? İnsanın yanı sıra tüm canlılarda varolan bir özellik midir?

Bilimsel araştırmalar, bunun tüm canlılara ait bir olgu olduğunu ortaya koymaktadır. Tüm canlı türlerinde, tüm zamanlarda ve tüm coğrafyada ve de tüm sistemlerde vardır korku. Dünyaya gelişle başlar, öldükten sonra da varolmaya devam eder.

Niçin vardır? Faydalı mıdır, yoksa zararlı mıdır? Hangi durumlarda faydalı, hangi durumlarda zararlıdır? Ondan kurtulabilir miyiz? Ya da hangi şartlarda onu gerek fert gerekse toplum için daha fonksiyonel hale getirebiliriz? ‘Korku korkuyu kovalar’ deyişi doğruysa, hangi korkularımızı hangi korku veya korkularla kovabiliriz?

Konunun karmaşıklığı, bütün canlıları, tüm zaman ve mekanları kuşatmasından gelmektedir. Canlıların maddî ve zihni yapılarını aynı anda ve bir bütün olarak etkilemesi konuyu daha da girift hale getirmektedir. Bireylerin korkuları, dar anlamdaki çevre olarak aileyi, geniş anlamdaki çevre olarak toplumu ve daha da geniş çevre olarak da gelecek nesilleri etkiler. Bu, karmaşıklığı daha da artırır. Bir de buna, toplumun korkuları ile sistemin korkularını eklersek konu bir kördüğüm olur. Tam bir korku imparatorluğu oluşur. Korku imparatorluğu, kime ne yarar sağlar? Korku ülkelerinin sonu, tarihi süreçte ne olmuştur? Diktatörler, rahmetle mi, yoksa lanetle mi anılmaktadır? Bunlar da, ister istemez tartışmanın birer parçası olmaktadır.

Ölüm nedir? Ölüm ve ölümlülük gerçeğinin korkunun anlam alanında (semantik) ne tür bir rolü vardır? Daha da önemlisi, korku ölüm sonrasında da devam edecek mi? Korku orada da var olacak mı? Var olacaksa korku, algımızın dışındaki bir alemde ne tür bir şekilde var olacak ve de herkese şamil mi olacaktır?

İşte bu çalışmada, korkuya ilişkin bütün bu soruların cevaplarını aramaya çalışacağız. Korkunun gerek nedenlerinin, gerekse tezahür şekillerinin çeşitli oluşu; ayrıca hem bu dünyayı hem de öteki dünyayı ilgilendirmesi açısından sorunu bu çalışma çerçevesinde bütün boyutları ile açıklamak mümkün olmayabilir. Bir fareden duyulan korkudan cehennem ateşi karşısında duyulan korkuya kadar geniş bir spektrumla karşı karşıyayız. Bu olgu, yol boyu gözden kaçırılmamalıdır.

Konunun bu karmaşıklığını göz önüne alarak ve konunun ölüm sonrasını kuşatması açısından Alemlerin Rabbi ve yaratıcısı olan Allah’ın insanlığa gönderdiği kaynağa başvuracağız. Böylelikle kendi duygularımızın anaforuna yakalanmadan gerçeğe ulaşmaya çalışacağız.

Korkunun Anlam Alanı Nedir?

Korku; sevinç, keder, öfke, acı, tiksinti ve aşk gibi heyecan dünyamıza ait bir olgudur. Gerek zihinsel, gerekse biyolojik yapıyı etkileyen duygusal bir karmaşa ve fizyolojik bir altüst oluştur. Canlının varlığına yönelen bir tehlikeye karşı canlının, refleks olarak gösterdiği zihinsel ve fizyolojik bir karşı koyuş, bir tepkidir. Bu açıdan bakıldığında korkuda, canlı için tehlikenin kaynağı olan nesne bellidir. Korku, belli bir şeye, bir nesneye yöneltilen özel bir tepki olmaktadır.1 Nitekim Gazali,

“Korku, kalbin acıması ve yanmasından ibarettir. Bu acıma müstakbelde beklenilen bir mekruhun(istenilmeyen bir hadisenin) vukuu sebebiyle meydana gelir”2

şeklindeki tanımlaması ile korkuda nesnenin varlığına işaret etmektedir.

Korku ile aynı semantik alan içinde bulunan ve birbirini etkileyen başka kavramlar da vardır. Kaygı kavramı ise bunlardan birisidir. Kaygıda belirsizlik vardır. Nesnesi belli değildir. İki kavram arasındaki temel ayırım nesnenin var olup olmamasıdır. J.Favez-Boutonier, bu iki kavram arasındaki ilişkiyi;

“Korku, tehlikenin varlığını ve tanınmasını gerektirirken, kaygı, bizzat ve özellikle bilinmeyen tehlikenin olasılığından ve beklentisinden doğar.”3

şeklinde kurmaktadır. Kaygıda, tehdit unsuru gerçek boyutuyla ruh dünyasında tanımlanamaz ve de ona hükmedilemez. Bir belirsizlik söz konusudur, kaygıda. Tehlike nedeni olan nesne, zamanında tespit edilemezse insan veya canlı için tehlikeli durumlar ortaya çıkabilir. Mevcut durum, hastalığa dönüşebilir. Tehlikenin nesnesi ortaya çıktığında ise kaygı, korkuya dönüşür. Bu bakımdan kaygı bozucu, korku adaptasyoncudur.1 Belirsizlik ortadan kalktığı için birey, tehlikeye karşı tavır alabilmekte, ona karşı konumlanabilmektedir. Kavga başlamadan önceki ruh hali kaygı, kavga başladıktan sonraki ise korkudur. Kavgadan önceki belirsiz ortam ortadan kalkmıştır. Fert ne tavır alacağına, kavga içinde bir biçimde karar verebilmektedir. Karşılaştığı tehlikenin büyüklüğüne bağlı olarak ya kendini savunacak ya saldırıya geçecek ya da kaçacaktır. 

Endişe, dehşet, ürküntü ve panik de, korku ve kaygının oluşturduğu semantik alanla ilgili kavramlardır. Kaygı ve korkunun değişik şiddette tezahür şekilleridirler.1,3 Burada korkunun fizyolojik ve de psikolojik tezahür şekilleri üzerinde durmayacağız. Bunların muhataba ve tehlikenin durumuna bağlı olarak çok çeşitlilik gösterdiğini ifade etmekle yetineceğiz.

Kur’an-ı Kerim’de korkunun bu geniş alanına ilişkin bir çok kelime vardır: Ru’b, Feza’, Vecil, Vecf, Hazer, Şefkat, Feşel, Rehbet, Havf, Haşyet, Huşu ve Takva. Bu kavramları ayrı ayrı ele alıp inceleyecek değiliz. Hepsini korku-kaygı kelimelerinin oluşturduğu semantik alanda değerlendirecek, anlamlar arasındaki farkı ayırt etmeyi, ayet meallerine bakarak okuyucuya bırakacağız. Bu kadar farklı kavramın var oluşu, korkunun örttüğü alanın genişliği ile karmaşıklığından olmuş olabilir. Eğer öyle ise karşı karşıya olduğumuz sorun, gerçekten büyüktür.

Korku Fıtri Bir Özelliktir

Korkunun yukarıdaki tanımından insan veya canlı için zararlı bir vasıf olduğu anlamı da çıkarılabilir. Bu nedenle de korkunun olmadığı bir dünya hayal edilebilir. Böyle düşünmekle de kendimizi haklı da görebiliriz. Bu noktada dikkat edilmesi gereken nokta, arzu etmiş olmamız insan yapısını görmezlikten gelme gibi bir hataya bizi düşürmemelidir. Eğer korku, insan yapısına yaratılıştan konulmuş bir özellik ise onu tamamen ortadan kaldırmaya hakkımız olup olmadığını ve buna gücümüzün yetip yetmeyeceğini düşünmeliyiz. Cam fanus içinde hayal kurmamamız için öncelikle insan yapısına dönüp bakmalıyız. Sorunun cevabı, insan yapısında gizlidir. Ve insan yapısı gerçekten de çok girifttir. Zıtlıkların akıllara durgunluk verecek birlikteliğini bünyesinde barındırmaktadır:

“Biz insanı en güzel bir biçimde yarattık. Sonra da aşağıların aşağısına çevirdik.”(95 Tin 1-5) “Sonra ona fücûrunu (sınır tanımaz günah ve kötülüğünü) ve ondan sakınmayı ilham edene anadolsun. Onu arındırıp temizleyen gerçekten felah bulmuştur. Ve onu (isyanla, günahla, bozulmalarla) örtüp saran da elbette yıkıma uğramıştır.”(91 Şems 9-10).

Belki de korku kavramının gizemi, birbirine zıt bu iki farklı yapının aynı bedende bulunmasında yatmaktadır.

Bu yapı içerisinde korku kavramı, yalnız değildir. Bu ikili yapıya uygun olarak korkuya ümit kavramı eşlik etmektedir. Ümit ve korku, ekmek ve su gibidir. Bunlar şartlara bağlı olarak biri diğerine tercih edilebilir. Her halükârda ümit ve korku birlikte insanı dengede tutmaktadır. Bu, kendisi ile barışık, arzu edilen dengeli insandır. Nitekim Allah bu insanı şöyle tanımlar:

“Onlar, Rablerinin azabından korkarak ve rahmetinden ümitvar olarak dua ederler.” (32 Secde 16) “Bütün bu peygamberler hayırlara koşarlar. Umarak ve korkarak bize dua ederler”. (21 Enbiya 90)

 Hz. Ömer, ümit ile korku arasında var olması gereken dengeyi veciz bir şekilde dile getirmektedir:

 “Eğer bütün insanlar -bir kişi müstesna- ateşe girsinler diye Allah tarafından çağrılırsa o kişinin ben olmasından ümidimi kesmem. Ve yine bütün insanlar, bir kişi müstesna, cennete girsin diye çağrılırsa, muhakkak ki o kişi olmaktan korkarım!..”4

Ümit ve korku arasında olması gereken dengeden dolayı alimler, “Eğer müminin korkusu ile ümidi tartılırsa muhakkak eşit çıkacaklardır” demişlerdir. Bu nedenledir ki tarihin en karanlık, en korkunç ve en korkulu dönemlerinde müminler, ümitlerini muhafaza ederek dimdik ayakta durmuş, zulme boyun eğmemiş ve etraflarını ışık yayarak aydınlatmışlardır. Bugün kararan dünyayı aydınlatacak olanlar da onlar olacaktır.

Demek ki korku, insanın yaratılışı ile insan bünyesine yerleştirilen önemli bir özelliktir. İnsan için elzemdir. İnsanın doğal bir arkadaşı olarak onu korur. Tabii bir savuma mekanizmasıdır. Korku, ümitle birlikte var olduğu sürece kontrol edilebilir ve insanı iyiye, güzele doğru sevk edebilir. Ümit yok olur ve insan, aşırı bir korku baskısı altına girerse hastalanır. Bundan dolayı korku altında olup da ümidini kaybetmiş toplumlar, hastadır.

Korku insanda yaratılışla birlikte var kılındığı için Allah ona;

“Ondan korkup sakının diye emrolunduk”. (6 Enam 72)

“Biz ayetleri ancak korkutmak için göndeririz.”(17 İsra 59)

“ Onlara korkup ‘sakınmayacak mısınız?’ deyin.” (23 Mümin-un 87)

“Size ve sizden önce kitap verilenlere: ‘Allah’tan korkup-sakının’ diye tavsiye ettik.’”4 Nisa 131)

diye hitap etmektedir. Eğer insan yapısında korkuyu algılayıp değerlendirecek mekanizmalar bulunmasaydı, kendisine korkup sakınmanın sorumluluğu yüklenemezdi.

Yapılan araştırmalar, ‘tetikte olma ve doğuştan uyanıklılık’, ‘güvenlik ihtiyacı’, ‘tehdit etme’, ‘tanınmayan düşman-tehlikeli, tanınan dost-tehlikesiz’ gibi mekanizmaların insanda yaratılışla beraber var olduğunu göstermektedir. Bu mekanizmalar sayesinde insan, kendisi için tehlikesiz ortamları arayarak veya oluşturarak varlığını ve de neslini devam ettirebilmektedir. Gerek insan gerekse hayvan topluluklarında bu dört temel mekanizmanın birlikte nasıl çalıştığını müşahede edebilmekteyiz. Çita karşısında antilopun kaçışı, yakalandığı anda da mücadeleye karar verip karşı saldırıya geçişi veya kaçış yolları kesilen bir kedinin insana saldırması bu mekanizmaların, hem nasıl devreye girdiğini, hem de ne kadar karmaşık bir ilişki ağı oluşturduklarını göstermektedir. Kendini tehlikede hisseden canlı varlık, ya tehlikeli bölgeden uzaklaşmakta, buna fırsat bulabilirse, ya da tehlikeli varlığa karşı saldırıya geçerek onu bertaraf etmeye uğraşmaktadır.

İnsanlarda da benzer mekanizmalar var olduğu için benzer tavırları, daha karmaşık ve daha sistematik bir şekilde sergilerler. Göçler veya ayaklanmalar bu mekanizmaların harekete geçmesinin doğal sonuçlarıdır. Devletlerin iç ve dış tehdit kavramlarını öne sürmesi, ya gerçekten tehlike vardır ve de tedbir almak istemektedirler; ya da etrafa korku salarak toplumu baskı ile kontrol altında tutmayı hedeflemektedirler.

Ülkemizde 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat (postmodern) darbe sürecinde olan nedir? Bir ülkenin halkı, içteki bazı güçler için veya uluslararası arenada bazı süper güçler için tehlike olarak görülmüştür. Ve bu ülkenin halkı bu darbelerin bedelini; daha yoğun baskı ortamında ve sürekli korku içinde yaşamaya mahkum edilerek, gençleri kıyıma uğratılarak ve de seçtikleri insanlar idam, mahkum veya iktidardan uzaklaştırılarak ödemiştir. Suyun yolunu bulması gibi bu ülkenin halkı da, kendi yolunu bulacak; ayçiçeklerinin güneş ışığını arayıp bulması gibi o da güneşi yakalayacaktır.

Korku Kaynakları

Korku psikolojisinin genel yapısı nedir? Çok çeşitlilik arz eden korku kaynaklarında dominant olan hangisi veya hangileridir? İnsanı tehdit eden tehlike kaynakları nelerdir ve kendini tehdit altında hisseden insanın tepkileri nelerdir?

Bir çok korku aynı anda vuku bulduğunda hangisi için öncelikli olarak tedbir alır? Tehdit kaynaklarının çeşitliliği ile insanın sergilediği korunma tarzları arasındaki ilişkiyi, genel anlamda tek bir unsura indirgeyebilir miyiz?

Bu soruların cevaplarını bulabilmek için muhtemel korku kaynaklarını sınıflandırmalıyız. Bu sınıflandırmayı yaparken başlangıçta ifade ettiğimiz korku, kaygı, tasa, endişe, panik, dehşet, ürküntü vb. kavramların oluşturduğu semantik alanı yalnızca korku kelimesini kullanarak ifade edeceğiz. Bazı ortak özelliğe sahip korku kaynaklarını tek bir ortak başlık altında toplayacağız. Bu aşamada yeni korku kaynaklarının her an ortaya çıkabileceğini de daima düşünmemiz gerektiğini belirtmeliyiz.

Korkunun temel nedeni, kendi varlığını veya neslini tehlikede hissetme duygusudur. Çok çeşitlilik arzeden korku kaynaklarının her biri, şu veya bu şekilde, doğrudan veya dolaylı olarak bu duygu ile alakalıdır. Korkuların sürekliliğine bağlı olarak kaynakları tasnif edebiliriz. Kaynakların meydana getirdiği korkunun şiddetine, fizik veya metafizik oluşuna, bilinebilme, tekrarlanabilme, aklın kavrayabilme derecesine bağlı olarak tasnif yapabilmemiz söz konusudur. Ancak burada böyle bir ayrıntılı şema sunmayacağız. Korku kaynaklarından bazılarını ele alıp inceleyeceğiz.

İnsan Yapısının Anlaşılmazlığı Korkunun Kaynağıdır 

Bilim ve teknolojinin gelişimine paralel olarak insan yapısının pek çok özelliği keşfedilmektedir. İnsan yapısının gizemlerini keşfetme, fert veya toplumların değer sistemlerine göre korku veya ümide sebebiyet vermektedir. İnsanda keşfedilen özelliklerin, gelecek için nasıl değerlendirilip kullanılacağı konusunda ciddi kaygılar bulunmaktadır. Genetik mühendisliği insan yapısının bilinmezliğini çözme konusunda çok ciddi imkanlar sunmaktadır. Bununla beraber bulguların, silaha dönüşüp dönüşmeyeceği veya sonucu önceden kestirilemeyen uygulamalar yapılıp yapılmayacağı belli değildir. İnsan veya diğer canlıların genetik yapılarında yapılabilecek değişiklik girişimlerinin neler getireceği bilinemediğinden bu alan ciddi bir korku kaynağı olarak her geçen gün varlığını daha yoğun bir şekilde hissettirecektir.

 Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi insanda birbirinin karşıtı özelliklere sahip iki farklı yapı ve bunlara ilişkin iki ayrı karar mekanizması mevcuttur. İnsanın iyilik ve kötülük cephesi olarak isimlendirilen bu yapılar aynı çatı altında birlikte varlar. Zıtların birlikteliğini oluşturan böylesi bir yapının kötülük yanı baskın olursa, insan canavarlaşacak, vahşileşecektir. Çünkü bu yapının temel özelliklerini, insanı var eden ve onu şekillendiren Allah; zalim,6 kıskanç,7 azgın,8 nifakçı,9 inkarcı, gaflet içinde,10 fücur sahibi,11 aceleci,12 şüpheci, vesveseci,13 tartışmacı,14 zan ile karar verici,15 şükürsüz, nankör, şımarık, böbürlenen,16 cimri, bencil17 ve mala aşırı tutkulu18 olarak belirtmektedir. Dolayısıyla bu vasıflara sahip bir varlık, insan, başkaları için tehlikeli olurken kendisi de tehlikededir. Bunu tüm canlılar için genelleştirebiliriz: Canlı varlıklar başkaları için tehlike oluştururken, kendileri de tehlikede bulunurlar. Bu nedenle her canlı varlık, hem korkan hemen de korkutandır. Bu nedenle Allah,

“De ki: Sabahın Rabbine sığınırım, yarattığı şeylerin şerrinden, karanlığı çöktüğü zaman, gecenin şerrinden, düğümlere üfleyen kadınların şerrinden ve haset ettiği zaman, hasetçinin şerrinden.”(113 Felâk 1-5)

“De ki: İnsanların Rabbine sığınırım, insanların malikine, insanların gerçek ilâhına; sinsice kalplere vesvese ve kuşku düşürüp duran vesvesecinin şerrinden. Ki o, insanların göğüslerine vesvese verir; gerek cinlerden, gerekse insanlardan olan her hannas’tan Allah’a sığınırım” (114 Nahl 1-6)

diyerek insanları uyarmaktadır.

 Yukarıdaki ayetlerde yaratılmışlar, karanlık, gece, büyücüler, hasetçiler, vesveseciler ayrı ayrı korku kaynağı olarak zikredilmektedir. Tarihin her aşamasında, her coğrafyada bunlar korku kaynağı olarak var olmuşlardır. Bugün de büyücüler, sihirbazlar, hasetçiler, vesveseciler yeni teknik imkanlarla donanarak daha tehlikeli ve daha kaygı verici hale gelmişlerdir. Medya bunların elinde tam bir vesvese, şüphe ve korku kaynağıdır.

Kimi ne zaman, nasıl, nerede itham ederek karalayacakları, yargısız infazda bulunacakları belli değildir. Allah, bu korku kaynaklarına karşı alınacak tedbirin öncelikle kendisine sığınmak olduğunu söyleyerek bizlere yol göstermektedir.

Fakirlik Korkusu

İnsanın olumsuzluk cephesinin en dikkat çekici yanı, mal, mülk ve makama olan aşırı tutkudur. Hz. Adem ve eşinin cennetten çıkmasına neden, şeytanın vadettiği daha üst makam ve imkanlardır.19 Karşı cins, çocuk, para , hayvanlar, toprak insanlar için çekici kılınmıştır.20 İnsan, bunlara şehvet tutkusuyla bağlılık götermektedır. Mal ve mülk konusunda karşı son derece katıdır:

“Malı da bir yığma tutkusu ve hırsıyla seviyorsunuz”(89 Fecr 20).

“Muhakkak o, mal sevgisinden dolayı da çok katıdır”(100 Adiyat 8).

“Mal mülk ve sevetle, çoklukla övünme, sizi tutkuyla oyalayıp kendinizden geçirdi” (102 Tekasür 1).”

“Malı yığıp biriktiren ve onu saydıkça sayandır. Gerçekten malının kendisini ebedi kılacağını sanmaktadır”(104 Hümeze 1-3).

“Eğer Allah, kulları için rızkı sınırsızca geniş tutup yaysaydı, gerçekte yeryüzünde azarlardı” (42 Şura 27).

Eğer insanın kötülük cephesi bu tür olumsuzluklarla sürekli beslenip geliştirilirse, bunun doğal sonucu olarak insan azacaktır. Duyguları, arzuları kontrol altına alınmayan ve fakat güçle donatılmış bir insan mutlaka azacak, canavarlaşacak kendisi ve çevresi için gerçek bir korku ve kaygı kaynağı olacaktır:

“Gerçekten insan mutlaka azar. Kendini müstağni gördüğünden” (96 Alak 6,7).

Türkiye’nin yalnızca son on yılını incelediğimizde işlenen birçok cinayetin arkasında Türkiye’nin yağmalanmasının kavgası yok mudur? İktidar erkini ele geçirenlerin bu gücü nasıl ve kimin yararına kullandıkları içi boşaltılan bankalardan, işgal edilen sahillerden ve yapılan hayali ihracatlardan belli değil midir? Bunun nedeni, ‘az kâr korkusudur’.21

Bazılarının ‘az kâr korkusu’; bu ülke halkının, tüyü bitmemiş yetimlerin, yoksulların hakkını gasp ederek geleceğimizi karartıp bu ülke halkı için bir tehdit, dolayısıyla bir korku kaynağı oluşturmuyor mu? Belki de bu nedenle ‘insan insanın kurdudur’ denmiştir.

Böylesi müstağnileşmiş insanlarda ellerindeki imkanları kaybetme korkusu vardır:

Eğer siz Rabbimin rahmet hazinelerine malik olsaydınız, bu durumda biter endişesiyle gerçekten cimrilik edip tutardınız”(17 İsra 100).

İnsan varlığını ve neslini devam ettirebilmek için ihtiyaçlarını karşılamak durumundadır. İhtiyaçları karşılamadaki ölçüsüzlük veya zorluklar, yoksulluk korkusu dediğimiz bir başka korkuyu ortaya çıkarır. O nedenle Allah, insanı bu korkunun yanlış uygulamalarına karşı uyarmakta ve de yol göstermektedir:

“Yoksulluk endişesiyle çocuklarınızı öldürmeyin. Sizin de onların da rızkını biz vermekteyiz” (6 Enam 151).

“Eğer ihtiyaç içinde kalmaktan korkarsanız, Allah dilerse sizi kendi fazlından zengin kılar” (9 Tevbe 28).

Doğadaki Büyük Olaylar

Korkunun önemli kaynaklarından biri de doğal afet denilen sel, deprem, yanardağ patlaması, kasırga, gök gürlemesi, şimşek ve meteor düşmesi gibi olaylardır(1,3). Doğadaki bu olaylar tahribatlarının fazla olması ve kendilerine müdahale yapılamaması bakımından insanı acizlik içerisine sokarak büyük korkulara neden olmaktadır. Gerek olayın oluş şekilleri, gerekse tahribatın büyüklüğünden dolayı insan, panik dediğimiz bir ruh hali içine girmektedir. Gerçekte buradaki asıl korku, insanın ölümü ensesinde, çok ama çok yakın hissetmiş olmasıdır:

“Bunların örneği karanlıklar, gök gürültüsü ve şimşeklerle yüklü, gökten şiddetli yağmur fırtınasına tutulmuş bir adamın örneği gibidir ki, yıldırımların saldığı dehşetle ölüm korkusundan parmaklarıyla kulaklarını tıkar”(2 Bakara 19).

Burada sıralanan olaylar, doğanın ihtiyacı olanlardır. Korkutucu oluşları vuku bulma ve tahrip etme şiddetlerinin yüksek olduğu anlardır. İnsanın, yerin ve diğer canlıların bunlara, belli ölçüler içerisinde kalmak şartıyla, yaşamak için ihtiyaçları vardır. Onun için bunlar hem korku hem de ümit kaynağıdırlar:

“Size bir korku ve ümit olarak şimşeği göstermesi ile gökten su indirmek suretiyle ölümünden sonra yeri onunla diriltmesi de, onun ayetlerindendir”(30 Rum 24).

Kainatta süper bir dengenin insan için, insanın yararlanması için var olduğunu kabul ettiğimizde bu doğa olaylarını insanlar için birer mesaj olarak da yorumlayabiliriz. İnsana tehlikelere karşı verilen bir uyarı mesajı; acizliğini ve de ölümlü oluşunu hatırlatma mesajı. Mütevazı oluşa çağıran bir uyarı. İnsan olmaya, insanlığını unutmamaya bir çağrı. İşte bunun için bunlar, bir ümit ve bir korku kaynağıdırlar tüm canlılar için.

Şeytan Korku Kaynağıdır

Şeytan, tarih boyu hep karanlığı ve karanlık güçleri temsil etmiştir. Hep vahşî, dehşete düşürücü şekil ve sembollerle temsil edilmiştir. Her türlü tuzağın hazırlayıcısı veya teşvik edicisi O olmuştur. Görünmez oluşu, mahiyetinin bilinmemesi, esrarengizliği ondan korkulmasının ana nedenlerinden biridir. Ancak şeytana karşı duyulan korku ve nefretin şiddeti; insanların dünya görüşlerine, değerlerine, inançlarına bağlı olarak değişmektedir. Üç dinin müntesipleri şeytanı, Hz. Adem’le eşini cennetten çıkardığı, kıyamete kadar yaşama izni alıp insana şavaş açtığı için düşman olarak benimsemişlerdir:

“Madem öyle, beni azdırdığından dolayı onları saptırmak için mutlaka senin dosdoğru yolunda pusu kurup oturacağım. Sonra da muhakkak onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım. Onların çoğunu şükrediciler bulmayacaksın” (7 Araf 16-17).

İnsanlık; göremediği ve mahiyetini bilemediği bir düşmana karşı olmanın korkusunu her zaman bilinç altında hissetmiştir. Ama her zaman zafer kazandığını, bir bütün olarak, söylemek mümkün olmamıştır. Nitekim şeytan da yemininde “hepsini” dememiş, “çoğunu” demiştir. Acaba şeytan, insan üzerinde niçin etkili olabilmektedir? Şeytanın etkili oluşunun nedeni, insanın nefsine sürekli olarak hitabetmiş olması ve kullandığı vasıtaların çeşitliliği olabilir:

“Onlardan güç yetirdiklerini sesinle sarsıntıya uğrat, atlıların ve yayalarınla onların üstüne yaygarayı kopar, mallarda ve çocuklarda onlara ortak ol ve onlara vaizlerde bulun. Şeytan, onlara aldatmadan başka bir şey vazetmez.

 Benim kullarım; senin onlar üzerinde hiçbir zorlayıcı gücün yoktur. Vekil olarak Rabbin yeter.”(17 isra 64-65)

 Korkutma, vadetme, aldatma, vesvese verme, kışkırtma şeytan ve şeytanın yolunda gidenlerin temel mücadele vasıtalarıdır. Yargısız infaz yapan, gerçeği tersyüz eden, karalayarak, tehdit ederek, hakaret ederek insanların üzerine giden bir medya veya organizasyonlar şeytanın sesi, şeytanın atlıları, şeytanın yayaları değil midir?

Asıl tehlike insan nefsinin aşırı bir şekilde tahrik edilerek insanın azgınlaşması, nefsinin hoş gördüğü her şeyi ne pahasına olursa olsun elde etmeye kalkmasıdır. İşte insanın insanlıktan çıktığı an bu andır. Toplumun değişik kesimleri arasındaki dayanışmanın bozulması, zengin ve fakirler arasında uçurumun oluşması ile çatışmanın kaçınılamaz olarak vuku bulması şeytanın hedefidir. Onun için yandaşlarını fakirlikle korkutur:

 “Şeytan, sizi fakirlikle korkutuyor ve size çirkin hayasızlığı emrediyor. Allah ise, size kendisinden bağışlama ve bol ihsan vadediyor”(2 Bakara 268)

İnsanın kötülük cephesini sürekli baskı altında tutarak onu yönlendiren şeytana karşı korkularımızı nasıl yenebiliriz? Şeytanın yolundan gidenleri, şeytanın verdiği korkulardan kurtararak kurtuluşa hangi yolla kavuşturabiliriz. Evet şeytanın yolundan gidenleri bile kurtaracak, herkesi korkularından arındıracak bir yol,

“İşte bu şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Siz onlardan korkmayın, eğer müminlerseniz, Ben’den korkun”(3 Al-i İmran 175).

âyetinin işaret ettiği Allah’tan korkup müminlerden olmaktır. Şeytanın verdiği korkulardan azade olanlar, yalnız ve yalnızca müminlerdir.

Ölüm Korkusu

Buraya kadar incelediğimiz korkuların bir kısmı geçici, bir kısmı ise kalıcı özelliktedir. Vahşi bir hayvanla karşılaştığımız zamanki korkumuz, kavgada, savaşta, mal ve makamı kaybetmede karşı karşıya kaldığımız zamanki korkularımız hep geçici, süreli korkulardır. Ancak bu korkuların temelinde saklı olan ve de korkularımızı sürekli kılan, her zaman bizimle olan ve bir gün gerçekleşeceği için kaçınılmaz olarak var olan bir korku ölüm korkusu. Bütün buraya kadar zikredilen korkularımızın temelinde; ya acı, ızdıraptan kurtulma ya da varlığımızın devamını sağlama, yani ölmeme duygusu yatar. Tehlike geçtiğinde rahata kavuşma dediğimiz normal yaşam başlar. Bununla beraber, açıktan itiraf etsek de etmesek de insan, ölümü hep düşünür ve de ondan korkar. Özellikle insan, gençliği geride bıraktıkça, yaşlılığa doğru adım adım ilerledikçe, güç ve kuvvetinden kaybetikçe, zayıfladığını kavradıkça ölümü hep hatırlar ve düşünür.

Ölümlü oluş insanı hep korkutmuştur. Ancak ölüm insanın doğal, kaçınılmaz bir arkadaşıdır. Ölüme bakış, insanın değer sistemine göre değişir ve insanlar bu bakış açısına göre ölüme hazırlanırlar. Kimisi içki ile kendini avuturken, kimisi ibadete başlar, kimisi de ibadetine ibadet katar. Kimisi de baştan beri ölüme hazırdır. Kimileri de ona kaşı kendini aldatmakla meşguldür:

“Sanayi toplumlarında ölüm isimsiz bir şey haline geldi. Konfordan sarhoş olan bir toplumun tavrı. Geçmişte hiçbir dönemde insan bu kadar çok teknik olanaktan yararlanamamış ve bu kadar çok tüketim malına sahip olamamıştı. Yine insan ölüm karşısında hiçbir zaman bu kadar donanımsız olmamış ve çağdaş Batı toplumlarında gözlemlendiği gibi ona karşı hile yapmakiçin hiçbir zaman bu kadar uğraşmamıştır... Gözlemciler aranan hedef üzerinde hem fikirler; ölümü gizlemek, acı ve gizem üstünde ısrar etmemek, törenleri ortadan kaldırmak, her şeye masum ve sevimli bir nitelik vermek, kısacası ölüme rağmen, kayıplara rağmen hayattakilerin mutlu kalmasına yardımcı olmak.

“Fakat ölüm karşısında davranışların çeşitliliğinin ötesinde, gözle görülür değişikliğinin ardında değişmeyen bir şey vardır: her zaman aranan fakat hiçbir zaman ulaşılamayan bir yatışma isteği. Sonuçta, hiç kimse ölüm korkusundan bağışık değildir, en üstün kafalar bile.”22

İlahi programda;

 “Her nefis ölümü tadıcıdır” (3 Ali İmran 185).

“Senden önce de hiçbir beşere ölümsüzlüğü vermedik; şimdi sen ölürsen onlar ölümsüz mü kalacaklar? “Hiç kimse de hangi yerde öleceğini bilmez”(31 Lokman 34).

“Her nerede olursanız ölüm sizi bulur; yüksekçe yerlerde tahkim edilmiş şatolarda olsanız bile” (4 Nisa 78).

yazılmış, her yerde ve her zaman ölüm insanı yakalamış olmasına rağmen insan, gene de ölümden sürekli kaçar:

“O ölüm sarhoşluğu, bir gerçek olarak gelip de insana, işte bu, senin yan çizip-kaçmakta olduğun şeydir denildiği zaman da.”(50 Kaf 19).

İşte bunun için insan kendisinin ölümlü, Allah’ın ise ölümsüz olduğunun bilinç ve teslimiyeti şuuruna varması gerekir.

Ölümü korkutucu kılan faktörlerden biri, her an vuku bulabilmiş olması ve de bilinemezliğidir.

“Dediler ki: Bütün olup biten bu dünya hayatımızdan başkası değildir, ölürüz ve diriliriz; bizi kesintisi olmayan zamandan başkası yıkıma uğratmıyor. Oysa onların bununla ilgili hiçbir bilgileri yoktur; onlar yalnızca zannediyorlar.

 De ki: Allah sizi diriltiyor, sonra sizi öldürüyor, sonra da kendisinde hiçbir kuşku olmayan kıyamet günü o sizi bir araya getirip topluyor. Ancak insanların çoğu bilmezler.” (45 Casiye 24,26)

Bütün güçlülerin aciz kaldığı bir alan olmuş olmasına karşılık, şeytan faktöründen dolayı insanların çoğu, ölümün işaret ettiği gerçeği maalesef idrak edemiyorlar. O nedenle insanların dünya görüşlerine bağlı olarak ölüm karşısında aldıkları tavır değişmektedir. Ölümü görmezlikten gelmenin batı toplumlarını uyuşturucu ve sefahatin girdabına nasıl soktuğu ve de insanı nasıl canavarlaştırdığı ortadadır. Hiçbir zaman ulaşılamayacak olan bir yatışma isteği; alkol, kumar, uyuşturucu, seks ve şiddetle gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır.

Gerçekte yapılması gereken, ölüme, ölümün amacına uygun ve ölüm sonrasını düşünerek dünyadaki yaşam tarzımızla hazırlanmaktır:

“O, amel (davranış ve eylem) bakımından hanginizin daha iyi ve güzel olacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı.” (67 Mülk 2)

İşte insanın yapması gereken, bu amaca uygun yaşayıp hesap vermeye hazır olmaktır.

Bu yaratılış amacına uygun yaşamayanlar, hesap verememe korkusuyla ölümden sürekli olarak kaçacaklardır:

“Oysa onlar, önceden ellerinin takdim ettiklerinden dolayı ölümü hiçbir zaman kesin olarak dilemeyeceklerdir. Allah zalimleri bilir” (2 Bakara 95).

Ölümü korkutucu kılan, ölümün mahiyetinin bilinmemesi olduğu gibi ölüm ötesi hayatın ne olduğunun tam olarak bilinememesidir de. İki dünya arasındaki ilişki nedir, sorusu belki de sorunun can damarıdır.

“Her nefis ölümü tadıcıdır. Biz sizi, şerle de hayırla da deneyerek imtihan etmekteyiz ve siz bize döndürüleceksiniz.” (21 Enbiya 34-35)

İki dünya arasında ölümle kurulan irtibat; bu dünyanın, öteki dünyanın tarlası olarak kabul edilmesi, ölüm korkusuna ümidin eklenmesi ile insan- da daha üst bir korku başlar: Kaçınılmaz olarak gelecek olan ölümle gidilecek alemde dirilip hesap verilecekse buna hazır olmama, dolayısıyla azaba uğrama korkusu.

Azap Korkusu

Allah’a iman etmiş bir insanda ölüm korkusu da dahil yukarıda zikredilen tüm korkulardan belli bir boyutta arınmış olarak bir tek korku ve düşünce hakim olur: Öldükten sonra dirilmek ve bu dünyada yaptıklarından dolayı hesap verebilmek; acaba bu hesap, gereğince verilebilecek midir? Böyle bir şuura ulaşabilme asıl sorundur. Şeytanın tuzakları ile dolu bir dünyada bu düzeyde bir düşünce ufkuna ulaşmak, üstelik de bir geçim kavgasının kıran kırana geçtiği bir ortamda herkese nasip bir olgu olarak görülmüyor. Onun için Allah, hesap vermekten gerçek anlamıyla korkanların akıl sahipleri ile muttakiler olduğunu beyan etmektedir:

 “Ancak temiz akıl sahipleri öğüt alıp düşünebilirler. Onlar Allah’ın ahdini yerine getirirler ve verdikleri kesin sözü bozmazlar. Ve onlar Allah’ın ulaştırılmasını emrettiği şeyi ulaştırırlar, Rablerinden içleri saygı ile titrer ve sorgulamanın kötü olanından korkarlar.” (13 Ra’d 19-21)

Ayette aklın temizliğine önemli bir vurgu yapılmaktadır. İnsanın böyle bir seviyeye gelebilmesi, kendi gayretinin yanısıra içinde yaşadığı ortamın da ona yardımcı olacak bir özelliğe sahip olmasıdır. Eğer ortam her türlü kirliliği besliyor ve destekliyorsa öncelikle yapılması gereken ortamın ıslah edilmesidir. Demek ki hesaptan kurtulmanın yolu, ortamın ıslahından geçmektedir.

Allah Korkusu

Bu aşamada ıslah edicilerde bir tek korku vardır: Allah’ın rızasını kazanamama korkusu, kısaca Allah korkusu:

“Onlar, Rablerine karşı gayb ile (O’nu görmedikleri halde) bir haşyet içindedirler ve onlar, kıyamet saatinden içleri titremekte olanlardır” (21 Enbiya 49).

Allah korkusu, şeytanın veya vahşî bir hayvanın karşısında duyulan korku gibi değildir. Bu, hata yapan bir çocuğun anne ve babasından korkması gibidir. İçinde sevgi, saygı mahcubiyet, pişmanlıkla beraber sığınma ve affedilme isteği vardır. Üstün, yüce, adil, affeden, bağışlayan bir otoriteyi kabulleniş vardır. Ümitle karışık bir korkudur karşılaşılan. Annesi tarafından cezalandırılan, dolayısıyla ondan korkan bir çocuğun, annesine sığınmasındaki korku neyi içeriyorsa, bundan çok daha şiddetli bir af ve merhamet isteği içeren, ümidi, sığınmayı içinde barındıran bir korkudur bu. Bunun anlatılması zordur, ancak yaşanarak duyulur, anlaşılır ve tadına varılır. Öncelikle, bunu idrak edip yaşayabilecek olanlar inanan akıl sahipleri, alimler, müminler ve muttakilerdir:

 “Ey iman etmekte olan temiz akıl sahipleri, Allah’tan korkup sakının”. (65 Talak10)

 “Ey temiz akıl sahipleri, Allah’tan korkup sakının. Umulur ki kurtuluşa erersiniz.”(5 Maide 100)

“Kulları içinde ise, Allah’tan ancak alim olanlar içleri titreyerek-korkar.”(35 Fatır 28)

“Eğer müminlerseniz Allah’tan korkup sakının, aranızı düzeltin.”(8 Enfal 1)

Yalnızca Allah’tan Korkmak

Allah korkusunun lezzetine varanlar, imanlarını o görkemli seviyeye vardıranlar, bütün sevgileri Allah sevgisi ve korkusu içinde harmanlayanlar, diğer tüm korkulardan arınmış olarak hayata bakar ve hayatı yaşarlar.

İşte onlar yalnızca Allah’tan korkar, başkalarından korkmazlar:

“Öyleyse benden, yalnızca benden korkun. Göklerde ve yerde ne varsa O’nundur, itaat–kulluk da O’nundur. Böyleyken Allah’tan başkasından mı korkup-sakınıyorsunuz?”(16 Nahl 51,52)

“Öyleyse insanlardan korkmayın, benden korkun ve ayetlerimi az bir değere karşılık satmayın”. (5 Maide 44)

“İşte onlar, Şeytan ve onun yolundan gidenlerden korkmazlar:  “İşte bu şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Siz onlardan korkmayın, eğer müminlerseniz, Ben’den korkun.” (83 Al-i İmran 175).

“İşte Onlar, kafirlerden korkmazlar:

“Bugün küfre sapanlar, sizin dininizden umut kesmişlerdir. Artık onlardan korkmayın, Ben’den korkun”. (5 Maide 3)

İşte onlar, kınayıcının kınamasından korkmazlar:

 “Ey iman edenler, içinizden kim dininden geri dönerse, Allah da yerine, kendisinin onları sevdiği, onların da kendisini sevdiği, müminlere karşı alçak gönüllü, kafirlere karşı ise güçlü ve onurlu, Allah yolunda cihad eden ve kınayıcının kınamasından korkmayan bir topluluk getirir. Bu, Allah’ın bir fazlıdır, onu dilediğine verir. Allah rahmeti geniş olandır, bilendir.”(5 Maide 54)

Ve işte onlar, müşriklerin ilahlarından korkmayanlardır:

 “Hem siz, O’nun kendileri hakkında hiçbir ispatlayıcı delil indirmediği şeyleri Allah’a ortak koşmaktan korkmuyorken, ben nasıl sizin şirk koştuklarınızdan korkarım? Şu halde güvenlik içinde olmak bakımından iki taraftan hangisi daha hak sahibidir? Eğer bilebilirseniz.

“İman edenler ve imanlarına zulüm katmayanlar, işte güvenlik onlar içindir ve onlar hidayete ermişlerdir.” (6 Enam 81,82)

Ey biz de Müslümanız diyenler; gelin yalnızca Allah’tan korkarak yalnızca ondan ümit ederek ve yalnızca ona kulluk ve ibadet ederek bütün korkularımızdan arınalım. Böylelikle imanımıza zulüm katmayarak güvenlik içinde olalım.         

Kaynaklar

1- Mannonı, P. Korku, İletişim Yayıları, İstanbul, S. 7

2- Gazalı İhya-i Ulumi’d-Din, Arslan Yayınları, C. 9 İstanbul, s. 5

3- Ditfurth, H.V. Korku ve Kaygı, Metis yayınları, İstanbul, s. 37

4- Gazalı İhya-i Ulumi’d-Din, Arslan Yayınları, C. 9 İstanbul, s. 36

5- Mannonı, P. Age s. 52

6- 14 İbrahim 34, 16 Nahl 61,

7- 4 Nisa 128, 42 Şura 13-15

8- 2 Bakara 213, 10 Yunus 23 

9- 5 Maide 49

10- 30 Rum 8

11- 75 Kıyamet 5

12- 17 İsra 11

13- 114 Nas 1-6

14- 18 Kehf 54

15- 7 Araf 10

16- 11 Hud 9-10

17- 17 İsra 100

18- 70 Mearic 18, 3 Ali İmran 14

19- 3 Ali İmran 14

20- 42 Şura 27

21- 9 Tevbe 24

22- Mannonı, P. Age s. 25

1 Eylül 2000 Cuma

“İnsanı Yaşat ki Devlet Yaşasın”

 (Umran Dergisi)

“Fırtına eken, mihnet biçer.”

 

Türkiye son iki-üç aydır yeni bir gerilim ortamına sokulmuştur. Doğal bir süreç olarak algılanmaya başlanan “periyodik gerilim”, bu kez rektörlük atamaları ve “memur kıyımına” ilişkin Kanun Hükmündeki Kararname’nin (KHK) imzalanmaması ile vuku bulmaktadır.

Türkiye, rektörlük atamalarındaki YÖK’ün tutum ve tavrını tartışmaya daha yeni başlamışken “KHK krizi” gündeme hızlıca sokulmuştur. Türkiye’nin varlık ve yokluk sorunu haline getirilmiştir her iki konu. KHK krizi, rektör atamaları krizini süratle bastırmıştır. Sayın Ecevit’in iddia ettiği gibi KHK imzalanmazsa “devlet krizi mi” çıkardı? Yoksa Ecevit, kendi istekleri kabul edilmeyince Kriz kelimesine sarılmayı alışkanlık haline mi getirmişti? Koalisyon ortaklarının Ecevit’in bu panik halini ve gerilim politikasını onaylamasının hikmeti nedir? Yoksa ölümü gösterip sıtmaya mı razı etmeye çalışıyorlardı, milleti?

KHK ile Hedeflenen Nedir?

KHK’nin özü, “bölücü, yıkıcı ve irticai faaliyetlere katıldığı saptanan memurların” iki müfettiş raporu ve ilgili bakanın onayı ile işine son verilmesidir. Daha açıkçası memurlar, yargıya başvurulmadan iki kişinin raporu, bir kişinin imzası ile işten atılabilecektir. Atılan memur kendini daha sonra mahkemelerde aklamaya çalışacaktır.

Medyanın bir kesiminde KHK’nın “yargısız infaz kararnamesi”  diye adlandırılması bundandır. Böyle bir yargı sistemi ile, “sanıkların idamına, tanıkların bilahere dinlenmesine karar verilmiştir” ya da “biz adamı önce asar, sonra yargılarız” anlayışı 1940’lı yıllardan 2000’li yıllara taşınmış olacaktır. Türkiye Hitler, Mussolini, Stalin dönemine 21. asırda sokularak tamamen içine kapatılacaktır. Gerçi bu yargısız infaz kararnamesinin kökeni de post-modern bir darbe olan 28 Şubat’a dayanmaktadır.1 Yani darbenin öngördüğü bir hukuktur. Ve bu postmodern darbeye göre kararlar, siviller tarafından uygulanacaktır.

İlginçtir ki, Ecevit sivil bir iktidar olarak üç yıldır iş başındadır ve fakat 28 Şubat darbesinin2 öngördüğü böylesi bir kanun veya KHK’yı hayata geçirmemiştir. Peki şimdi ne olmuştur ki Parlamento tatile girer girmez bu konu bu denli ivedi bir hal almıştır? Bir rivayete göre 40 bin, bir rivayete göre 200 bin memurun ivedi sakıncalı olduğu şimdi mi keşfedildi? Sayın Ecevit, “listeler üzerinde çalışmalar başlamıştır” derken, listelerin çok önceden piyasalarda dolaşmaya başladığı görülmektedir.3 Bu insanlar, dünden bugüne sakıncalı hale gelmediğine göre, niçin mevcut yasalar, bugüne kadar çalıştırılmamıştır? Yoksa bu insanlar bir gecede sakıncalı mı olmuşlardır?

KHK’nın bu şekildeki sunumu ve hayata geçirilmek istenmesinden kimin ne menfaati vardır? Yoksa bir şeyleri gizlemek için dikkatleri, “maymuna bak maymuna” misali başka bir noktaya mı teksif ediyorlar? Bu durumda milletten gizlenen şey önem kazanmaktadır. Birilerini yıpratıp, birilerinin yolu mu açılmak isteniyor. Sayın Demirel’in “Ekim’i bekleyin” sözleri ile bu KHK arasında bir ilişki var mıdır? Demirel’in Ombudsman (Başhakem) yapılmak istenmesi neyin hazırlığıdır? KHK, neden Süleyman Demirel başta iken gündeme getirilmedi? Neden? Bu işte bir terslik yok mu?

Piyasalarda bir dalgalanma oluşturup birilerini âbâd, birilerini berbâd mı etmek istiyorlar? Yoksa bazı ulusal veya uluslararası cinler Türkiye’yi yönetenleri yanlış yönlendirip Türkiye’yi sonu gelmez bir tartışma ve badirenin içine mi sürüklüyorlar?4 28 Şubat’tan bu yana mı Türkiye’yi cinler istila etmiştir? Cinler’in bu tür uygulamalardaki maharetleri nereden kaynaklanmaktadır. Nereden güç almaktadırlar?5 ABD ve İsrail, Kuzey Irak’ta kurulmasını istedikleri Kürt Devleti için Türkiye’yi kendi içine kapatma amaçlı olarak bu cinleri kullanabilir mi? Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde patlak veren krizin  bu güçlerle bir alakası var mı? Ekonomik ve siyasi olarak başarısız olan, teşkilatlarından her geçen gün şikayet sesleri yükselen ve büyük bir hayal kırıklığı, ümitsizlik oluşturan bir hükümet son bir hamle ile kendi seçmen kitlesinin iş isteklerine bir iş alanı mı açmak istemektedir?

“Büyük din adamı”, “ılımlı, hoşgörülü din adamı”, “hoşgörünün timsali”, “hizmet ehli” diye tasvir edilen, hergün medyada kendisine yer verilen, okulları öve öve bitirilemeyen,  elinden ödül alma yarışına girilen sayın Fethullah Gülen için DGM başsavcısının “çete ve terör örgütü kurmak” iddiası ile gıyabi tutuklama kararı çıkartması ne anlama gelmektedir? KHK krizi ile sayın Fethullah Gülen’in tutuklama istemi arasında bir ilişki var mıdır?

KHK Krizi ile oluşturulan gerilim ortamında Milli Eğitim Bakanlığı’nın başörtüsü yasağını, özel dershaneleri de içine alacak tarzda yaygınlaştırması, krizin kasıtlı olarak çıkarıldığı düşüncesini insanın aklına getirmektedir. Sanal Kriz oluşturarak Türkiye’yi bir gerilim ortamına sokmak ve post-modern darbenin öngördüğü yapılanmayı adım adım gerçekleştirmek asıl amaç olmasın? Bu noktada şu soruyu sormak zorundayız: Bir ülke sürekli komplolarla yönetilebilir mi? Bir sistem, halkını yalan dolanla aldatıp yönetebilir mi? Bir ülke tehdit, şantaj ve karalama ile idare edilebilir mi? Bu tür bir yönetim anlayışı, köy haline gelen bir dünyada kimlerin yararına olabilir? Kendi halkını düşman veya tehlike gören bir mantık, bu ülkeyi nereye götürebilir?

Şeffaf ve Konuşan Türkiye

Türkiye korkular ülkesi, komplolar ülkesi olmaktan kurtarılmalıdır. Türkiye şeffaf olmalıdır. Türkiye konuşmalıdır. Böylelikle Türkiye çöküşünün sebeplerini, kin, nefret ve ihtirastan arınmış olarak ortaya koyabilir ve yolunu daha rahat bir şekilde görebilir. Bunun için bu ülkenin öncelikli olarak aydınları, bilim adamları konuşmalıdır. Bütün bir millet konuşmalı, tartışmalıdır. Parti, mezhep ve etnik bağnazlıktan kurtularak gerçeği, doğruyu ve güzeli bu ülke aramalıdır. Türkiye aydınlığa ulaşmak istiyorsa, tarihten ders almalı ve konuşmalıdır. Konuşma cesaretini bulmalıdır kendisinde bu ülkenin insanları.

1930’larda  Türkiye’ye benzer tarzda bir gerilim ve çöküntü yaşayan Fransa’nın savaştan çok önceleri Hitler tarafından gayrı resmi olarak işgal edildiğini gözler önüne seren Pierre Lazzareff, çöküşün gerçek sebeplerinin korkmadan araştırılması gerektiğini savunur:6

“Bugünkü Fransa (1942) benim bildiğim Fransa’nın bir negatif fotoğrafını andırıyor. Orada bir zaman beyaz olan herşey şimdi kara, bir zaman kara olan herşey şimdi beyaz. Savaşa devam edene kaçak, savaşın başından beri düşman değiştirmeyenlere hain, bozgunculara iyi vatandaş, Almanya’ya hizmet etmek istemeyenlere de kötü vatandaş deniyor artık...

Bu çöküşün gerçek nedenlerini bulmak ve bundan doğrudan doğruya sorumlu olanları ortaya çıkarmak için daha çok yılların geçmesi, bir sürü kin ve ihtirasın yatışması, zamanın gerisinde kalması gerekir...

Bazı şeylerin kızmadan, fakat çekinmeden söylenmesi gerektiğine inandığım için bu kitabı yazdım. Susmanın neden olacağı kötülükleri  önlemek için bu kitabı yazdım. Yıllardan beri Fransızlara yalan söylendi, hâlâ da aldatılıyorlar. Onlar yanlış haber ve yanlış yorum mengenesine sıkıştırıldılar.

Fransızların başına gelen bütün felaketlerden demokrasiyi suçlandırmak pek kolaydır; ama, önce “demokrasi” kelimesinin tanımı üzerinde anlaşmak gerekir...

“Dışardan düşmanların yönettikleri oyun ince ve şeytanca idi, fakat bu oyuna içeride paraları üzerine titreyenler, iktidara susayanlar, bütün çekemezler, kıskançlar, yeteneksizler ve alçaklar kapıldılar...

Bu ülke de yıkıcıların kullandıkları başlıca silah, basın oldu. Demokratik bir rejimde basın yalan söylerse rejim de ölüme mahkum olur. Çünkü egemenliğe sahip olan bir millet, eğer doğru haber alamazsa egemenliğini özgürce kullanamaz. Nitekim, Fransız basını baştan başa, o zamana kadar görülmemiş, ancak yenilginin açığa vurduğu bir rezalet derecesine ulaşmıştı.

Politikacılar bu basına bağlıydılar ve yerlerinde onun evetiyle, mevkilerinde tutunabiliyorlardı. Yönetim mekanizması gazetelerin lûtuf ya da kinciliğine bağlanmıştı; Ordu bile gazetelerin eleştiri ve övgülerinin esiriydi.”

Türkiye 1940’ların Fransa’sına benzer şekilde yanlış haber ve yorum mengenesine sıkıştırılmıştır. Globalizm veya Yeni Dünya Düzeni adına ABD tarafından gayrı resmi bir şekilde işgal edilmektedir. Onun için bu KHK’nın uzun vadedeki etkileri iyi analiz edilmelidir. Türkiye’nin önüne büyük bir tuzak konmaktadır. Bunun için Türkiye şeffaf olmalı ve özgür bir şekilde konuşup tartışabilmelidir.

İç ve Dış Cephe

Türkiye’de baskı  artıkça toplum kamplaşmaktadır. Baskı artıkça devlete ve kurumlara güven azalmaktadır. Baskı artıkça başta parlamento olmak üzere hiçbir kurum gereğince çalışamamaktadır. Baskı artıkça Devlet-millet kamplaşması oluşmaktadır ve halk sığınacak sakin limanlar aramaktadır. Baskı arttıkça tam bağımsızlıktan yana olanlar, din, vicdan ve düşünce özgürlüğünü, insan haklarını savunanlar, aydınlar, cemiyetler ve cemaatler yaşama kaygısıyla Batı’ya özellikle ABD’ye yaklaşmaktadırlar. Sovyetler Birliği’nden korkarak ABD’nin yanında yer almak gibi, “dereyi göstererek çayda boğulmaya razı etmek” gibi, “Kırk katır mı? Kırk satır mı?” tercihinde olduğu gibi.

ABD, İsrail ve Batı’ya düşünce olarak karşı olup bunları emperyalist, sömürgeci olarak görenlerin, Büyük ve Güçlü Tam Bağımsız Türkiye idealinin savunucularının söylemlerindeki değişime bir de bu açıdan bakmakta yarar vardır. Sanki  bu tür periyodik gerilimler, sanal krizler bir boyutuyla emperyalizme “hayır” diyenleri “evet” demeye icbar etme operasyonu gibi gözükmektedir. Sayın Kamran İnan’ın deyişi ile ülke menfaatlerini savunanların karşısına “iç ve dış” olmak üzere iki cephe çıkmaktadır:7 

“Teslimiyet bizde işin icabı haline gelmiş; asıldır. İstisnaların, kaide dışına çıkanların başına gelmedik kalmıyor. Devletin menfaat ve onurunu korumakta kararlı olanların karşısına dikilen bir iç cephe vardır. Alışılmışın dışına çıkanlar, karşılarında bu cepheyi bulur...

Büyük güçler hiç bir şeyi tesadüfe bırakmaz. Çok ve uzun kolları vardır. Kendi menfaatlarını korumak, karşı tarafa kabul ettirmek için hiçbir tedbiri ihmal etmez, açık kapı bırakmazlar. Stratejik ve ekonomik bakımdan önemli menfaatleri bulunan memleket rejim ve idarecilerinin kendilerine yakın olması temel hedefleridir. Bu hedefi gelişme halinde olan memleketlerde kolay gerçekleştirirler.  Bu gibi memleketlerde basın ve kamuoyunu yönlendirmek, iç müttefikler bulmak zor olmuyor. Bugün önemli sayıdaki memleket, özellikle Müslüman memleketteki idareler büyük güçlerin desteği ile ayakta durmaktadır; her bakımdan bağımlıdırlar. Kendi insanlarının menfaatinden ziyade, sanayileşmiş memleketlerin menfaatlerine hizmet ederler. Bu gibi memleketlerdeki darbeleri tesadüfe bağlamak veya halk hareketi olarak görmek yanlıştır. Bunların arkasında, genellikle, dış menfaat bulunmaktadır. Büyük güçlerin, uzun süre, HayIr işitmeye tahammülü yoktur. HayIr diyenler gider, yerlerine evet diyenler gelir. Bu hep böyle olmuştur.  Olmaya da devam ediyor. Nerede ve nasıl şişirildiği belli olmayan paraşütlerle siyaset meydana inen “lider”ler bizde de görülmüştür.

...Hiçbir şeyi tesadüfe bırakmayan büyük güçler, menfaatleri bulunan memleketlerde Evet’çilerin iktidar olmasını kolaylaştırıyor. Birçok memlekette -biz dahil-  iktidarların nasıl oluştuğu henüz ciddi bir şekilde araştırılmış, açıklık kazanmış değil. “Gizli kuvvetlerin gücünü ihmal etmemek lazım.”

Yaşadığımız sanal krizlere, peryodik gerilimlere, bir de sayın Kamran İnan’ın ifade ettiği “iç-dış cephe” açısından bakmakta yarar yok mudur? “Hayır” diyen Sayın Sezer’e karşı açılan edep sınırlarını aşan bu büyük kampanyanın arkasında böyle bir cephe olmuş olmasın? Çünkü Sayın Sezer “hayır” diyebilmektedir.

KHK ile Ödenecek Bedeller

Hükümet’le Cumhurbaşkanlığı arasında KHK’dan dolayı yaşanan gerilim, bir çok gerçeğin tartışılıp su yüzüne çıkmasına mani olmaktadır. İşin ilginç yanı Sayın Sezer’in KHK’nin muhtevasına karşı çıkmamış olmasıdır. Yani “iki müfettiş raporu, bir bakanın imzası ile” bir memurun işine son verilmesinde her iki makam aynı düşünmektedir. Sayın Sezer bu tür bir düzenlemenin KHK ile değil de, kanunla yapılması gerektiğini savunmaktadır. Yani bu işin şekline karşıdır ve bundan dolayı da hayır demektedir. Sayın Sezer’in işin şekline karşı çıkmasından dolayı aleyhine açılan kampanyayı göz önüne aldığımızda; muhtevasına karşı çıkmış olsaydı nelerin olabileceğini tahmin etmek zor olmasa gerekir.

Kıyım ve Bukalemunlaşma

Türkiye’de başta sayın Sezer olmak üzere herkes, bu yasanın çıkması ile Hitler, Mussolini ve Stalin dönemlerindeki infaz mekanizmasının geri geleceğini görmelidir. Yargı sisteminin dışında partilerin ve bakanların keyfine göre şekil alabilecek yeni bir yargılama ve yeni bir infaz sistemi ortaya çıkacaktır. Bu durum siyasal iktidarlara hatta kişilere bağlı olarak, korkunç bir memur kıyımına sebebiyet verecektir. Memurlar değişen iktidarlara göre elbise giyip, yağcılığa, riyakarlığa başlayacaktır. Her partinin adamı olabilmek için bukalemunlaşacaktır. İşini yapma yerine  yaranma ve yağ çekme becerisini geliştirecektir. Sayın Sezer’in bu noktalara dikkatleri çekmesi gerekirdi. Bu imkan şu anda da vardır. Vakit yakınken daha geniş gerekçeli açıklamalar yapması yararlı olacaktır.

Eğer bu KHK parlamentodan geçip kanunlaşırsa, devlet ve toplum hayatını kilitleyecek nasıl bir canavarın oluşacağına hep beraber şahit olacağız. O zaman Türkiye, bir hukuk devleti değil de, bir kanun devleti olacaktır. Kuyucu Murat Paşa ve Köprülülerin yüzbinleri öldürerek  kuyulara doldurmaları gibi, üç kişilik bir grup, nice masum insanı diri diri toprağa gömecektir.

Hastalığın gerçek nedenlerine ulaşmadan yanlış teşhisler koyarak tedaviye kalkmak, hastanın ölümüne neden olabilir. Türkiye’deki sosyal hadiselere sebebiyet veren şartları araştırmadan yapılan acı tedavi şekilleri bu ülkeye yarar sağlamayacaktır. Ne Kuyucu Murat Paşa’nın ne de Köprülülerin getirdiği çözüm şekilleri, imparatorluğun gidişini değiştirememiştir. Osmanlı eyalet valilerinden Hüseyin Kazım Kadri’nin bu konudaki görüşleri bugüne ışık tutacak mahiyettedir:8

“Hastalığın nereden ileri geldiği anlaşılmak ve ona göre tedaviye itina olunmak lazım gelirdi. Halbuki bizim daimi olarak benimsediğimiz bir meslek vardır ki, o da belirtileri tedavidir.

Biz, Makedonya hastalığını teşhis ile onu makul bir tarzda tedavi edecek yerde, yalnız hastalığın belirtileri ile uğraşıyorduk. Bir aralık şiddet politikasını takip ettik! Bu  tedbirin de faide vermediğini gören  hükümetin aynı şekilde karşılık vermeye kalktığını ve Bulgaristan’da ihtilal çıkarmak maksadıyla neler düşünmüş olduğunu...

Arnavutluğun kıyam ve ihtilalinden mesul olan, Arnavutlardan ziyade, onları kötü yönetim altında isyana mecbur eden zalimlerdir.”

Tanımlanmamış Kavramlarla Yargılama

KHK’nın muhtevasında tartışılması gereken bir başka önemli konu da, tanımlanmamış, semantik (anlam) alanları belirlenmemiş kavramlarla bir ceza sisteminin ihdas edilmek istenmesidir.

İttihat Terakki’den günümüze semantik alanları muğlak kavramlarla itham, suçlama ve yargılamanın yapılmış olduğu bilinen bir gerçektir. Bir çok ulusal ve uluslararası kavram, kendi orjinal yerlerinden ya koparılmış, ya anlam alanları daraltılmış, ya da kendilerine apayrı anlamlar yüklenmiştir. Demokrasi, Laiklik, Din, İslam, Milliyetçilik, Bölücülük, İrtica, Düşünce, Din ve Vicdan hürriyeti gibi kavramlar bu tür anlamlandırılmış, herkesin, her istediği gibi ve her tarafa çekebildiği kavramlar haline getirilmiştir. Özetle Türkiye’de çok ciddi kavram kargaşası vardır. Bu kavram kargaşası devam ettiği sürece, Türkiye’nin önünü görmesi, aydınlığa ulaşması mümkün değildir.

İşte böyle bir ortamda, “bölücülük, yıkıcılık ve irtica” gibi çerçevesi açık ve net olarak tanımlanmamış kavramlara dayanan bir kanunun çıkarılması yanlış olacaktır. Uygulamada çok ciddi sorunlarla karşılaşılacaktır. Bu atmosferde ülke sorunlarına ilişkin  her görüş bildiren rahatlıkla bölücü, yıkıcı veya mürteci olarak suçlanabilecektir.

Bir hukukçu olan sayın Sezer hükümetle beraber kamuoyunu da bu konuda aydınlatmalıdır. Yargılamanın  KHK yerine Kanun’la yapılmış olması yukarıda sözkonusu edilen tehlikenin bertaraf edilmesini sağlayamaz. Tam tersine siyasi iktidarların eline keskin bir kılıç verilmiş olur.

21.  asrın başlangıcında Türkiye, tercihini Hukuk Devleti’nden yana koymalı ve hukuk sistemini adaleti baz alan, suçları engelleyici ve ortadan kaldırıcı bir eksende yeniden yapılandırmalıdır.

İnsanların tanımlanmamış kavramlarla inanç ve düşüncesinden dolayı nasıl kolayca mahkum edildiğine ve de asıl suçluların kendilerini savunurken bu kavramları nasıl kullandığına ilişkin ilginç bir örnek Alvarlı Mehmet Efe’dir:9

Alvarlı Mehmet Efe, din âlimi idi. Hasankale Cezaevi’nde yatıyordu. 1940’lı yıllardı. İrticadan tutuklanmıştı. Erzurum’u kana bulayan bir eşkiyayı göz altına aldılar. Sorguya çekerken polis memurlarına sitem etti eşkiya: Yahu beni ne sıkıştırıp duruyorsunuz? Alt tarafı, 3 ölüm, 4 yaralım var. Öyle Alvarlı Mehmet Efe gibi, sabahtan akşama, Allah Allah mı diyorum?”

Bir eşkiya 3 ölü, 4 yaralama hadisesini suç olarak görmüyor da Allah demeyi suç olarak görüyor. Aslında bu, oluşturulan ortamın ne tür bir psikolojiye vücut verdiğinin en sembolik bir ifadesidir. Eğer bu KHK, yukarıda ortaya konan mahsurlar giderilmeden kanunlaşırsa, Allah demenin suç sayılacağı bir psikolojik ortama girilecektir.

Ülkeyi Tıkayan Bir Jurnal Sistemi

Ahlakın erozyona uğradığı, ekonomik dengesizliğin zengin fakir ayırımını tezada dönüştürdüğü ülkelerde kin, nefret ve haset doğal bir psikoloji olarak ortaya çıkar. Bir tarafta sefalet, zulüm, bir tarafta lüks, israf yer aldığında sosyal patlamalar kaçınılmaz olarak vuku bulur.10

“Herşeyden evvel açlığın harekete geçirici ve etkili sebep olduğu bir yerde, siyasetçiliğin ve fırka çekişmelerinin ekmek kavgasına doğru sürükleneceği tabii idi ve böyle bir memleketin idaresini üstlenen adamların bu kadar sade ve basit bir hakikatı görememeleri afvolunabilir işlerden değildi.  İttihat ve Terakki kulüplerinin teşkili, yeniçeri ocaklarına rahmet okutacak surette her müracaat edenin kabulü, yalnız hükümetin sırtından geçinmek emelini besleyen bir halk arasında müthiş rekabetlere, nifaklara, pek acı ihtiraslara yol açtı. Kazan nerede kaynadı ise maymun da orada oynadı.”

“Öteki Türkiye’nin” yoksulluk haritasının verildiği10 ve “Öteki Türkiye’nin icrada olduğu”11 bir dönemde, en büyük pasta sahibi olan devletin bir geçim kaynağı addedilip pastadan daha büyük pay almak için kin, nefret ve ihtirasın gemi azıya alarak bir kaos ortamı oluşturabilmesi, değişik hükümetler zamanında yolsuzluk olaylarının büyüyerek devam etmesi, KİT’lerin siyasi partilerin arpalığı haline dönüşüp iflasın eşiğine gelmiş olması, açlık, sefalet, yoksulluk ve işsizliğin ne denli bir sorun olduğunun en büyük göstergesidir. Siyasi partilerin, iş ve işçi bulma kurumu haline dönüşmüş olmasının sebebi budur. Bir tarafta yoksullar, diğer tarafta har vurup harman savuran, lüks, israf ve debdebe içinde yaşayan zenginler. Ne pahasına olursa olsun ben de zengin olmalıyım diyen köşe dönmeciler. Her seçim öncesi havayı koklayarak parti değiştiren, hortumcu bir tufeyli zümresi. Devlet ihale ve kredileri peşinden koşan bu zümre böylesi bir kanunun gölgesine sığınarak nice dürüst ve namuslu insanın canını ihbar ve komplolarla yakacaktır. Hiç düşünüldü mü?

İhale alamayanlar bu kanuna dayanarak jurnal yapacaklar. İşte giremeyenler jurnal yapacak. Rüşvet alanlar kendilerini engelleyenleri, tekerleklerine çomak sokanları ihbar edecekler. Hiçbir iş yapmayanlar, çalışmayanlar çalışanları ihbar edecekler. Farklı düşüncede olanlar birbirlerini ihbar edecekler. Amirlerine yaranmak isteyenler, mesai arkadaşlarını ihbar edecekler. Amirinin mevkiinde gözü olanlar, amirlerini; kendi yerlerine gelebilecek yetenekte olanları ise amirleri ihbar edecekler. Kimsenin kimseye itimadı kalmayacak. Güvenin olmadığı bir yerde devlet çarkı nasıl işleyecek? Osmanlı’nın son dönemi böyle değil miydi? Bu jurnal sistemi, imparatorluğu kurtarabildi mi ki, şimdi de böyle bir uygulamadan fayda beklenmiş olsun?

28 Şubat sürecinin teşvik ve tahrik ettiği jurnalcilik, bu kanunla beraber bir meslek haline gelecektir. İhbarı meslek edinen bir muhbirler gurubu ortaya çıkacaktır. Osmanlı’daki Ubeydullah Efendi’ler, günümüzde yeniden tarih sahnesine çıkarak ülkenin önünü tıkayacaktır:12

“Bu casus güruhundan biri de üstü şişhane, altı kaval kıyafetli maskara-i şehir Ubeydullah Efendi’dir. Bu adamın ne olduğunu hiç kimse anlayamamıştır. Hatta kendi bile kendisini bilmez. Alim midir? Hayır, cahil midir? O da değil.

Haya ve namusu var mıdır? Şüpheli. Hayasız ve namussuz mudur? Bunu da diyemeyiz.

Jurnalci midir? Şüphesiz evet. Fakat Nazif Sururi, Duyun-u Umumiye komiseri Said kabilinden jurnalcilerden midir? Hayır, bu kabilden de değildir.

Hürriyetperver midir? Pek denemez. İstibdat taraftarı mıdır? Bu da değil.

Velhasıl bu adamın ne olduğunu anlamak güçtür.”

Bu kanun tartışılırken Ubeydullah Efendi tipinin bir neslin genetik yapısı haline getirilmemesine parlamenterler dikkat etmelidirler. Bu kanunun öngördüğü ahlak, gelecek nesillerin davranış şifresini bozacaktır. Açgözlülük, ihtiraslılık, kin ve nefret olgusunun öne çıkması ile kolay yoldan yükselme ve köşe dönme jurnalcilikle altbaşı gidecektir.

Tarih boyu ihbar ve şantaj beraber yürümüştür. İhbardan fayda uman ve böylelikle bu kanunla önünün açılacağını düşünenler, koşullar değiştiğinde aynı silahla vurulacaklardır. İhbar ve şantajın kanunu budur:13

“Zavallı Ubeydullah, sersem Ubeydullah, mâzideki rezaletlerini unutarak Kâmil Paşa Hazretlerine taraftarlık, linç meselesinde Hüseyin Hilmi Paşa’ya, daha doğrusu Cavid ve Talât ile hempalarına muhalefet eylemeye ve bu suretle şahsi bir mevki kazanmaya kıyam ve teşebbüs etmişti: Fakat Talat Efendi, biçare Ubeydullah’ın ağzını kapamak, Hakkı Paşa sefilini ve kabinesinde bulunan türedileri, mecnunları, abtalları, eski engizisyon memurlarını, hafiyeleri müdafaa ettirmek çaresini pek çabuk buldu.

Bir gün Ubeydullah’ı çağırdı ve bir deste kağıt gösterdi. “Bunları görüyor musun, ne olduklarını biliyormusun?” diye sordu. Tabii hayır, cevabını aldı. “Bunlar Yıldız evrakı içinde bulunan jurnallerindir. İstersen birer birer bak ve oku. Sonra da beni iyi dinle. Eğer bize muhalefete, efal ve icraatımıza itiraza cüret eylersen, bunların fotoğraflarını birer birer neşredeceğiz. Yok edebini takınır ve arasıra ve lüzum göründükçe bizi medh-ü müdafaa etmeyi taahhüt edersen sana bir karlı iş buldum. Arapça bir gazete çıkarırsan ve ahali-i Arabiyye’ye karşı bizi müdafaa ve medh-ü sena eylersen, ben de dahiliyyenin tahsisat-ı mestûresinden sana bir miktar para veririm” dedi.

Tabiidir ki Ubeydullah için bu teklifi kabulden başka yapılacak bir şey yoktu. O da kabul etti. El-Arab gazetesini tesis ve muhalefet ve itirazdan vazgeçerek kalemen ve lisanen Halkekıları, Cavidleri, Talat ve hempalarını medh-u senâ ve müdafaaya başladı.”

Jurnal sisteminin oluşturduğu bir tiptir Ubeydullah Efendi. Sayın Sezer’e karşı takındıkları tavırdan, kullandıkları üsluptan, koro halinde bağırmalarından Ubeydullah efendilerin 21. asırda hortladığına inanmak durumunda kalıyoruz.

ABD’de Senatör Mc Carthy’nin yaptığı komünist avı böyle bir jurnal sistemi ile başlamıştı. Mc Carthy, “İşte devlet dairelerine sızan komünistlerin listesi” diyerek kıyım hareketini genişletiyordu. ABD bir müddet sonra sistemin tıkandığını görerek bu hareketi engelliyordu. Fransa’da da  Robespierre dönemi böyle bir dönemdir.

Türkiye tüm bu ülkelerden ders almalı, bu sanal krizin neden olacağı insan kıyımını durdurmalıdır. İnsanlar salt  namaz kıldıkları ve ‘Rabbimiz Allah’tır’ dedikleri için horlanacak, sürgün edilecek veya işten atılacaklardır.

Dahası uluslararası istihbarat örgütlerinin ne kadar vatansever, milliyetçi, çalışkan ve kambursuz insan varsa hepsini jurnalleyecek bir mekanizma kuracaklarından kimsenin şüphesi olmasın. Böyle bir durumda devletin nasıl işlemez hale geleceğini hep beraber göreceğiz. Fakat ne yazık ki çok geç kalınmış olacaktır o zaman.

Türkiye İçin Çalışma Heyecanı Kaybolacak

Bu jurnal sisteminin oluşturduğu korku ortamında etliye sütlüye karışmama, çalışma ahlakı haline gelebilecektir. Şu an değişik faktörlerden dolayı toplumda var olan memnuniyetsizlik, daha da derinleşecektir. Bunun sonucunda çalışan kesim özellikle memur ve işçilerin çalışma şevk ve heyecanlarında daha da düşme olacaktır. Türkiye için çalışma, Türkiye için uğraşma, Türkiye için kavga verme heyecanı kaybolduğunda nasıl bir Türkiye’nin ortaya çıkacağını tahmin etmek zor değildir:15

“Batının eteğine yapışmış, dış yardımlara, adeta uyuşturucu gibi bağımlı, üretmeden tüketen, idarei lüks ve israf içinde yaşayan bir Türkiye 70 yıl önce milli şuurun kamçıladığı bir Türkiye’den, milli şuurun kaybolmaya yüz tuttuğu, dışardan aldığı kamçılarla kendini döven, iddiası olmayan, gölgesinden korkan, siyaset ve demokrasiyi kıyma makinaları haline getiren,  dünya menfi istatistiklerinde ön sıralarda -enflasyon, işsizlik gibi-, müsbet istatistiklerinde alt sıralarda -milli gelir, üretim, ihracat, araştırma-geliştirme- yer alan, tarihi ile barışık olmayan, nereden geldiğini unutan ve nereye gideceğini bilmeyen, mefkûresiz, “köşeyi dönme olimpiyatlarında” derece üstüne derece alan bir Türkiye...

Sayın Kamran İnan’ın tasvir ettiği böylesi bir Türkiye, bu KHK ile daha da kötü duruma düşecektir. Motivasyon kaybının neden olacağı iş kaybı, devasa boyutlara ulaşacaktır.

Böyle bir atmosferde, Türkiye için çalışanlar azalırken cebi için çalışanlar artacaktır. Vurguncular, soyguncular ve rüşvetçilerden oluşacak daha güçlü bir cephe, Türkiye’yi ahtapot gibi sararak, önlerine çıkacak herkesi, ama  herkesi tasfiyeye yönelecektir.

Sayın İçişleri Bakanı Saadettin Tantan’ın yolsuzluğa  karşı başlattığı mücadele sürecinde Sayıştay arşivini yakma cesareti bulanların yarın Türkiye’yi cehenneme çevirmeyeceklerinden kim emin olabilir?

İşte bu noktada şu soru sorulmalıdır? İçişleri Bakanı Tantan’ın, “Türkiye için birinci derece tehlike rüşvet ve yolsuzluktur” dediği bir dönemde, Bülent Yahnici, Doğu Ergil ve Tevfik Diker’in seslendirdiği rüşvet ve yolsuzluk suçları, niçin birinci derece gündem maddesi olmamaktadır? Türkiye’yi yönetenler rüşvet ve yolsuzluk olaylarından şikayetçi değiller midir? Yoksa, “irticâ, irticâ” denilerek ucunun nerelere kadar uzandığı pek iyi bilinen “irtişâ” yani rüşvet ve yolsuzluk olayları perdelenmek mi istenmektedir?

Sonuç

Türkiye bir yol ayırımına gelmiş bulunmaktadır. Türkiye bir Kanun Devleti ile mi, yoksa bir Hukuk Devleti ile mi yönetilecektir? Devletin hukuku mu, yoksa hukukun devleti mi olacaktır? Millet mi devlet için, devlet mi millet için var olacaktır?

Türkiye, herkesin gölgesinden korktuğu, konuşmayan, susan bir ülke mi olacak, yoksa herkesin düşüncesini rahatça, korkmadan söylediği, insanlarının birbirini sevip saydığı, barış, dayanışma ve kardeşlik türkülerinin söylendiği  bir ülke mi olacaktır?

Türkiye’de herkes, bu soruların cevabını, en içten, en özgür ve en cesur bir şekilde aramak ve bulmak zorundadır.

Eğer bu KHK kanunlaşırsa, yukarıda ifade edilen olumsuzluklar adım adım yaşanacaktır. Türkiye hukuk devleti değil, kanun devleti olacaktır. Türkiye’de hukukun devleti değil, devletin hukuku olacaktır. Devlet millet için değil, millet devlet için  var olacaktır. Türkiye korkular ülkesi olacaktır. Türkiye içine kapalı, kendisi ile kavga eden, uluslararası arenada etkinliği olmayan bir ülke olacaktır. Türkiye küskünler ülkesi olacaktır. Karanlığa  gömülecektir.

Bunun için herkes sesini yükseltmelidir. Karanlığı  lanetleme yerine, bir mum yakarak etrafını aydınlatmalıdır. Bunun için halk parlamenterleri uyarmalı ve göreve çağırmalıdır. Bu KHK bu parlamentodan geçmemeli ve kanunlaşmamalıdır.

Unutulmasın ki bir ülkenin gerçek zenginliği o ülkenin halkıdır. Onun için, Osmanlı’nın manevi mimarlarından Edebali’nin dediği gibi,

İnsanI yaŞat kİ devlet yaŞasIn.”  

Referanslar

1- Yıldız, A. 28 Şubat Belgeler, Pınar Yayınları, İstanbul 2000.

2- Kase, I, 15.08.2000 Yeni Şafak ve Akit Gazeteleri.

3- Ecevit, B., 27.08.2000 Sabah, 20.08.2000 Aydınlık İşte Kararname Gerçeği.

4- Kıvanç, T. “Bir -İki kişi” 21.8.2000, Yeni Şafak.

5- Güneş, D, “28 Şubat’ı Tarih Yargılayacak”,  21.08.2000.

6- Lazareff, P., Fransa’da Basın Rezaletleri, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Yayınları, İstanbul 1995 s. 9-11.

7- İnan, K. Hayır Diyebilen Türkiye, Timaş Yayınları, İstanbul, 1995 s. 22, 35, 49.

8- Kazım Kadri H, Balkanlardan Hicaza  İmparatorluğun  Tasfiyesi, Pınar Yayınları, İstanbul, 1992 s. 94-105.

9- Illıcak, N., Gülen, İrtica ve Nasrettin Hoca, 15.08.2000 Yeni Şafak

10- 20.08.2000 Milliyet, Yoksulluğun Yeşil Haritası.

11- 25.08.2000 Yeni Şafak, Öteki Türkiye İcrada.

12- Turan Alkan, A., Sıradışı Bir Jön Türk Ubeydullah Efendinin Amerika Hatıraları; İletişim Yayınları İstanbul, 1997, S. 88-89.

13- Turan Alkan, A., Age. 3. 89-90.

14- Ilıcak N., İnfaz Kararnamesi ve Mc Carthy, 25.08.2000 Yeni Şafak.

15- İnan K., Age s. 14.

ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI HİBRİT SAVAŞLAR DÜZLEMİNDE BÖLGESEL EKSENDE BAŞLATILMIŞTIR

(Umran Dergisi)   “Eğer Hakk, onların hevalarına (istek ve tutku) uyacak olsaydı, hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herke...