(Umran Dergisi)
“Onlar, Allah’ın kadrini hakkıyla takdir edemediler.
Hiç şüphe yok Allah, güç sahibidir, azizdir.” (22 Hacc 74)
LEVHAYA DEĞİL, LEVHANIN İŞARET ETTİĞİ MANAYA DİKKAT
7.4 şiddetindeki
Gölcük merkezli depremden sonra, artçı olmayan 7.2 şiddetindeki Düzce merkezli
yeni bir depremin vuku bulması ile başlayan bilimsel tartışmalardan daha uzun
süre deprem stresini yaşayacağımız anlaşılmaktadır. Tartışmalar, genelde,
depremin nerede, ne zaman ve hangi şiddetle olmasına yoğunlaşmıştır. Oysa
Türkiye’nin yeniden yapılanması için gerekli bir tartışma ortamı
başlatılmalıydı. Toplumsal zaaflarımız, iflas etmiş bir sistem, kurum ve
kuruluşlar ameliyat masasına yatırılmalıydı. Türkiye dikkatini trafik
levhalarına teksif etmiş, levhanın yeri, büyüklüğü, şekli, yazının ebatları ile
meşgul oluyor. Oysa trafik levhaları, sürücünün dikkatini kendi fiziksel yapısına
değil de mesaja yöneltmek için konulurlar.
Levhanın bizzat vurgulamak istediği
mesaja dikkat etmeyip, levhaya dikkatlerini verenlerin başına neler
geleceği bizzatihi günlük yaşantımızdaki “trafik canavarı” deyiminden
anlaşılmaktadır. Onun için dikkatli bir sürücü levhaya değil, levhadaki mesaja
yoğunlaşır.
Türkiye’yi
yönetenler levhanın şekline takılıp kalan acemi, kötü, beceriksiz bir şoför
gibi depremin şiddetine, yerine ve zamanına saplanıp kalmışlardır. Bu depremin yeri, şiddeti ve zamanına ilişkin çalışmaları
önemsemediğimiz, küçümsediğimiz anlamına gelmemelidir.
Bir deprem
kuşağında yer alan ve ortalama 2-3 yılda bir deprem meydana gelen bir ülkede,
depremle ilgili pek çok sorun aşılması gerekirken niçin aşılamadığı veya deprem
zararının niçin en aza indirilemediği tartışılmalıydı bu.
Halktan toplanan
paralarla beslenen kurumların, halkın ihtiyacı olduğu zaman, halkı niçin
besleyemedikleri sorgulanmalıdır bu ülkede. Depremden önceki duygu ve
düşüncelerimiz ile depremden sonraki duygu
ve düşüncelerimiz mukayese edilmeli, bazı sosyolojik ve psikolojik tesbitler yapılmalıdır bu
coğrafyada. Depremle ne kazandık ve ne kaybettik; sorgulanmalıdır. Hayata
bakışımızın değişip değişmediği irdelenmelidir. Allah inancımız, yaşam ve ölüm,
öldükten sonra dirilme, hesap verme gibi kavramlardaki anlamsal şekillenme
gözler önüne serilmelidir. Deprem sonrasında azgınlığımız, taşkınlığımız,
tamahkârlığımız, günahkârlığımız konusunda kendi kendimize yaptığımız
itirafları tüm Türkiye’nin duyabileceği şekilde özgürce, korkusuzca
tartışabilsek.
Depreme
yakalandığı anda elindeki içki bardağını veya kumar kağıtlarını fırlatıp,
Allah’ın huzuruna daha temiz çıkma
düşüncesiyle bildiği duaları yüksek sesle okuma refleksinin şuursal alt
yapısını tüm Türkiye’ye hür bir şekilde duyurabilsek.
Hiç selam
vermediği komşusuna, depremden sonra bırakın selam vermeyi hal hatır sorma ve
hatta ziyaret etme duygularını depreştiren parametrenin, acizlik anında yardım
isteyebileceği birilerinin olmasına olan ihtiyacı, Türkiye’yi yönetenler bir
anlayabilse.
Evet Türkiye’yi
yönetenler ah bir duyabilse, anlayabilse, idrak edebils; o zaman levhaya değil
de mesaja bakabileceklerdir.
Bu dünya ve
Ahiret hayatını içeren ilahî programda hiçbirşey tesadüfi ve amaçsız değildir.
Tevhidin, madalyonun iki yüzü gibi, düalist görünüşü, iki dünya arasındaki
süper kontrol, süper dengenin varlığını
gösterirken, oluşumlar arasındaki ilişkinin karmaşık yapısını da vurgular.
Olayların yalnızca görünen yüzü ile ilgilenenler, aysbergin su altında kalan
kısmını göremezler. Göremedikleri için de aysberglerin (buz dağları) gücünü,
kuvvetini, kudretini kavrayamazlar.
Afet dediğimiz
olayların vuku bulmasındaki niçinler üzerinde tefekkür, tezekkür ve tedebbür
etmeyenler, gerekli dersleri çıkarıp yaşamın tanziminde daha iyiye güzele doğru
yönelemezler. Uyarı ve ceza merkezlerinin varlığına dikkat etmeyenler, doğaya
istediği gibi tasarruf etme haklarını kendinde görebilirler. Hiçbir
kısıtlamaya, kurala tabi olmamayı gücünün bir göstergesi olarak görme vehmine
kapılabilirler. Para, makam, çocuklar
ile kâinatın merkezinde kendini görüp herşeyi yapma hakkına sahip olduğuna
inananlar, saniyeler mertebesindeki bir süreçte Türkiye’nin batısının sıtmaya
yakalanmış insan gibi tiril tiril titrediğini gördüğünde gerçek güç ve kuvvet
sahibinin kim olduğunu öğrenememiş midir?
İşte yer altından gelen önemli mesajlardan biri: Gerçek güç, kuvvet ve kudret sahibi “Alemlerin Rabbi” olan Allah’tır. Dolayısıyla afetler, insana kâinattaki konumunu hatırlatarak mütevazi olmaya davet eden mesajlardır. Onun için dikkatimizi levhalara değil, levhalardaki mesajlara yoğunlaştırmalıyız.
Bütün güç, kuvvet, kudret ve İzzet Allah’ındır.
Ramazan’ı
kutlayacağımız bir ayda üzerinde tefekkür etmemiz gereken bir nokta, insanın
dünyadaki konumudur. Temel sorun, bir konum belirlemesidir. Yaratan- yaratılan,
Halık-mahluk, Rab-kul ilişkisi konum belirleme sorunlarıdır.
İnsan,
“Alemlerin Rabbi” olan Allah’ın yarattığı ve yeryüzünde belli bir süre
görevlendirdiği, düşünce ve yaşam biçimine ilişkin ana ilkeleri belirlenmiş bir
valık mıdır? Yoksa yeryüzüne evrim teorisinin sonucunda tesadüfen gelmiş,
hiçbir kayıt ve kural tanımayan, kendi ilkelerini kendisi koyan, arzın mutlak
hakimi bir varlık mıdır? Cevaplandırılması gereken ana soru budur.
Eğer insan
kendini, Allah’ın yarattığı ve görevlendirdiği, yaşam biçimine ilişkin ilkeleri
vaz ettiği bir varlık olarak görüyorsa, o takdirde sorun Allah ile ilişkinin
yukarıda ifade edilen 3’lü ilişkinin, ne derece Allah’ın istediği düzeyde
gerçekleştiğidir. Eğer insan kendisini bir evrim sonucu tesadüfen meydana gelen
bir varlık olarak görüyorsa o takdirde sorun, Allah inancının olup olmadığı
veya ne olduğudur. Bunun ele alınış biçimi de elbetteki farklı
olacaktır.Türkiye gibi ülkelerde ana sorun, nasıl bir Allah inancı ve bu
inançta Allah ve insan ilişkilerinin ne olması gerektiğidir.
Herkesin ‘biz de müslümanız’ dediği bir ülkede,
Marmara Depremin’den çıkarılabilecek bir mesaj; bu konumlamadaki gerçek güç,
kuvvet ve kudret sahibinin kim olduğunun ortaya konmasıdır.
Allah, Kur’an-ı
Kerim’le insana gönderdiği mesajlarda kendini, “Allah üstün kudret sahibidir”, “Allah güçlüdür, her şeye güç
yetirendir” “Allah daha kuvvetlidir”, “Kuvvet yalnız Allah’ındır”, “Hiç bir
şeyi yapmak Allah’a güç değildir”, “Yaratma bakımından güçlüdür”, “Güçlü olanın
yakalama tarzı ile yakalar”, “Bütün
güç ve izzet Allah’ındır,” “Gökler onun kudret eliyle dürülmüştür”, “Herşey
Allah’ın bilgi ve kudreti dahilinde vuku bulur”, “Allah’ı göklerde ve yerde
aciz bırakacak bir güç yoktur” ve;
“O, size üstünüzden ya da ayaklarınızın altından azap göndermeye veya sizi parça parça birbirine kırdırıp kiminizin şiddetini kiminize taddırmaya güç yetirendir. Bak, iyice kavrayıp anlamaları için ayetleri çeşitli biçimlerde açıklamaktayız.” ( 6 Enam 65) diye tanımlamaktadır.
Yukarıdaki
ayette, “Üstten gönderilen azap,” “alttan
gönderilen azap” ve “insanları
birbirine kırdırıp şiddet tattırma” gibi 3 önemli güç göstergesine
dikkatimiz çekilmektedir. Bunun farklı tefsirleri olabilir. Konumuz açısından
kasırgaları, sel felaketlerini, hortum ve rüzgar olaylarını üstten gelen azap
olarak, deprem, heyelan gibi olayları da
alttan gelen azap olarak yorumlayabiliriz. Dolayısıyla insan eylemleri ile doğa
olayları arasındaki ilişki, Allah’ın
gücü kavramı ile kurulmaktadır. İnsanların birbirine saldırması, birbirini
kırıp geçirecek bir şiddeti birbirlerine uygulamaları, gene Allah’ın gücü ile bağlantılı
zikredilmektedir.
Burada sorulacak
en temel soru, Allah’ın bu 3 temel cezalandırma sistemini hangi durumlarda
harekete geçirdiğidir. (Bu daha sonra geçmiş kavimlerin başına gelenler
konusunda derinlemesine ele alınıp incelenecektir.)
Allah, gücü,
kuvveti ve kudreti konusunda tüm kâinata bir şeyi hatırlatıyor. Allah’ın karar
verdiği bir konuyu engelleyecek hiçbir güç, kuvvet ve kudret sahibi mevcut
değildir:
“Hiç şüphesiz
Allah gökleri ve yeri zeval bulurlar diye her an kudreti altında tutmaktadır.
Andolsun, eğer onlar zeval bulacak olsa, kendisinden sonra artık onları kimse
tutamaz”. (35 Fatır 41)
Onun için Allah,
yaratıcı ve alemlerin Rabbi olarak her şeyin mutlak hakimi, yöneticisi, kanun
ve kural koyucusu, eğiticisidir.
Düzce depremi ile başlayan yeni bir depremin nerede, ne zaman ve ne şiddette olacağına kilitlenilmesi, depremin engellenemeyeceği, kaçınılmazlığının bir göstergesi değil midir? Güç ve kuvvetini sınırsız kabul eden insanoğlu bu deprem olgusu karşısında aciz kalmış değil midir? Yeryüzünde Allah’tan başka depremi geri çevirebilecek bir güç var mıdır? İşte insanlar, yukarıdaki ayette geçen “onlar zeval bulacak olsa, kendisinden sonra artık kimse tutamaz” ifadesi üzerinde düşünerek, tefekkür ve tedebbür ederek gerekli dersi çıkartmalı, kendisini “yaratıcı” Allah’ın karşısında bir “mahluk” olarak kul olma konusunda görmelidir.
İNSANIN VEHMİ; SANAL GÜÇ, KUVVET VE KUDRET
Şüphesiz ki insanın kendisini, böylesine gerçekçi konumlandırması ile pek çok sorun ortadan kalkacaktır. İnsan, maddi ve manevi yapısı arasında bir denge kurup huzura kavuşacaktır. Ne var ki böyle bir yolun üzerine şeytan tarafından çeşitli engebeler, dikenler, tuzaklar ve mayınlar döşenmiştir. Şeytanın vesvesesine sürekli muhatap olan insan, iradesi çözüldüğü anda güç ve kuvveti ve bunun kaynağını yanlış yorumlayıp kendisini yükseklerde görebilir, kendinde baş edilmez bir güç vehmedebilir.
Güç ve Kuvvet Kaynağı Olarak Mal ve Evlat
İlginçtir ki
insan, gücü, kazandığı malda, parada ve makamda görme gibi bir hastalığa tarihin pek çok döneminde
tutulmuştur. Elinde var olan mal ve çocuk sayısının çokluğu ile toplumda yer edinmeye
çalışmış, hatta bunları birer baskı aracı olarak kullanmıştır. Dünya hayatının çekici süsü olan mal ve
çocukları birer güç olarak görme vehmi, zulmün kilometre taşı durumundadır.
Vehmin zirve noktası ise sonun başlangıcıdır. Geriye dönüşü olmayan bir
yıkılış sürecidir:
“Onlara iki
adamın örneğini ver; onlardan birine iki üzüm bağı verdik ve ikisini
hurmalıklarla donattık, ikisinin arasında da ekinlikler bitirmiştik. İki bağ da
yemişliklerini vermiş, ondan verim bakımından hiçbir şeyi noksan bırakmamış ve
aralarında da ırmak fışkırtmıştık.
İkisinden
birinin başka ürün veren yerleri de vardı. Böylelikle onunla konuşurken
arkadaşına dedi ki: “Ben, mal bakımından senden daha zenginim, insan sayısı
bakımından da daha güçlüyüm.”
Kendi nefsinin
zalimi olarak bağına girdi ve “bunun sonsuza kadar kuruyup yok olacağını
sanmıyorum” dedi. “Kıyamet saatinin kopacağını da sanmıyorum. Buna rağmen
Rabbime döndürülecek olursam, şüphesiz bundan daha hayırlı bir sonuç
bulacağım.”
Kendisi ile
konuşmakta olan arkadaşı ona dedi ki:
“Seni topraktan,
sonra bir damla sudan yaratan, sonra da seni düzgün bir adam kılan Allah’ı
inkâr mı ettin?”
“Ancak ben, O
Allah benim Rabbimdir ve ben Rabbime hiç kimseyi ortak koşmam.” Bağına girdiğin
zaman; “Maşaallah, Allah’tan başka kuvvet yoktur” demen gerekmezmiydi? Eğer
beni mal ve çocuk bakımından senden daha az güçte görüyorsan; belki Rabbim
senin bağından daha hayırlısını bana verir, seninkinin üstüne de gökten
yakıp-yıkan bir ayet gönderir de kaygan bir toprak kesiliverir. Ya da onun suyu
dibe göçüverir de böylelikle onu arayıp-bulmaya kesinlikle güç yetiremezsin.”
Derken onun
ürünleri afetlerle kuşatılıverdi. Artık o, uğrunda harcadıklarına karşı
avuçlarını (esefle) evirip çeviriyordu. O(bağın) çardakları yıkılmış
durumdaydı, kendisi de şöyle diyordu: “Keşke Rabbime hiç kimseyi ortak
koşmasaydım”
Allah’ın dışında
ona yardım edecek bir topluluk yoktu, kendi kendine de yardım edemedi.” (18
/32-43)
Burada komşu iki
bağ sahibinin birbirine karşı tutum ve davranışları anlatılmaktadır. Mal ve insan
sayısı bakımından zengin olan, komşusunu küçük görmektedir. Mal ve insan
sayısının çokluğu ile övünmektedir. Malının ebedi olduğunu sanmaktadır.
Kıyametin varlığını da reddetmektedir. Belki de en ilginç olanı kıyameti
reddetmiş olmasına rağmen Allah’a döndürülecek olursa da dünyadakinden daha
hayırlı bir sonuç beklemektedir. Bu son nokta günümüz Türkiye’sindeki büyük bir
ekseriyetin psikolojisini yansıtmaktadır. Böylesi zihinsel bir yanılgı, böylesi
yanlış din anlayışı, insanların kötülük yapmasının sürekliliğini sağlamaktadır.
Bunun için gerçeği göremiyor, duyamıyor ve algılamıyorlar.
Mal ve insan
sayısı bakımından fakir olan ise, komşusunu yaratılışı üzerinde düşünmeye davet
ediyor. Kendi güç ve kuvvetinin sınırlarını bilmesi için “Allah’tan başka kuvvet yoktur” hatırlatmasında bulunuyor. Dahası
gücünü ve kuvvetini sorgulaması için gökten yakıp-yıkan bir ayetin Allah
tarafından gönderilmesi durumunda veya suyun yerin dibine göçüvermesi durumunda
gücünün yetip yetmeyeceğini soruyor. Onu düşünmeye davet ediyor. Evet üstten ve
alttan gelebilecek azaplara karşı komşusunu uyararak gerçeği görmesini
“Alemlerin Rabbi” olan Allah’a yönelmesini sağlayacak bir uyarıyı, bir daveti
Allah’a inanan bir insan olarak görev telakki ediyor ve anlatıyor. Kızmıyor,
küsmüyor, kahretmiyor, beddua ve lanet yağdırmıyor. “O Allah benim Rabbimdir ve ben Rabbime hiç kimseyi ortak koşmam”
diyerek komşusunun bu davranışı ile şirke girdiğini, Allah’ın “Rab”lık sıfatını
öne çekerek hatırlatıyor.
Bütün bu
uyarıları dikkate alıp tevbe etmeyen komşusunun bağı afetlerle yerle bir
oluyor. Ebedi sandığı malı belki de saniyeler mertebesindeki bir zaman
diliminde yerle bir oluyor.
Afetlerin gelip
herşeyi yok etmesi ile insanın güç ve kuvvetinin hudutlarını görüp aczini kabul
etmesinin sonucu her zaman olduğu gibi pişmanlıktır ve keşke’lerle başlayan
yığınla dilek ve temennidir. Nitekim “Keşke
Rabbime hiç kimseyi ortak koşmasaydım” denmesi bu pişmanlık duygusunun bir
tezahürüdür.
Bugün Türkiye’de
yaşayanlar deprem bölgesindeki insan unsurunun duygu ve düşüncelerini çok iyi
tahlil etmeli ve gelecek için ‘keşke’ demeyeceği
dersleri çıkartmalıdırlar. Alemlerin Rabbi’nin gücünü, kuvvetini ve kendisini
kabul edip, onun emrettiği, istediği bir şekilde düşünmeli, davranmalı ve
yaşamalıdırlar. Aksi bir durumda bağ sahibi için geçerli olan kanuniyet hepimiz
için de geçerli olabilecektir. Olayın sonucuna ilişkin “Allah’ın dışında ona yardım edecek bir topluluk yoktu, kendi kendine
de yardım edemedi” hükmü, konumuz açısından gerçek güç ve kuvvet sahibinin Allah
olduğunu, mal ve insan sayısında var olduğunu kabul ettiğimiz gücün sanallığını
idrak etmenin gerektiğini ortaya koyuyor.
Nitekim dünya
hayatına insanın kendisini aşırı bir şekilde kaptırmaması için Allah, Kur’an-ı
Kerim’de değişik örneklerle dünya üzerindeki hakimiyetin kendisinde olduğunu
hatırlatıyor. Dünyadaki kazanımlarımızın birer ‘geçici meta’ olduğuna dikkat
çekiyor. Zaman zaman onları elimizden alarak bizi uyarıyor.Belki de en dikkat
edilmesi gereken nokta herşeye hakim olduğuna inandığımız, gücümüze aşırı
güvendiğimiz ve herşeyin iyi gittiğini sandığımız bir anda aniden herşeyi bir
afetle elimizden alarak diyor ki:
“Dünya hayatının
örneği, ancak gökten indirdiğimiz, onunla insanların ve havyanların yediği,
yeryüzünün bitkisi karışmış olan bir su gibidir. Öyleki yer, güzelliğini
takınıp süslendiği ve ahalisi de ona güç yetirdiklerini sanmışlarken işte tam
bu sırada gece ya da gündüz ona emrimiz gelmiştir de, dün sanki hiç bir
zenginliği yokmuş gibi, onu kökünden biçilip atılmış bir durumda kılmışız.
Düşünebilen bir topluluk için biz ayetleri böyle birer birer açıklarız.” (10
Yunus, 24)
Ayetlerden
görüldüğü gibi temel sorun insanın
kendini konumlandırabilmesi ve gücünün limitlerini iyi bilmesidir. Tarihte
pek çok kavim gücünü ve kuvvetini abartmasının Allah’ı önemsiz bir şeymiş gibi
görmesinin bedelini ödemiştir:
“Ey Şuayb,”
dediler, “senin söylediklerinin çoğunu biz kavrayıp da anlamıyoruz. Doğrusu biz
seni içimizde zayıf da görüyoruz. Eğer yakın-çevren olmasaydı, gerçekten biz
seni taşa tutarak-öldürürdük. Sen bize karşı güçlü ve üstün de değilsin.”
Dedi ki: “Ey
kavmim, sizce benim yakın-çevrem, Allah’tan daha mı üstündür ki, O’nu
arkanızda unutuluvermiş önemsiz bir şey
edindiniz. Şüphesiz benim Rabbim, yapmakta olduklarınızı sarıp kuşatandır”. (11
Hud, 91-92)
Kendilerini
yenilmez zannedip güçlerine olağan üstü tarzda güvenen insan veya topluluklar,
kendilerini Allah’dan daha üstün görmüşler, Allah’ı önemsiz bir şeymiş gibi
unutmuşlardır. Böyle toplulukların tümü insanlara zulmetmişler ve zulümlerinin
katmerleştiği anlarda helak olup gitmişlerdir. Tarih sahnesinden
silinmişlerdir.
17 Ağustos
Marmara depreminde devletin gücünü çok fazla kutsayanlar, sivil toplum
örgütlerini ve bizzat halkı tehlikeli olarak görebilmiş ve halktan halka olan
doğal bir yardımı engellemişlerdir. Ümit ediyoruz ki Düzce depremi ile
güçlerinin boyutlarını daha gerçekçi bir şekilde idrak ederler.
“...Onlar yeryüzünde haksız yere büyüklendiler ve
dediler ki “Kuvvet bakımından bizden daha üstün kimmiş?” Onlar, gerçekten
kendilerini yaratan Allah’ı görmediler mi? O kuvvet bakımından kendilerinden
daha üstündür. Oysa onlar bizim
ayetlerimizi bilerek inkar ediyorlardı.
Böylece biz de
onların dünya hayatında aşağılanma azabını taddırmak için, o uğursuz
(felaketler yüklü) günlerde üzerlerine, kulakları patlatan bir kasırga
gönderdik. Ahiret azabı ise daha da bir aşağılanmadır. Ve onlara yardım
edilmeyecektir”. (41 Fussilet 15-16)
Buraya kadar
zikredilen Kur’an ayetlerinden çıkarılabilecek temel sonuç; insanların Allah’ı
unutup, kendi güç ve kuvvetlerini aşırı bir şekilde üstün görerek yeryüzünde
her türlü tasarruf yapma hakkını kendilerinde gördüklerinde, insanlara baskıyı
artırdıklarında, çevrelerini hor ve hakir gördüklerinde Allah’ın azabının
aniden bir afet şeklinde üstten ya da alttan gelerek kutsanan herşeyi silip
süpürdüğüdür.
Güç ve kuvvet
kazanma, insan fıtratında var olan güçlü duygulardan biridir. Burada sorun
gücünü ve kuvvetini ilahlaştırarak kendini arzın merkezinde görüp herşeyi
hiçbir kural tanımadan yapmaya kalkışmasıdır. Kendi kendine yeter hale gelmesi
ile hiç kimseye ihtiyacı olmadığı psikozuna girmesidir. Bu, insanın
canavarlaşmasıdır. Bu insanın azma halidir. Onun için Allah;
“O, hiç kimsenin
kendisine asla güç yetiremeyeceğini sanıyor?
O, “yığınla, mal
tüketip-yok ettim” diyor.
Kendisini hiç
kimsenin görmediğini mi sanıyor” (90 Beled 5-7)
diyerek insanı
uyarmaktadır.
Her şeyin kaydedilip Allah’a sunulacağı bir günden insanlar sakınmalıdır. Yaptığımız her şeyin önümüze konulacağı ve hesabımızı bireysel olarak vereceğimiz o dehşet gününe hazır olmalıyız. Saniyeler mertebesindeki bir olayla her şeyimizi kaybedip öte aleme göç edeceği göz önüne alarak haktan, adaletten ve doğruluktan, hiç kimsenin hatırı için veya korkusundan dolayı ayrılmamalıyız. Ramazan ayını idrak edeceğimiz bu günlerde bir nefs muhakemesini yaparak Allah’a, yalnızca Allah’a yönelmeliyiz. Tevbe ederek, bağışlanma dilemeliyiz.
GÜÇ VE İTİBAR İÇİN İLAH EDİNME
Bu noktada
dikkat çeken önemli noktalardan biri de biz insanların kendilerine güç ve
itibar kazandıracak bazı nesneleri, liderleri, önderleri bilginleri din
adamları ve kurumları ilahlaştırması, putlaştırmasıdır.
“Kendilerine güç
(izzet) sağlasınlar diye, Allah’tan başka ilahlar edindiler.
Hayır (O yalancı
ilahlar) onların tapınışlarını inkar edecekler ve onlara karşı çelişkiye
düşecekler.” (19 Meryem 81-82)
Kur’an-ı
Kerim’in dikkatimizi çektiği konu hemen hemen her devirde ve her ülkede
karşılaşılan bir durumdur. Tarih boyu bir çok insan bu ilahlar adına feda
edilmiş, sürülmüş, hapsedilmiş veya öldürülmüştür. Bu ölüler üzerinden
yürütülen siyaset, gerçekte yaşayanların güç kazanma kavgasıdır. Çürüyüp toprak
olmuş bu insanların mezarlarından yada heykellerinden medet ummanın arkasındaki
asıl niyet, kendi güç ve konumlarını sağlamlaştırma girişimidir.
Güçleri,
konumları ve kurumları zayıfladığı dönemlerde özellikle bu putlaştırma
faaliyetlerinde bir yoğunlaşma olduğunu görmekteyiz. Bu insanlar veya yapılar
kutsallaştırılarak, olağanüstülükler atfedilerek ve bu konuda yoğun propaganda
yapılarak insanların gerçeği görmesi engellenmiştir.
Firavun’un
zamanında Mısır’da sihirbazların gösterdikleri sanat, halk indinde onlara
itibar ve güç kazandırmıştır. Böyle bir toplumda yaşayan Samiri’nin, Hz.
Musa’nın Firavun’un zulmünden kurtardığı İsrailoğullarını böğürmesi olan
altından bir buzağı yaparak saptırmaya kalkması, bu konunun tarihi
derinliklerinden gelen bir inanç ve davranış biçimi olduğunu göstermektedir.
“(Samiri)
Böylece onlara böğürmesi olan bir buzağı heykeli döküp-çıkardı. “İşte, sizin de
ilahınız, Musa’nın da ilahı budur; fakat (Musa) unuttu” dediler.
Onun kendilerine
bir sözle cevap vermediğini ve onlara bir zarar veya fayda sağlamaya gücü
olmadığını görmüyorlar mı?” (20 Taha 88-89)
Onlara cevap
vermediği, bir zarar ve fayda sağlamaya gücü olmadığı halde altın bir buzağıyı
ilah edinip, “Musa bize geri gelinceye kadar ona karşı bel büküp önünde
eğilmekten kesinlikle ayrılmayacağız.” (20 Tevbe 91)
demeleri,
insanların inanç sistemlerindeki sapmanın nasıl bir teori ve pratik sapmaya
neden olduğunun ilginç bir örneğini oluşturmaktadır.
İsrailoğulları
yüzyıllardır Mısır kültürünün etkisi altında bulunmuş ve “Menfis’te tanrı
Ptah’ın tecessümü olarak gördükleri kutsal boğaya, Apis’e tapan” bir toplumun
bireyleri olarak yaşamışlardır. 200-300 yıllık esaret döneminde şuur altına yer
etmiş inançların değiştirilmesinin
birden olamayacağı ve birçok tortunun insan zihninde yerleşeceği bir
gerçektir. Yalnızca Allah’ı ilah ve rab kabul eden inanç sistemi, insanı
istismar eden ve sömüren felsefi sistemleri ortadan kaldırdığında, eski
sisteminin müntesiplerinden menfaatı zedelenenler daima var olmuştur. Bunlar
kaybettikleri güç ve itibarlarına yeniden kavuşabilmek için her türlü hile,
desise yoluna başvuracaklardır. Yeni inanç sisteminde kendilerine yer
edinebilecek saptırma faaliyetlerine girişirler.
İşte Hz.
Musa’nın Samiri’ye “Ya senin amacın nedir
ey Samiri” (20 Taha 95) diye sorduğunda, Samiri’nin verdiği;
“Ben onların
görmediklerini gördüm, böylece elçinin izinden bir avuç avuçladım ve onu
eritilen madeni süslerin içine atıverdim, böylelikle bana bunu nefsim başa
giden bir şey gösterdi.” (20 Tevbe 96)
tarzındaki
cevapta İsrailoğullarının eski yaşantılarından kaynaklanan boğaya tapınma dürtüsünü
yeniden canlandırıp yeni inanç sisteminde
kendine yer edinme, güç kazandırma gayreti içinde olduğunu görürüz.
Tarihin her
döneminde olduğu gibi bugün de dünyanın değişik yörelerinde hak yolunu tıkayan,
engelleyen benzer saptırıcı inanç ve davranış şekillerini görmekteyiz. Burada
dikkat edilmesi gereken, gözden kaçırılmaması gereken nokta, bütün bu
ilahlaştırma faaliyetlerinin arkasında birilerinin güç ve kuvvet elde etme
amacının var olduğudur.
Bu yüzden Allah,
bu sahte ilahları ve onlara tabi olanları Kur’an-ı Kerim’de yoğun bir şekilde
eleştirerek “hiçbir güce sahip olmadıkları” gözler önüne serilmektedir.
“Göklerin ve
yerin mülkü O’nundur; çocuk edinmemiştir, O’na mülkünde ortak yoktur, herşeyi
yaratmış, ona düzen vermiş, belli bir ölçüyle takdir etmiştir.
O’nun dışında,
hiçbir şeyi yaratmayan, üstelik kendileri yaratılıp durmakta olan, kendi
nefislerine bile ne zarar, ne de yarar sağlayamayan, öldürmeye, yaşatmaya ve
yeniden diriltip yaymaya güçleri yetmeyen bir takım ilahlar edindiler.” (25 Furkan
2-3)
Göklerin ve
yerin mülkü ile birlikte, yaratma, öldürme, yaşatma, yeniden diriltip yayma
birlikte kullanılarak bir taraftan Allah’ın güç ve kudretine dikkat çekilirken
diğer taraftan sahte ilahların hiçbir gücünün olmadığına çok açık bir şekilde
vurgu yapılmaktadır. Sahte ilahların ne
derece aciz oldukları, “kendi nefislerine
bile ne zarar, ne de yarar sağlayamaz” denmekle dile getirilmektedir.
Kur’an-ı Kerim’in bir çok ayetinde bu konunun ele alınıp değerlendirilmiş
olması kanunun önemini de ortaya koymaktadır.2
Allah,
kendilerine güç ve itibar sağlamak için ihdas edilmiş bu sahte ilahlardan medet
umanların, tam aksine onlara hizmet eden askerler durumuna düştüklerini
belirtmektedir.
“Kendilerine
yardım edilir ümidiyle Allah’tan başka ilahlar edindiler.
Oysa ki, ilahlar
bunlara yardım edemezler. Tam aksine bunlar, o ilahlara hizmet eden ordular
durumundadır.” (36 Yasin 74-75)
Birçok kurum,
kuruluş, lider, önder, bilgin veya din adamlarının putlaştırılarak Allah’ın
unutulduğu toplumlarda güce tapınmanın bir yaşam felsefesi haline gelmesi
doğaldır. Böylesi toplumlarda gücü temsil eden mal, mülk, para, makam ve sayıca
çokluk ilişkilerde temel referanslar olur. Gücün kutsanmaya başlaması ile aşırı
dünyevileşme her ferdin ona özlemi haline gelir. Daha çok kazanmak, daha çok
biriktirmek, daha çok güç toplamak, daha çok güç elde edebilmek için aynı
kulvardaki insanların daha çok tasfiye edilmesi veya yok edilmesi gerekir.
Böyle toplumlarda insan insanın kurdu
haline gelir. Haksızlık ve zulüm katmerleşir. Her zaman olması gereken
meziyetler aranılan, özlenilen özellikler olarak görülür. İşte Allah, güç ve
kuvveti kutsayan, putlaştıran,
iştahalarını gemi azıya alırcasına tahrik eden toplumların daha uzun süre yaşamasına
müsaade etmez. Güç ve kuvvet bakımından Allah’ı unutan, güç ve kuvvet olarak
Allah’a baş kaldıran kişi, kurum ve toplumları Allah önce ikaz etmiş,
davranışlarında ısrarlı oldukları zamanda helak etmiştir (Helak olan toplumlar
ayrıca ele alınacaktır):
“Yeryüzünde
gezip dolaşmıyorlar mı ki, kendilerinden öncekilerin nasıl bir sona
uğradıklarını bir görsünler. Onlar, kendilerinden sayıca daha çoktu ve
yeryüzünde de kuvvet ve eserler bakımından da kendilerinden daha üstündüler.
Fakat kazanmakta oldukları şeyler, azaba karşı onlara hiçbir şey sağlayamadı” (
40 Mü’min 82)3
Burada Allah
geçmiş kavimlerin başına gelenler üzerinde düşünüp ders almaya davet ediyor.
Geçmiş kavimlerin güç ve kuvvetleri onların cezalandırılmasına, helakine mani
olamadı. Bizler de bu helak olaylarından çıkarmamız gereken dersleri
çıkarmalıyız. Marmara depremini bu açıdan da incelemeliyiz, tartışmalıyız.
Deprem sonrasında yaşananları göz önüne alarak gücümüzü, kuvvetimizi yeniden
değerlendirerek konumlandırmalıyız. Güç ve kuvvetimizin sınırlarını iyi tayin
etmeliyiz.
“Sonunda onlar,
kendilerine vadedileni gördükleri zaman, yardımcı olmak bakımından kim daha
zayıfmış ve sayı bakımından da kim daha azmış, artık öğrenmiş olacaklardır.”
(72 Cin 24)
Böyle bir vaad’a
muhatap olmamak için Marmara depreminden gelen asıl güç, kuvvet ve kudret Allah’ındır mesajını unutmayacak,
unutturmayacak şekilde zihnimize yazmalı ve bunun gerektirdiği duruşu
göstermeliyiz.
İdrak etmeliyiz
ki Marmara depreminde,
“Hiç şüphesiz
bunda, kalbi olan ya da bir şahit olarak kulak veren kimse için elbette bir
öğüt vardır. (50 Kaf 37)
Öyleyse bundan
öğüt almalıyız. Gelen mesajın herkese, ama herkese dönük olduğunu unutup,
yalnızca birilerine mesajı yönlendirmeye kalkışmak gerçeği görmemek, bu afeti
iyi duyamamak demektir. Bu vuku bulan afetten daha büyük bir tehlikedir.
Ey inananlar;
mallarınızla, evlatlarınızla övünürken onların ebedi olacağını sanırken,
fakiri, yoksulu, yolda ve darda kalmışı unutmuşken, yetimin ve komşunun hakkını
gasbetmeyi bir meziyet, bir uyanıklık olarak kabul ederken Marmara depremi
niçin bizlere bir öğüt bir mesaj ve gerçeği gösterme olmasın.
“Dini
yalanlamakta olanı gördün mü?
İşte yetimi
itip-kakan
Yoksulu
doyurmayı teşvik etmeyen odur.
İşte (şu) namaz
kılanların vay haline,
Ki onlar,
namazlarında yanılgıdadırlar,
Onlar gösteriş
yapmaktadırlar,
Ve ufacık bir
yardımı da engellemektedirler.” (107 Maun 1-7)
Eğer malk mülk
ve servette çoklukla övünme, bizi tutkuyla oyalayıp kendimizden geçirdiyse
yukarıdaki ayetlerin muhatabı biziz. Öyleyse Marmara depreminde bize çok mesaj
vardır.
Eğer
yazlıklarımızla, mücevherlerimizle, evlatlarımızın sayısıyla övünüp, kibirlenip
çevremize yukarıdan bakıyorsak yukarıdaki ayetlerin muhatabı biziz. Öyleyse
Marmara depreminde bize çok ikaz vardır.
Eğer,
hastalarla, yoksullarla, komşularla ve akrabalarla ilgilenmiyor isek depremin
muhatabı biziz.
Eğer, iyiliği
emredip kötülüğe karşı çıkmıyor, onu engellemiyor isek depremin muhatabı biziz.
Zülme karşı
çıkıp, adaleti hakim kılmak için mücadele etmiyorsak depremin bizzat muhatabı
biziz.
Ve deprem bize
kazandıklarımızın da dünyanın da fani olduğunu hatırlatıyor.
Ve deprem bize
ölümü hatırlatıyor ve deprem bize kıyameti ve mahşeri hatırlatıyor. Dileyen
düşünüp öğüt alsın.
Dileyen kimsenin kimseye yardım edemeyeceği, ve herşeyin açıkça önümüze konacağı o büyük yargılama gününe, o büyük hesap gününe şimdiden hazırlansın. n
KAYNAKLAR
1- 30 Rum 54, 4
Nisa 126, 16 Nahl 70, 3 Âl-i İmran 4-6, 14 İbrahim 4,
43 Zuhruf 12-13,
22 Hacc 40, 33 Ahzab 25, 41 Fussilet 15, 18 Kehf 39, 51 Zariyat 58, 2 Bakara
165, 42 Şura 19, 14 İbrahim 19-20, 75 Kıyamet 40, 79 Naziat 27, 27 Neml 60, 54,
Kamer 42, 4 Nisa 139, 39 Zümer 67, 48 Fetih 21, 35 Fatır 44.
2- 13 Rad 16, 68
Kalem 42, 86 Tarık 10, 7 Araf 191-197, 16 Nahl 73-75, 25 Furkan 3-4, 26 Şuara
211-213, 36 Yasin 74-75. 21 Enbiya 43-44, 20 Taha 88-89, 33 Ahzab 67-68.
3- 28 Kasas 78-83, 30 Rum 9, 35 Fatır 44, 50 Kaf 36, 72, Cin 24, 70 Mearic 40-41, 19 Meryem 74-75, 40 Mümin 21, 9 Tevbe 69, 47 Muhammed 13.
17 Ağustos büyük
depreminden sonra, 12 Kasım’da meydana gelen Düzce ve Bolu depreminde hayatını
kaybedenlere Allah’tan rahmet, kalanlara sabır dileriz.
Bir rahmet ve
mağfiret ayı olan Ramazan’da herkesi deprem bölgesinde mağdur olan
kardeşlerimizin derdine ortak olmaya çağırıyoruz.