1 Aralık 1999 Çarşamba

Saçların Ağıracağı Güne Hazırlanmak

 (Umran Dergisi)

“Onlar, Allah’ın kadrini hakkıyla takdir edemediler. Hiç şüphe yok Allah, güç sahibidir, azizdir.” (22 Hacc 74)

 

LEVHAYA DEĞİL, LEVHANIN İŞARET ETTİĞİ MANAYA DİKKAT

7.4 şiddetindeki Gölcük merkezli depremden sonra, artçı olmayan 7.2 şiddetindeki Düzce merkezli yeni bir depremin vuku bulması ile başlayan bilimsel tartışmalardan daha uzun süre deprem stresini yaşayacağımız anlaşılmaktadır. Tartışmalar, genelde, depremin nerede, ne zaman ve hangi şiddetle olmasına yoğunlaşmıştır. Oysa Türkiye’nin yeniden yapılanması için gerekli bir tartışma ortamı başlatılmalıydı. Toplumsal zaaflarımız, iflas etmiş bir sistem, kurum ve kuruluşlar ameliyat masasına yatırılmalıydı. Türkiye dikkatini trafik levhalarına teksif etmiş, levhanın yeri, büyüklüğü, şekli, yazının ebatları ile meşgul oluyor. Oysa trafik levhaları, sürücünün dikkatini kendi fiziksel yapısına değil de mesaja yöneltmek için konulurlar.  Levhanın bizzat vurgulamak istediği  mesaja dikkat etmeyip, levhaya dikkatlerini verenlerin başına neler geleceği bizzatihi günlük yaşantımızdaki “trafik canavarı” deyiminden anlaşılmaktadır. Onun için dikkatli bir sürücü levhaya değil, levhadaki mesaja yoğunlaşır.

Türkiye’yi yönetenler levhanın şekline takılıp kalan acemi, kötü, beceriksiz bir şoför gibi depremin şiddetine, yerine ve zamanına saplanıp  kalmışlardır. Bu depremin yeri, şiddeti  ve zamanına ilişkin çalışmaları önemsemediğimiz, küçümsediğimiz anlamına gelmemelidir.

Bir deprem kuşağında yer alan ve ortalama 2-3 yılda bir deprem meydana gelen bir ülkede, depremle ilgili pek çok sorun aşılması gerekirken niçin aşılamadığı veya deprem zararının niçin en aza indirilemediği tartışılmalıydı bu.

Halktan toplanan paralarla beslenen kurumların, halkın ihtiyacı olduğu zaman, halkı niçin besleyemedikleri sorgulanmalıdır bu ülkede. Depremden önceki duygu ve düşüncelerimiz ile depremden sonraki  duygu ve düşüncelerimiz mukayese edilmeli, bazı sosyolojik  ve psikolojik tesbitler yapılmalıdır bu coğrafyada. Depremle ne kazandık ve ne kaybettik; sorgulanmalıdır. Hayata bakışımızın değişip değişmediği irdelenmelidir. Allah inancımız, yaşam ve ölüm, öldükten sonra dirilme, hesap verme gibi kavramlardaki anlamsal şekillenme gözler önüne serilmelidir. Deprem sonrasında azgınlığımız, taşkınlığımız, tamahkârlığımız, günahkârlığımız konusunda kendi kendimize yaptığımız itirafları tüm Türkiye’nin duyabileceği şekilde özgürce, korkusuzca tartışabilsek.

Depreme yakalandığı anda elindeki içki bardağını veya kumar kağıtlarını fırlatıp, Allah’ın  huzuruna daha temiz çıkma düşüncesiyle bildiği duaları yüksek sesle okuma refleksinin şuursal alt yapısını tüm Türkiye’ye hür bir şekilde duyurabilsek.

Hiç selam vermediği komşusuna, depremden sonra bırakın selam vermeyi hal hatır sorma ve hatta ziyaret etme duygularını depreştiren parametrenin, acizlik anında yardım isteyebileceği birilerinin olmasına olan ihtiyacı, Türkiye’yi yönetenler bir anlayabilse.

Evet Türkiye’yi yönetenler ah bir duyabilse, anlayabilse, idrak edebils; o zaman levhaya değil de mesaja bakabileceklerdir.

Bu dünya ve Ahiret hayatını içeren ilahî programda hiçbirşey tesadüfi ve amaçsız değildir. Tevhidin, madalyonun iki yüzü gibi, düalist görünüşü, iki dünya arasındaki süper kontrol, süper dengenin  varlığını gösterirken, oluşumlar arasındaki ilişkinin karmaşık yapısını da vurgular. Olayların yalnızca görünen yüzü ile ilgilenenler, aysbergin su altında kalan kısmını göremezler. Göremedikleri için de aysberglerin (buz dağları) gücünü, kuvvetini, kudretini kavrayamazlar.

Afet dediğimiz olayların vuku bulmasındaki niçinler üzerinde tefekkür, tezekkür ve tedebbür etmeyenler, gerekli dersleri çıkarıp yaşamın tanziminde daha iyiye güzele doğru yönelemezler. Uyarı ve ceza merkezlerinin varlığına dikkat etmeyenler, doğaya istediği gibi tasarruf etme haklarını kendinde görebilirler. Hiçbir kısıtlamaya, kurala tabi olmamayı gücünün bir göstergesi olarak görme vehmine kapılabilirler.  Para, makam, çocuklar ile kâinatın merkezinde kendini görüp herşeyi yapma hakkına sahip olduğuna inananlar, saniyeler mertebesindeki bir süreçte Türkiye’nin batısının sıtmaya yakalanmış insan gibi tiril tiril titrediğini gördüğünde gerçek güç ve kuvvet sahibinin kim olduğunu öğrenememiş midir?

İşte yer altından gelen önemli mesajlardan biri: Gerçek güç, kuvvet ve kudret sahibi “Alemlerin Rabbi” olan Allah’tır. Dolayısıyla afetler, insana kâinattaki konumunu hatırlatarak mütevazi olmaya davet eden mesajlardır. Onun için dikkatimizi levhalara değil, levhalardaki mesajlara yoğunlaştırmalıyız.

Bütün güç, kuvvet, kudret ve İzzet Allah’ındır. 

Ramazan’ı kutlayacağımız bir ayda üzerinde tefekkür etmemiz gereken bir nokta, insanın dünyadaki konumudur. Temel sorun, bir konum belirlemesidir. Yaratan- yaratılan, Halık-mahluk, Rab-kul ilişkisi konum belirleme sorunlarıdır.

İnsan, “Alemlerin Rabbi” olan Allah’ın yarattığı ve yeryüzünde belli bir süre görevlendirdiği, düşünce ve yaşam biçimine ilişkin ana ilkeleri belirlenmiş bir valık mıdır? Yoksa yeryüzüne evrim teorisinin sonucunda tesadüfen gelmiş, hiçbir kayıt ve kural tanımayan, kendi ilkelerini kendisi koyan, arzın mutlak hakimi bir varlık mıdır? Cevaplandırılması gereken ana soru budur.

Eğer insan kendini, Allah’ın yarattığı ve görevlendirdiği, yaşam biçimine ilişkin ilkeleri vaz ettiği bir varlık olarak görüyorsa, o takdirde sorun Allah ile ilişkinin yukarıda ifade edilen 3’lü ilişkinin, ne derece Allah’ın istediği düzeyde gerçekleştiğidir. Eğer insan kendisini bir evrim sonucu tesadüfen meydana gelen bir varlık olarak görüyorsa o takdirde sorun, Allah inancının olup olmadığı veya ne olduğudur. Bunun ele alınış biçimi de elbetteki farklı olacaktır.Türkiye gibi ülkelerde ana sorun, nasıl bir Allah inancı ve bu inançta Allah ve insan ilişkilerinin ne olması gerektiğidir.

Herkesin ‘biz de müslümanız’ dediği bir ülkede, Marmara Depremin’den çıkarılabilecek bir mesaj; bu konumlamadaki gerçek güç, kuvvet ve kudret sahibinin kim olduğunun ortaya konmasıdır.

Allah, Kur’an-ı Kerim’le insana gönderdiği mesajlarda kendini, “Allah üstün kudret sahibidir”, “Allah güçlüdür, her şeye güç yetirendir” “Allah daha kuvvetlidir”, “Kuvvet yalnız Allah’ındır”, “Hiç bir şeyi yapmak Allah’a güç değildir”, “Yaratma bakımından güçlüdür”, “Güçlü olanın yakalama tarzı ile yakalar”, “Bütün güç ve izzet Allah’ındır,” “Gökler onun kudret eliyle dürülmüştür”, “Herşey Allah’ın bilgi ve kudreti dahilinde vuku bulur”, “Allah’ı göklerde ve yerde aciz bırakacak bir güç yoktur” ve;

“O, size üstünüzden ya da ayaklarınızın altından azap göndermeye veya sizi parça parça birbirine kırdırıp kiminizin şiddetini kiminize taddırmaya güç yetirendir. Bak, iyice kavrayıp anlamaları için ayetleri çeşitli biçimlerde açıklamaktayız.” ( 6 Enam 65) diye tanımlamaktadır.

Yukarıdaki ayette, “Üstten gönderilen azap,” “alttan gönderilen azap” ve “insanları birbirine kırdırıp şiddet tattırma” gibi 3 önemli güç göstergesine dikkatimiz çekilmektedir. Bunun farklı tefsirleri olabilir. Konumuz açısından kasırgaları, sel felaketlerini, hortum ve rüzgar olaylarını üstten gelen azap olarak, deprem, heyelan gibi  olayları da alttan gelen azap olarak yorumlayabiliriz. Dolayısıyla insan eylemleri ile doğa olayları arasındaki ilişki, Allah’ın gücü kavramı ile kurulmaktadır. İnsanların birbirine saldırması, birbirini kırıp geçirecek bir şiddeti birbirlerine uygulamaları, gene Allah’ın gücü ile bağlantılı zikredilmektedir.

Burada sorulacak en temel soru, Allah’ın bu 3 temel cezalandırma sistemini hangi durumlarda harekete geçirdiğidir. (Bu daha sonra geçmiş kavimlerin başına gelenler konusunda derinlemesine ele alınıp incelenecektir.)

Allah, gücü, kuvveti ve kudreti konusunda tüm kâinata bir şeyi hatırlatıyor. Allah’ın karar verdiği bir konuyu engelleyecek hiçbir güç, kuvvet ve kudret sahibi mevcut değildir:

“Hiç şüphesiz Allah gökleri ve yeri zeval bulurlar diye her an kudreti altında tutmaktadır. Andolsun, eğer onlar zeval bulacak olsa, kendisinden sonra artık onları kimse tutamaz”. (35 Fatır 41)

Onun için Allah, yaratıcı ve alemlerin Rabbi olarak her şeyin mutlak hakimi, yöneticisi, kanun ve kural koyucusu, eğiticisidir.

Düzce depremi ile başlayan yeni bir depremin nerede, ne zaman ve ne şiddette olacağına kilitlenilmesi, depremin engellenemeyeceği, kaçınılmazlığının bir göstergesi değil midir? Güç ve kuvvetini sınırsız kabul eden insanoğlu bu deprem olgusu karşısında aciz kalmış değil midir? Yeryüzünde Allah’tan  başka depremi geri çevirebilecek bir güç var mıdır? İşte insanlar, yukarıdaki ayette geçen “onlar zeval bulacak olsa, kendisinden sonra artık kimse tutamaz” ifadesi üzerinde düşünerek, tefekkür ve tedebbür ederek gerekli dersi çıkartmalı, kendisini “yaratıcı” Allah’ın karşısında bir “mahluk” olarak kul olma konusunda görmelidir.

İNSANIN VEHMİ; SANAL GÜÇ, KUVVET VE KUDRET

Şüphesiz ki insanın kendisini, böylesine gerçekçi konumlandırması ile pek çok sorun ortadan kalkacaktır. İnsan, maddi ve manevi yapısı arasında bir denge kurup huzura kavuşacaktır. Ne var ki böyle bir yolun üzerine şeytan tarafından çeşitli engebeler, dikenler, tuzaklar ve mayınlar  döşenmiştir. Şeytanın vesvesesine sürekli muhatap olan insan, iradesi çözüldüğü anda güç ve kuvveti ve bunun kaynağını yanlış yorumlayıp kendisini yükseklerde görebilir, kendinde baş edilmez bir güç vehmedebilir.

Güç ve Kuvvet Kaynağı Olarak Mal ve Evlat

İlginçtir ki insan, gücü, kazandığı malda, parada ve makamda görme gibi  bir hastalığa tarihin pek çok döneminde tutulmuştur. Elinde var olan mal ve çocuk sayısının çokluğu ile toplumda yer edinmeye çalışmış, hatta bunları birer baskı aracı olarak kullanmıştır. Dünya hayatının çekici süsü olan mal ve çocukları birer güç olarak görme vehmi, zulmün kilometre taşı durumundadır. Vehmin zirve noktası ise sonun başlangıcıdır. Geriye dönüşü olmayan bir yıkılış sürecidir:

“Onlara iki adamın örneğini ver; onlardan birine iki üzüm bağı verdik ve ikisini hurmalıklarla donattık, ikisinin arasında da ekinlikler bitirmiştik. İki bağ da yemişliklerini vermiş, ondan verim bakımından hiçbir şeyi noksan bırakmamış ve aralarında da ırmak fışkırtmıştık.

İkisinden birinin başka ürün veren yerleri de vardı. Böylelikle onunla konuşurken arkadaşına dedi ki: “Ben, mal bakımından senden daha zenginim, insan sayısı bakımından da daha güçlüyüm.”

Kendi nefsinin zalimi olarak bağına girdi ve “bunun sonsuza kadar kuruyup yok olacağını sanmıyorum” dedi. “Kıyamet saatinin kopacağını da sanmıyorum. Buna rağmen Rabbime döndürülecek olursam, şüphesiz bundan daha hayırlı bir sonuç bulacağım.”

Kendisi ile konuşmakta olan arkadaşı ona dedi ki:

“Seni topraktan, sonra bir damla sudan yaratan, sonra da seni düzgün bir adam kılan Allah’ı inkâr mı ettin?”

“Ancak ben, O Allah benim Rabbimdir ve ben Rabbime hiç kimseyi ortak koşmam.” Bağına girdiğin zaman; “Maşaallah, Allah’tan başka kuvvet yoktur” demen gerekmezmiydi? Eğer beni mal ve çocuk bakımından senden daha az güçte görüyorsan; belki Rabbim senin bağından daha hayırlısını bana verir, seninkinin üstüne de gökten yakıp-yıkan bir ayet gönderir de kaygan bir toprak kesiliverir. Ya da onun suyu dibe göçüverir de böylelikle onu arayıp-bulmaya kesinlikle güç yetiremezsin.”

Derken onun ürünleri afetlerle kuşatılıverdi. Artık o, uğrunda harcadıklarına karşı avuçlarını (esefle) evirip çeviriyordu. O(bağın) çardakları yıkılmış durumdaydı, kendisi de şöyle diyordu: “Keşke Rabbime hiç kimseyi ortak koşmasaydım”

Allah’ın dışında ona yardım edecek bir topluluk yoktu, kendi kendine de yardım edemedi.” (18 /32-43)

Burada komşu iki bağ sahibinin birbirine karşı tutum ve davranışları anlatılmaktadır. Mal ve insan sayısı bakımından zengin olan, komşusunu küçük görmektedir. Mal ve insan sayısının çokluğu ile övünmektedir. Malının ebedi olduğunu sanmaktadır. Kıyametin varlığını da reddetmektedir. Belki de en ilginç olanı kıyameti reddetmiş olmasına rağmen Allah’a döndürülecek olursa da dünyadakinden daha hayırlı bir sonuç beklemektedir. Bu son nokta günümüz Türkiye’sindeki büyük bir ekseriyetin psikolojisini yansıtmaktadır. Böylesi zihinsel bir yanılgı, böylesi yanlış din anlayışı, insanların kötülük yapmasının sürekliliğini sağlamaktadır. Bunun için gerçeği göremiyor, duyamıyor ve algılamıyorlar.

Mal ve insan sayısı bakımından fakir olan ise, komşusunu yaratılışı üzerinde düşünmeye davet ediyor. Kendi güç ve kuvvetinin sınırlarını bilmesi için “Allah’tan başka kuvvet yoktur” hatırlatmasında bulunuyor. Dahası gücünü ve kuvvetini sorgulaması için gökten yakıp-yıkan bir ayetin Allah tarafından gönderilmesi durumunda veya suyun yerin dibine göçüvermesi durumunda gücünün yetip yetmeyeceğini soruyor. Onu düşünmeye davet ediyor. Evet üstten ve alttan gelebilecek azaplara karşı komşusunu uyararak gerçeği görmesini “Alemlerin Rabbi” olan Allah’a yönelmesini sağlayacak bir uyarıyı, bir daveti Allah’a inanan bir insan olarak görev telakki ediyor ve anlatıyor. Kızmıyor, küsmüyor, kahretmiyor, beddua ve lanet yağdırmıyor. “O Allah benim Rabbimdir ve ben Rabbime hiç kimseyi ortak koşmam” diyerek komşusunun bu davranışı ile şirke girdiğini, Allah’ın “Rab”lık sıfatını öne çekerek hatırlatıyor.

Bütün bu uyarıları dikkate alıp tevbe etmeyen komşusunun bağı afetlerle yerle bir oluyor. Ebedi sandığı malı belki de saniyeler mertebesindeki bir zaman diliminde yerle bir oluyor.

Afetlerin gelip herşeyi yok etmesi ile insanın güç ve kuvvetinin hudutlarını görüp aczini kabul etmesinin sonucu her zaman olduğu gibi pişmanlıktır ve keşke’lerle başlayan yığınla dilek ve temennidir. Nitekim “Keşke Rabbime hiç kimseyi ortak koşmasaydım” denmesi bu pişmanlık duygusunun bir tezahürüdür.

Bugün Türkiye’de yaşayanlar deprem bölgesindeki insan unsurunun duygu ve düşüncelerini çok iyi tahlil etmeli ve gelecek için ‘keşke’ demeyeceği dersleri çıkartmalıdırlar. Alemlerin Rabbi’nin gücünü, kuvvetini ve kendisini kabul edip, onun emrettiği, istediği bir şekilde düşünmeli, davranmalı ve yaşamalıdırlar. Aksi bir durumda bağ sahibi için geçerli olan kanuniyet hepimiz için de geçerli olabilecektir. Olayın sonucuna ilişkin “Allah’ın dışında ona yardım edecek bir topluluk yoktu, kendi kendine de yardım edemedi” hükmü, konumuz açısından gerçek güç ve kuvvet sahibinin Allah olduğunu, mal ve insan sayısında var olduğunu kabul ettiğimiz gücün sanallığını idrak etmenin gerektiğini ortaya koyuyor.

Nitekim dünya hayatına insanın kendisini aşırı bir şekilde kaptırmaması için Allah, Kur’an-ı Kerim’de değişik örneklerle dünya üzerindeki hakimiyetin kendisinde olduğunu hatırlatıyor. Dünyadaki kazanımlarımızın birer ‘geçici meta’ olduğuna dikkat çekiyor. Zaman zaman onları elimizden alarak bizi uyarıyor.Belki de en dikkat edilmesi gereken nokta herşeye hakim olduğuna inandığımız, gücümüze aşırı güvendiğimiz ve herşeyin iyi gittiğini sandığımız bir anda aniden herşeyi bir afetle elimizden alarak diyor ki:

“Dünya hayatının örneği, ancak gökten indirdiğimiz, onunla insanların ve havyanların yediği, yeryüzünün bitkisi karışmış olan bir su gibidir. Öyleki yer, güzelliğini takınıp süslendiği ve ahalisi de ona güç yetirdiklerini sanmışlarken işte tam bu sırada gece ya da gündüz ona emrimiz gelmiştir de, dün sanki hiç bir zenginliği yokmuş gibi, onu kökünden biçilip atılmış bir durumda kılmışız. Düşünebilen bir topluluk için biz ayetleri böyle birer birer açıklarız.” (10 Yunus, 24)

Ayetlerden görüldüğü gibi temel sorun insanın kendini konumlandırabilmesi ve gücünün limitlerini iyi bilmesidir. Tarihte pek çok kavim gücünü ve kuvvetini abartmasının Allah’ı önemsiz bir şeymiş gibi görmesinin bedelini ödemiştir:

“Ey Şuayb,” dediler, “senin söylediklerinin çoğunu biz kavrayıp da anlamıyoruz. Doğrusu biz seni içimizde zayıf da görüyoruz. Eğer yakın-çevren olmasaydı, gerçekten biz seni taşa tutarak-öldürürdük. Sen bize karşı güçlü ve üstün de değilsin.”

Dedi ki: “Ey kavmim, sizce benim yakın-çevrem, Allah’tan daha mı üstündür ki, O’nu arkanızda  unutuluvermiş önemsiz bir şey edindiniz. Şüphesiz benim Rabbim, yapmakta olduklarınızı sarıp kuşatandır”. (11 Hud, 91-92)

Kendilerini yenilmez zannedip güçlerine olağan üstü tarzda güvenen insan veya topluluklar, kendilerini Allah’dan daha üstün görmüşler, Allah’ı önemsiz bir şeymiş gibi unutmuşlardır. Böyle toplulukların tümü insanlara zulmetmişler ve zulümlerinin katmerleştiği anlarda helak olup gitmişlerdir. Tarih sahnesinden silinmişlerdir.

17 Ağustos Marmara depreminde devletin gücünü çok fazla kutsayanlar, sivil toplum örgütlerini ve bizzat halkı tehlikeli olarak görebilmiş ve halktan halka olan doğal bir yardımı engellemişlerdir. Ümit ediyoruz ki Düzce depremi ile güçlerinin boyutlarını daha gerçekçi bir şekilde idrak ederler.

“...Onlar  yeryüzünde haksız yere büyüklendiler ve dediler ki “Kuvvet bakımından bizden daha üstün kimmiş?” Onlar, gerçekten kendilerini yaratan Allah’ı görmediler mi? O kuvvet bakımından kendilerinden daha üstündür. Oysa onlar bizim  ayetlerimizi bilerek inkar ediyorlardı.

Böylece biz de onların dünya hayatında aşağılanma azabını taddırmak için, o uğursuz (felaketler yüklü) günlerde üzerlerine, kulakları patlatan bir kasırga gönderdik. Ahiret azabı ise daha da bir aşağılanmadır. Ve onlara yardım edilmeyecektir”. (41 Fussilet 15-16)

Buraya kadar zikredilen Kur’an ayetlerinden çıkarılabilecek temel sonuç; insanların Allah’ı unutup, kendi güç ve kuvvetlerini aşırı bir şekilde üstün görerek yeryüzünde her türlü tasarruf yapma hakkını kendilerinde gördüklerinde, insanlara baskıyı artırdıklarında, çevrelerini hor ve hakir gördüklerinde Allah’ın azabının aniden bir afet şeklinde üstten ya da alttan gelerek kutsanan herşeyi silip süpürdüğüdür.

Güç ve kuvvet kazanma, insan fıtratında var olan güçlü duygulardan biridir. Burada sorun gücünü ve kuvvetini ilahlaştırarak kendini arzın merkezinde görüp herşeyi hiçbir kural tanımadan yapmaya kalkışmasıdır. Kendi kendine yeter hale gelmesi ile hiç kimseye ihtiyacı olmadığı psikozuna girmesidir. Bu, insanın canavarlaşmasıdır. Bu insanın azma halidir. Onun için Allah;

“O, hiç kimsenin kendisine asla güç yetiremeyeceğini sanıyor?

O, “yığınla, mal tüketip-yok ettim” diyor.

Kendisini hiç kimsenin görmediğini mi sanıyor” (90 Beled 5-7)

diyerek insanı uyarmaktadır.

Her şeyin kaydedilip Allah’a sunulacağı bir günden insanlar sakınmalıdır. Yaptığımız her şeyin önümüze konulacağı ve hesabımızı bireysel olarak vereceğimiz o dehşet gününe hazır olmalıyız. Saniyeler mertebesindeki bir olayla her şeyimizi kaybedip öte aleme göç edeceği göz önüne alarak haktan, adaletten ve doğruluktan, hiç kimsenin hatırı için veya korkusundan dolayı ayrılmamalıyız. Ramazan ayını idrak edeceğimiz bu günlerde bir nefs muhakemesini yaparak Allah’a, yalnızca Allah’a yönelmeliyiz. Tevbe ederek, bağışlanma dilemeliyiz.

GÜÇ VE İTİBAR İÇİN İLAH EDİNME

Bu noktada dikkat çeken önemli noktalardan biri de biz insanların kendilerine güç ve itibar kazandıracak bazı nesneleri, liderleri, önderleri bilginleri din adamları ve kurumları ilahlaştırması, putlaştırmasıdır.

“Kendilerine güç (izzet) sağlasınlar diye, Allah’tan başka ilahlar edindiler.

Hayır (O yalancı ilahlar) onların tapınışlarını inkar edecekler ve onlara karşı çelişkiye düşecekler.” (19 Meryem 81-82)

Kur’an-ı Kerim’in dikkatimizi çektiği konu hemen hemen her devirde ve her ülkede karşılaşılan bir durumdur. Tarih boyu bir çok insan bu ilahlar adına feda edilmiş, sürülmüş, hapsedilmiş veya öldürülmüştür. Bu ölüler üzerinden yürütülen siyaset, gerçekte yaşayanların güç kazanma kavgasıdır. Çürüyüp toprak olmuş bu insanların mezarlarından yada heykellerinden medet ummanın arkasındaki asıl niyet, kendi güç ve konumlarını sağlamlaştırma girişimidir.

Güçleri, konumları ve kurumları zayıfladığı dönemlerde özellikle bu putlaştırma faaliyetlerinde bir yoğunlaşma olduğunu görmekteyiz. Bu insanlar veya yapılar kutsallaştırılarak, olağanüstülükler atfedilerek ve bu konuda yoğun propaganda yapılarak insanların gerçeği görmesi engellenmiştir.

Firavun’un zamanında Mısır’da sihirbazların gösterdikleri sanat, halk indinde onlara itibar ve güç kazandırmıştır. Böyle bir toplumda yaşayan Samiri’nin, Hz. Musa’nın Firavun’un zulmünden kurtardığı İsrailoğullarını böğürmesi olan altından bir buzağı yaparak saptırmaya kalkması, bu konunun tarihi derinliklerinden gelen bir inanç ve davranış biçimi olduğunu göstermektedir.

“(Samiri) Böylece onlara böğürmesi olan bir buzağı heykeli döküp-çıkardı. “İşte, sizin de ilahınız, Musa’nın da ilahı budur; fakat (Musa) unuttu” dediler.

Onun kendilerine bir sözle cevap vermediğini ve onlara bir zarar veya fayda sağlamaya gücü olmadığını görmüyorlar mı?” (20 Taha 88-89)

Onlara cevap vermediği, bir zarar ve fayda sağlamaya gücü olmadığı halde altın bir buzağıyı ilah edinip, “Musa bize geri gelinceye kadar ona karşı bel büküp önünde eğilmekten kesinlikle ayrılmayacağız.” (20 Tevbe 91)

demeleri, insanların inanç sistemlerindeki sapmanın nasıl bir teori ve pratik sapmaya neden olduğunun ilginç bir örneğini oluşturmaktadır.

İsrailoğulları yüzyıllardır Mısır kültürünün etkisi altında bulunmuş ve “Menfis’te tanrı Ptah’ın tecessümü olarak gördükleri kutsal boğaya, Apis’e tapan” bir toplumun bireyleri olarak yaşamışlardır. 200-300 yıllık esaret döneminde şuur altına yer etmiş inançların değiştirilmesinin  birden olamayacağı ve birçok tortunun insan zihninde yerleşeceği bir gerçektir. Yalnızca Allah’ı ilah ve rab kabul eden inanç sistemi, insanı istismar eden ve sömüren felsefi sistemleri ortadan kaldırdığında, eski sisteminin müntesiplerinden menfaatı zedelenenler daima var olmuştur. Bunlar kaybettikleri güç ve itibarlarına yeniden kavuşabilmek için her türlü hile, desise yoluna başvuracaklardır. Yeni inanç sisteminde kendilerine yer edinebilecek saptırma faaliyetlerine girişirler.

İşte Hz. Musa’nın Samiri’ye “Ya senin amacın nedir ey Samiri” (20 Taha 95) diye sorduğunda, Samiri’nin verdiği;

“Ben onların görmediklerini gördüm, böylece elçinin izinden bir avuç avuçladım ve onu eritilen madeni süslerin içine atıverdim, böylelikle bana bunu nefsim başa giden bir şey gösterdi.” (20 Tevbe 96)

tarzındaki cevapta İsrailoğullarının eski yaşantılarından kaynaklanan boğaya tapınma dürtüsünü yeniden canlandırıp yeni inanç sisteminde  kendine yer edinme, güç kazandırma gayreti içinde olduğunu görürüz.

Tarihin her döneminde olduğu gibi bugün de dünyanın değişik yörelerinde hak yolunu tıkayan, engelleyen benzer saptırıcı inanç ve davranış şekillerini görmekteyiz. Burada dikkat edilmesi gereken, gözden kaçırılmaması gereken nokta, bütün bu ilahlaştırma faaliyetlerinin arkasında birilerinin güç ve kuvvet elde etme amacının var olduğudur.

Bu yüzden Allah, bu sahte ilahları ve onlara tabi olanları Kur’an-ı Kerim’de yoğun bir şekilde eleştirerek “hiçbir güce sahip olmadıkları” gözler önüne serilmektedir.

“Göklerin ve yerin mülkü O’nundur; çocuk edinmemiştir, O’na mülkünde ortak yoktur, herşeyi yaratmış, ona düzen vermiş, belli bir ölçüyle takdir etmiştir.

O’nun dışında, hiçbir şeyi yaratmayan, üstelik kendileri yaratılıp durmakta olan, kendi nefislerine bile ne zarar, ne de yarar sağlayamayan, öldürmeye, yaşatmaya ve yeniden diriltip yaymaya güçleri yetmeyen bir takım ilahlar edindiler.” (25 Furkan 2-3)

Göklerin ve yerin mülkü ile birlikte, yaratma, öldürme, yaşatma, yeniden diriltip yayma birlikte kullanılarak bir taraftan Allah’ın güç ve kudretine dikkat çekilirken diğer taraftan sahte ilahların hiçbir gücünün olmadığına çok açık bir şekilde vurgu yapılmaktadır. Sahte ilahların  ne derece aciz oldukları, “kendi nefislerine bile ne zarar, ne de yarar sağlayamaz” denmekle dile getirilmektedir. Kur’an-ı Kerim’in bir çok ayetinde bu konunun ele alınıp değerlendirilmiş olması kanunun önemini de ortaya koymaktadır.2

Allah, kendilerine güç ve itibar sağlamak için ihdas edilmiş bu sahte ilahlardan medet umanların, tam aksine onlara hizmet eden askerler durumuna düştüklerini belirtmektedir.

“Kendilerine yardım edilir ümidiyle Allah’tan başka ilahlar edindiler.

Oysa ki, ilahlar bunlara yardım edemezler. Tam aksine bunlar, o ilahlara hizmet eden ordular durumundadır.” (36 Yasin 74-75)

Birçok kurum, kuruluş, lider, önder, bilgin veya din adamlarının putlaştırılarak Allah’ın unutulduğu toplumlarda güce tapınmanın bir yaşam felsefesi haline gelmesi doğaldır. Böylesi toplumlarda gücü temsil eden mal, mülk, para, makam ve sayıca çokluk ilişkilerde temel referanslar olur. Gücün kutsanmaya başlaması ile aşırı dünyevileşme her ferdin ona özlemi haline gelir. Daha çok kazanmak, daha çok biriktirmek, daha çok güç toplamak, daha çok güç elde edebilmek için aynı kulvardaki insanların daha çok tasfiye edilmesi veya yok edilmesi gerekir. Böyle toplumlarda insan insanın kurdu haline gelir. Haksızlık ve zulüm katmerleşir. Her zaman olması gereken meziyetler aranılan, özlenilen özellikler olarak görülür. İşte Allah, güç ve kuvveti kutsayan,  putlaştıran, iştahalarını gemi azıya alırcasına tahrik eden toplumların daha uzun süre yaşamasına müsaade etmez. Güç ve kuvvet bakımından Allah’ı unutan, güç ve kuvvet olarak Allah’a baş kaldıran kişi, kurum ve toplumları Allah önce ikaz etmiş, davranışlarında ısrarlı oldukları zamanda helak etmiştir (Helak olan toplumlar ayrıca ele alınacaktır):

“Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı ki, kendilerinden öncekilerin nasıl bir sona uğradıklarını bir görsünler. Onlar, kendilerinden sayıca daha çoktu ve yeryüzünde de kuvvet ve eserler bakımından da kendilerinden daha üstündüler. Fakat kazanmakta oldukları şeyler, azaba karşı onlara hiçbir şey sağlayamadı” ( 40 Mü’min 82)3

Burada Allah geçmiş kavimlerin başına gelenler üzerinde düşünüp ders almaya davet ediyor. Geçmiş kavimlerin güç ve kuvvetleri onların cezalandırılmasına, helakine mani olamadı. Bizler de bu helak olaylarından çıkarmamız gereken dersleri çıkarmalıyız. Marmara depremini bu açıdan da incelemeliyiz, tartışmalıyız. Deprem sonrasında yaşananları göz önüne alarak gücümüzü, kuvvetimizi yeniden değerlendirerek konumlandırmalıyız. Güç ve kuvvetimizin sınırlarını iyi tayin etmeliyiz.

“Sonunda onlar, kendilerine vadedileni gördükleri zaman, yardımcı olmak bakımından kim daha zayıfmış ve sayı bakımından da kim daha azmış, artık öğrenmiş olacaklardır.” (72 Cin 24)

Böyle bir vaad’a muhatap olmamak için Marmara depreminden gelen asıl güç, kuvvet ve kudret Allah’ındır mesajını unutmayacak, unutturmayacak şekilde zihnimize yazmalı ve bunun gerektirdiği duruşu göstermeliyiz.

İdrak etmeliyiz ki Marmara depreminde,

“Hiç şüphesiz bunda, kalbi olan ya da bir şahit olarak kulak veren kimse için elbette bir öğüt vardır. (50 Kaf 37)

Öyleyse bundan öğüt almalıyız. Gelen mesajın herkese, ama herkese dönük olduğunu unutup, yalnızca birilerine mesajı yönlendirmeye kalkışmak gerçeği görmemek, bu afeti iyi duyamamak demektir. Bu vuku bulan afetten daha büyük bir tehlikedir.

Ey inananlar; mallarınızla, evlatlarınızla övünürken onların ebedi olacağını sanırken, fakiri, yoksulu, yolda ve darda kalmışı unutmuşken, yetimin ve komşunun hakkını gasbetmeyi bir meziyet, bir uyanıklık olarak kabul ederken Marmara depremi niçin bizlere bir öğüt bir mesaj ve gerçeği gösterme olmasın.

“Dini yalanlamakta olanı gördün mü?

İşte yetimi itip-kakan

Yoksulu doyurmayı teşvik etmeyen odur.

İşte (şu) namaz kılanların vay haline,

Ki onlar, namazlarında yanılgıdadırlar,

Onlar gösteriş yapmaktadırlar,

Ve ufacık bir yardımı da engellemektedirler.” (107 Maun 1-7)

Eğer malk mülk ve servette çoklukla övünme, bizi tutkuyla oyalayıp kendimizden geçirdiyse yukarıdaki ayetlerin muhatabı biziz. Öyleyse Marmara depreminde bize çok mesaj vardır.

Eğer yazlıklarımızla, mücevherlerimizle, evlatlarımızın sayısıyla övünüp, kibirlenip çevremize yukarıdan bakıyorsak yukarıdaki ayetlerin muhatabı biziz. Öyleyse Marmara depreminde bize çok ikaz vardır.

Eğer, hastalarla, yoksullarla, komşularla ve akrabalarla ilgilenmiyor isek depremin muhatabı biziz.

Eğer, iyiliği emredip kötülüğe karşı çıkmıyor, onu engellemiyor isek depremin muhatabı biziz.

Zülme karşı çıkıp, adaleti hakim kılmak için mücadele etmiyorsak depremin bizzat muhatabı biziz.

Ve deprem bize kazandıklarımızın da dünyanın da fani olduğunu hatırlatıyor.

Ve deprem bize ölümü hatırlatıyor ve deprem bize kıyameti ve mahşeri hatırlatıyor. Dileyen düşünüp öğüt alsın.

Dileyen kimsenin kimseye yardım edemeyeceği, ve herşeyin açıkça önümüze konacağı o büyük yargılama gününe, o büyük hesap gününe şimdiden hazırlansın. n

KAYNAKLAR

1- 30 Rum 54, 4 Nisa 126, 16 Nahl 70, 3 Âl-i İmran 4-6, 14 İbrahim 4,

43 Zuhruf 12-13, 22 Hacc 40, 33 Ahzab 25, 41 Fussilet 15, 18 Kehf 39, 51 Zariyat 58, 2 Bakara 165, 42 Şura 19, 14 İbrahim 19-20, 75 Kıyamet 40, 79 Naziat 27, 27 Neml 60, 54, Kamer 42, 4 Nisa 139, 39 Zümer 67, 48 Fetih 21, 35 Fatır 44.

2- 13 Rad 16, 68 Kalem 42, 86 Tarık 10, 7 Araf 191-197, 16 Nahl 73-75, 25 Furkan 3-4, 26 Şuara 211-213, 36 Yasin 74-75. 21 Enbiya 43-44, 20 Taha 88-89, 33 Ahzab 67-68.

3- 28 Kasas 78-83, 30 Rum 9, 35 Fatır 44, 50 Kaf 36, 72, Cin 24, 70 Mearic 40-41, 19 Meryem 74-75, 40 Mümin 21, 9 Tevbe 69, 47 Muhammed 13.

17 Ağustos büyük depreminden sonra, 12 Kasım’da meydana gelen Düzce ve Bolu depreminde hayatını kaybedenlere Allah’tan rahmet, kalanlara sabır dileriz.

Bir rahmet ve mağfiret ayı olan Ramazan’da herkesi deprem bölgesinde mağdur olan kardeşlerimizin derdine ortak olmaya çağırıyoruz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI HİBRİT SAVAŞLAR DÜZLEMİNDE BÖLGESEL EKSENDE BAŞLATILMIŞTIR

(Umran Dergisi)   “Eğer Hakk, onların hevalarına (istek ve tutku) uyacak olsaydı, hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herke...