(Umran Dergisi)
“Eğer Hak, onların hevalarına uyacak olsaydı, hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herşey, herkes bozulmaya uğrardı...” (23 Müminun, 71)
Geçen sayıda deprem olgusunu incelerken kâinatın yaratılış amacını, insanın yaratılış amacını, kâinatın belli bir kadere göre insana gerçeği göstermek için yaratıldığını ve göklerle yerin insanın emrine verildiğini incelemiştik. Ayrıca insanda birbirine zıt istikamette etkili olan iki yapı olduğunu, bu zıt kuvvetlerin bileşke kuvvetine göre insanın hareket ettiğini; olumsuz kuvvetlerin baskın olması durumunda fert ve toplumun azacağını tartışmıştık.
DOĞA OLAYLARINI OKUYABİLMEK
Azan, çıldıran,
kibirlenen ve insanlıktan çıkan toplumları, Allah’ın Peygamberler göndererek
uyardığını; uyarı karşısında azan toplumların önde gelen mütref ve âlî’lerinin (yönetici kadro ve zenginlerinin) tavır
koyarak kavgayı başlattıklarını, ileri gittiklerinde de bugün için doğal afet
denilen bir mekanizma ile
cezalandırıldığı veya helak edildiğini bilmekteyiz.
Genelde
insanların, özelde bilim adamlarının doğa olayları veya doğal afet dedikleri
oluşumlar müminler açısından boş ve
amaçsız olarak vukubulan ve yok olan olaylar değildir. Mesajlarla doludur ve
insana bir şeyler anlatmaktadır. Kâinatın
kendi oluşum ve gelişimine de bir şeyler katmaktadır. (Bu ilgili bilim
dallarının özel alanına girdiği için bu yazının kapsamı dışında bırakılmıştır).
Duhan Suresinin
39. ayetinde ...“Göklerle yeri sadece
gerçeği göstermek için yarattık. Ama onların çoğu bilmiyorlar.”
denmektedir. Ayette geçen “gerçeği gösterme”
ve “bilmeme” üzerinde durulması
gereken iki anahtar kelimedir. Allah; insanının gerçeği görebilmesi için hayat,
kâinat, bizzat kendi ve geçmiş medeniyetlerin akibetleri üzerinde insanı
tefekkür, tedebbür ve tezekkür etmeye davet etmektedir.
Böylesi bir gözleme, inceleme sürecinde herkesin,
konumuna uygun dersler çıkarabileceği bir gerçektir. En büyük dersi
çıkarabilecek olan bilim adamları ve düşünürlerdir. Gerçeği görmeyen, göremeyen
veya bilemeyen insanlara, bildirecek olanlar da bunlardır.
Kâinat ve onun
içindekilerin bir kadere (kanuniyete, ilâhî programa) göre yaratılmasında,
saklı bulunan kanuniyetlerin keşf
edilmesinde, kâniatta saklı güçlerin ortaya çıkarılmasında ve insanlar
tarafından görülüp algılanmasında, genelde,
iki ana hedef vardır: Birincisi Allah’ın varlığının, birliğinin
görülmesi; ikincisi de yegane gerçek güç, kuvvet ve kudret sahibinin Alemlerin
Rabbi Allah olduğunun anlaşılıp ona teslim olunmasıdır.
İnsan açısından
bakıldığında felaket, afet diye
görülen olaylar, kâinat ve iki dünya gerçeği açısından bakıldığında normaldir,
belki de elzemdir. Mazlumların ezildiği, müstekbirlerin gemi azıya alıp çılgın
güç gösterisinde bulunduğu dönemlerde, nesillerin korunması için, öteki dünyaya
dönük bir uyarının yapılması ve insana konumunun bildirilmesi adalet açısından gereklidir, zorunludur.
Doğayı ve doğadaki olayları genel yaratılış felsefesinden bağımsız düşünmek
bizi yanıltıcı sonuçlara ulaştırabilir. Yalnızca oluşumun şekline yoğunlaşıp,
oluşumdan çıkarılacak derslere dikkat etmeme gibi bir yanılgıya bizi
götürebilir.
Kâinatın ve
kâinattaki bize göre normal veya anormal olayların tabi olduğu kanuniyetleri
keşfetmek, formüle etmek önemlidir; ancak bunun kadar, hatta daha da önemli
olan, bu kanuniyetlerin arkasındaki gücü ve güç sahibini görerek yegâne güç
sahibinin emrettiği yaşam felsefesini benimseme ve onu hayata geçirmedir. Onun için görevimiz, var olanı algılayıp
formüle etmenin ötesinde, varolanın verdiği mesajı iyi okuyup ona göre
davranmak da olmalıdır.
Göklerle yerin insanın emrine verilmesi, onun yararlanmasına sunulması ile göklerde ve yerde, bizim bakış açımızdan, olağan dışı gözüken ve insanı mağdur eder gibi olaylar arasında bir zıtlık olduğu var sayılabilir. Gökte ve yerde var olan ve geçen sayıda zikrettiğimiz yeme, içme, barınma, gezme gibi pekçok nimet insanın emrine sunulmuştur. Bunlar kadar son derece hayati olan bir nokta da, insanın güç ve kuvvet olarak kainat içindeki konumunun belirlenmesidir. Bu da Allah’ın diğerleri kadar önemli bir nimetidir. Konumunu bilerek mütevazileşen bir insan... Haddini bilerek azgınlık ve çılgınlık isteklerine karşı çıkan bir insan... Gününüz dünyasının gerçekte en temel sorunu da budur. İşte biz doğa olaylarını bu açıdan incelemek istiyoruz.
SÜPER DENGE, SÜPER KONTROL
İnsanın konumu ile
ilgili olarak Kur’an-ı Kerim’de Mülk sûresinde gerekli bilgileri
bulabilmekteyiz. Mülk sûresi “mülk ve yönetim elinde bulunan Allah’ın
yüceliğini ve herşeye kadir” olduğunu ifade ederek başlamaktadır. 2. âyette ise
“ölümün ve hayatın yaratılmasının, insanların davranışlarını belirleme, ortaya
çıkarma amacı ile yapıldığı” belirtiliyor. 3. 4. ve 5. ayetlerde ise “göklerde
ve yerdeki uyuma, düzene” dikkatimiz çekiliyor. 14. âyette ise “... Allah
yarattığı kimseyi bilmez mi? O Latif’tir. (Bilgisi herşeyin inceliklerini
kuşatan). O Habir’dir. (Herşeyden haberdar olan)” denerek yarattığı varlığı en
iyi bilenin kendisi olduğu, herşeyden haberdar olduğu ve bilgisinin herşeyi
kuşattığına” dikkatlerimiz çekiliyor. Mülk/14’ü,
“Andolsun,
insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne vesveseler vermekte olduğunu biliriz.
Biz ona şah damarından daha yakınız.” (50 Kaf 16)
“... O, sizi
daha iyi bilendir...” (53 Necm 32)
ayetleri ile
beraber düşündüğümüzde hem Kur’an-ı Kerim’de insana dönük yapılan bazı sert
ikazların manasını, hem de bu ikazları kuvvetlendirecek doğa olaylarındaki
mesajların hedefini daha iyi anlarız:
“O, sizin için
yeryüzüne boyun eğdirendir. Şu halde onun omuzlarında yürüyün ve O’nun
rızkından yiyin. Sonunda gidiş O’nadır.
O göktekinin,
sizi yere batırmayacağından emin misiniz? O zaman yer aniden çalkalanmaya başlar.
O göktekinin
üzerine taş yağdıran bir rüzgâr göndermeyeceğinden emin misiniz? Siz o takdirde
benim uyarmam nasılmış bilip- öğreneceksiniz.
Andolsun,
onlardan öncekiler de yalanlamışlardı. Ama nasıl olmuştu benim azabım?” (67
Mülk, 15-18)
15. âyette
yeryüzünün sahip olduğu büyük güç ve enerjinin Allah tarafından insanın
hizmetine sunulacak şekilde zaptu rapt altına alındığına dikkat edilmelidir.
Burada “boyun eğdirme” veya “emre âmâde kılma” ifadesinin
kulanılması ile yeryüzünde var olan iç potansiyelin normalde insanı yok edecek bir tarzda
olduğudur. Yeryüzünü bugünkü şekliyle devam ettiren kuvvetler arasında insan
için bir denge var kılınmıştır. Boyun eğdirme ile bu denge, insanın yararlanabileceği
bir şekilde sağlanmıştır. Düzeni sağlayıcı kuvvetlerle, düzeni bozucu kuvvetler
arasında bir denge sözkonusudur.
Hacc sûresi 65.
ayetinde de Allah’ın yerdeki ve denizdekileri insanın hizmetine verdiği ifade
edildikten sonra, “...O’nun izni olmaksızın yerkürenin üstüne düşmemesi için
göğü O tutuyor. Allah insanlara karşı şefkâtlidir, çok merhametlidir” (22 Hacc
65) denerek yerle gök arasındaki dengedeki esrara dikkatimiz çekilirken, bunun
insan için yapıldığına da vurgu yapılmaktadır. Hitap, doğrudan doğruya insana
ve insana verilen nimetleredir. Bu nimetlerin, büyük bir süper dengeyi sağlayan bir kanuniyetin sonucu oluştuğu üzerinde
insan, tefekküre, tedebbüre ve tezekküre davet edilmektedir.
Kendisine
verilen “saymakla bitiremeyeceği nimetler” karşısında insan, Allah’ın
kendisinden istediklerini yerine getirip getirmeme konusunda kendini
sorgulamalıdır. Azan, müstağnileşen, çıldırıcı refahın peşinde koşan insanın
veya sistemlerin böyle bir tefekkürü veya sorgulamayı yapması çok zor gibi
görünmektedir. İşte o zaman kainatta bir başka mekanizma, haddini bildirme mekanizması harekete geçirilmektedir. Mülk 16. ve
17. ayetlerde geçen “O göktekinin sizi
yere batırmayacağından” veya “üzerinize
taş yağdıran bir rüzgar
göndermeyeceğinden emin misiniz” ifadeleri, insana haddini ve aczini
bildirmeye dönüktür. Bu bir uyarı sürecidir.
17. ayette buna özel vurgu yapılmaktadır. Burada dikkatimizi çeken nokta,
uyarının gereken etkiyi yapabilmesi için ani ve şiddetli bir şok şeklinde
olduğudur. “O zaman yer aniden
çalkalanmaya başlar” denmekle, oluşum zamanının gizli ve şok yapacak
şekilde olacağına işaret ediliyor.
Aya giden, Marsa uydu gönderen, uzayın derinliklerinden bilgi alabilen insanın, yerin 18-20 km. aşağısında yeryüzünün bir bölgesini yerle bir edecek bir çalkalanmayı önceden algılayamaması ilginç ve düşündürücü değil midir?
UYARI VE CEZA SÜRECİ
Kur’an-ı
Kerim’de “zorlu, şiddetli, dayanılmaz ve
aniden gelen azap” anlamındaki “Be’s”
kelimesi hem uyarı, hem de ceza süreçlerini içermektedir. Uyarı ve ceza
süreçlerindeki fark, gelen azabın şiddeti, dayanılmazlığı ve zorluğundaki
farklılıklardır. Yıkım gücü değişmektedir; ama değişmeyen ortak özelliği ise
aniden olması, şok etkisi yapması ve zamanının bilinmemesidir.
Herşey saniyeler içinde bitmekte, şehirler yok olmaktadır. İnsanları korkutan
ve ürküten, yıkımın şiddetiyle zamanın bilinmezliğidir. Pratikte 45 saniye,
insan yaşamında hiçbir şeydir. Ancak bir
uyarı sürecinde ise 45 gün, 45 yıl, hatta 45 asır gibidir. İşte izafiyet
teorisinin en güzel ve en canlı bir şekilde uygulandığı andır bu. Umulur ki
insan ve özellikle bilim adamları bundan ders alır.
Nitekim Mülk
sûresinin 18. âyetinde azan, baş kaldıran, mustağnileşen sistem ve toplumların
akibetleri üzerinde düşünmemiz, tefekkür etmemiz istenmektedir. İnsanın
ulaştığı bilim ve teknolojinin gücü ne olursa olsun, kendini Allah’ın uyarı ve
azabından güvende hissetmemesi anlayışına ulaşmalıdır. İnsanı
mütevazileştirecek olan ve insanı yaratılış amacına uygun hareket ettirecek
olan bu güven ve güvensizlik arasındaki ince çizgidir.
“O ülkeler
halkı, geceleri uyurken, onlara zorlu azabımızın gelmeyeceğinden güvende
miydiler?
Ya da o ülkeler
halkı, kuşluk vakti eğlenceye dalmışken, onlara zorlu azabımızın
gelmeyeceğinden güvende miydiler? Veya onlar, Allah’ın tuzağından güvende mi
idiler? Hüsrana uğrayan topluluktan başkası Allah’ın tuzağından emin olamaz.
Tüm bu olanlar,
eski sahiplerinden sonra yeryüzüne mirasçı olanlara şunu göstermedi mi?
Dilersek onları günahları yüzünden belaya çarptırırız, kalpleri üzerine mühür
basarız da artık söz dinleyemez olurlar.” (7 Araf 97-100)
Bunlardan çıkan sonuç, uyarı ve ceza süreçlerinin aynı zamanda tarihsel bir olgu olduğudur. İlahi bir sünnet olarak benzer yaşam ve davranış biçimi, benzer uyarı ve ceza ile karşılanmaktadır. Bunun için de Araf 100’de “mirasçıların” dikkati çekilmektedir.
TUZAKLAR, YA DA UYARI/CEZA MERKEZLERİ
Araf 99’da
üzerinde durulması gereken önemli bir nokta da “Allah’ın Tuzağı” kavramıdır. Allah tuzak kavramı ile neyi
kastetmektedir veya nereye dikkatimizi çekmektedir?
Tuzak, genel olarak, hedef alınan muhatabı, bir davranışa sevk etmek, onu ikna
etmek, onu yakalamak, onu imha etmek ya da onun gerçek yüzünü teşhir etmek için
muhatabın rahatlıkla göremediği, farkına varamadığı, görünüşte normal olan,
güven veren tutum, davranış veya mekanizmalardır.
Araf 99’da
“Onlar Allah’ın tuzağından güvende miydiler?” sorusu sorulduktan sonra “Hüsrana
uğrayan topluluktan başkası Allah’ın tuzağından emin olamaz” denmesi ile, insan davranışı ve yaşam tarzı ile tuzak
arasında bir ilişkinin olduğu ortaya konulmaktadır.
Herşeyi bir ölçü
ve kanuniyete tabi kılan Allah, yarattığı insanın belirli aralıklarla uyarılıp
korkutulması, tefekküre sevk edilmesi, zaman zaman cezalandırılması gerektiğini
en iyi bilen olarak, bir yol gösterici olarak, doğaya, bir kanuniyete tabi bir
çok tuzak merkezleri yerleştirmiş olmalıdır.
İlahi mesajı unutup, onun gerektirdiği yaşam
tarzına uymayanlar veya kalplerinde hastalık bulunanlar, Allah’ın emri ile bu
merkezler aracılığıyla uyarılmakta, cezalandırılmakta veya azap ile helak
edilmektedir. Dolayısıyla bu merkezler, salt ceza ve imha merkezleri olmayıp,
toplumun sapıklığa düşmemesi, müstağnileşmemesi, azmaması için Allah’ın
lütfettiği uyarı merkezleridir de. Allah bu yapılar, kanuniyetler aracılığı ile
gerçek güç ve kuvvet sahibi olduğunu insanlığa göstererek, onları mütevazi
olmaya, kul olmaya davet ediyor. Dolayısıyla bu tuzaklar, Allah’ın gökler ile
yere, insanları uyaran yada azan toplumlara, sistemlere haddini bildiren,
bildirecek olan bir vahyidir, bir kanuniyetidir.
Allah herşeyi
bir ölçü ve bir kadere göre yaratarak, göklerle yeri insanın hizmetine sokarak,
en güzel şekilde yaşayacağı bir dünyayı insan için inşa etmiştir:
“O, gökleri
dayanak olmaksızın yaratmıştır, bunu görmektesiniz. Arz da sizi sarsıntıya
uğratır diye sarsılmaz dağlar bıraktı...” (31 Lokman 10)
Bir taraftan,
yerin insanı sarsıntıya uğratmaması için bir denge ve güvenlik unsuru olarak
dağlar, arza çakılmıştır, denirken; diğer taraftan,
“Dağları da
görürsün de, onları donmuş sanırsın; oysa onlar bulutların sürüklenmesi gibi
sürüklenirler. Herşeyi sapasağlam ve yerli yerinde yapan Allah’ın sanatıdır bu.
Hiç şüphe yok O, işlemekte olduklarınızdan haberi olandır” (27 Neml 88)
dağların
bulutlar gibi sürüklendiği ve yüzdüğü ifade edilmektedir. Bunun da, “sapasağlam
ve yerli yerinde gerekli bir sanat olduğu” söylendikten sonra, insan eylemleri
ile doğadaki oluşumlar arasında “O
işlemekte olduklarınızdan haberi olandır” diyerek bir ilişki olduğuna işaret
ediliyor. Kâinatın genel nizamı, ekolojik denge için, azgınların şerrinden
kainatı ve insanlığı korumak için herşey, iki dünya gerçeğine göre hazırlanmış
bir program dahilinde yerli yerinde ve sapasağlam olarak yapılmıştır,
yapılmaktadır. Aslen bu daha önce ifade ettiğimiz bir süper denge, bir süper
kontrol demektir.
Bu açıdan
baktığmızda kâinat, zıtların birlikteliği ile donatılmış, yeri ve zamanı
geldiği zaman ferdin lehine veya aleyhine, fakat insanlığın lehine olarak süper
kontrol ve denge için ilgili mekanizma harekete geçirilmektedir:
“Dönüşlü olan
göğe andolsun, yarıklı olan yere de, ki o, tam bir biçimde ayırd eden bir
sözdür, o bir şaka da değildir. Doğrusu onlar, habire tuzak kuruyorlar/oyun çeviriyorlar; Ben de tuzak kuruyorum. O halde o küfre batmışlara mühlet ver, süre tanı onlara birazcık.” (86 Tarık, 11-17)
Allah, “dönüşlü olan gök” ile “yarıklı olan yere” yemin ederek
bunlardaki sırra, esrara, büyüklüğe dikkatimizi çekiyor.Yemin, olaydaki
muhteşemliğe bir vurgudur. Konumuz açısından bu esrarı ve muhteşemliği biraz
açalım.
Bugün yerkürede,
levha tektoniği denilen taşküresel levhalar bulunmaktadır.
Levha tektoniğine göre bugün yerkürede Avrasya, Afrika, Amerika Antartika,
Hindistan ve Büyük Okyanus levhaları olmak üzere 6 ana levha vardır. Bu ana
levhalardan başka Adriya, Ege, Arabistan, Karayib gibi belli sayıda da mikro
levha bulunmaktadır. Kıtalar bu taşküre levhalar tarafından sürüklenmektedir.
Dağlar da levha sınırlarında oluşmaktadır. Çeşitli sıradağ tipleri ile çeşitli
levha sınırları vardır. Makro ve mikro levhaların sürüklenme esnasında
birbirlerinin sınırlarına tecavüz etmesi, deprem, yer sarsıntısı, zelzele
dediğimiz olaya neden olmaktadır.1,2
Allah, dağların
hem denge unsuru olması ile birlikte sürüklenmesine, hem de yerin yarıklı, fay
hatları ile dolu oluşuna yemin ederek dikkatimizi çekerken, gerçekte
tehlikelere karşı da bizi uyarmış olmaktadır. Aynı zamanda yegane güç ve kuvvet
sahibinin kendisi olduğunu, insanın acz içerisinde bulunduğunu da ifade etmiş
olmaktadır. Böylesi bir yapı üzerinde tefekkür ederek Allah’ın varlığı ve
birliğine ulaşılıp teslim olunması gerekirliği ortaya konmaktadır.
“Dönüşümlü gök
ve yarıklı yer” ile tuzak kuranların bir arada ifade ediliyor olması insan
davranışları ile doğa olayları arasında bir ilişkinin varlığını ortaya
koymaktadır. Çünkü Allah doğadaki bir güce, sonra tuzak kuranlara, sonra da
kendisinin bir tuzak kurduğuna dikkatlerimizi çekiyor. Bu üç şeyin birlikte
zikredilmesi rastgele ve tesadüfi değildir.Doğa olayları ile tuzak arasında
“ayırd edici sözün şaka olmadığının” yer almış olması iddiaya daha da haklılık
kazandırmaktadır.
Ayrıca Kur’an-ı
Kerim’de ismi geçen geçmiş bazı kavimlerin yer ve gökteki bazı hareketlerle
helâk edilmesinde de aynı ilişkinin varlığını görmekteyiz: Fir’avn ve
askerlerinin suda boğulması ve herşeylerinin yerle bir edilmesi (7 Araf
136-137), Nuh kavminin tufanla yok edilmesi (7 Araf, 59-64), Lut kavminin yerin
dibine geçirilmesi üzerlerine azap sağanağı gönderilmesi, korkunç bir çığlıkla
yakalanmaları, üzerlerine işaretlenmiş taş yağdırılması, (7 Araf, 84; 11 Hud,
82; 15 Hicr, 73-74) Sebe kavmine Arim Seli gönderilmesi (34 Sebe, 16-19); Fil
Ashabı’na kuşlar aracılığıyla taş
atılması (105 Fil 1-5).. Antakya halkının çığlıkla yakalanması (36 Yasin, 29),
Şuayb kavminin dayanılmaz bir sansıntı, dayanılmaz bir sesle yok edilmesi (7
Araf 91; 11 Hud, 94) Semud kavminin dayanılmaz bir sarsıntı, bir sesle helaki
(7Araf, 67-78); 15 Hicr, 83), Hud kavminin kulakları patlatan bir kasırga,
dayanılmaz bir sesle yok edilmeleri (23 Muminun, 41; 41 Fussilet, 16), doğa
olayı dediğimiz olaylarla insan tutum, davranış ve yaşam tarzı arasında bir
ilişkinin olduğunu ortaya koymaktadır.
Hz. Musa’nın
kavminin içinden seçip aldığı 70 kişi ile birlikte bir sarsıntıya yakalanması
esnasında yaptığı dua doğa olaylarının bir uyarı ve cezalandırma mekanizması
olduğuna ilişkin görüşümüzü daha da kuvvetlendirmektedir:
“... Rabbim,
eğer dileseydin, onları da, beni de daha önceden helak ederdin. (Şimdi de)
içimizdeki beyinsizlerin yaptıklarından dolayı bizi helak edecek misin? O da
senin denemenden başkası değildir. Onunla sen dilediğini saptırır, dilediğini
de hidayete eriştirirsin.Bizim velimiz sensin. Öyleyse bizi bağışla, bizi
esirge; sen bağışlayanların en hayırlısısın.” (7 Araf 155)
Hz.Musa’nın
duasında ayrıca bu tür olayların bir imtihan ve bir arınma süreci olduğuna
işaret ediliyor.
Özet olarak
Allah insanları uyarıp korkutacak, gerekirse helak edecek tuzakları göklere ve
yere yerleştirmiştir. Bu tuzaklar birer uyarı ve cezalandırma merkezleridir.
Allah, bu merkezleri gerektiğinde harekete geçirerek insanları ya uyarmakta, ya
da cezalandırmaktadır. Bütün bunların bir kanuniyete tabi tutularak insanların
dikkatine sunulması Allah’ın bir lütfudur. Allah’ın şefkatinin, merhametinin
bir ölçüsüdür de. Bunları keşfedin ve hakka yönelin mesajı verilmektedir.
Belki de bunun için Kur’an-ı Kerim’de “Allah tuzak kuranların en hayırlısıdır”3, “Bütün tuzaklar Allah’a aittir,”4 “Allah’ın tuzağı daha süratlidir”5 ve “melekler onların tuzaklarını yazmaktadır”5 denmektedir.
ZALİMLER İNSANLARA TUZAK KURARLAR
Kur’an-ı Kerim
bu konuda bir noktaya daha dikkatimizi çekmektedir. Kafirler, müşrikler,
zalimler, müminlere insanlara daima tuzak kurarlar.6 İşte meleklerin yazdığı tuzaklar bu tuzaklardır. Allah, müminleri
bu tuzaklara karşı hem uyarmakta, hem de korumaktadır. Müminlere kurulan
tuzakların bozulacağı,7 müminlere
tuzak kuranlara azabın var olduğu,8
bu tuzaklardan müminleri Allah’ın koruyacağı9 açık bir şekilde Kur’an’da anlatılmaktadır.
Bolluk ve refah
zamanlarında insanlar genelde azar. Allah’ın kendilerine yüklediği görevleri
görmezlikten gelirler. Allah’a ve onun yolunda gidenlere karşı savaş açarlar,
tuzak kurmaya kalkarlar. Bu, genelde, bir alışkanlıktır ve tarih boyu izlenen
bir yoldur da:
“İnsanlara,
şiddetli bir sıkıntı dokunduktan sonra, bir rahmet dokundurduğumuzda,
ayetlerimiz konusunda hileli bir düzen/tuzak kurmak onlar için kötü bir
alışkanlıktır. Deki: Düzen kurmada Allah daha hızlıdır. Şüphesiz, bizim
elçilerimiz, sizin geliştirmekte olduğunuz tuzakları, düzenleri
yazmaktadırlar.” (10 Yunus, 21)
Yunus 21’de
insanın Allah’ın ayetleri konusunda tuzak kurma alışkanlığında oluşu
belirtildikten sonra, Yunus 22, 23 ve Yunus 24’te “çılgın rüzgar,” “korkunç
dalgalar”, “kökünden biçilme” gibi doğa olaylarına atıfta bulunması, insan
davranışı ile bu olaylar arasında uyarım ve cezalandırma gibi bir ilişki
olduğuna dair görüşümüzü teyid etmektedir.
“Sıkıntıyı
giderdikten sonra tuzak kurma alışkanlığına,” bugün tüm müstazaflar/ezilenler
dikkat etmelidir. Gölcük merkezli Marmara depreminin sıkıntıları azaldıktan
sonra sistemin, girişeceği komplolara, tuzaklara ve düzenlemelere karşı tüm
mazlumlar teyakkuz halinde olmalıdır.Depremden sonraki Türkiye, hiçbir zaman
deprem öncesi Türkiye olmayacaktır. Ama bu zalimlerin zulmünün son bulacağı
anlamına gelmez; mazlumların haklarına sahip çıkarak haklarını arayacağı, sivil
insiyatifin çok daha etkili olacağı anlamına gelir. Birlik, beraberlik,
kardeşlik nutuklarının sıklaştırıldığı bir dönemde, meslek liselerine reva
görülen davranış, başörtülü öğrencilere üniversite kapılarında yapılan muamele
ortadadır. “Mezarda emeklilik,” emeklilik yaşını önceden bizzat indirenlerce
yürürlüğe sokulmaktadır. Onun için “tuzak kurma alışkanlığına” her zamankinden
daha çok dikkat edilmelidir bugünlerde.
Eğer bu ülkenin
tüm mazlumları, müstazafları, ezilmişleri, öteki dünyada zulmedenler statüsünde
olmak istemiyorlarsa, yer altından gelen mesaja kulak vermeli, seslerini yükseltmeli
ve dik durmayı öğrenmelidirler. Haklarına sahip çıkmalıdırlar. Oyunu, tuzakları
bozmalıdırlar. Yalnızca yakınmanın bir anlamı yoktur ve kurtarıcı da değildir:
“Sen o
zulmetmekte olanları, Rableri huzurunda tutuklanmış olarak bir görsen; sözü
(suçlamaları) birbirlerine karşı yöneltirler. Za’fa uğratılanlar
(müstaz’aflar), büyüklük taslayanlara (müstekbir) derler ki: Eğer sizler olmasaydınız, gerçekten bizler
mümin kimseler olurduk.
Mütsekbirler,
müstaz’aflara dediler ki: Size hidayet gelmiş bulunduktan sonra, sizi biz mi
ondan alıkoyduk? Hayır, siz zaten suçlu günahkârlardınız.”
Müstaz’aflarda müstekbirlere: “Hayır, siz gece gündüz hileli düzenler, tuzaklar kurup Allah’ı inkar etmemizi ve O’na eşler koşmamızı bize emrediyordunuz” dediler. Azabı gördüklerinde de pişmanlıklarını saklarlar. Biz de o küfredenlerin boyunlarına halkalar geçirdik. Onlar, yapmakta olduklarından başkalarıyla mı cezalandırılacaklardı? (34 Sebe 31-33)
ALLAH TUZAKLARI BOZACAKTIR
Yukarıdaki ayetlerde,
müstekbirler zulmü icra ettikleri, müstazaflar da zülme karşı çıkmadıkları için
zulmedenler sınıfına girmişlerdir. Demek ki zulmü icra etmemek yeterli
değildir, aynı zamanda zulme karşı çıkılmalıdır.
12 yaşından
küçüklere Kur’an-ı Kerim’in öğretilmesini kanun yaparak engelleyenler
zulmetmişlerdir.Halk buna karşı sesini çıkarmayarak bu zulme iştirak etmiştir.
Genelde fakir halkın çocuklarının gittiği meslek liselerinin üniversitelere
girmesini engelleyenler fırsat eşitliğini yok ederek zulmetmişlerdir. Halk
buna seyirci kalarak zulme iştirak
etmiştir. Başörtülü öğrencileri üniversitelere kaydetmeyenler, almayanlar
zulmetmişlerdir, müstaz’aflar sessiz kalarak zulme iştirak etmiştir.
Zulmedenler sınıfına girenlerin akıbetleri de Sebe 33’de güzel bir şekilde
tasvir edilmektedir.
Onun için
ezilenlerin birinci derecede yapmaları gereken şey, üzerlerindeki korkuyu
atmalarıdır. İkinci derecede de dik
durmayı öğrenmeleridir. Bu ülkenin gerçek sahiplerinin kendileri olduğu
bilincine varmalarıdır.
Herkesin bilmesi
gereken ise, zalimlerin zulmünün ebedi olmadığı, kurdukları tuzakların bizzat
Allah tarafından kendi başlarına geçirileceğidir; ansızın, hiç beklemedikleri bir anda, beklemedikleri
bir yerden:
“Kötülükleri
yapmak için tuzak kuranlar, Allah’ın
kendilerini yere geçirmeyeceğinden, yahut hiç fark edemeyecekleri bir
yerden azabın kendilerine gelmeyeceğinden emin mi oldular?
Yahut dönüp
dolaşmaları sırasında kendilerini yakalamayacağından... Onlar buna engel de
olmazlar.
Yoksa
kendilerini korkuta; korkuta sindire, sindire yakalamayacağından emin
midirler?” (16 Nahl 45-47)
Burada da yere geçirme ifadesi kullanılarak “uyarı
ve cezalandırma merkezlerine” dikkat çekiliyor. Bu merkezlerin harekete
geçirilmesi ile insan davranışları arasında sıkı bir ilişki kuruluyor. Demek
ki, Allah arza yerleştirdiği “uyarı ve cezalandırma merkezleri” ile insanları uyarırken,
müminleri ve müstaz’afları da koruyor.
Kur’an-ı
Kerim’in genel kurgusu içerisinde, hak arama mücadelesine tuzak kurma,
zalimlerin bir özelliği olarak ortaya konmaktadır. Bu tuzakların ise bizzat
Allah tarafından bozulacağı açıkça ifade edilmektedir. Bu, ilahi bir sünnet
olarak nitelendirilmektedir:
“Yeryüzünde
kibirlendiler ve kötülük tezgahladılar. Oysa hileli düzen, kendi sahibinden
başkasını sarıp kuşatmaz. Öncekilerin başına gelenlerden (sünnetinden)
başkasını mı bekliyorlar? Allah’ın yol ve yasasında (sünnetinde) kesinlikle bir
değişiklik bulamazsın. Allah’ın
sünnetinde kesinlikle bir dönşüm bulamazsın.
Yeryüzünde gezip
dolaşmıyorlar mı ki, böylelikle kendilerinden öncekilerin nasıl bir sona
uğradıklarını görsünler; üstelik onlar, kuvvet bakımından kendilerinden daha da
şiddetliydiler.” (35 Fatır 43-44)
Tuzak kuranlar,
daha şiddetli ve kahredici bir tuzağa düşürüleceklerdir. Bu ilahi bir sünnet olarak insanlığın
başlangıcından bugüne kadar gelmiş temel bir yasadır.Bu yasada, hiçbir değişim
ve dönüşüm söz konusu değildir. Bunun için tarihe, geçmiş toplumlara bakmak
yeterlidir.
İnsan fıtratına
aykırı, Allah’ın insana vaz ettiği yasalara aykırı, hiçbir sistem, hiçbir yapı,
varlığını devam ettirememiş, yıkılıp gitmiştir. Kendi kazdıkları kuyuya
düşmüşlerdir. Kuşatan Firavun’un, sular tarafından kuşatılması gibi. Roma,
Osmanlı, Sovyet İmparatorlukları’nın çökmesi gibi. En görkemli çağlarında kibre
ve sefahate dalan birçok imparatorluğun helak olup gitmeleri gibi.
Kendi güç ve
kuvvetini abartarak Allah’ın güç ve kuvvetini hiçe sayanlar, yeryüzünde kadir-i
mutlak olarak kendilerini görüp, gerçek kadir-i mutlak olan Allah’ın kadrini
gerektiği gibi takdir edemeyenler, kurdukları hileli düzenlerin, tuzakların
enkazı altında kalacaklardır. Çünkü;
“Siz, kendi
nefislerine zulmedenlerin yerleştikleri yerlerde yerleştiniz. Onlara ne yaptığımız size açıklanmıştı ve örnekler de
vermiştik.
Gerçek şu ki, onlar hileli düzenler kurdular. Oysa onların düzenleri, dağları yerinden oynatacak da olsa, Allah katında onlara hazırlanmış bir düzen vardır.” (14 İbrahim, 45-46)
İNSANLAR UYARILMIŞ SİSTEM CEZALANDIRILMIŞTIR
Gölcük merkezli
Marmara depreminin oluş şekli ve geride bıraktığı ibret verici, ders verici
sahneler, oluşumlar üzerinde iyice düşünülmelidir. Tekrar ve tekrar
düşünülmelidir. Yeraltından gelen mesaj anlaşılmaya çalışılmalıdır. Herkesin
kendine özgü ve bizzat kendi için çıkarması gereken dersler vardır. Mevcut
sistemi yönetenler de kendi murakabelerini yapmalı ve bu sistemin çöktüğünü
açıkça görmelidirler.
Gölcük merkezli
Marmara depreminde insanlar uyarılmış, sistem cezalandırılmıştır. Ölüm Allah’a
inanan her fert için son değil, bir başka dünyaya, öteki dünyaya bir geçiştir.
Buna inanmayanlar için ölüm bir helak, inananlar için de bir seyahattir,
Allah’a bir rücûdur.
Kuzey Anadolu
fay hattı olarak bilinen gerek ulusal ve gerekse uluslararası bilim adamlarının
yıllarca dikkat çektiği bu fay üzerinde değişik zamanlarda depremlerin
vukubulması ile Allah’ın bizzat uyardığı bir bölgede böyle bir yapılaşmayı
teşvik ve tahrik edenler asıl suçlu değil midirler? Oy hırsızlığı için 4
boyutlu (mekan ve zaman) bir tahribatı yapılanlar, gerçek suçlu değillermiş?
Toprağın, suyun, havanın ve gelecek nesillerin haklarına böyle bir imar planı
ile tecavüz etmediler mi?
Bu sistem
yalancı, dolancı ve hırsız üretiyor. Hırsızlığa insanları teşvik ediyor.
İnsanların iştahlarını tahrik ediyor. Herşeyin ölçüsünü para ve güce
indirgeyerek sosyal dayanışmayı bozuyor. İnsanların zihnini ve davranışlarını
kirletiyor. Dengelerini bozuyor. Suçu teşvik ediyor. Sürekli suç ve suçlu
üretiyor. Bu çirkin yüzünü gizlemek için de sürekli komplo kuruyor, tuzak
kuruyor.
Gölcük merkezli
Marmara Depremi’nin tahribatının asıl sorumlusu sistemdir. Hiçbir kural ve
standart tanımayan bizzat sistemin kendisi suçludur. Bir kaç müteahhidi günah
keçisi yaparak bu suçtan kendisini sıyıramaz, kendisini aklayamaz. Bu ülkenin
insanları bu noktayı hiç unutmamalıdırlar. Bunun üzerine bir tartışma
başlatılmalı, Türkiye yeniden yapılanmalıdır.
Susurluk’la
beraber sistemin, karanlık ve çeteleşmiş yüzü; Marmara depremi ile de sistemin
hantal, acımasız, merhametsiz yüzü ortaya çıkmıştır. Sistemin aczi teşhir
edilmiştir. Yalan, talan, riya ve aldatma üzerine inşa edildiği, oy avcılığı temeline dayalı
olduğu anlaşılmıştır.Halkı düşünmediği ve halkın dayanışmasını istemediği
gözlenmiştir. Halkın yardımına koşan insanları düşman ilan ederek tepeden
inmeci, karalayıcı, tehditci, komplocu, cuntacı ve çeteci İttihat Terakki
mantık ve anlayışından bir türlü kopamadığını göstermiştir.
Artık bu ülke
insanları, bundan böyle çetelerle, cuntalarla korkutulamayacaklardır. Ne sivil,
ne askeri cuntalar, ne de zorbalaşan ve çeteleşen partiler bu uyanışı
durduramayacaklardır. Her türlü şımarmaya, kibre, azgınlığa, çeteleşme ve
cuntalaşmaya verilen bir ders vardır bu depremde. Ya çeteler ve cuntalar bu
depremden gerekli dersi çıkaracak ve Türkiye halkı ile barışıp yeniden
yapılanacak; ya da
“ O kentte, hep
bozgun çıkarıp barışa hiç yanaşmayan dokuz çete vardı.
Kendi aralarında
Allah adına and içerek, dediler ki: “Gece mutlaka ona ve ailesine bir baskın
düzenleyelim, sonra velisine: Ailesinin yok oluşuna biz şahid olmadık ve
gerçekten bizler doğruyu söyleyenleriz, diyelim.” Onlar, hileli bir düzen
kurdu, biz de onların hilesine karşı -onlar şuuruna varmaksızın- bir düzen
kurduk. Artık sen, onların kurdukları hileli düzenin uğradığı sona bir bak; biz
onları ve topluluklarını topluca yerle bir ettik.
İşte,
zulmetmeleri dolayısıyla enkaza dönüşmüş ıpıssız evleri. Hiç şüphe yok bundan,
ilmi kullanan bir topluluk için kesin bir ibret vardır.
İman edenleri ve
korkup sakınanları da kurtardık.” (27 Neml 48-53)
Yeraltından
gelen mesajlardan biri de budur.
(Devam Edecek)
KAYNAKLAR
1- Büyük
Larousse sözlük ve ansiklopedisi, Interpress Basın Yayın, İstanbul, 1986. c.
14, s. 7453.
2- age, c. 22,
s. 11371.
3- 3 Âl-i İmran
54, 8 Enfal, 30.
4- 13 Rad, 42.
5- 10 Yunus, 21.
6- 8 Enfal 30;
35 Fatır, 43-44; 52 Tur, 42; 11 Hud, 55; 7 Araf, 195; 21 Enbiya, 70; 37 Saffat,
98.
7- 35 Fatır, 10;
40 Müminun, 25-36-37)
8- 35 Fatır, 10.
9- 40 Müminun,
45.