1 Ekim 1999 Cuma

Yer Altından Gelen Mesajlar-II: İNSANLAR UYARILMIŞ SİSTEM CEZALANDIRILMIŞTIR

 (Umran Dergisi)

“Eğer Hak, onların hevalarına uyacak olsaydı, hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herşey, herkes bozulmaya  uğrardı...” (23 Müminun, 71)

 

Geçen sayıda deprem olgusunu incelerken kâinatın yaratılış amacını, insanın yaratılış amacını, kâinatın belli bir kadere göre insana gerçeği göstermek için yaratıldığını ve göklerle yerin insanın emrine verildiğini incelemiştik. Ayrıca insanda birbirine zıt istikamette etkili olan iki yapı olduğunu, bu zıt kuvvetlerin bileşke kuvvetine göre insanın hareket ettiğini; olumsuz kuvvetlerin baskın olması durumunda fert ve toplumun azacağını tartışmıştık.

DOĞA OLAYLARINI OKUYABİLMEK

Azan, çıldıran, kibirlenen ve insanlıktan çıkan toplumları, Allah’ın Peygamberler göndererek uyardığını; uyarı karşısında azan toplumların önde gelen mütref ve âlî’lerinin (yönetici kadro ve zenginlerinin) tavır koyarak kavgayı başlattıklarını, ileri gittiklerinde de bugün için doğal afet denilen bir mekanizma ile cezalandırıldığı veya helak edildiğini bilmekteyiz.

Genelde insanların, özelde bilim adamlarının doğa olayları veya doğal afet dedikleri oluşumlar müminler açısından  boş ve amaçsız olarak vukubulan ve yok olan olaylar değildir. Mesajlarla doludur ve insana bir şeyler anlatmaktadır. Kâinatın  kendi oluşum ve gelişimine de bir şeyler katmaktadır. (Bu ilgili bilim dallarının özel alanına girdiği için bu yazının kapsamı dışında bırakılmıştır).

Duhan Suresinin 39. ayetinde ...“Göklerle yeri sadece gerçeği göstermek için yarattık. Ama onların çoğu bilmiyorlar.” denmektedir. Ayette geçen “gerçeği gösterme” ve “bilmeme” üzerinde durulması gereken iki anahtar kelimedir. Allah; insanının gerçeği görebilmesi için hayat, kâinat, bizzat kendi ve geçmiş medeniyetlerin akibetleri üzerinde insanı tefekkür, tedebbür ve tezekkür etmeye davet etmektedir.

Böylesi  bir gözleme, inceleme sürecinde herkesin, konumuna uygun dersler çıkarabileceği bir gerçektir. En büyük dersi çıkarabilecek olan bilim adamları ve düşünürlerdir. Gerçeği görmeyen, göremeyen veya bilemeyen insanlara, bildirecek olanlar da bunlardır.

Kâinat ve onun içindekilerin bir kadere (kanuniyete, ilâhî programa) göre yaratılmasında, saklı  bulunan kanuniyetlerin keşf edilmesinde, kâniatta saklı güçlerin ortaya çıkarılmasında ve insanlar tarafından görülüp algılanmasında, genelde,  iki ana hedef vardır: Birincisi Allah’ın varlığının, birliğinin görülmesi; ikincisi de yegane gerçek güç, kuvvet ve kudret sahibinin Alemlerin Rabbi Allah olduğunun anlaşılıp ona teslim olunmasıdır.

İnsan açısından bakıldığında felaket, afet diye görülen olaylar, kâinat ve iki dünya gerçeği açısından bakıldığında normaldir, belki de elzemdir. Mazlumların ezildiği, müstekbirlerin gemi azıya alıp çılgın güç gösterisinde bulunduğu dönemlerde, nesillerin korunması için, öteki dünyaya dönük bir uyarının yapılması ve insana konumunun bildirilmesi adalet açısından gereklidir, zorunludur. Doğayı ve doğadaki olayları genel yaratılış felsefesinden bağımsız düşünmek bizi yanıltıcı sonuçlara ulaştırabilir. Yalnızca oluşumun şekline yoğunlaşıp, oluşumdan çıkarılacak derslere dikkat etmeme gibi bir yanılgıya bizi götürebilir.

Kâinatın ve kâinattaki bize göre normal veya anormal olayların tabi olduğu kanuniyetleri keşfetmek, formüle etmek önemlidir; ancak bunun kadar, hatta daha da önemli olan, bu kanuniyetlerin arkasındaki gücü ve güç sahibini görerek yegâne güç sahibinin emrettiği yaşam felsefesini benimseme ve onu hayata geçirmedir. Onun için görevimiz, var olanı algılayıp formüle etmenin ötesinde, varolanın verdiği mesajı iyi okuyup ona göre davranmak da olmalıdır.

Göklerle yerin insanın emrine verilmesi, onun yararlanmasına sunulması ile göklerde ve yerde, bizim bakış açımızdan, olağan dışı gözüken ve insanı mağdur eder gibi olaylar arasında bir zıtlık olduğu var sayılabilir. Gökte ve yerde var olan ve geçen sayıda zikrettiğimiz yeme, içme, barınma, gezme gibi pekçok nimet insanın emrine sunulmuştur. Bunlar kadar son derece hayati olan bir nokta da, insanın güç ve kuvvet olarak kainat içindeki konumunun belirlenmesidir. Bu da Allah’ın diğerleri kadar önemli bir nimetidir. Konumunu bilerek mütevazileşen bir insan... Haddini bilerek azgınlık ve çılgınlık isteklerine karşı çıkan bir insan... Gününüz dünyasının gerçekte en temel sorunu da budur. İşte biz doğa olaylarını bu açıdan incelemek istiyoruz.

SÜPER DENGE, SÜPER KONTROL

İnsanın konumu ile ilgili olarak Kur’an-ı Kerim’de Mülk sûresinde gerekli bilgileri bulabilmekteyiz. Mülk sûresi “mülk ve yönetim elinde bulunan Allah’ın yüceliğini ve herşeye kadir” olduğunu ifade ederek başlamaktadır. 2. âyette ise “ölümün ve hayatın yaratılmasının, insanların davranışlarını belirleme, ortaya çıkarma amacı ile yapıldığı” belirtiliyor. 3. 4. ve 5. ayetlerde ise “göklerde ve yerdeki uyuma, düzene” dikkatimiz çekiliyor. 14. âyette ise “... Allah yarattığı kimseyi bilmez mi? O Latif’tir. (Bilgisi herşeyin inceliklerini kuşatan). O Habir’dir. (Herşeyden haberdar olan)” denerek yarattığı varlığı en iyi bilenin kendisi olduğu, herşeyden haberdar olduğu ve bilgisinin herşeyi kuşattığına” dikkatlerimiz çekiliyor. Mülk/14’ü,

“Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne vesveseler vermekte olduğunu biliriz. Biz ona şah damarından daha yakınız.” (50 Kaf 16)

“... O, sizi daha iyi bilendir...” (53 Necm 32)

ayetleri ile beraber düşündüğümüzde hem Kur’an-ı Kerim’de insana dönük yapılan bazı sert ikazların manasını, hem de bu ikazları kuvvetlendirecek doğa olaylarındaki mesajların hedefini daha iyi anlarız:

“O, sizin için yeryüzüne boyun eğdirendir. Şu halde onun omuzlarında yürüyün ve O’nun rızkından yiyin. Sonunda gidiş O’nadır.

O göktekinin, sizi yere batırmayacağından emin misiniz? O zaman yer aniden  çalkalanmaya başlar.

O göktekinin üzerine taş yağdıran bir rüzgâr göndermeyeceğinden emin misiniz? Siz o takdirde benim uyarmam nasılmış bilip- öğreneceksiniz.

Andolsun, onlardan öncekiler de yalanlamışlardı. Ama nasıl olmuştu benim azabım?” (67 Mülk, 15-18)

15. âyette yeryüzünün sahip olduğu büyük güç ve enerjinin Allah tarafından insanın hizmetine sunulacak şekilde zaptu rapt altına alındığına dikkat edilmelidir. Burada “boyun eğdirme” veya “emre âmâde kılma” ifadesinin kulanılması ile yeryüzünde var olan iç potansiyelin  normalde insanı yok edecek bir tarzda olduğudur. Yeryüzünü bugünkü şekliyle devam ettiren kuvvetler arasında insan için bir denge var kılınmıştır. Boyun eğdirme ile bu denge, insanın yararlanabileceği bir şekilde sağlanmıştır. Düzeni sağlayıcı kuvvetlerle, düzeni bozucu kuvvetler arasında bir denge sözkonusudur.

Hacc sûresi 65. ayetinde de Allah’ın yerdeki ve denizdekileri insanın hizmetine verdiği ifade edildikten sonra, “...O’nun izni olmaksızın yerkürenin üstüne düşmemesi için göğü O tutuyor. Allah insanlara karşı şefkâtlidir, çok merhametlidir” (22 Hacc 65) denerek yerle gök arasındaki dengedeki esrara dikkatimiz çekilirken, bunun insan için yapıldığına da vurgu yapılmaktadır. Hitap, doğrudan doğruya insana ve insana verilen nimetleredir. Bu nimetlerin, büyük bir süper dengeyi sağlayan bir kanuniyetin sonucu oluştuğu üzerinde insan, tefekküre, tedebbüre ve tezekküre davet edilmektedir.

Kendisine verilen “saymakla bitiremeyeceği nimetler” karşısında insan, Allah’ın kendisinden istediklerini yerine getirip getirmeme konusunda kendini sorgulamalıdır. Azan, müstağnileşen, çıldırıcı refahın peşinde koşan insanın veya sistemlerin böyle bir tefekkürü veya sorgulamayı yapması çok zor gibi görünmektedir. İşte o zaman kainatta bir başka mekanizma, haddini bildirme mekanizması harekete geçirilmektedir. Mülk 16. ve 17. ayetlerde geçen “O göktekinin sizi yere batırmayacağından” veya “üzerinize taş yağdıran  bir rüzgar göndermeyeceğinden emin misiniz” ifadeleri, insana haddini ve aczini bildirmeye dönüktür. Bu bir uyarı sürecidir. 17. ayette buna özel vurgu yapılmaktadır. Burada dikkatimizi çeken nokta, uyarının gereken etkiyi yapabilmesi için ani ve şiddetli bir şok şeklinde olduğudur. “O zaman yer aniden çalkalanmaya başlar” denmekle, oluşum zamanının gizli ve şok yapacak şekilde olacağına işaret ediliyor.

Aya giden, Marsa uydu gönderen, uzayın derinliklerinden bilgi alabilen insanın, yerin 18-20 km. aşağısında yeryüzünün bir bölgesini yerle bir edecek bir çalkalanmayı önceden algılayamaması ilginç ve düşündürücü değil midir?

UYARI VE CEZA SÜRECİ

Kur’an-ı Kerim’de  “zorlu, şiddetli, dayanılmaz ve aniden gelen azap” anlamındaki “Be’s” kelimesi hem uyarı, hem de ceza süreçlerini içermektedir. Uyarı ve ceza süreçlerindeki fark, gelen azabın şiddeti, dayanılmazlığı ve zorluğundaki farklılıklardır. Yıkım gücü değişmektedir; ama değişmeyen ortak özelliği ise aniden olması, şok etkisi  yapması ve zamanının bilinmemesidir. Herşey saniyeler içinde bitmekte, şehirler yok olmaktadır. İnsanları korkutan ve ürküten, yıkımın şiddetiyle zamanın bilinmezliğidir. Pratikte 45 saniye, insan yaşamında hiçbir şeydir. Ancak  bir uyarı sürecinde ise 45 gün, 45 yıl, hatta 45 asır gibidir. İşte izafiyet teorisinin en güzel ve en canlı bir şekilde uygulandığı andır bu. Umulur ki insan ve özellikle bilim adamları bundan ders alır.

Nitekim Mülk sûresinin 18. âyetinde azan, baş kaldıran, mustağnileşen sistem ve toplumların akibetleri üzerinde düşünmemiz, tefekkür etmemiz istenmektedir. İnsanın ulaştığı bilim ve teknolojinin gücü ne olursa olsun, kendini Allah’ın uyarı ve azabından güvende hissetmemesi anlayışına ulaşmalıdır. İnsanı mütevazileştirecek olan ve insanı yaratılış amacına uygun hareket ettirecek olan bu güven ve güvensizlik arasındaki ince çizgidir.

“O ülkeler halkı, geceleri uyurken, onlara zorlu azabımızın gelmeyeceğinden güvende miydiler?

Ya da o ülkeler halkı, kuşluk vakti eğlenceye dalmışken, onlara zorlu azabımızın gelmeyeceğinden güvende miydiler? Veya onlar, Allah’ın tuzağından güvende mi idiler? Hüsrana uğrayan topluluktan başkası Allah’ın tuzağından emin olamaz.

Tüm bu olanlar, eski sahiplerinden sonra yeryüzüne mirasçı olanlara şunu göstermedi mi? Dilersek onları günahları yüzünden belaya çarptırırız, kalpleri üzerine mühür basarız da artık söz dinleyemez olurlar.” (7 Araf 97-100)

Bunlardan çıkan sonuç, uyarı ve ceza süreçlerinin aynı zamanda tarihsel bir olgu olduğudur. İlahi bir sünnet olarak benzer yaşam ve davranış biçimi, benzer uyarı ve ceza ile karşılanmaktadır. Bunun için de Araf 100’de “mirasçıların” dikkati çekilmektedir.

TUZAKLAR, YA DA UYARI/CEZA MERKEZLERİ

Araf 99’da üzerinde durulması gereken önemli bir nokta da “Allah’ın Tuzağı” kavramıdır. Allah tuzak kavramı ile neyi kastetmektedir veya nereye dikkatimizi çekmektedir?

Tuzak, genel olarak, hedef alınan muhatabı, bir davranışa sevk etmek, onu ikna etmek, onu yakalamak, onu imha etmek ya da onun gerçek yüzünü teşhir etmek için muhatabın rahatlıkla göremediği, farkına varamadığı, görünüşte normal olan, güven veren tutum, davranış veya mekanizmalardır.

Araf 99’da “Onlar Allah’ın tuzağından güvende miydiler?” sorusu sorulduktan sonra “Hüsrana uğrayan topluluktan başkası Allah’ın tuzağından emin olamaz” denmesi ile, insan davranışı ve yaşam tarzı ile tuzak arasında bir ilişkinin olduğu ortaya konulmaktadır.

Herşeyi bir ölçü ve kanuniyete tabi kılan Allah, yarattığı insanın belirli aralıklarla uyarılıp korkutulması, tefekküre sevk edilmesi, zaman zaman cezalandırılması gerektiğini en iyi bilen olarak, bir yol gösterici olarak, doğaya, bir kanuniyete tabi bir çok tuzak merkezleri yerleştirmiş olmalıdır.

 İlahi mesajı unutup, onun gerektirdiği yaşam tarzına uymayanlar veya kalplerinde hastalık bulunanlar, Allah’ın emri ile bu merkezler aracılığıyla uyarılmakta, cezalandırılmakta veya azap ile helak edilmektedir. Dolayısıyla bu merkezler, salt ceza ve imha merkezleri olmayıp, toplumun sapıklığa düşmemesi, müstağnileşmemesi, azmaması için Allah’ın lütfettiği uyarı merkezleridir de. Allah bu yapılar, kanuniyetler aracılığı ile gerçek güç ve kuvvet sahibi olduğunu insanlığa göstererek, onları mütevazi olmaya, kul olmaya davet ediyor. Dolayısıyla bu tuzaklar, Allah’ın gökler ile yere, insanları uyaran yada azan toplumlara, sistemlere haddini bildiren, bildirecek olan bir vahyidir, bir kanuniyetidir.

Allah herşeyi bir ölçü ve bir kadere göre yaratarak, göklerle yeri insanın hizmetine sokarak, en güzel şekilde yaşayacağı bir dünyayı insan için inşa etmiştir:

“O, gökleri dayanak olmaksızın yaratmıştır, bunu görmektesiniz. Arz da sizi sarsıntıya uğratır diye sarsılmaz dağlar bıraktı...” (31 Lokman 10)

Bir taraftan, yerin insanı sarsıntıya uğratmaması için bir denge ve güvenlik unsuru olarak dağlar, arza çakılmıştır, denirken; diğer taraftan,

“Dağları da görürsün de, onları donmuş sanırsın; oysa onlar bulutların sürüklenmesi gibi sürüklenirler. Herşeyi sapasağlam ve yerli yerinde yapan Allah’ın sanatıdır bu. Hiç şüphe yok O, işlemekte olduklarınızdan haberi olandır” (27 Neml 88)

dağların bulutlar gibi sürüklendiği ve yüzdüğü ifade edilmektedir. Bunun da, “sapasağlam ve yerli yerinde gerekli bir sanat olduğu” söylendikten sonra, insan eylemleri ile doğadaki oluşumlar arasında  “O işlemekte olduklarınızdan haberi olandır” diyerek bir ilişki olduğuna işaret ediliyor. Kâinatın genel nizamı, ekolojik denge için, azgınların şerrinden kainatı ve insanlığı korumak için herşey, iki dünya gerçeğine göre hazırlanmış bir program dahilinde yerli yerinde ve sapasağlam olarak yapılmıştır, yapılmaktadır. Aslen bu daha önce ifade ettiğimiz bir süper denge, bir süper kontrol demektir.

Bu açıdan baktığmızda kâinat, zıtların birlikteliği ile donatılmış, yeri ve zamanı geldiği zaman ferdin lehine veya aleyhine, fakat insanlığın lehine olarak süper kontrol ve denge için ilgili mekanizma harekete geçirilmektedir:

“Dönüşlü olan göğe andolsun, yarıklı olan yere de, ki o, tam bir biçimde ayırd eden bir sözdür, o bir şaka da değildir. Doğrusu onlar, habire tuzak kuruyorlar/oyun çeviriyorlar; Ben de tuzak kuruyorum. O halde o küfre  batmışlara mühlet ver, süre tanı onlara birazcık.” (86 Tarık, 11-17)

Allah, “dönüşlü olan gök” ile “yarıklı olan yere” yemin ederek bunlardaki sırra, esrara, büyüklüğe dikkatimizi çekiyor.Yemin, olaydaki muhteşemliğe bir vurgudur. Konumuz açısından bu esrarı ve muhteşemliği biraz açalım.

Bugün yerkürede, levha tektoniği  denilen taşküresel levhalar bulunmaktadır. Levha tektoniğine göre bugün yerkürede Avrasya, Afrika, Amerika Antartika, Hindistan ve Büyük Okyanus levhaları olmak üzere 6 ana levha vardır. Bu ana levhalardan başka Adriya, Ege, Arabistan, Karayib gibi belli sayıda da mikro levha bulunmaktadır. Kıtalar bu taşküre levhalar tarafından sürüklenmektedir. Dağlar da levha sınırlarında oluşmaktadır. Çeşitli sıradağ tipleri ile çeşitli levha sınırları vardır. Makro ve mikro levhaların sürüklenme esnasında birbirlerinin sınırlarına tecavüz etmesi, deprem, yer sarsıntısı, zelzele dediğimiz olaya neden olmaktadır.1,2

Allah, dağların hem denge unsuru olması ile birlikte sürüklenmesine, hem de yerin yarıklı, fay hatları ile dolu oluşuna yemin ederek dikkatimizi çekerken, gerçekte tehlikelere karşı da bizi uyarmış olmaktadır. Aynı zamanda yegane güç ve kuvvet sahibinin kendisi olduğunu, insanın acz içerisinde bulunduğunu da ifade etmiş olmaktadır. Böylesi bir yapı üzerinde tefekkür ederek Allah’ın varlığı ve birliğine ulaşılıp teslim olunması gerekirliği ortaya konmaktadır.

“Dönüşümlü gök ve yarıklı yer” ile tuzak kuranların bir arada ifade ediliyor olması insan davranışları ile doğa olayları arasında bir ilişkinin varlığını ortaya koymaktadır. Çünkü Allah doğadaki bir güce, sonra tuzak kuranlara, sonra da kendisinin bir tuzak kurduğuna dikkatlerimizi çekiyor. Bu üç şeyin birlikte zikredilmesi rastgele ve tesadüfi değildir.Doğa olayları ile tuzak arasında “ayırd edici sözün şaka olmadığının” yer almış olması iddiaya daha da haklılık kazandırmaktadır.

Ayrıca Kur’an-ı Kerim’de ismi geçen geçmiş bazı kavimlerin yer ve gökteki bazı hareketlerle helâk edilmesinde de aynı ilişkinin varlığını görmekteyiz: Fir’avn ve askerlerinin suda boğulması ve herşeylerinin yerle bir edilmesi (7 Araf 136-137), Nuh kavminin tufanla yok edilmesi (7 Araf, 59-64), Lut kavminin yerin dibine geçirilmesi üzerlerine azap sağanağı gönderilmesi, korkunç bir çığlıkla yakalanmaları, üzerlerine işaretlenmiş taş yağdırılması, (7 Araf, 84; 11 Hud, 82; 15 Hicr, 73-74) Sebe kavmine Arim Seli gönderilmesi (34 Sebe, 16-19); Fil Ashabı’na  kuşlar aracılığıyla taş atılması (105 Fil 1-5).. Antakya halkının çığlıkla yakalanması (36 Yasin, 29), Şuayb kavminin dayanılmaz bir sansıntı, dayanılmaz bir sesle yok edilmesi (7 Araf 91; 11 Hud, 94) Semud kavminin dayanılmaz bir sarsıntı, bir sesle helaki (7Araf, 67-78); 15 Hicr, 83), Hud kavminin kulakları patlatan bir kasırga, dayanılmaz bir sesle yok edilmeleri (23 Muminun, 41; 41 Fussilet, 16), doğa olayı dediğimiz olaylarla insan tutum, davranış ve yaşam tarzı arasında bir ilişkinin olduğunu ortaya koymaktadır.

Hz. Musa’nın kavminin içinden seçip aldığı 70 kişi ile birlikte bir sarsıntıya yakalanması esnasında yaptığı dua doğa olaylarının bir uyarı ve cezalandırma mekanizması olduğuna ilişkin görüşümüzü daha da kuvvetlendirmektedir:

“... Rabbim, eğer dileseydin, onları da, beni de daha önceden helak ederdin. (Şimdi de) içimizdeki beyinsizlerin yaptıklarından dolayı bizi helak edecek misin? O da senin denemenden başkası değildir. Onunla sen dilediğini saptırır, dilediğini de hidayete eriştirirsin.Bizim velimiz sensin. Öyleyse bizi bağışla, bizi esirge; sen bağışlayanların en hayırlısısın.” (7 Araf 155)

Hz.Musa’nın duasında ayrıca bu tür olayların bir imtihan ve bir arınma süreci olduğuna işaret ediliyor.

Özet olarak Allah insanları uyarıp korkutacak, gerekirse helak edecek tuzakları göklere ve yere yerleştirmiştir. Bu tuzaklar birer uyarı ve cezalandırma merkezleridir. Allah, bu merkezleri gerektiğinde harekete geçirerek insanları ya uyarmakta, ya da cezalandırmaktadır. Bütün bunların bir kanuniyete tabi tutularak insanların dikkatine sunulması Allah’ın bir lütfudur. Allah’ın şefkatinin, merhametinin bir ölçüsüdür de. Bunları keşfedin ve hakka yönelin mesajı verilmektedir.

Belki de bunun için Kur’an-ı Kerim’de “Allah tuzak kuranların en hayırlısıdır”3, “Bütün tuzaklar Allah’a aittir,”4 “Allah’ın tuzağı daha süratlidir”5 ve “melekler onların tuzaklarını yazmaktadır”5 denmektedir.

ZALİMLER İNSANLARA TUZAK KURARLAR

Kur’an-ı Kerim bu konuda bir noktaya daha dikkatimizi çekmektedir. Kafirler, müşrikler, zalimler, müminlere insanlara daima tuzak kurarlar.6 İşte meleklerin yazdığı tuzaklar bu tuzaklardır. Allah, müminleri bu tuzaklara karşı hem uyarmakta, hem de korumaktadır. Müminlere kurulan tuzakların bozulacağı,7 müminlere tuzak kuranlara azabın var olduğu,8 bu tuzaklardan müminleri Allah’ın koruyacağı9 açık bir şekilde Kur’an’da anlatılmaktadır.

Bolluk ve refah zamanlarında insanlar genelde azar. Allah’ın kendilerine yüklediği görevleri görmezlikten gelirler. Allah’a ve onun yolunda gidenlere karşı savaş açarlar, tuzak kurmaya kalkarlar. Bu, genelde, bir alışkanlıktır ve tarih boyu izlenen bir yoldur da:

“İnsanlara, şiddetli bir sıkıntı dokunduktan sonra, bir rahmet dokundurduğumuzda, ayetlerimiz konusunda hileli bir düzen/tuzak kurmak onlar için kötü bir alışkanlıktır. Deki: Düzen kurmada Allah daha hızlıdır. Şüphesiz, bizim elçilerimiz, sizin geliştirmekte olduğunuz tuzakları, düzenleri yazmaktadırlar.” (10 Yunus, 21)

Yunus 21’de insanın Allah’ın ayetleri konusunda tuzak kurma alışkanlığında oluşu belirtildikten sonra, Yunus 22, 23 ve Yunus 24’te “çılgın rüzgar,” “korkunç dalgalar”, “kökünden biçilme” gibi doğa olaylarına atıfta bulunması, insan davranışı ile bu olaylar arasında uyarım ve cezalandırma gibi bir ilişki olduğuna dair görüşümüzü teyid etmektedir.

“Sıkıntıyı giderdikten sonra tuzak kurma alışkanlığına,” bugün tüm müstazaflar/ezilenler dikkat etmelidir. Gölcük merkezli Marmara depreminin sıkıntıları azaldıktan sonra sistemin, girişeceği komplolara, tuzaklara ve düzenlemelere karşı tüm mazlumlar teyakkuz halinde olmalıdır.Depremden sonraki Türkiye, hiçbir zaman deprem öncesi Türkiye olmayacaktır. Ama bu zalimlerin zulmünün son bulacağı anlamına gelmez; mazlumların haklarına sahip çıkarak haklarını arayacağı, sivil insiyatifin çok daha etkili olacağı anlamına gelir. Birlik, beraberlik, kardeşlik nutuklarının sıklaştırıldığı bir dönemde, meslek liselerine reva görülen davranış, başörtülü öğrencilere üniversite kapılarında yapılan muamele ortadadır. “Mezarda emeklilik,” emeklilik yaşını önceden bizzat indirenlerce yürürlüğe sokulmaktadır. Onun için “tuzak kurma alışkanlığına” her zamankinden daha çok dikkat edilmelidir bugünlerde.

Eğer bu ülkenin tüm mazlumları, müstazafları, ezilmişleri, öteki dünyada zulmedenler statüsünde olmak istemiyorlarsa, yer altından gelen mesaja kulak vermeli, seslerini yükseltmeli ve dik durmayı öğrenmelidirler. Haklarına sahip çıkmalıdırlar. Oyunu, tuzakları bozmalıdırlar. Yalnızca yakınmanın bir anlamı yoktur ve kurtarıcı da değildir:

“Sen o zulmetmekte olanları, Rableri huzurunda tutuklanmış olarak bir görsen; sözü (suçlamaları) birbirlerine karşı yöneltirler. Za’fa uğratılanlar (müstaz’aflar), büyüklük taslayanlara (müstekbir) derler ki: Eğer sizler olmasaydınız, gerçekten bizler mümin kimseler olurduk.

Mütsekbirler, müstaz’aflara dediler ki: Size hidayet gelmiş bulunduktan sonra, sizi biz mi ondan alıkoyduk? Hayır, siz zaten suçlu günahkârlardınız.”

Müstaz’aflarda müstekbirlere: “Hayır, siz gece gündüz hileli düzenler, tuzaklar kurup Allah’ı inkar etmemizi ve O’na eşler koşmamızı bize emrediyordunuz” dediler. Azabı gördüklerinde de pişmanlıklarını saklarlar. Biz de o küfredenlerin boyunlarına halkalar geçirdik. Onlar, yapmakta olduklarından başkalarıyla mı cezalandırılacaklardı? (34 Sebe 31-33)

ALLAH TUZAKLARI BOZACAKTIR

Yukarıdaki ayetlerde, müstekbirler zulmü icra ettikleri, müstazaflar da zülme karşı çıkmadıkları için zulmedenler sınıfına girmişlerdir. Demek ki zulmü icra etmemek yeterli değildir, aynı zamanda zulme karşı çıkılmalıdır.

12 yaşından küçüklere Kur’an-ı Kerim’in öğretilmesini kanun yaparak engelleyenler zulmetmişlerdir.Halk buna karşı sesini çıkarmayarak bu zulme iştirak etmiştir. Genelde fakir halkın çocuklarının gittiği meslek liselerinin üniversitelere girmesini engelleyenler fırsat eşitliğini yok ederek zulmetmişlerdir. Halk buna  seyirci kalarak zulme iştirak etmiştir. Başörtülü öğrencileri üniversitelere kaydetmeyenler, almayanlar zulmetmişlerdir, müstaz’aflar sessiz kalarak zulme iştirak etmiştir. Zulmedenler sınıfına girenlerin akıbetleri de Sebe 33’de güzel bir şekilde tasvir edilmektedir.

Onun için ezilenlerin birinci derecede yapmaları gereken şey, üzerlerindeki korkuyu atmalarıdır.  İkinci derecede de dik durmayı öğrenmeleridir. Bu ülkenin gerçek sahiplerinin kendileri olduğu bilincine varmalarıdır.

Herkesin bilmesi gereken ise, zalimlerin zulmünün ebedi olmadığı, kurdukları tuzakların bizzat Allah tarafından kendi başlarına geçirileceğidir; ansızın,  hiç beklemedikleri bir anda, beklemedikleri bir yerden:

“Kötülükleri yapmak için tuzak kuranlar, Allah’ın  kendilerini yere geçirmeyeceğinden, yahut hiç fark edemeyecekleri bir yerden azabın kendilerine gelmeyeceğinden emin mi oldular?

Yahut dönüp dolaşmaları sırasında kendilerini yakalamayacağından... Onlar buna engel de olmazlar.

Yoksa kendilerini korkuta; korkuta sindire, sindire yakalamayacağından emin midirler?” (16 Nahl 45-47)

Burada da yere geçirme ifadesi kullanılarak “uyarı ve cezalandırma merkezlerine” dikkat çekiliyor. Bu merkezlerin harekete geçirilmesi ile insan davranışları arasında sıkı bir ilişki kuruluyor. Demek ki, Allah arza yerleştirdiği “uyarı ve cezalandırma  merkezleri” ile insanları uyarırken, müminleri ve müstaz’afları da koruyor.

Kur’an-ı Kerim’in genel kurgusu içerisinde, hak arama mücadelesine tuzak kurma, zalimlerin bir özelliği olarak ortaya konmaktadır. Bu tuzakların ise bizzat Allah tarafından bozulacağı açıkça ifade edilmektedir. Bu, ilahi bir sünnet olarak nitelendirilmektedir:

“Yeryüzünde kibirlendiler ve kötülük tezgahladılar. Oysa hileli düzen, kendi sahibinden başkasını sarıp kuşatmaz. Öncekilerin başına gelenlerden (sünnetinden) başkasını mı bekliyorlar? Allah’ın yol ve yasasında (sünnetinde) kesinlikle bir değişiklik bulamazsın. Allah’ın  sünnetinde kesinlikle bir dönşüm bulamazsın.

Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı ki, böylelikle kendilerinden öncekilerin nasıl bir sona uğradıklarını görsünler; üstelik onlar, kuvvet bakımından kendilerinden daha da şiddetliydiler.” (35 Fatır 43-44)

Tuzak kuranlar, daha şiddetli ve kahredici bir tuzağa düşürüleceklerdir.  Bu ilahi bir sünnet olarak insanlığın başlangıcından bugüne kadar gelmiş temel bir yasadır.Bu yasada, hiçbir değişim ve dönüşüm söz konusu değildir. Bunun için tarihe, geçmiş toplumlara bakmak yeterlidir.

İnsan fıtratına aykırı, Allah’ın insana vaz ettiği yasalara aykırı, hiçbir sistem, hiçbir yapı, varlığını devam ettirememiş, yıkılıp gitmiştir. Kendi kazdıkları kuyuya düşmüşlerdir. Kuşatan Firavun’un, sular tarafından kuşatılması gibi. Roma, Osmanlı, Sovyet İmparatorlukları’nın çökmesi gibi. En görkemli çağlarında kibre ve sefahate dalan birçok imparatorluğun helak olup gitmeleri gibi.

Kendi güç ve kuvvetini abartarak Allah’ın güç ve kuvvetini hiçe sayanlar, yeryüzünde kadir-i mutlak olarak kendilerini görüp, gerçek kadir-i mutlak olan Allah’ın kadrini gerektiği gibi takdir edemeyenler, kurdukları hileli düzenlerin, tuzakların enkazı altında kalacaklardır. Çünkü;

“Siz, kendi nefislerine zulmedenlerin yerleştikleri yerlerde yerleştiniz. Onlara ne  yaptığımız size açıklanmıştı ve örnekler de vermiştik.

Gerçek şu ki, onlar hileli düzenler kurdular. Oysa onların düzenleri, dağları yerinden oynatacak da olsa, Allah katında onlara hazırlanmış bir düzen vardır.” (14 İbrahim, 45-46)

İNSANLAR UYARILMIŞ SİSTEM CEZALANDIRILMIŞTIR

Gölcük merkezli Marmara depreminin oluş şekli ve geride bıraktığı ibret verici, ders verici sahneler, oluşumlar üzerinde iyice düşünülmelidir. Tekrar ve tekrar düşünülmelidir. Yeraltından gelen mesaj anlaşılmaya çalışılmalıdır. Herkesin kendine özgü ve bizzat kendi için çıkarması gereken dersler vardır. Mevcut sistemi yönetenler de kendi murakabelerini yapmalı ve bu sistemin çöktüğünü açıkça görmelidirler.

Gölcük merkezli Marmara depreminde insanlar uyarılmış, sistem cezalandırılmıştır. Ölüm Allah’a inanan her fert için son değil, bir başka dünyaya, öteki dünyaya bir geçiştir. Buna inanmayanlar için ölüm bir helak, inananlar için de bir seyahattir, Allah’a bir rücûdur.

Kuzey Anadolu fay hattı olarak bilinen gerek ulusal ve gerekse uluslararası bilim adamlarının yıllarca dikkat çektiği bu fay üzerinde değişik zamanlarda depremlerin vukubulması ile Allah’ın bizzat uyardığı bir bölgede böyle bir yapılaşmayı teşvik ve tahrik edenler asıl suçlu değil midirler? Oy hırsızlığı için 4 boyutlu (mekan ve zaman) bir tahribatı yapılanlar, gerçek suçlu değillermiş? Toprağın, suyun, havanın ve gelecek nesillerin haklarına böyle bir imar planı ile tecavüz etmediler mi?

Bu sistem yalancı, dolancı ve hırsız üretiyor. Hırsızlığa insanları teşvik ediyor. İnsanların iştahlarını tahrik ediyor. Herşeyin ölçüsünü para ve güce indirgeyerek sosyal dayanışmayı bozuyor. İnsanların zihnini ve davranışlarını kirletiyor. Dengelerini bozuyor. Suçu teşvik ediyor. Sürekli suç ve suçlu üretiyor. Bu çirkin yüzünü gizlemek için de sürekli komplo kuruyor, tuzak kuruyor.

Gölcük merkezli Marmara Depremi’nin tahribatının asıl sorumlusu sistemdir. Hiçbir kural ve standart tanımayan bizzat sistemin kendisi suçludur. Bir kaç müteahhidi günah keçisi yaparak bu suçtan kendisini sıyıramaz, kendisini aklayamaz. Bu ülkenin insanları bu noktayı hiç unutmamalıdırlar. Bunun üzerine bir tartışma başlatılmalı, Türkiye yeniden yapılanmalıdır.

Susurluk’la beraber sistemin, karanlık ve çeteleşmiş yüzü; Marmara depremi ile de sistemin hantal, acımasız, merhametsiz yüzü ortaya çıkmıştır. Sistemin aczi teşhir edilmiştir. Yalan, talan, riya ve aldatma üzerine  inşa edildiği, oy avcılığı temeline dayalı olduğu anlaşılmıştır.Halkı düşünmediği ve halkın dayanışmasını istemediği gözlenmiştir. Halkın yardımına koşan insanları düşman ilan ederek tepeden inmeci, karalayıcı, tehditci, komplocu, cuntacı ve çeteci İttihat Terakki mantık ve anlayışından bir türlü kopamadığını göstermiştir.

Artık bu ülke insanları, bundan böyle çetelerle, cuntalarla korkutulamayacaklardır. Ne sivil, ne askeri cuntalar, ne de zorbalaşan ve çeteleşen partiler bu uyanışı durduramayacaklardır. Her türlü şımarmaya, kibre, azgınlığa, çeteleşme ve cuntalaşmaya verilen bir ders vardır bu depremde. Ya çeteler ve cuntalar bu depremden gerekli dersi çıkaracak ve Türkiye halkı ile barışıp yeniden yapılanacak; ya da

“ O kentte, hep bozgun çıkarıp barışa hiç yanaşmayan dokuz çete vardı.

Kendi aralarında Allah adına and içerek, dediler ki: “Gece mutlaka ona ve ailesine bir baskın düzenleyelim, sonra velisine: Ailesinin yok oluşuna biz şahid olmadık ve gerçekten bizler doğruyu söyleyenleriz, diyelim.” Onlar, hileli bir düzen kurdu, biz de onların hilesine karşı -onlar şuuruna varmaksızın- bir düzen kurduk. Artık sen, onların kurdukları hileli düzenin uğradığı sona bir bak; biz onları ve topluluklarını topluca yerle bir ettik.

İşte, zulmetmeleri dolayısıyla enkaza dönüşmüş ıpıssız evleri. Hiç şüphe yok bundan, ilmi kullanan bir topluluk için kesin bir ibret vardır.

İman edenleri ve korkup sakınanları da kurtardık.” (27 Neml 48-53)

Yeraltından gelen mesajlardan biri de budur.

(Devam Edecek)

KAYNAKLAR

1- Büyük Larousse sözlük ve ansiklopedisi, Interpress Basın Yayın, İstanbul, 1986. c. 14, s. 7453.

2- age, c. 22, s. 11371.

3- 3 Âl-i İmran 54, 8 Enfal, 30.

4- 13 Rad, 42.

5- 10 Yunus, 21.

6- 8 Enfal 30; 35 Fatır, 43-44; 52 Tur, 42; 11 Hud, 55; 7 Araf, 195; 21 Enbiya, 70; 37 Saffat, 98.

7- 35 Fatır, 10; 40 Müminun, 25-36-37)

8- 35 Fatır, 10.

9- 40 Müminun, 45.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI HİBRİT SAVAŞLAR DÜZLEMİNDE BÖLGESEL EKSENDE BAŞLATILMIŞTIR

(Umran Dergisi)   “Eğer Hakk, onların hevalarına (istek ve tutku) uyacak olsaydı, hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herke...