(Umran Dergisi)
“Karanlık geceler gibi işler karıştığı zaman Kur’an-ı kerim’e sarılınız.” (Hz. Muhammed)
Tedavisi Olmayan Bir Hastalık
Halkla sistem arasındaki zıtlaşma halkın sistemden kopup uzaklaşması; sistemi savunan kesimleri genellikle diktacı, şüpheci ve entrikacı yapmaktadır. Genelde toplumun özelde düşünen, üreten aydınların tepkilerinin nedenlerini öğrenme, anlama, kavrama yerine; onlara şüphe ile bakmak, osmanlı’dan günümüze kadar ulaşan en temel hastalıklardan biridir. İnsan fıtratının doğal tepkilerini dahi dahili ve harici düşmanlara ilintilemek, bir alışkanlık halindedir. Her aykırı fikir, düşünce ve söylem, “devletin ve milletin bölünmez bütünlüğü” için tehdid olarak kabul edilmektedir. Kısacası belli bir azınlığın kafasına uymayanlar, ülke için, vatan için, millet için, devlet için tehlikelidir. Bu korku ve anlayış, son 200 yıllık dönemin en temel hastalığıdır; ve bu hastalık hiçbir tedaviye olumlu cevap vermemektedir. Çünkü binanın temelinde Allah korkusu ve hoşnutluğu yoktur. O nedenle;
“Onların kalpleri
parçlanmadıkça kurdukları bina kalplerinde bir kuşku olarak sürüp gidecektir”
(9 Tevbe, 110)
Belli periyotlarla yapılan darbelerin arkasında, böylesi bir kuşku vardır. Menderes’i, Demirel’i Özal’ı dahi sistem için tehlikeli görmüşlerdir. Ya idam, ya suikast, ya da iktidardan uzaklaştırmışlardır. Bununla birlikte sorunları çözememişler, herşeyi altüst etmişler, ülkeyi ve toplumu hiçbir ilkesi, ortak doğruları ve değerleri olmayan bir kaosa sürükleyerek bir fesadın tam ortasına getirip bırakmışlardır. Çünkü;
“İnsanlardan öylesi vardır
ki, dünya hayatına ilişkin sözleri senin hoşuna gider ve kalbindekine rağmen
Allah’ı şahit getirir; Oysa o azılı bir düşmandır.
O, iş başına geçti mi yeryüzünde fesat çıkarmaya, ekini ve nesli helak etmeye çaba harcar. Allah ise, fesadı sevmez.” (2 Bakara, 204-205)
28 Şubat “Postmodern Darbesi” de; toplumu birbirine
karşı muhbirliğe iterek, toplumu
birbirine karşı düşman göstererek veya düşman hale getirerek hastalığı daha da
artırmaktan başka bir işe yaramamıştır.
Bu şifa bulmaz hastalığı gizleyebilmek için, geçmişte yaptıkları gibi, bir tehlike icad edilmesi gerekiyordu. Bu tehlike geçmişte, İslam, Marksizm, Bölücülük(!)olarak; şimdi ise “şeriat ve Şöven milliyetçilik” olarak gösterilmektedir(!). Bu öcüleri(!) halka göstererek toplumu, yeniden “vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğü” içinde muhafaza edebileceklerdir. Bunun için 28 Şubat sonrasında gerek müminlerin, gerekse milliyetçi vasfı öne daha çok çıkmış müslümanların düşman olarak addedilip üzerlerine gidilmektedir. Böylelikle genelde halk, özelde müslümanlar, korkutulacak sindirilecek iradeleri çözülüp sistemle uzlaşmaya itilecek ve yeniden sistemle entegrasyonları sağlanacaktır.
Tarihin her döneminde, peygamberlere ve onlara ilk tabi olanlara son derece kötü davranılmıştır. Sözle başlayan baskılar şiddetini gittikçe artırarak, işkence, sürgün ve öldürmeye kadar varmıştır. Özellikle Hz. Peygamberin, gerek Mekke’de; gerekse Taif’te maruz kaldığı muamele, hakla batıl arasındaki mücadelede; batılın gaddarlığının, zalimliğinin cehaletinin ve küfrünün en güzel örneklerini teşkil eder. Muhammed-ul Emin dedikleri bir insanın üzerine, “Rabbim Allah’tır” dediği için hayvan pisliklerini atmışlar, onu öldürmeye teşebbüs etmişlerdir.
“Hani o küfre sapanlar, seni tutuklamak ya da öldürmek veya sürgün etmek amacıyla, sana tuzak kuruyorlardı. Onlar bu tuzağı tasarlıyorlarken, Allah da bir düzen kuruyordu. Allah, düzen kurucuların hayırlısıdır.” (8 Enfal 30)
Fakir ve zayıfların işkence altında öldürülmesi, tarihî acı hakikatlardır. Hz. Bilal’in Mekke sokaklarında çocukların ellerine teslim edilip dolaştırılması, kızgın kumların üzerine yatırıp işkence etmeleri, bu zihniyetin ne kadar gaddar ve zalim oluşunun bir göstergesi değil midir? Hz. Peygambere ve sahabeye yapılanları birçok islam tarihi kitabından okumak mümkündür (1)
Hz. Ali’nin şiiri geçmişde ve günümüzde yapılanları, hatta yapılabilecek olanları çok güzel özetlemektedir, (2):
“Sapık kavimleri tanımıyor mu sun?
Hak dine davet edene zulmediyorlar
Başlarına bir bela gelmediği müddetçe de
kötülüklerinden vazgeçmeyecekler
Onların arasında haksızlık bir yol olmuştur, Emniyetli
de değildir.
Eğer böyle hareket edenler biraz daha yaşarlarsa,
Yaptıklarının karşılığını fazlasıyle göreceklerdir
Bu baskı işkence ve cinayetler; müminlerin “onların hoşuna gitmeyen şeyleri” söylemiş olmalarından, Allah’ın ayetlerine inanmalarından ve Rabbımız Allah’tır demiş olmalarından dolayıdır:
“Oysa sen (Firavun),
yalnızca, bize geldiğinde
Rabbimizin, bize gelmiş olan ayetlerine inandığımız için
bizden öc alıyorsun.
Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır ve bizi müslümanlar olarak öldür.” (6 Araf, 126)
Evet, baskı ve şiddeti artırmalarının nedeni, iradeyi çözüp eski dinlerine geri döndürme isteğidir. Hz. Bilal’e işkence altında söylenen şu sözlerin başka bir anlamı var mıdır? (3):
“Ya bu vaziyette ölüp gideceksin, yahut da Muhammed’i inkâr edip Lât ve Uzza’ya kulluk edeceksin”
Bugün de müslumanlara söylenen, bundan farklı
değildir. Ya sistemin Lât, menat ve Uzza’sını kutsayacak, onlara bağlılığını
beyan edeceksin; ya da hapsedileceksin. Ya hiçbir şeye talip olmayacak,
konuşmayacak ses çıkarmayacaksın; ya da cemaatın,vakfın, derneğin partin veya
okulların kapatılacaktır.
Mekke toplumunda İbn-i Düğunne hz. Ebu Bekir’i
himayesine aldığı zaman Kureyş’in yöneticilerinin; “Rabbine evinde ibadet
etsin, namazını orada kılsın, dilediğini okusun, ama bizi rahatsız etmesin ve
yaptıklarını açıklamasın, çocuklarımızı ve kadınlarımızı dinlerinden
döndüreceğinden korkuyoruz” (4) demeleri ile; bugünün yöneticilerinin namazını
evinde ve camilerinde kılabilir, oruç tutabilir, kurban kesebilir (derilerini
müsaade edersek kullanabilir), kolera salgını (!) olmazsa hacca gidebilir,
sokakta, evinde ve camide başörtü takabilirsiniz demeleri arasında ne fark
vardır?
Firavun’un, Hz. Musaya iman eden sihirbazlara;
“Ben size izin vermeden önce
O’na iman ettiniz öyle mi? kuşku yok bu,
halkı burdan sürüp çıkarmak amacıyla şehirde planladığınız bir tuzaktır.
Öyleyse size ne yapacağımızı bileceksiniz.
“Hiç tartışmasız ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazca keseceğim ve hepinizi idam edeceğim” (7 Araf 123,124)
demesi, yalnızca Mısır diktatörü Firavun adındaki bir
şahsa özgü bir davranış değildir. Temelde şeytanın yolunda giden tüm
Firavunların ortak bir karakteridir.
Onun için Hz. Peygamber, geçmiş kavimlerin başına
gelenleri
“Sizden öncekilerin etleri kemiklerinden demir taraklarla taranarak ayrıldığı halde, bu eziyet onları dinlerinden döndürememişti. Sonunda Allah bu dini mutlaka tamamlıyacak. O kadar ki, bir yolcu San’a’dan Hadramut’a Allah’tan başka hiç kimseden korkmadan gidebilecektir. “Fakat size acele ediyorsunuz”(5)
diyerek dile getirmiştir.
Onun için Hz. Peygamber’in bazı erken taleplere, hızlı ve kolay zafer
özlemlerine verdiği “Fakat siz acele
ediyorsunuz” cevabı üzerinde, bugün
çok daha fazla düşünmek zorundayız.
Mekkeli müşrik As b. Vail’in alacağını isteyen
müslüman Habbab’a, “Yemin ederim, Muhammed’e küfretmezsen borcumu vermeyeceğim”
demesi ile; bugün enerji veya Tv kanal ihalelerine giremezsiniz” denmesi
arasında bir fark var mıdır?
Özetle geçmişteki müminlerin başına gelenlerle, günümüzde başımıza gelenler arasında bir fark yoktur. Ancak henüz onların başına gelen işkence, cinayet, sürgün olayları; bugün müslümanların başına henüz gelmemiştir. O nedenle bugünkü vakıf, dernek, okul parti kapatma olayları gereğinden fazla abartılmamalıdır. Bunlar yalnızca müminlerin hatası veya başarısızlığı olarak da yorumlanmamalıdır. Gerçekte bunlar Hak-Batıl mücadelesinin doğal bir seyri olarak algılanmalı ve değerlendirilmelidir:
“Bu, senden önce
gönderdiğimizin bir sünnetidir.
Sünnetimizde bir dönüşüm bulamazsın” (17 İsra 77)
Çünkü bu, zulme karşı mücadelede bir imtihan ve bir arınma sürecidir.
İnanç sistemleri arasındaki etkileşimde insanlar; yükselen, yaygınlaşan inanç sistemine doğru yönelirler. Bu yönelmenin sonucunda bir inanç sistemi içinde davanın gerçek benimseyicileri yanında, menfaatçılar benciller, gösteriş hastaları ve ajanlar da yer almak isterler. Menfaatçılar, hastalar ve ajanlar birer ayrık otu gibi inancın gerçek, samimi benimseyicilerini sararak zehirleyebilirler. bir inancın samimi savunucuları bir örümcek tuzağına yakalanan av durumuna düşebilirler. İşte Allah, böyle bir durumda islam davasına iman ettiklerini söyleyenleri imtihan ederek; samimi olanlarla, olmayanları, sebat edenlerle etmeyenleri birbirinden ayırır.
“Andolsun, mallarınızla ve canlarınızla imtihan edileceksiniz ve sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve şirk koşmakta olanlardan elbette çok eziyet verici sözler işiteceksiniz? Eğer sabreder ve sakınırsanız bu emirlere olan azimdendir.” (3 âli İmran, 186)
Allah bu denemeyi bazan nimetleri kısarak, bazan da nimetleri bollaştırarak yapmaktadır:
“Sıkıntılarla imtihan edildiniz, sabrettiniz. Yakında bollukla da imtihan edileceksiniz. sizin adınıza en çok korktuğum şey kadınlarla imtihan edilmenizdir.” (6)
İslam tarihindeki Bedir Savaşını, ne müslümanlar ne de müşrikler arzu ediyordu. Allah; her iki tarafı, istemedikleri halde bedir’de buluşturmuştur:
“Hani Allah, onları sana
uykunda az gösteriyordu; eğer sana çok gösterseydi, gerçekten yılgınlığa
kapılacaktınız ve iş konusunda gerçekten çekişmeye düşecektiniz
Karşı karşıya geldiğinizde, Allah,
olacağı olan işi gerçekleştirmek için, onları gözlerinizde az gösteriyor, sizi
de onların gözlerinde azaltıyordu.
Ey iman edenler, bir
topululukla karşı karşıya geldiğinizde, dayanıklılık gösterin ve Allah’ı da
çokça zikredin. Umulur ki kurtuluş bulursunuz.
Allah’a ve Resulune itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin çözülüp yılgınlaşırsınız, gücünüz gider. sabredin. Şüphesiz Allah sabredenlerle beraberdir” (8 Enfal, 43-46)
Müslümanların 300 müşriklerin 900 kişilik kuvveti karşı karşıya geldiğinde;
münafıklarla, kalbinde hastalık bulunanlar, korkmuşlar, paniğe kapılmışlardır. “Bu müslümanları dinleri aldattı”
diyebilmişlerdir (8 Enfal 49) Müslümanlar Bedir’deki imtihandan arınarak
çıkmışlarve böylelikle müslümanlar güç ve kuvvetin sayısal çoğunlukta
olmadığını görmüşler ve öğrenmişlerdir.
RP’nin yükselişi ve hükümet oluşuyla başlayan süreç,
böyle bir imtihan ve arınma süreci olarak değerlendirilmelidir RP’nin iktidarını başta sistemin savunucuları olmak
üzere toplumun değişik kesimleri istememiş olmasına karşılık, Allah “Olması
gerekeni oldurmak” için RP’yi, kendisine en ağır eleştirileri yönelten bir
partiyle, (DYP) hükümet yapmış olabilir.
Bu dönem; müslüman halkın kafasındaki, sistemin
kutsiyet perdesine büründürdüğü pek çok kavramın berraklaşmasına neden
olmuştur. Bu kutsallık perdesi arkasında, kendilerinin sistem tarafından nasıl
istismar edildiklerini görmüşlerdir. Ayrıca sistemin kendi temel kavramlarına,
sistem savunucularının samimi olarak inanıp bağlanmadığını ilk kez
öğrenmişlerdir. Toplum kendisine karşı çifte standart kullanıldığını geçte olsa
anlamıştır.
Diğer taraftan “Rey ver ve kurtul” anlayışının
yanlışlığı, sloganlarla iktidar olunmayacağı, hazırsızlığın bedelinin ne
olabileceği görülmüştür. Söylenen sözlerin sorumluluğunun olması gerektiğini
yapılan her işin bir bedelinin olduğunu herkes öğrenmiştir. “Ben yaptım oldu”
mantığının geçerli olmadığı, bu ülkede başkalarının da yaşadığı, bunların
varlığının göz önüne alınması gerektiği anlaşılmıştır. Hatta bu ülkede yapılmak
istenen her şeyin, uluslararası denklemi nasıl etkileyebileceği ve sonuçlarının
ne olabileceğinin düşünülmesi zaruretini
herkes kavramıştır.
İşte bunlar; RP’nin hükümet oluşu ve hükümetten düşüşü ile ortaya çıkan gerçeklerin sadece bir kısmıdır. Onun için diyoruz ki; Allah, müslümanları bu dönemde imtihan ederek arındırmış ve arındırarak da kuvvetlendirmiştir:
“Bu, Allah’ın murdar olanı temizden ayırt etmesi; murdarı, bir kısmını bir kısmı üzerinde kılıp tümünü biriktirerek cehenneme atması içindir. İşte bunlar kayba uğrayanlardır” (8 Enfal 37)
Belki bugünkü duruma takabül eden en güzel örnek, islam
tarihindeki kazanılıp-kaybedilmiş Uhud savaşıdır. halit Bin Velid’in 200
kişilik süvari birliğinin beklediğini göre göre, hz. peygamber’in açık, kesin
emrini bile bile okçuların görev yerlerini ganimet için terk etmeleri, zaferi
mağlubiyete dönüştürmüştür, Uhud’un İkinci evresi. o gün geçitin karşı
tarafında savaşa iştirak etmeyen Halit bin Velid’in 200 kişilik süvari
birliğini, müslümanlar nasıl görememişlerse; bugün de müslümanlar uluslararası
sistemi ve onun yerli işbirlikçilerini öyle görememişlerdir. Hükümet olmakla,
cemaat olarak büyümekle veya müslüman iş
adamlarının kuvvetlenmesi ile mücadelenin kazanıldığı zannedilmiştir. Uhud’un
Birinci Evresi, Müslümanlığın yayılmasını, köyü ve kenti kucaklamasıyla
başlayan süreçte, geçitin diğer tarafında bu gelişmeleri sabırla bekleyip strateji
üretenlerin harekete geçebileceği, zamanında görülememiş ve buna karşı bir çare
düşünülmemiştir. müslümanlar üzerine ard arda gelen darbelerin, şok etkisi
yapması böyle bir yanılgıdandır. Bu müslümanlar için bugün Uhud’un ikinci evresi’dir.
İşte bugün müslümanların içine düşebileceği en büyük tehlike, bu ikinci dönemin şaşkınlığının, paniğinin ye’se ve ümitsizliğe dönüşebilmesi ihtimalidir. Oysa Uhud’un bu ikinci dönemi; müminleri otokritik yapmaya çağıran, bir ibret abidesidir. Geleceğe daha güçlü olarak hazırlama sürecidir. ayrık otlarından arındırarak zafere ulaştırmadır:
“İki misline uğrattığınız
bir musibet size isabet edince mi:
“Bu nereden dediniz:? De ki “O,
sizin kendinizdendir”
İki topluluğun karşı karşıya geldiği gün size isabet eden Allah’ın izniyle idi. Bu Allah’ın müminleri ayırdetmesi; münafıklık yapanları da belirtmesi içindi....” (3 âli İmran, 165-167)
Bugün yaşananların, bir arınma sürecini başlattığını kavrayarak, fertten cemaata kadar herkesin olanların bir muhasebesini yapması gerekir. “Kendimizden kaynaklanan hatalar” giderilmelidir. Böylelikle Uhud’un ikinci evresi’ndeki panik halinden, korku halinden toplum kurtarılabilir:
“siz o zaman durmaksızın
uzaklaşıyor, kimseye dönüp bakmıyordunuz. peygamber de sürekli sizi
arkadan çağırıyodu. Allah da elinizden kaçırdıklarınıza ve size isabet edene
üzülmemeniz için sizi kederden kedere uğrattı Allah, yaptıklanızdan haberi
olandır.”
Sonra kederin ardından
üzerinize bir güvenlik duygusu indirdi..
Bunu Allah sinelerinizdekini denemek ve kalplerinizdekini arındırmak için yaptı,Allah, sinelerin özünde saklı duranı bilendir” (3 İmran 133-155)
Kalplerin ve safların arınmasıyla birlikte Uhud’un üçüncü Evresi başlatılabilir, bugün;
“Kendilerine yara isabet
ettikten sonra, Allah ve Resülünün çağrısına icabet edenler, içlerinden iyilik
yapanlar ve sakınanlar için büyük bir ecir vardır”
Onlar, kendilerine insanlar:
“size karşı insanlar toplandılar, artık onlardan korkun” dedikleri halde, buna
rağmen imanları artanlar ve “Allah bize yeter, O ne güzel vekildir” diyenlerdir.
Bundan dolayı, kendilerine
hiçbir kötülük dokunmadan bir bolluk (fazl) ve Allah’tan bir nimetle geri
döndüler. Onlar, Allah’ın rızasına uydular. Allah, büyük fazl ve ihsan
sahibidir.
İşte bu şeytan, ancak kendi
dostlarını korkutur. siz onlardan korkmayın, eğer müminler iseniz, ben’den
korkun”
(3 âli İmran 172-175)
28 Şubat postmodern darbesinin halkta oluşturduğu
panik ancak böyle bir karşı duruşla, arınmayla, saf bağlamayla aşılabilir. O
nedenle yapılan tehditlere aldırış etmeden, yürütülen psikolojik savaşa
aldırmadan dosdoğru yol üzerinde
yürünmelidir. “BÇG şöyle beyanat verdi”, “tanklar şuradan geçti” söylemlerine
karşı “imanları artanlardan, Allah bize yeter o ne güzel vekildir” diyenlerden
olmaktır, bugün yapılması gereken.
Mücadele, ne daima yükselen bir doğru; ne de daima azalan bir doğrudur. Mücadele çok parametreli nonlineer bir denklem gibidir. Bazen yükselir, bazen durur, bazen geriler. Mücadele hep zafer veya hep mağlubiyetlerden oluşmaz. Allah’ın kimi niçin, hangi sebeple muzaffer kıldığının ilahi sırrı ilk bakışta hemen anlaşılamayabilir. O nedenle zafer ve mağlubiyet dönemlerinin insanlar arasında dolaştırılmasının şuuruna varmalı, bundaki hikmeti araştırıp gelecek için dersler çıkarmalıyız:
“Eğer bir yara aldıysanız, o
kavme de benzeri bir yara değmiştir. O günleri, biz onları insanlar arasında
tedavül ettirip dururuz. Bu, Allah’ın iman edenleri belirtip ayırması ve sizden
şahitler edinmesi içindir. Allah, zulmedenleri sevmez.
Yine bu Allah’ın, iman
edenleri arındırması ve küfre sapanları yok etmesi içindir.
Yoksa siz, Allah içinizden
cihad edenleri belirtip,ayırdetmeden ve sabredenleri de belirtip ayırtetmeden
cennete girivereceğinizi mi sandınız”
(3 âli İmran 140-142)
Zafer ve mağlubiyet günlerinin tedavül ettirilmesinin
nedeni iman edenlerin belirlenmesi, arındırılması, şahidler edinilmesi ve
cennete yerleştirilmesi olarak ifade edilmektedir. Ayrıca cihat edenlerin,
sabredenlerin belirlenmesi de sebepler arasında zikrediliyor. İman edenleri, cihat edenleri ve sabredenleri
belirlemek, iman edenleri arındırmak küfre sapanları yok etmek için; zafer ve
mağlubiyet günleri, insanlar arasında dolaştırılıyor. İnsanların cenneti hak
etmesi, böyle bir seleksiyonun sonucunda ortaya çıkıyor.
Ali İmran 140’da iman edenlerin ortaya çıkarılması
işlemi ile, “Allah zulmedenleri sevmez” ifadesi arasında ilginç bir bağıntı
olsa gerekir. Zulüm kavramını en geniş anlamıyla ele alırsak Allah müminleri,
bu tedavül ettirilen günlerle, zulmün her çeşidine bulaşmaktan da koruyor. Zulme
sapanları, zulümde ileri gidenleri saflardan ayrıştırıyor. Öyleyse bugün
müminler, zulmün her çeşidine ve her şekline büyük bir basiretle ve cesaretle
karşı çıkmalıdırlar. Müminlerin zulme bulaşmamaları gerek şarttır, fakat yetmez.
Aynı zamanda zulme karşı da çıkmalıdırlar.
Yalnızca müslümanlara yapılan zulme karşı çıkmak da
yetmez. Aynı zamanda müslüman olsun veya olmasın toplumun herhangi bir kesimine
karşı yapılan zulme de karşı çıkması gerekir. müminler olarak zulüm kimden ve
kime karşı gelirse gelsin, tepkimizi uygun ve en güzel bir şekilde ortaya
mutlaka koymalıyız. Uhud’un bu 3. Evresi’nde tüm zalimlere karşı, tüm
mazlumları koruyan geniş bir cephe kurulmalıdır.
Bu dönemde zalimlerin zulümlerine dayanmayıp, korkuya
ye’se düşen müslümanlar ortaya çıkabilecektir. zaman zaman islamla ters düşen
beyanatlar veya tavırlar sergileyebileceklerdir. Bu durum, abartılmamalıdır. zalimlerin
safına teslim edilecek bir tek insanın bile, önemli bir kayıp olduğu kabul
edilmelidir. Böylelerine yardım eli uzatılmalı, moral desteği verilmelidir.
Herkesten,“Allah bir” diyerek kendine işkence
yapanları umursamayan Hz. Bilal’in iradesine sahip olmasını beklememeliyiz.
Bizim arzu etmiş olmamız, gerçekleri görmemize ve içimize sindirmemize mani olmamalıdır.
Baskı ve işkence altında Peygambere küfreden fakat hz.
peygamber’e gelip “kötü ya Resullallah, sana kötü söyleyip müşriklerin
ilahlarını hayırla andım” diyen Hz. Ammarlar bugün de olabilecektir. Bu tür
olaylar karşısındaki tavrımız; Hz. Peygamberin, Hz. Ammar’a karşı olan tavrı
gibi olmalıdır:
“Kalbini nasıl buluyorsun”? diye soran peygambere Hz. Ammarın “kalbim imanla dopdolu” demesi, Hz. Peygamber için yeterli olmuştur. Hz. peygamberin Ammar’a, konuşmanın devamında verdiği cevap hepimiz için iyi bir ders iyi bir örnek olmalıdır:
“Gene böyle yaparlarsa sen gene aynı şekilde hareket et.”
Arzu edilen Hz. Bilal gibi olabilmektir. Ancak bu, Hz. Bilal gibi olanların; Hz. Ammar gibi olanları dışlaması anlamına hiç ama hiç gelmemelidir.
“Yerinde ve zamanında yapılan iş en hayırlı rehberdir.”
der Hz. Ali. Öyle ise bugün yapılması gerekenleri, ertelemeden yapmalıyız. Zalimlerin at oynattığı sömürünün yaşam tarzı haline geldiği bir dünyada, sükûnet dönemleri geçicidir. Emperyalizm sülük gibidir. Başkasının kanı ile beslenir. Kan emmeye alışanlar, bu alışkanlıklarından kendiliğinden vazgeçmezler Şu anki görüntü kimseyi vurdum duymazlığa itmemelidir. Hz. Peygamberin asırlar ötesinden mücadelenin bu kanuniyetine ilişkin yaptığı uyarı son derece önemlidir(7):
“Ey insanlar! Sizler sulh ve sükünet devrindesiniz.
Zaman süratle ilerliyor. Görüyorsunuz gece ve gündüz her yeniyi eskitiyor. her
uzağı yakınlaştırıyor, her va’di gerçekleştiriyor. Öyleyse, Gelecekteki
mücadeleler için hazırlanın
(Sulh ise) yakında miadı dolacak olan bir hazırlanma
devresidir. karanlık geceler gibi işler karıştığı zaman Kur’an-ı kerim’e
sarılınız
Çünkü o, şefaat eden ve şefaatı kabul edilendir.
Kendisine uymayanların yenilmeyen hasmıdır”.
Öyleyse bugün hepimiz Allah’ın ipine sımsıkı
yapışalım, düşüp parçalanmaktan, dağılıp ayrılmaktan yılgınlığa düşmekten güç
ve kuvvetimizin kaybolmasından kurtulalım.
Hüzne, ümitsizliğe, kararsızlığa ve korkuya kapılmadan aceleci davranışlardan kaçınarak sabırla “iyiliği emredip kötülükten alıkoyarak”, “en güzel tarzda mücadele” ilkesine uyarak Uhud’un Üçüncü Evresi başlatılmalıdır.
“Allah kendi dinine yardım edenlere kesin olarak yardım eder” (22 Hac, 40)
Vaadini Allah gerçekleştirecektir.
Allah, kalplerimizi uzlaştıracak (3/63) kalplerimize
bir nur koyacak, (8/29), kötülüklerimizi örtecek (66/8) düzeltip ıslah edecek (47/2-5), korkularımızı giderecek (41/30), küçük
düşürmeyecek (66/8) , çoğaltacak (14/7), sağlamlaştıracak (47/7), doğru yola
yöneltip ileten önderler yapacak (32/24), galip kılıp arza varis kılacak
(21/105) ve bize yol gösterecektir (26/62)
Allah sözüne en sadık olandır. Öyleyse Allah’ın şu vaadini hiç unutmayalım.
“Allah içinizden iman edenlere ve salih amellerde bulunanlara vadetmiştir; Hiç tartışmasız, onlardan öncekileri nasıl güç ve iktidar sahibi kıldıysa, onları da yeryüzünde güç ve iktidar sahibi kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir” (24 Nur, 55)
Öyleyse
“Gevşemeyin, üzülmeyin; eğer inanmışlarsanız en üstün sizlersiniz” (3 Ali İmran 139)
Ve unutmayın:
“Bir gece
iki gündüz arasındadır”.
KAYNAKLAR
1 Hamıdullah,
M. İslam peygamberi İrfan Yayınları, İstanbul, 1972.
2 Kandehlevi.
M.Y., Hadislerle Hz. Peygamber ve Ashabının Yaşadığı Müslümanlık, Kalem
yayınevi, İstanbul c. 1, s. 295, (1979)
3 Kandehlevi,
M.Y, age. c.1. s: 297-598.340
4 Kandehlevi,
M.Y, age. c.1. s: 279-280.
5 Kandehlevi,
M.Y, age. c.1. s: 288
6 Kandehlevi,
M.Y, age. c.1. s:1881
7 Kandehlevi, M.Y, age. c.1. s:1783