1 Ocak 1998 Perşembe

Zulme Karşı Mücadelede Bir Süreç: Arınma

 (Umran Dergisi)

“Karanlık geceler gibi işler karıştığı zaman Kur’an-ı kerim’e sarılınız.” (Hz. Muhammed)

 

Tedavisi Olmayan Bir Hastalık                                                        

Halkla sistem arasındaki zıtlaşma halkın sistemden kopup uzaklaşması; sistemi savunan kesimleri genellikle diktacı, şüpheci ve entrikacı yapmaktadır. Genelde toplumun özelde düşünen, üreten aydınların tepkilerinin nedenlerini öğrenme, anlama, kavrama yerine; onlara şüphe ile bakmak, osmanlı’dan günümüze kadar ulaşan en temel hastalıklardan biridir. İnsan fıtratının doğal tepkilerini dahi dahili ve harici düşmanlara ilintilemek, bir alışkanlık halindedir. Her aykırı  fikir, düşünce ve söylem, “devletin ve milletin bölünmez bütünlüğü” için tehdid olarak kabul edilmektedir. Kısacası belli bir azınlığın kafasına uymayanlar, ülke için, vatan için, millet için, devlet için tehlikelidir. Bu korku ve anlayış, son 200 yıllık dönemin en temel hastalığıdır; ve bu hastalık hiçbir tedaviye olumlu cevap vermemektedir. Çünkü binanın temelinde Allah korkusu ve hoşnutluğu yoktur. O nedenle;

“Onların kalpleri parçlanmadıkça kurdukları bina kalplerinde bir kuşku olarak sürüp gidecektir”

(9 Tevbe, 110)

Belli periyotlarla yapılan darbelerin arkasında, böylesi bir kuşku vardır. Menderes’i, Demirel’i  Özal’ı dahi sistem için tehlikeli görmüşlerdir. Ya idam, ya suikast, ya da iktidardan uzaklaştırmışlardır. Bununla birlikte sorunları çözememişler, herşeyi altüst etmişler, ülkeyi ve toplumu hiçbir ilkesi, ortak doğruları ve değerleri olmayan bir kaosa sürükleyerek  bir fesadın tam ortasına getirip bırakmışlardır. Çünkü;

“İnsanlardan öylesi vardır ki, dünya hayatına ilişkin sözleri senin hoşuna gider ve kalbindekine rağmen Allah’ı şahit getirir; Oysa o azılı bir düşmandır.

O, iş başına geçti mi yeryüzünde fesat çıkarmaya, ekini ve nesli helak etmeye  çaba harcar. Allah ise, fesadı sevmez.” (2 Bakara, 204-205)

28 Şubat “Postmodern Darbesi” de; toplumu birbirine karşı muhbirliğe iterek,  toplumu birbirine karşı düşman göstererek veya düşman hale getirerek hastalığı daha da artırmaktan başka bir işe yaramamıştır.

Bu şifa bulmaz hastalığı gizleyebilmek için, geçmişte yaptıkları gibi, bir tehlike icad edilmesi gerekiyordu. Bu tehlike geçmişte, İslam, Marksizm, Bölücülük(!)olarak; şimdi ise “şeriat ve Şöven milliyetçilik” olarak gösterilmektedir(!). Bu öcüleri(!) halka göstererek toplumu, yeniden “vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğü” içinde muhafaza edebileceklerdir. Bunun için 28 Şubat sonrasında gerek müminlerin, gerekse milliyetçi vasfı öne daha çok çıkmış müslümanların  düşman olarak addedilip üzerlerine gidilmektedir. Böylelikle genelde halk, özelde müslümanlar, korkutulacak  sindirilecek iradeleri çözülüp sistemle uzlaşmaya itilecek ve yeniden sistemle entegrasyonları sağlanacaktır.

Tarihin her döneminde, peygamberlere ve onlara ilk tabi olanlara son derece kötü davranılmıştır. Sözle başlayan baskılar şiddetini gittikçe artırarak, işkence, sürgün ve öldürmeye kadar varmıştır. Özellikle Hz. Peygamberin, gerek Mekke’de; gerekse Taif’te maruz kaldığı muamele, hakla batıl arasındaki mücadelede; batılın gaddarlığının, zalimliğinin cehaletinin ve küfrünün en güzel örneklerini teşkil eder. Muhammed-ul Emin dedikleri bir insanın üzerine, “Rabbim Allah’tır” dediği için hayvan pisliklerini atmışlar, onu öldürmeye teşebbüs etmişlerdir.

“Hani o küfre sapanlar, seni tutuklamak ya da öldürmek veya sürgün etmek amacıyla, sana tuzak kuruyorlardı. Onlar bu tuzağı tasarlıyorlarken, Allah da bir düzen kuruyordu. Allah, düzen kurucuların hayırlısıdır.” (8 Enfal 30)

Fakir ve zayıfların işkence altında öldürülmesi, tarihî acı hakikatlardır. Hz. Bilal’in Mekke sokaklarında çocukların ellerine teslim edilip dolaştırılması, kızgın kumların üzerine yatırıp işkence etmeleri, bu zihniyetin ne kadar gaddar ve zalim oluşunun bir göstergesi değil midir? Hz. Peygambere ve sahabeye yapılanları birçok islam tarihi kitabından okumak mümkündür (1)

Hz. Ali’nin şiiri geçmişde ve günümüzde yapılanları, hatta yapılabilecek olanları çok güzel özetlemektedir, (2):

“Sapık kavimleri tanımıyor mu sun?

Hak dine davet edene zulmediyorlar

Başlarına bir bela gelmediği müddetçe de kötülüklerinden vazgeçmeyecekler

Onların arasında haksızlık bir yol olmuştur, Emniyetli de değildir.

Eğer böyle hareket edenler biraz daha yaşarlarsa,

Yaptıklarının karşılığını fazlasıyle göreceklerdir

Bu baskı işkence ve cinayetler; müminlerin “onların hoşuna gitmeyen şeyleri” söylemiş olmalarından, Allah’ın ayetlerine inanmalarından ve Rabbımız Allah’tır demiş olmalarından dolayıdır:

“Oysa sen (Firavun), yalnızca, bize geldiğinde

Rabbimizin,  bize gelmiş olan ayetlerine inandığımız için bizden öc alıyorsun.

Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır ve bizi müslümanlar olarak öldür.” (6 Araf, 126)

Evet, baskı ve şiddeti artırmalarının nedeni, iradeyi çözüp eski dinlerine geri döndürme isteğidir. Hz. Bilal’e işkence  altında söylenen şu sözlerin başka bir anlamı var mıdır? (3):

“Ya bu vaziyette ölüp gideceksin, yahut da Muhammed’i inkâr edip Lât ve Uzza’ya  kulluk edeceksin”

Bugün de müslumanlara söylenen, bundan farklı değildir. Ya sistemin Lât, menat ve Uzza’sını kutsayacak, onlara bağlılığını beyan edeceksin; ya da hapsedileceksin. Ya hiçbir şeye talip olmayacak, konuşmayacak ses çıkarmayacaksın; ya da cemaatın,vakfın, derneğin partin veya okulların kapatılacaktır.

Mekke toplumunda İbn-i Düğunne hz. Ebu Bekir’i himayesine aldığı zaman Kureyş’in yöneticilerinin; “Rabbine evinde ibadet etsin, namazını orada kılsın, dilediğini okusun, ama bizi rahatsız etmesin ve yaptıklarını açıklamasın, çocuklarımızı ve kadınlarımızı dinlerinden döndüreceğinden korkuyoruz” (4) demeleri ile; bugünün yöneticilerinin namazını evinde ve camilerinde kılabilir, oruç tutabilir, kurban kesebilir (derilerini müsaade edersek kullanabilir), kolera salgını (!) olmazsa hacca gidebilir, sokakta, evinde ve camide başörtü takabilirsiniz demeleri arasında ne fark vardır?

Firavun’un, Hz. Musaya iman eden sihirbazlara;

“Ben size izin vermeden önce O’na  iman ettiniz öyle mi? kuşku yok bu, halkı burdan sürüp çıkarmak amacıyla şehirde planladığınız bir tuzaktır. Öyleyse size ne yapacağımızı bileceksiniz.

“Hiç tartışmasız ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazca keseceğim ve hepinizi idam edeceğim” (7 Araf 123,124)

demesi, yalnızca Mısır diktatörü Firavun adındaki bir şahsa özgü bir davranış değildir. Temelde şeytanın yolunda giden tüm Firavunların ortak bir karakteridir.

Onun için Hz. Peygamber, geçmiş kavimlerin başına gelenleri

“Sizden öncekilerin etleri kemiklerinden demir taraklarla taranarak ayrıldığı halde, bu eziyet onları dinlerinden döndürememişti. Sonunda Allah bu dini mutlaka tamamlıyacak. O kadar ki, bir yolcu San’a’dan Hadramut’a Allah’tan başka hiç kimseden korkmadan gidebilecektir. “Fakat size acele ediyorsunuz”(5) 

diyerek dile getirmiştir.

Onun için Hz. Peygamber’in  bazı erken taleplere, hızlı ve kolay zafer özlemlerine verdiği “Fakat siz acele ediyorsunuz”  cevabı üzerinde, bugün çok daha fazla düşünmek zorundayız.

Mekkeli müşrik As b. Vail’in alacağını isteyen müslüman Habbab’a, “Yemin ederim, Muhammed’e küfretmezsen borcumu vermeyeceğim” demesi ile; bugün enerji veya Tv kanal ihalelerine giremezsiniz” denmesi arasında bir fark var mıdır?

Özetle geçmişteki müminlerin başına gelenlerle, günümüzde başımıza gelenler arasında bir fark yoktur. Ancak henüz onların başına gelen işkence, cinayet, sürgün olayları; bugün müslümanların başına henüz gelmemiştir. O nedenle bugünkü   vakıf, dernek, okul parti kapatma olayları gereğinden fazla abartılmamalıdır. Bunlar yalnızca müminlerin hatası veya başarısızlığı olarak da yorumlanmamalıdır. Gerçekte bunlar Hak-Batıl mücadelesinin doğal bir seyri olarak algılanmalı ve değerlendirilmelidir:

“Bu, senden önce gönderdiğimizin bir sünnetidir.

Sünnetimizde bir dönüşüm bulamazsın” (17  İsra 77)

Çünkü bu, zulme karşı mücadelede bir imtihan ve bir arınma sürecidir.

İnanç sistemleri arasındaki etkileşimde insanlar; yükselen, yaygınlaşan inanç sistemine doğru yönelirler. Bu yönelmenin sonucunda bir inanç sistemi içinde davanın gerçek benimseyicileri yanında, menfaatçılar benciller, gösteriş hastaları ve ajanlar da yer almak isterler. Menfaatçılar, hastalar ve ajanlar birer ayrık otu gibi inancın gerçek, samimi benimseyicilerini sararak zehirleyebilirler. bir inancın samimi savunucuları bir örümcek tuzağına yakalanan av durumuna düşebilirler. İşte Allah, böyle bir durumda islam davasına iman ettiklerini söyleyenleri imtihan ederek; samimi olanlarla, olmayanları, sebat edenlerle etmeyenleri birbirinden ayırır.

“Andolsun, mallarınızla ve canlarınızla imtihan edileceksiniz ve sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve şirk koşmakta olanlardan elbette çok eziyet verici sözler işiteceksiniz? Eğer sabreder ve sakınırsanız bu emirlere olan azimdendir.” (3 âli İmran, 186)

Allah bu denemeyi bazan nimetleri kısarak, bazan da nimetleri bollaştırarak yapmaktadır:

“Sıkıntılarla imtihan edildiniz, sabrettiniz. Yakında bollukla da imtihan edileceksiniz. sizin adınıza en çok korktuğum şey kadınlarla imtihan edilmenizdir.” (6)

İslam tarihindeki Bedir Savaşını, ne müslümanlar ne de müşrikler arzu ediyordu. Allah; her iki tarafı, istemedikleri halde bedir’de buluşturmuştur:

“Hani Allah, onları sana uykunda az gösteriyordu; eğer sana çok gösterseydi, gerçekten yılgınlığa kapılacaktınız ve iş konusunda gerçekten çekişmeye düşecektiniz

Karşı karşıya geldiğinizde, Allah, olacağı olan işi gerçekleştirmek için, onları gözlerinizde az gösteriyor, sizi de onların gözlerinde azaltıyordu.

Ey iman edenler, bir topululukla karşı karşıya geldiğinizde, dayanıklılık gösterin ve Allah’ı da çokça zikredin. Umulur ki kurtuluş bulursunuz.

Allah’a ve Resulune itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin çözülüp yılgınlaşırsınız, gücünüz gider. sabredin. Şüphesiz Allah sabredenlerle beraberdir” (8 Enfal, 43-46)

Müslümanların 300 müşriklerin 900 kişilik  kuvveti karşı karşıya geldiğinde; münafıklarla, kalbinde hastalık bulunanlar, korkmuşlar, paniğe kapılmışlardır. “Bu müslümanları dinleri aldattı” diyebilmişlerdir (8 Enfal 49) Müslümanlar Bedir’deki imtihandan arınarak çıkmışlarve böylelikle müslümanlar güç ve kuvvetin sayısal çoğunlukta olmadığını görmüşler ve öğrenmişlerdir.

RP’nin yükselişi ve hükümet oluşuyla başlayan süreç, böyle bir imtihan ve arınma süreci olarak değerlendirilmelidir RP’nin  iktidarını başta sistemin savunucuları olmak üzere toplumun değişik kesimleri istememiş olmasına karşılık, Allah “Olması gerekeni oldurmak” için RP’yi, kendisine en ağır eleştirileri yönelten bir partiyle, (DYP) hükümet yapmış olabilir.

Bu dönem; müslüman halkın kafasındaki, sistemin kutsiyet perdesine büründürdüğü pek çok kavramın berraklaşmasına neden olmuştur. Bu kutsallık perdesi arkasında, kendilerinin sistem tarafından nasıl istismar edildiklerini görmüşlerdir. Ayrıca sistemin kendi temel kavramlarına, sistem savunucularının samimi olarak inanıp bağlanmadığını ilk kez öğrenmişlerdir. Toplum kendisine karşı çifte standart kullanıldığını geçte olsa anlamıştır.

Diğer taraftan “Rey ver ve kurtul” anlayışının yanlışlığı, sloganlarla iktidar olunmayacağı, hazırsızlığın bedelinin ne olabileceği görülmüştür. Söylenen sözlerin sorumluluğunun olması gerektiğini yapılan her işin bir bedelinin olduğunu herkes öğrenmiştir. “Ben yaptım oldu” mantığının geçerli olmadığı, bu ülkede başkalarının da yaşadığı, bunların varlığının göz önüne alınması gerektiği anlaşılmıştır. Hatta bu ülkede yapılmak istenen her şeyin, uluslararası denklemi nasıl etkileyebileceği ve sonuçlarının ne olabileceğinin düşünülmesi  zaruretini herkes kavramıştır.

İşte bunlar; RP’nin hükümet oluşu ve hükümetten düşüşü ile ortaya çıkan gerçeklerin sadece bir kısmıdır. Onun için diyoruz ki; Allah, müslümanları bu dönemde imtihan ederek arındırmış ve arındırarak da kuvvetlendirmiştir:

“Bu, Allah’ın murdar olanı temizden ayırt etmesi; murdarı, bir kısmını bir kısmı üzerinde kılıp tümünü biriktirerek cehenneme atması içindir. İşte bunlar kayba uğrayanlardır” (8 Enfal 37)

Belki bugünkü duruma takabül eden en güzel örnek, islam tarihindeki kazanılıp-kaybedilmiş Uhud savaşıdır. halit Bin Velid’in 200 kişilik süvari birliğinin beklediğini göre göre, hz. peygamber’in açık, kesin emrini bile bile okçuların görev yerlerini ganimet için terk etmeleri, zaferi mağlubiyete dönüştürmüştür, Uhud’un İkinci evresi. o gün geçitin karşı tarafında savaşa iştirak etmeyen Halit bin Velid’in 200 kişilik süvari birliğini, müslümanlar nasıl görememişlerse; bugün de müslümanlar uluslararası sistemi ve onun yerli işbirlikçilerini öyle görememişlerdir. Hükümet olmakla, cemaat olarak  büyümekle veya müslüman iş adamlarının kuvvetlenmesi ile mücadelenin kazanıldığı zannedilmiştir. Uhud’un Birinci Evresi, Müslümanlığın yayılmasını, köyü ve kenti kucaklamasıyla başlayan süreçte, geçitin diğer tarafında bu gelişmeleri sabırla bekleyip strateji üretenlerin harekete geçebileceği, zamanında görülememiş ve buna karşı bir çare düşünülmemiştir. müslümanlar üzerine ard arda gelen darbelerin, şok etkisi yapması böyle bir yanılgıdandır. Bu müslümanlar için bugün Uhud’un ikinci evresi’dir.

İşte bugün müslümanların içine düşebileceği en büyük tehlike, bu ikinci dönemin şaşkınlığının, paniğinin ye’se ve ümitsizliğe  dönüşebilmesi ihtimalidir. Oysa Uhud’un bu ikinci dönemi; müminleri otokritik yapmaya çağıran, bir ibret abidesidir. Geleceğe daha güçlü olarak hazırlama sürecidir. ayrık otlarından arındırarak zafere ulaştırmadır:

“İki misline uğrattığınız bir musibet size isabet edince mi:

“Bu nereden dediniz:? De ki “O, sizin kendinizdendir”

İki topluluğun karşı karşıya geldiği gün size isabet eden Allah’ın izniyle idi. Bu Allah’ın müminleri ayırdetmesi; münafıklık yapanları da belirtmesi içindi....” (3 âli İmran, 165-167)

Bugün yaşananların, bir arınma sürecini başlattığını kavrayarak, fertten cemaata kadar herkesin olanların bir muhasebesini yapması gerekir. “Kendimizden kaynaklanan hatalar” giderilmelidir.  Böylelikle Uhud’un ikinci evresi’ndeki  panik halinden, korku halinden toplum kurtarılabilir:

“siz o zaman durmaksızın uzaklaşıyor, kimseye dönüp bakmıyordunuz. peygamber de sürekli sizi arkadan çağırıyodu. Allah da elinizden kaçırdıklarınıza ve size isabet edene üzülmemeniz için sizi kederden kedere uğrattı Allah, yaptıklanızdan haberi olandır.”

Sonra kederin ardından üzerinize bir güvenlik duygusu indirdi..

Bunu Allah sinelerinizdekini denemek ve kalplerinizdekini arındırmak için yaptı,Allah, sinelerin özünde saklı duranı bilendir” (3 İmran 133-155)

Kalplerin ve safların arınmasıyla birlikte Uhud’un üçüncü Evresi başlatılabilir, bugün;

“Kendilerine yara isabet ettikten sonra, Allah ve Resülünün çağrısına icabet edenler, içlerinden iyilik yapanlar ve sakınanlar için büyük bir ecir vardır”

Onlar, kendilerine insanlar: “size karşı insanlar toplandılar, artık onlardan korkun” dedikleri halde, buna rağmen imanları artanlar ve “Allah bize yeter, O ne güzel vekildir” diyenlerdir.

Bundan dolayı, kendilerine hiçbir kötülük dokunmadan bir bolluk (fazl) ve Allah’tan bir nimetle geri döndüler. Onlar, Allah’ın rızasına uydular. Allah, büyük fazl ve ihsan sahibidir.

İşte bu şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. siz onlardan korkmayın, eğer müminler iseniz, ben’den korkun”

(3 âli İmran 172-175)

28 Şubat postmodern darbesinin halkta oluşturduğu panik ancak böyle bir karşı duruşla, arınmayla, saf bağlamayla aşılabilir. O nedenle yapılan tehditlere aldırış etmeden, yürütülen psikolojik savaşa aldırmadan dosdoğru yol  üzerinde yürünmelidir. “BÇG şöyle beyanat verdi”, “tanklar şuradan geçti” söylemlerine karşı “imanları artanlardan, Allah bize yeter o ne güzel vekildir” diyenlerden olmaktır, bugün yapılması gereken.

Mücadele, ne daima yükselen bir doğru; ne de daima azalan bir doğrudur. Mücadele çok parametreli nonlineer bir denklem gibidir. Bazen yükselir, bazen durur, bazen geriler. Mücadele hep zafer veya hep mağlubiyetlerden oluşmaz. Allah’ın kimi niçin, hangi sebeple muzaffer kıldığının ilahi sırrı ilk bakışta hemen anlaşılamayabilir. O nedenle zafer ve mağlubiyet dönemlerinin insanlar arasında dolaştırılmasının şuuruna varmalı, bundaki hikmeti araştırıp gelecek için dersler çıkarmalıyız:

“Eğer bir yara aldıysanız, o kavme de benzeri bir yara değmiştir. O günleri, biz onları insanlar arasında tedavül ettirip dururuz. Bu, Allah’ın iman edenleri belirtip ayırması ve sizden şahitler edinmesi içindir. Allah, zulmedenleri sevmez.

Yine bu Allah’ın, iman edenleri arındırması ve küfre sapanları yok etmesi içindir.

Yoksa siz, Allah içinizden cihad edenleri belirtip,ayırdetmeden ve sabredenleri de belirtip ayırtetmeden cennete girivereceğinizi mi sandınız”

(3 âli İmran 140-142)

Zafer ve mağlubiyet günlerinin tedavül ettirilmesinin nedeni iman edenlerin belirlenmesi, arındırılması, şahidler edinilmesi ve cennete yerleştirilmesi olarak ifade edilmektedir. Ayrıca cihat edenlerin, sabredenlerin belirlenmesi de sebepler arasında zikrediliyor.  İman edenleri, cihat edenleri ve sabredenleri belirlemek, iman edenleri arındırmak küfre sapanları yok etmek için; zafer ve mağlubiyet günleri, insanlar arasında dolaştırılıyor. İnsanların cenneti hak etmesi, böyle bir seleksiyonun sonucunda ortaya çıkıyor.

Ali İmran 140’da iman edenlerin ortaya çıkarılması işlemi ile, “Allah zulmedenleri sevmez” ifadesi arasında ilginç bir bağıntı olsa gerekir. Zulüm kavramını en geniş anlamıyla ele alırsak Allah müminleri, bu tedavül ettirilen günlerle, zulmün her çeşidine bulaşmaktan da koruyor. Zulme sapanları, zulümde ileri gidenleri saflardan ayrıştırıyor. Öyleyse bugün müminler, zulmün her çeşidine ve her şekline büyük bir basiretle ve cesaretle karşı çıkmalıdırlar. Müminlerin zulme bulaşmamaları gerek şarttır, fakat yetmez. Aynı zamanda zulme karşı da çıkmalıdırlar.

Yalnızca müslümanlara yapılan zulme karşı çıkmak da yetmez. Aynı zamanda müslüman olsun veya olmasın toplumun herhangi bir kesimine karşı yapılan zulme de karşı çıkması gerekir. müminler olarak zulüm kimden ve kime karşı gelirse gelsin, tepkimizi uygun ve en güzel bir şekilde ortaya mutlaka koymalıyız. Uhud’un bu 3. Evresi’nde tüm zalimlere karşı, tüm mazlumları koruyan geniş bir cephe kurulmalıdır.

Bu dönemde zalimlerin zulümlerine dayanmayıp, korkuya ye’se düşen müslümanlar ortaya çıkabilecektir. zaman zaman islamla ters düşen beyanatlar veya tavırlar sergileyebileceklerdir. Bu durum, abartılmamalıdır. zalimlerin safına teslim edilecek bir tek insanın bile, önemli bir kayıp olduğu kabul edilmelidir. Böylelerine yardım eli uzatılmalı, moral desteği verilmelidir.

Herkesten,“Allah bir” diyerek kendine işkence yapanları umursamayan Hz. Bilal’in iradesine sahip olmasını beklememeliyiz. Bizim arzu etmiş olmamız, gerçekleri görmemize ve içimize sindirmemize  mani olmamalıdır.

Baskı ve işkence altında Peygambere küfreden fakat hz. peygamber’e gelip “kötü ya Resullallah, sana kötü söyleyip müşriklerin ilahlarını hayırla andım” diyen Hz. Ammarlar bugün de olabilecektir. Bu tür olaylar karşısındaki tavrımız; Hz. Peygamberin, Hz. Ammar’a karşı olan tavrı gibi olmalıdır:

“Kalbini nasıl buluyorsun”? diye soran peygambere Hz. Ammarın “kalbim imanla dopdolu” demesi, Hz. Peygamber için yeterli olmuştur. Hz. peygamberin Ammar’a, konuşmanın devamında verdiği cevap hepimiz için iyi bir ders iyi bir örnek olmalıdır:

“Gene böyle yaparlarsa sen gene aynı şekilde hareket et.”

Arzu edilen Hz. Bilal gibi olabilmektir. Ancak bu, Hz. Bilal gibi olanların; Hz. Ammar gibi olanları dışlaması anlamına hiç ama hiç gelmemelidir.

“Yerinde ve zamanında yapılan iş en hayırlı rehberdir.”

der Hz. Ali. Öyle ise bugün yapılması gerekenleri, ertelemeden yapmalıyız. Zalimlerin at oynattığı sömürünün yaşam tarzı haline geldiği bir dünyada, sükûnet dönemleri geçicidir. Emperyalizm sülük gibidir. Başkasının kanı ile beslenir. Kan emmeye alışanlar, bu alışkanlıklarından kendiliğinden vazgeçmezler Şu anki görüntü kimseyi vurdum duymazlığa  itmemelidir. Hz. Peygamberin  asırlar ötesinden mücadelenin bu kanuniyetine ilişkin yaptığı uyarı son derece önemlidir(7):

“Ey insanlar! Sizler sulh ve sükünet devrindesiniz. Zaman süratle ilerliyor. Görüyorsunuz gece ve gündüz her yeniyi eskitiyor. her uzağı yakınlaştırıyor, her va’di gerçekleştiriyor. Öyleyse, Gelecekteki mücadeleler için hazırlanın

(Sulh ise) yakında miadı dolacak olan bir hazırlanma devresidir. karanlık geceler gibi işler karıştığı zaman Kur’an-ı kerim’e sarılınız

Çünkü o, şefaat eden ve şefaatı kabul edilendir.

Kendisine uymayanların yenilmeyen hasmıdır”.

Öyleyse bugün hepimiz Allah’ın ipine sımsıkı yapışalım, düşüp parçalanmaktan, dağılıp ayrılmaktan yılgınlığa düşmekten güç ve kuvvetimizin kaybolmasından kurtulalım.

Hüzne, ümitsizliğe, kararsızlığa ve korkuya kapılmadan aceleci davranışlardan kaçınarak sabırla “iyiliği emredip kötülükten alıkoyarak”, “en güzel tarzda mücadele” ilkesine uyarak Uhud’un Üçüncü Evresi başlatılmalıdır.

“Allah kendi dinine yardım edenlere kesin olarak yardım eder” (22 Hac, 40)

Vaadini Allah gerçekleştirecektir.

Allah, kalplerimizi uzlaştıracak (3/63) kalplerimize bir nur koyacak, (8/29), kötülüklerimizi örtecek (66/8)  düzeltip ıslah edecek  (47/2-5), korkularımızı giderecek (41/30), küçük düşürmeyecek (66/8) , çoğaltacak (14/7), sağlamlaştıracak (47/7), doğru yola yöneltip ileten önderler yapacak (32/24), galip kılıp arza varis kılacak (21/105) ve bize yol gösterecektir (26/62)

Allah sözüne en sadık olandır. Öyleyse Allah’ın şu vaadini hiç unutmayalım.

“Allah içinizden iman edenlere ve salih amellerde bulunanlara vadetmiştir; Hiç tartışmasız, onlardan öncekileri nasıl güç ve iktidar sahibi kıldıysa, onları da yeryüzünde güç ve iktidar sahibi kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini yerleşik kılıp sağlamlaştıracak  ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir” (24 Nur, 55) 

Öyleyse

“Gevşemeyin, üzülmeyin; eğer inanmışlarsanız en üstün sizlersiniz” (3 Ali İmran 139)

Ve unutmayın:

“Bir gece

iki gündüz arasındadır”.                 

KAYNAKLAR

1  Hamıdullah, M. İslam peygamberi İrfan Yayınları, İstanbul, 1972.

2  Kandehlevi. M.Y., Hadislerle Hz. Peygamber ve Ashabının Yaşadığı Müslümanlık, Kalem yayınevi, İstanbul c. 1, s. 295, (1979)

3  Kandehlevi, M.Y, age. c.1. s: 297-598.340

4  Kandehlevi, M.Y, age. c.1. s: 279-280.

5  Kandehlevi, M.Y, age. c.1. s: 288

6  Kandehlevi, M.Y, age. c.1. s:1881

7  Kandehlevi, M.Y, age. c.1. s:1783

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI HİBRİT SAVAŞLAR DÜZLEMİNDE BÖLGESEL EKSENDE BAŞLATILMIŞTIR

(Umran Dergisi)   “Eğer Hakk, onların hevalarına (istek ve tutku) uyacak olsaydı, hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herke...