(Umran Dergisi)
“Politikacılar ve Generaller Silah’a sarılınca Hep Gençler Ölüyor” — Gorbaçov
Gazi Olayları İle Başlayan Süreç
Umran’ın 31’inci sayısında “Halkı Sindirme Operasyonları”
başlıklı yazıda Türkiye’de yeni bir sürecin başladığını belirterek Türkiye’nin
bundan sonra çok gerilimler yaşayacağını ifade etmiştik. Daha sonra gelişen
olaylar, bu gözlemi teyid etmiş ve Türkiye’deki pek çok tezadın boyutunu gözler
önüne sermiştir.
Belli kurumların gücünü kullanmaya kalkan yasal
olmayan ekiplerin nedenli bir kaos veya gerilim oluşturulabildiklerini ve bir
kaşık suda nasıl fırtına koparabildiklerini hep beraber gördük. İttihad
Terakki’den günümüze Devlet ve Ordu felsefesindeki temel bakış açısındaki
yanlışlık, Türkiye’de ciddi bir ikilem meydana getirmiştir. Birileri hep
düşmandır, daima içerde büyük bir tehlike vardır. Birileri, “gaflet, dalalet
veya hiyanet içindedir”. Birileri de bu gaflet, dalalet ve hiyanet tehlikesine
karşı daima teyakkuz halindedir. Bu psikoloji gerek İttihat Terakki, gerekse
Cumhuriyet döneminde, bütün “halkçılık” söylemlerine karşılık yönetenlerin
halkla kucaklaşmaması, halkla bütünleşmemelerini doğurmuştur.
İnönü’nün 1925 yılında Muallimler Birliği’nde, “karşımıza çıkanları kanunen ve cebren bertaraf edeceğiz” tarzındaki konuşmaları, Türkiye’de birilerine hep mesnet teşkil etmiştir. Zaman zaman “İnönü’nün yaptığnı yaparız” sözleri, Türkiye’nin gündemini oluşturmuştur. Gerek ulusal, gerekse uluslararası dengeler, cebir yoluna imkan vermiyorsa, kanun yolu denenmiştir, denenmektedir.
TANIMLANMAMIŞ (MUĞLAK) KAVRAMLARLA YÖNETMEK
Bütün muhtıra ve darbelerden sonra kanunlarda yapılan
köklü değşiklikler, böyle bir amaca yöneliktir. 1960’daki iç dinamiklerin
gerektirdiği yasalar, 1970 ve 1980 sonrasındaki iç dinamiklere uymadığından
eleştirilmiş ve bir kısmı değiştirilmiştir. Yeni yasalar getirilmiştir. Ancak
dikkatimizi çeken en temel nokta, Ordu’nun sistemin ağırlık merkezine getirip
oturtulması, hareket alanının her geçen gün artırılmış olmasıdır (1,2). “Kriz
Yönetimi Yönetmeliği” ile Ordu günlük hayatta herşeye müdahale edebilecek bir
konuma getirilmiştir. 28 Şubat’ın post modern darbe olarak nitelendirilmesinin
nedeni de budur. Çıkarılan tüm yasa ve yönetmeliklerde oynak alan teorisi
diyebileceğimiz bir anlayışla pek çok kavramın tanımı açık, net, berrak
değildir. Anlam alanı (semantik) belirsizdir.3 Kavramlar, bakana ve bakış açısına göre anlam kazanabilmektedir.
Türkiye’de demokrasi, laiklik, irtica, milliyetçilik, halkçılık, din ve vicdan
hürriyeti, din ve kılık-kıyafet gibi kavramların anlam alanları belirsizdir. Bu
belirsizlik çift standartlı mantık diyebileceğimiz şizofrenik bir duygu ve
düşünce dünyası oluşturmuştur.
Bir subay, başbakana “pezevenk” dediği zaman hiçbir
işlem yapılmamış, cumhurbaşkanı Demirel tarafından bir “boşalma” “hali olarak
nitelendirilip geçiştirilmiştir. Bir başka general, 28 Şubat’ı, “Demokrasiye balans ayarı yaptık” diye
nitelendirirken; sivillerde dahil olmak üzere “Ordu bir sivil toplum kuruluşu olarak muhalefet yapmaktadır”
denebilmiştir. 28 Şubat 1997 tarihinde Refah yola karşı birisinin medya ve sivil(!)
toplum örgütlerinin takındığı tavırla, 27 Mart 1998 Anasol-D’ye karşı
takındıkları tavır arasındaki fark bu çifte standart mantığının doğal
sonucudur.
27 Mart 1998 MGK Bildirisi, tanımı belirsiz irtica ve
türban kavramları çerçevesinde şekillenmiştir. Bu bildiri, Türkiye’nin ciddi
gerilimlere gebe kalacağının bir ifadesi olarak değerlendirilebilir. Bildiride
dikkati çeken diğer bir konuda yeni yasal düzenlemelerin hemen yapılması
isteğidir.
Gene Türkiye; tanımlanmamış kavramlar için çerçevesi
esnek yeni yasalar çıkartılarak yönetilmek, gene belli merkezlerin daha rahat
hareket etmesine imkan hazırlayacak bir yapıya kavuşturulmak istenmektedir.
Zamanı gelince kullanırız anlayışı ile yapılan tanımlamalar çıkar yol değildir.
Bunun için milletvekillerine, aydınlara, hatta
toplumun her kesimine düşen görev, kavramların tanımlanmasında toplumsal
mutabakatın sağlanmasını istemek olmalıdır. Siyasi partilerin her kademesinden
başlanarak zirveye kadar toplum bu isteğini dile getirmelidir. İlçe
merkezlerinden başlanarak genel başkanlara kadar herkes ziyaret edilmeli ve bu
konu dile getirilmelidir. Halkın bir “şamar oğlanı” gibi kullanılmasına imkan
verecek bir yapılanmaya müsade edilmemelidir.
TÜRKİYE’Yİ ETKİLEYECEK İKİ OLAY
Türkiye’nin tarihinde iki konu son derece önemli
olmuştur. Birincisi, 30 Ağustos’taki
Askeri terfiler; ikincisi, Cumhurbaşkanlığı
seçimidir. Türkiye bugün bu iki konu ile karşı karşıyadır. Dolayısıyle olan
ve yakın gelecekte olacak olaylarda bu iki konunun etkisi olmuş ve olacaktır
da.
30 Ağustos terfileri için medya aracılığıyla yürütülen
bildiri savaşının nasıl sonuçlanacağını hep beraber göreceğiz. Genel Kurmay
Başkanı Karadayı’nın görev süresinin bir yıl daha uzatılıp uzatılmaması 2000’li
yıllara dönük askeri yapılanmayı ciddi bir şekilde etkileyecektir. Ordunun
içinde var olduğu iddia edilen ekiplerin etkinlik mücadelesi Karadayı’nın
durumuna kilitlenmiş gözükmektedir.4,5
Eğer Hanefi Avcı’nın Gazi olaylarının arkasında,
ihtilal yapmak isteyen ordu içerisindeki bir grup sol cunta olduğu iddiası
doğru ise ve gene Orakoğlu ve Sarmusak’ın iddiaları geçerli ise, bu 30 Ağustos,
bir hesaplaşma ve tasfiye dönemi olabilecektir. Mahir Kaynak’ın “9 Martçıları nasıl açıkladı isem bunları
da açıklayacağım” sözleri, ekiplerin kartlarını çok sert açmaya başladıklarının bir
göstergesi olarak değerlendirilmelidir.
30 Ağustos terfileri kadar, Cumhurbaşkanlığı seçimi de
Türkiye’yi ciddi bir şekilde etkileyecektir. Demirel’in görev süresi yaklaşık
iki yıl sonra dolmaktadır. Bu nedenle Türkiyenin gündemine Cumhurbaşkanlığı
seçimi şimdiden girmiştir ve etkisini her geçen gün gösterecektir.
Geçmişteki Cumhurbaşkanlığı seçimleri ile ilgili
Demirel’in ilginç bir tesbiti vardır. “Her
Cumhurbaşkanlığı seçiminden önce Ordu’da rahatsızlıklar artar” demektedir
Demirel. Cumhuriyet tarihinde Bayar, Özal ve Demirel’in haricindekilerin tümü,
asker kökenlidir. Bu Demirel’in tesbitini doğrular mahiyettedir. Faruk Gürler
olayı, askerin baskısının en canlı örneğidir.
Baykal’ın başlattığı “ara rejim” tartışmalarına
Cindoruk’un, “Sanal Kriz”, Ecevit’in “Yapay Bunalım” diye nitelendirmesi her
iki siyasinin geçmişte yaşadıkları acı tecrübelerin ışığında değerlendirmek
gerekmektedir. Her iki parti lideri teşhislerinde haklılar. Bu bunalım
yapaydır, sanaldır. Unutmamak gereken bir şey daha vardır ki 28 Şubat post
modern darbesi de yapay, sanal bir kriz üzerine inşa edilmişti.
27 Şubat MGK’nın bu yapay krizi ortadan kaldıracağı
sanılmamalıdır. Taraflar kendilerini 30 Ağustos ve Cumhurbaşkanlığı seçimine
çoktan kilitlemişlerdir. Yılmaz, 28 Şubat sürecini Erbakan’ın şahsına dönük bir
olay olarak algılamıştır. Hatayı da burada yapmıştır. “Ben Erbakan değilim”.
“Bana dayatanlara ben dayatırım”, “kimseye irtica ile mücadele yetkisi
vermedim”, “BÇG’ye gerek yoktur, iptal edilmiştir”, “Asker işine baksın,
kışlasına dönsün” tarzındaki demeçleri, ara rejim hükümeti psikozundan
kurtulmak için yapılmamış veya “askerin karşısında olmanın prim yaptığı
anlayışı ile verilmemiş ise; Genel- kurmay’dan yapılan açıklamalar sonucunda
geri çark etmesi ile büyük bir prestij kaybına
uğramıştır. Genel Kurmay’ın yaptığı açıklamadan sonra Yılmaz’ın
yapacağını açıkladığı yasal düzenlemeler gerçekleşmezse Erbakan’a karşı
yürütülen yıpratma kampanyasının benzeri Yılmaz’a karşı da yürütülecektir.
Yasal düzenlemeler gerçekleştirilirse, Türkiye Tek Parti dönemindeki sivil
otoriter bir rejimle yönetilecektir. Bu da bazılarının hedefidir. Truva Atı
olarak da ANAP’ı kullanmak istemektedirler. Kaleden içeri girdikten sonra
ANAP’a ihtiyaçları olmayacaktır. Zaten bu yasal düzenlemelere ciddi olarak
kalkıştıklarında DYP’de oluşan bunalım, ANAP’ta oluşacak ANAP kan kaybına
uğrayacak, seçmen tabanında kopmalar olabilecektir.
Daha açıkçası 27 Mart süreci, Yılmaz’ı çok yönlü kuşatma dönemidir. Bu hesabın tutup tutmayacağı ANAP kadrolarının tavrına bağlıdır. ANAP kadroları, 12 Mart türü, hükumetlerin başarılı olamayıp tasfiye olduklarını görmek zorundadırlar. Tek partili dönemin baskı aracı CHP’nin yıllarca hükümet olamayışının sebeplerini araştırmaları ANAP’ın yararına olacaktır. Tanımlanmamış, siyasi bir yıpratma ve halkı susturma aracı olarak kullanılan İrtica Silahı’nın geçmişte hangi parti ve liderler için kullanıldığına ANAP kadrolarının bakmaları gerekir. Abdullah Yıldız’ın Umran’daki “İrtica” yazı dizisini ANAP’lılar, daha doğrusu herkes çok iyi okumalıdır.6
GERİLİM STRATEJİSİ VE TÜRBAN
Türban olayının tarihsel temellerini, dini boyutunu
örf ve adaletlerle ilişkisini, siyasi terminolojiye giriş ve kullanılış
biçimlerini geniş bir şekilde ele alıp incelemek gerekmektedir. Ancak bu
yazının amacı bu değildir. Burada günün pratiğinde Türban’ın belli aralıklarla
sorun haline getirilmesinin perde arkasına dikkatleri çekmek istiyoruz.
Türkiye’de kılık kıyafet konusundaki tartışmalar
batılılaşma hareketi ile birlikte başlar. Batı teknolojisi karşısında geri
kalmanın oluşturduğu aşağılık kompleksini kırmanın bir aracı olarak kılık
kıyafetle onlara benzemek yolu seçilir. II. Mahmut Avrupai giyimi saraya
sokarak işe başlar. Abdülmecit erkek memurlara setre pantolon, haremindeki
kadınlara korse giyme mecburiyetini getirir.7 Osmanlı aydınları arasında tesettür, konusunda, İslamcılar,
Batıcılar ve Türkçüler olmak üzere 3 ayrı ekol yoğun tartışmalar yaparlar.
Cumhuriyet dönemi ile birlikte başlayan dönemde bu tartışmalar Batılılaşma lehine “cebren ve hukuken” çözülür. Devlet zorla üstten aşağıya doğru toplumu şekillendirmeye başlar. Topluma uygun devlet ve rejim yerine öngörülen rejime ve devlete uygun bir halk, toplum, millet inşasına girilir. Tarihçi Paul Dumont’un verilen bu mücadele ile ilgili görüşleri, Cumhuriyet döneminin temel bakış açısını oluşturur:
“Doğu giysilerinden, türbandan, festen, şalvardan, terlikten, ince peçelerden vazgeçmek zorundalar, çok karılılıktan vazgeçmek zorundalar; Arap alfabesiyle okumayı, bu alfabeyle anlaşılmaz muskalar yazmayı bir yana bırakmak zorundalar; zamanı güneşle ölçmekten, derviş ayinlerinden vazgeçmek zorundalar; ağırlık ve uzunluk ölçülerini, yaşam biçimlerini, düşünce tarzlarını, meselelere bakışlarını değiştirmek zorundalar.”8
Keza Peyami Safa “Köşe minderi ile Avrupa kanapesi,
mintanla frenk gömleği” arasına sirayet ederek her tarafa buluşan bir ikilemin
“İslam Şark’la, Hıristiyan Garp arasında çektiğimiz tercih sıkıntısından”
doğduğunu ve bu ikiliği Kemalizmin kesip attığını söyler.9
Cumhuriyetle beraber
“asalak” saray kadınlarına karşı savunulan, Anadolu kadını “üretken, çalışkan,
ulvi ve fedekardır” Anadolu kadını Cumhuriyet reformlarını yozlaşmaktan
kurtaracaktır, reformda onu İslam dininin taassubundan.” “Kemalist Kadınlar”
“yeni medeniyetin” harcı olacak, devrimlerin bekçisi olacaktır. Bu anlayışla
yukarıdan aşağıya başlatılan cebri yapılandırma faaliyeti isteneni vermemiştir. En güçlü, en başarılı olduklarını sandıkları bir
anda, bir mekanda, Mustafa Kemal’in “Çift süren, tarlayı eken, ormandan odunu,
keresteyi getiren, ürünlerini pazara götürerek paraya çeviren, aile ocaklarının
dumanını tüttüren, bütün bununla beraber, sırtı ile, kağnısı ile, kucağındaki
yavrusu ile, yağmur demeyip, kış demeyip sıcak demeyip, cephenin mühimmatını
taşıyan, hep onlar, hep o ulvi, o fedakâr, o ilahi Anadolu Kadınları” diye
tasvir edip övdüğü Anadolu kadınlarının çocukları “biz örtünmek istiyoruz” diye
tavır koyuyor ve direnişe başlıyor. Üstten zorla yapılanma ile toplumun gasp
edilmiş haklarını geri istiyor, İnsan ve vatandaş konumuna konulmak istiyor
Bu, tanzimattan bu yana batılılaşma için verilen
mücadelelere karşı kadınlar tarafından konulan bir tavır olması açısından büyük
bir şok ve öfke meydana getirmiştir. Türban’ın serbest bırakılması, tepeden
inmecilerin, 6 okçuların bir mağlubiyeti olarak telakki edilmektedir.
Bir taraftan 6 okçuların şuuraltına yerleşmiş olan bu
korku, diğer taraftan yıllarca horlanan müslüman halkın hak arama, inancına
göre, yaşama isteği tarafların kolayca karşı karşıya gelmesine uygun bir
psikolojik ortam hazırlamıştır. Türkiye’nin görünüpte görünmeyen güçleri
(Gladio) her iki kesimi kolayca harekete geçirecek organizasyonları rahatlıkla
yapabilmektedirler.
Türkiye’de kılık ve kıyafet tanımsızdır. Yasalar bu tanımsızlıklara göre yapılmaktadır. Bir gün lazım olur, kullanırız mantığı hakimdir. “Demirel’in anasının, ablasının giydiği örtü başörtüdür ve gelenektir, serbesttir.” “Fakat üniversitedeki kızların giydiği örtü türbandır ve dini bir simgedir. İdeolojiktir ve yasaktır.” Başörtü ve türban arasındaki ayırım hangi ölçüte göre yapılmaktadır. Demirel’e göre ölçü muhit ve gelenektir.
“Benim anamın başı sarılıydı. Kız kardeşimin başı da sarılıdır. Bunlar
idoloji peşinde değildi. Muhitin adeti oydu. Ama benim eşimin başı açıktır. Kadınlarımızın
başı açık diye, kimsenin müslümanlığımızdan şüphesi yoktur. Okul ve devlet
dairelerinin dışında, kimseye bir şey denildiği yok. Okulların ve devlet
dairelerinin kıyafet nizamnamesi var. Böyle tartışmaların Türkiye’de yeri
olmamalıydı. Ama bu tartışmalar başlatılmıştır. Bunları, yeni hadiseler
çıkmasına meydan vermeden çözmek lazımdır. Türban
eylemi ideolojiktir.”10
Gene Demirel:
“Nümayış yapan öğrenciler türbanı müslümanlıkla eşdeğer hale getirmiş. Anadolu’daki kadın başını örter, buna kimse ses çıkarmaz. Ama baş bağlamayı ideolojik hale getirirsen, işte orada sorun olur. Başımı açarsam, dinim elden gider, gibi bir yanlış. Baş açmanın dinle ilgisi olmadığına ikna etmek gerek.”11
diyerek Türkiye’yi bir kavram kargaşasına sokmakta ve
okuma hakları alınan öğrencilerin, hak arama isteklerini ideoloji perdesi ile
engellemektedir.
Ancak aynı Demirel 1980 sonrasında Şeffaf ve Konuşan Türkiye için bunların zıddını söylüyordu:
“Başörtüsü meselesinde, sanıyorum ki, çok yanlış bir tavır var. Kişi başını örtsün. Ona niye karışılıyor? Başörtüsünün laiklikle bir alakası yoktur. Kanunların yasaklamadığı bir kıyafettir. Yalnız, bugün başlamıyor bunların hepsi. Çok gerilerde Anadolu kadınının yüzde sekseninin başı örtülüdür, yazmalıdır, yaşmaklıdır. İşte benim anam. Yazmayı yaşmağı çıkarabilir misiniz ondan? Lüzum var mı, hacet var mı dini açıdan mütalaa etmiyorum meseleyi.. Pekâlâ güzel kıyafet o.
Zaten bunlar denenmiş,
örtülerin ve diğer kıyafetlerin ortadan kaldırılması denenmiş. Kaldırılabilmiş
mi?
....(kırkağaçta) Ama hepsi
kıvraklıdır. Kıvrak nedir biliyormusunuz? Simsiyah bir örtü, Tepeden tırnağa.
Hiç kimse ondan rahatsız olmaz, çağdaş kıyafete uymuyor falan da demez...
Bırakın, halk nasıl giyinmek istiyorsa öyle giyinsin canım.
Tabiî ki, başörtüsü meselesinde bir nokta var. Beni ziyarete gelen çocuklara da söyledim. Başörtüsünü İslam’ın simgesi yaparsanız, başını örtmeyeni müslüman saymazsanız, burada tefrika olur. Ve kimse sizi savunmaz. Derseniz ki, “Bizim inançlarımız böyledir, biz başımızı bağlamak istiyoruz; kimse birşey diyememelidir”.
Aynı Demirel, Evrenin Alaşehir’de başörtüsünü de içeren konuşması ile ilgili
“...Ama bir tarafdan da, bana göre hiç görevleri olmadığı halde, bu başörtüsü meselesine takılmış olmalarının içinden çıkamadılar”.12
Demirel’in iki ayrı zaman ve konumda yaptığı
konuşmalarla ilgili yorumu okuyucuya bırakıyoruz. Demirel’e bugün düşen görev,
Evren’in başörtüsü meselesine gereksiz takılması gibi, bugün de başörtüsüne
gereksiz takılanları uyarması, yanlış yaptıklarını kamuoyu önünde açık bir
şekilde ifade etmesidir.
Dini inançları gereği örtünen ve okumak isteyenlerin
önündeki her türlü yasal engel kaldırılmalıdır. Sosyal barışın yolu da budur.
Bu konudaki yasalar, açık olmalıdır. Bakanın bakış açısına göre değişmemelidir.
YÖK’le, Rektörlerle görüşelim “siz görmemezlikten, duymamazlıktan” gelin. Fakat
bu yasalarda dursun denmemelidir. Birilerinin çıkıp istediği zaman istediği
yerde kullanabileceği bir gerilim ve baskı aracı olmaktan bu yasalar
çıkarılmalıdır.
1960’dan bu yana pekçok konuda yasalar bu gerilim
stratejisi mantığı ile kullanılıyor. Parlamento bu oyunu bozmalıdır. 1960,
1970, 1980 öncesinde toplumun özellikle gençliğin nasıl tahrik edilip istismar
edildiği bugün çok açık biliniyor. O gün gençleri tahrik edip sokağa çıkaracak
konular farklıydı. Bugün ise farklıdır. Bu gün dini konular ve türban bir
tahrik aracı olarak kullanılmak istenecektir. İnsanların elinden okuma
hürriyetleri, türbanları gerekçe gösterilerek alınmak istenecektir. Böylelikle
tahrik edilip farklı boyutlara taşınabilen eylemlere sürüklenmek
istenebilecektir. Arkasından meçhul kaynaklar harekete geçerek “şeriat
geliyor”, “irtica hortladı” yaygarası ile toplum ve parlamento üzerinde yoğun
bir baskı kurularak arkasından daha sert yasal düzenleme talepleri gelecektir.
Önümüzde 30 Ağustos terfileri Cumhurbaşkanlığı seçimi vardır. Türban bir psikolojik savaş bir gerilim stratejisi aracı olarak kullanılmak istenebilir. ANAP Bitlis eski milletvekili Faik Tarımcıoğlu’nun görüşlerini dikkate almakta yarar vardır.13
GEÇMİŞE BAKMAK YETERLİ
“İkibin yılına doğru olayların tırmandırılış biçimi
gözönünde bulundurulursa Meclis dışından bir Cumhurbaşkanı adayının çıkmasını
muhtemel görüyorum. Emekli ya da görev başında olan Genelkurmay Başkanı
olabilir diye düşünüyorum. Ama umarım ki Meclis bunu kendi içinde aşar,
konsensüs sağlar. Mesut bey önceden beri hazırlanmış bir yol takip ediyor. 1989
yılından bu yana İstanbul’da TÜSİAD ve bazı çevrelerde Yılmaz’ın
Cumhurbaşkanlığı ortaya atılmıştı.
Eğer olaylar bir laik-antilaik çatışmasına gider, bu
bir askeri müdahaleyi getirirse o zaman parlamento dışı bir adayın olma
ihtimali yükselir. Bunu şöyle bir misalle teyid edebiliriz; 1989 yılında iki
önemli olay vardı. Biri mahalli seçimler diğeri ise Cumhurbaşkanlığı seçimiydi.
Yedinci Cumhurbaşkanı Kenan Evren süresini doldurduğu için yeni Cumhurbaşkanı
seçilecekti. Takvime bakın 1988 sonu ve 1989 başı itibariyle Türkiye’de garip
olaylar meydana gelmeye başlamıştır.
Bunlardan en önemli olanı benim özel istihbaratıma dayanarak söyleyebilirim. Paris’te özel bir kokteylde denizci emekli kurmay bir albaya Fransız üst düzey bir istihbarat yetkilisi ‘iki ay sonra Türkiye’de türban olayları meydana gelecektir’ demiştir. Gerçekten de bu bilgiden hemen sonra Türkiye’de türban meselesi patlak verdi. Ve bir türban kanunu Meclis’ten hızla geçti. Anayasa Mahkemesi’ne giden kanun yıldırım hızıyla iptal edildi. Bu birdenbire elektriğe basılmış gibi bir reaksiyon doğurdu. Ve Türkiye’de Cuma gösterileri başladı. Her Cuma olayından sonra toplanan kalabalık sanki ceplerinde her zaman bulundurdukları İsrail, Amerikan bayraklarını yakmaya başladılar. Tertipler öyle boyutlara ulaştı ki büyük şehirler ANAP’tan uzaklaşmaya başladılar İrtica mı geliyor, şeriat mı geliyor diye... Hemen arkasından bir MİT raporu ortalığı karıştırdı. Bu MİT raporunda Özal ve Necdet Üruğ Paşa çok ağır şekilde suçlanıyordu. Üruğ Paşa son derece vasıflı, namuslu, vatansever, mükemmel bir generaldir. Özal da başarılı bir Başbakandı. Bu sebeple ikisinden birinin Cumhurbaşkanı olma ihtimali çok yüksekti. Sonra yüksek bürokrasi -ki her zaman bunlar bir konseptle hareket ederler- Yüksek Seçim Kurulu sürpriz bir karar vererek ‘seçime katılmak müeyyide-i mucip değildir’ dedi. Ve bu yüzden özellikle büyük şehirler ANAP’tan kaçtılar. Arkasından Danıştay kanun kuvvetinde bir kararnameyi iptal etti, bu da dönemin hükümetine büyük darbe vurdu. Hemen arkasından Yargıtay ‘tapu tahsis belgeleri geçersizdir’ diye bir karar aldı. Ve tapu tahsis belgesi dağıtan Özal’ı yalancı duruma düşürdüler. Ve ANAP seçimlerde büyük hezimet yaşadı. İyiki de yaşadı. Çünkü bu hezimet ANAP için hayırlı olmuştur. ANAP yenilmiştir ana rejim kurtulmuştur. Çünkü Cumhurbaşkanlığı seçimlerine doğru çok daha vahim olaylar bekleniyordu. Çünkü sekiz Cumhurbaşkanın yedisi silah ve asker yoluyla cumhurbaşkanı olmuştur. Birisi sivildir o da silah zoruyla indirilmiştir. Şimdi 2 bin yılında yeni Cumhurbaşkanı seçilecekse yaşanmış bu olayları gözardı etmemek gerekiyor. Bugünlerde yaşadığımız ve 28 Şubat süreciyle başlayan bu sıkıntı giderek bende bazı şüpheler uyandırıyor. Cumhurbaşkanlığı seçimine doğru müdahaleler olabilir. Veya bu müdahaleler Meclis eliyle yaptırılabilir. Bundan da endişeleyim. Şunu seçeceksiniz diye bir isim empoze edilebilir, Meclis’te o isim cumhurbaşkanı seçilebilir”.
Türban bahane edilerek Kriz yönetiminin uygulanmak istenmesine dikkat edilmelidir.
SONUÇ
Türbandaki hak arama direnişi, tahrik, tahrip,
ajitasyonlara kapalı olarak yürütülmelidir. 1968 gençliğinin düştüğü hatalara,
1998 gençliği düşmemelidir. Hak arama uzun vadeli, uzun bir maratondur.
Dikenli, engebeli mayınlarla döşelidir. Tarihteki hak arama mücadelelerinin
ortak özelliği budur. Doğru zamanda, doğru yerde, doğru işi yapmak bugünün en
temel görevidir.
Kazanılmış hakların kaybedilmesine hak verdirecek
eylem türlerinden kaçınılmalıdır. Hak arama mücadelesinde yanlış slogan
kullanılmamalıdır. Şiddet kimden ve nasıl gelirse gelsin lanetlenmelidir.
Horlanmalara, hakir görülmelere ve hakaretlere karşı
sabırlı olunmalıdır.
Bu hak arama mücadelesi bir partiye yamanmamalı, tüm
partilerden bu konuda yardım istenmelidir. Partilerin ilçelerden başlanarak
genel merkezlerine ziyaretler yapılmalıdır. Parti liderleri ziyaret
edilmelidir.
RP kapatıldı. DYP lideri yüce divana gönderilmek
isteniyor. ANAP, önlem paketi olarak açıkladığı yasaları Meclis’ten geçirirse
eriyecektir. Çiller ve Yılmaz’ın olmadığı merkezdeki yeni bir yapılanmanın Tek
Parti dönemindeki sivil otoriter bir rejimi ihdas edebileceği düşünülüyor. ANAP
şu an ciddi bir kuşatmaya alınmıştır. 27 Mart MGK’sından sonra “ismi
açıklanmayan üst rütbeli yetkililer” tatmin olmadık”, “yeterli değil önlemleri
artır” diyeceklerdir. ANAP’ın boynuna geçirilen ip hergün biraz daha
sıkılacaktır.
28 Şubat’ta
Refah-Yol hükümetinin yalnız bırakılması gibi bir hataya, kısır çekişmeler
yüzünden düşülmemelidir. Olaylar, geçmişte Erbakan’ın bugün de Yılmaz’ın
hatasından kaynaklanıyor şeklinde düşünülürse hazırlanılan tuzağa düşülmüş
olur. Bunun için Cindoruk’un MGK ile ilgili görüşü desteklenmelidir.14 Sivil otoriter rejimden kurtulmanın
en önemli adımlarından biri bu olmalıdır. Kriz Yönetimi Yönetmeliği iptal
edilmelidir.
Çıkarılan yasaların yalnızca başkalarına veya bazılarına uygulanacağını sanıp da destek veren sivil toplum örgütleri geçmişe iyi baksınlar. Geçmişin aynasında geleceği görebilme basiretini Allah herkese nasip etsin.
Unutmayın ki;
Keser döner sap döner, bir günde hesap döner...
KAYNAKLAR
1- Balcı, M., MGK
ve Demokrasi, Yöneliş Yayınları. İstanbul, 1997
2- Üskül, Z., Siyaset
ve Asker, İmge Kitabevi, Ankara, 1997
3- Can. B, “Müminleri Bekleyen Tehlikeler; Kavramların
Yozlaştırılması” Umran sayı 37, 1997,
sayfa 9-20
4- Öksüz, A, “Mart
Sendomu” Aksiyon, sayı:172, 1998 sayfa, 25-31
5- Bila, F., “Ordu Rahatsız”, Milliyet 15.3.1998 “Komutada Tıkanma Yok” Milliyet, 17.3.1998
6- Yıldız, A. “İrticâ’ın Serüveni”, Umran, sayı 40, 1997 sayfa 22-27
7- Göle, N., Modern
Mahrem, Metis Yayınları, İstanbul, 1991, s.
51
8- Göle, N., A.g.e.
s. 49
9- Safa. P., Türk
İnkılâbına Bakışlar, Kanaat Kitabevi, Ankara Kütüphanesi Tarih Serisi,
1959, s. 7
10- 19 Mart 1998 Hurriyet
11- Doğan, Y., “Endülüs’te Türban”, Milliyet 4.3.1998
12- Demirel, S., Gençlik
ve Eğitim, Yeni Asya Yayınları, İstanbul 1987, s. 43-48
13- Tarımcıoğlu, F., “Geçmişe Bakmak Yeterli”, Aksiyon,
İstanbul sayı 172, 1998, s. 31
14- Cindoruk, H., “MGK’nın Yetkileri Sınırlandırılmalı”, 28.3.1998 Milliyet
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder