25 Aralık 2021 Cumartesi
12 Aralık 2021 Pazar
11 Aralık 2021 Cumartesi
1 Aralık 2021 Çarşamba
Ekolojik Savaş Üzerinden “Dijital Dünya Düzenini” İnşa Etmek-2 TANRI OLMAYA(!) OYNAYAN 21. ASRIN FİRAVUNLARI
Kur’ân-ı Kerim’de “Eğer Hak, onların hevalarına (istek ve tutku) uyacak olsaydı, hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herkes ve her şey bozulmaya uğrardı...” (23 Müminûn 71) buyruluyor. Dünya, koronavirüs salgını ile uğraşırken hemen hemen aynı zamanda dünyanın pek çok ülkesinde eş zamanlı bir şekilde yangınlar, seller, yanardağ patlamaları ve depremler olmaya başlamıştır. Birleşmiş Milletler 2021 İklim Raporu, 6. Rapor (IPCC): ‘İklim Değişikliği 2021: Fiziksel Bilim Temeli’ başlıklı Raporun Birinci Kısmının
Bu
ekolojik savaş sürecinde dikkat çeken bir nokta, koronavirüs salgınında olduğu
gibi bir merkezden büyük bir psikolojik harekâtın eş
zamanlı başlatılmasıdır. Dünyanın her tarafında aynı anda başlatılan kampanya,
çok ciddi ve merkezî bir psikolojik harekâtın ürünüdür. Âdeta bir merkezden
düğmeye basılmış, tüm psikolojik harekât ajanları ile uyuyan hücreler harekete
geçirilmiştir. Bu, yangın-sel-deprem-yanardağ dörtgeninde meydana gelen
ekolojik hareketlenmede yürütülen psikolojik harekât, koronavirüs salgını
başladığında yürütülen psikolojik harekâtın bir benzeridir.
“Küresel
dijital dünya düzeni”/“dijital diktatörlük” kurmak isteyen belli güç
merkezlerinin gerek küresel salgını ve gerekse son zamanlarda meydana gelen
olağan dışı ekolojik olaylardan, ister doğal olsun isterse beşeri kaynaklı
olsun, yararlanmak istedikleri/isteyecekleri olayları, dünyaya kendi amaçları
istikametinde yön ve şekil vermek için değerlendirip yorumlayacakları asla göz
ardı edilmemelidir.
Hem
koronavirüs vakasına hem de son ekolojik olaylara -dünya hâkimiyet mücadelesi
veren küresel projeler kapsamında; özellikle “Dünya nüfusunun
azaltılması”, “Sanayi 4.0” ve “dünyanın dijital dönüşümü”, “küresel hegemonya”,
“Tanrı’nın krallığını inşa etmek”, “Tanrı’yı kıyamete zorlamak” projeleri
kapsamında- daha dikkatli bir şekilde bakmakta fayda vardır. Küresel salgın
başlangıçta, biyolojik savaş, psikolojik savaş, sosyolojik savaş ve ekonomik
savaş birlikte yürütülmekteydi. Şimdi sürece ekolojik savaş eklenmiştir. Yangın,
sel, deprem, yanardağ düzleminde meydana gelen ekolojik olayları, farklı
boyutlarda ele alıp değerlendirmekte yarar vardır:
· İklim
değişimi ile ilgili hazırlanan raporlar ne kadar, tarafsız ve özgürce
hazırlanmaktadır? Raporlarda dijital dünya düzeni ya da yeni dünya
düzeninin kolayca inşa edilebilmesi için bir alt yapı hazırlama durumu
olabilir mi?
· Son
ekolojik olaylar (dünyada ve Türkiye’de vuku bulan son Yangın, sel,
yanardağ, deprem ekolojik olayları), HAARP teknoloji ile meydana
getirilebilir mi?
· Son
ekolojik olayların, Neocon, Evanjelik, Siyonist ittifakının “Tanrı’yı
kıyamete zorlamak” “Tanrı olmak” projeleri ile bir ilişkisi var mı?
· Son ekolojik olaylar, dünyadaki kadife darbeleri organize eden beyin takımı (Soros ekibi) tarafından kullanılmakta mıdır? Bu olaylar, Türkiye’de Boğaziçi kadife darbe süreci bağlamında şer ittifakı tarafından değerlendirilmiş ya da değerlendirilmekte midir?
3. Dünya Savaşı çıkararak kurmak istedikleri yeni dünya düzenini, biyolojik savaş (koronavirüs salgını), ekolojik savaş (doğal olmayan sel, yangın, deprem, yanardağ patlaması…) üzerinden başlattıkları psikolojik harekât/savaş aracılığıyla inşa etmek istiyor olabilirler. O nedenle bu yazı serisinin amacının daha iyi anlaşılabilmesi için daha önce Umran dergisinde yazdığımız makalelerin okunmasında fayda vardır.[2]
Sosyal
Hadiseleri, Salgın Hastalıkları, Deprem, Sel, Yangın, Kıtlık, Yanardağ
Patlaması Gibi Büyük Olayları Değerlendirmek
Sosyal hadiseleri,
salgın hastalıkları, deprem, sel, yangın, kıtlık, yanardağ patlaması gibi büyük
olayları değerlendirmede, genelde iki ihtimal göz önüne alınmaktadır:
· Deprem,
sel, yangın, yanardağ patlamaları ve salgın hastalıklar gibi büyük hadiseler,
Allah’ın insanlığa bir ikazı, uyarısıdır. Olaylar, ilahi iradenin mutlak
müdahalesi ile olmaktadır.
· Bir
ülkenin/devletin/insan unsurunun, başka bir ülkeyi/devleti/insan unsurunu dize
getirmek, teslim almak, mahvetmek için kullandığı bir savaş türüdür. Olaylar
insan eliyle meydana getirilmektedir.
Her iki durumda da hadise, Allah’ın iradesi ve bilgisi dâhilinde vuku bulmaktadır. Allah’ın izni, müsaadesi olmadan hiçbir şeyin vuku bulma, hareket etme güç ve iradesi olmayacağını, olamayacağını göz önüne alarak vuku bulan olayları, gelişmeleri değerlendirmek gerekmektedir. Birinci ihtimalde olaylar Allah’ın doğrudan “ol demesi” ile ya da görevli meleklerin müdahalesi ile gerçekleştirilirken; ikinci ihtimalde olaylar, aracı olarak İblis ve onun yolundan gidenler kullanılarak gerçekleştirilmektedir. İblis’in Hz. Âdem’i saptırması (büyük imtihan), Samiri’nin Hz. Musa’nın kavmini saptırma girişimi bu anlamda çok güzel iki örnektir.
Samiri olayının, bugüne tekabül etme açısından ana hatları ile ele alınıp değerlendirilmesinde ve üzerinde tefekkür edilmesinde fayda vardır:
“(Allah): “Ey Musa, seni kavminden çabucak ayrılıp gelmeye sevk eden nedir?” Dedi ki: “Onlar arkamda izin üzerindedirler, hoşnut kalman için, sana gelmekte acele ettim Rabbim.” Dedi ki: “Biz senden sonra kavmini deneme (fitne) den geçirdik, Samiri onları şaşırtıp-saptırdı.” “…Musa, kavmine oldukça kızgın, üzgün döndü. Dedi ki: “Ey kavmim, Rabbiniz size güzel bir vaatte bulunmadı mı? Size (verilen) söz (ya da süre) pek uzun mu geldi? Yoksa Rabbinizden üzerinize kaçınılmaz bir gazabın inmesini mi istediniz de bana verdiğiniz sözden caydınız?” “Dediler ki: “Biz sana verdiğimiz sözden kendiliğimizden dönmedik, ancak o kavmin (Mısır halkının) süs eşyalarından birtakım yükler yüklenmiştik, biz onları (ateşe) attık, böylece Samiri de attı.” Böylece onlara böğürmesi olan bir buzağı heykeli döküp-çıkardı, “İşte, sizin de ilahınız, Musa’nın da ilahı budur; fakat (Musa) unuttu” dediler. “(Musa) Dedi ki: “Ya senin amacın nedir ey Samiri?” Dedi ki: “Ben onların görmediklerini gördüm, böylece elçinin izinden bir avuç alıp onu atıverdim; böylelikle bana bunu nefsim hoşa giden (bir şey) gösterdi.” “Dedi ki: “Haydi çekip git, artık senin hayatta (hak ettiğin ceza: “Bana dokunulmasın”) deyip yerinmendir.” Ve şüphesiz senin için kendisinden asla kaçınamayacağın (azap dolu) bir buluşma zamanı vardır. Üstüne kapanıp bel bükerek önünde eğildiğin ilahına bir bak; biz onu mutlaka yakacağız, sonra darmadağın edip denizde savuracağız.” (20 Tâ-Hâ 83-88, 95-97)
Hz. Musa (a.s.) yaklaşık 200 yıl kölelik statüsünde hayat sürdüren bir toplumun, köleleşmiş psikolojisini göz önüne almadan, onlara özgür düşünme ve yaşama iradesi kazandırmadan, toplumsal değişim yasalarını ihmal ederek, kavmini kardeşine bırakıp Allah’ın huzuruna gitmesi, ilahi sünnetin değişik bir ihlalidir. Bu yüzden Allah, Hz. Musa’yı ve Hz. Musa’nın şahsında tüm iman edenleri imtihan etmekte, eğitmekte ve onlara yol göstermektedir. Bu konuda kullanılan insan unsuru sapmış, azmış, yoldan çıkmış, kibirlenmiş Samiri’dir. Gelecek kuşaklara örnek olması açısından Hz. Musa, Hz. Harun ve toplum, Samiri üzerinden imtihana tabi tutulmuştur.
Samiri’nin, “ses çıkaran/konuşan altından bir buzağı” yapabilmesi, çok özel yüksek bir teknoloji kullandığını göstermektedir. O günün şartlarında olağan dışı gözüken “konuşan, ses çıkaran altından buzağı” üzerinden insanlar nasıl saptırtılabilmiş ise bugünkü yüksek dijital teknoloji üzerinden de insanlar saptırtılabilmektedir. Kur’ân’da var olan, zikredilen pek çok olayı bugün farklı boyutları ile ele alıp değerlendirmek, yorumlamak, ders çıkarmak ve gerekeni yapmak gerekmektedir. Çünkü bugün “küresel dijital diktatörlük” kurmak isteyenlerin, sosyolojik, biyolojik ve ekolojik savaş aracını kullanmaları, Samiri’nin yapmak istediği ile aynı olup başta iman edenler olmak üzere tüm insanlık, Neocon, Evanjelik ve Siyonist ittifak üzerinden çok ciddi bir imtihana tabi tutulmaktadır. Olayın bu boyutunu öncelikle, iman edenlerin görmesi, ona göre konumlanmaları ve gereğini yapmaları gerekmektedir.
Bu noktada tüm iman edenlerin, Allah’ın her şeyi bir kanuniyete göre hak olarak yarattığına ilişkin Kur’ân ayetlerini hatırlaması ve gereğini yapması elzemdir:
“Hiç
şüphesiz, biz her şeyi bir kader/ölçü/kanuniyet ile yarattık.” (54
Kamer 49)
“İnsanların kendi ellerinin kazandığı dolayısıyla, karada ve denizde fesat ortaya çıktı. Umulur ki, dönerler diye, Allah onlara yapmakta olduklarının bir kısmını kendilerine tattırmaktadır. De ki: “Yeryüzünde gezip dolaşın, böylece daha öncekilerin nasıl bir sona uğradıklarını görün. Onların çoğu müşrik olanlardı…” (30 Rûm 41-42)
“Yeryüzünde kibirlendiler ve kötülük tezgâhladılar. Oysa hileli düzen, kendi sahibinden başkasını sarıp kuşatmaz. Öncekilerin başına gelenlerden başkasını mı bekliyorlar? Allah’ın yol ve yasasında (Sünneti) kesinlikle bir değişiklik bulamazsın. Allah’ın sünnetinde kesinlikle bir dönüşüm bulamazsın. Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı ki, böylelikle kendilerinden öncekilerin nasıl bir sona uğradıklarını görsünler; üstelik onlar, kuvvet bakımından kendilerinden daha da şiddetliydiler.” (35 Fatır 43-44; Bk. 17/77; 18/55; 33/38, 62; 40/85; 48/23)
Bugün küresel bazda meydana gelen ekolojik ve biyolojik olaylar, görüntüsü ve tezahür şekli nasıl olursa olsun, Allah’ın farklı kanuniyetlerinin devreye girmesinin bir sonucudur. Son iki yılda meydana gelen biyolojik ve ekolojik vakalar, Samiri, Karun ve helak edilen diğer kavimlerin başına gelenler göz önüne alınarak değerlendirilmelidir. Duygusal, anlık analizlerden, yorumlardan kaçınılmalıdır.
Genel
Olarak Toplumların Helaki
İslâm âlimleri, Hz.
Peygamber’in (s.), “Hûd suresi benim saçlarımı ağarttı.” demesini, iki ana
sebebe bağlarlar: 1. Hûd
suresi’nde tarihte helak olmuş değişik kavimlerin isimleri zikredilerek helak
şekillerinin verilmesi. 2. Hûd
suresi 112-113. ayetlerde “Sen, beraberindeki tövbe edenlerle birlikte
emir olunduğun gibi dosdoğru ol. Aşırı gitmeyin, doğrusu Allah yaptıklarınızı
görür. Zulmedenlere eğilim göstermeyin, yoksa size ateş dokunur.” şeklindeki
bir hitapla, Hz. Peygamber’in sadece kendisinden mesul tutulmayıp kendisine
tabi olanlardan da sorumlu olduğunun ifade edilmesidir. Hûd suresi 116. ayette, “Fazilet
sahibi kimselerin fesadı önleme” mecburiyeti ve “Zulmedenlerin
ise, içinde bulundukları refahın peşine düştükleri” belirtilmektedir.
Hemen ardından gelen ayette (Hûd 117) ise “Halkı ıslah eden kimseler
iken, senin Rabbin o ülkeleri zulüm ile helak edecek değildir.” açıklaması
yapılarak “fesat”-“zulüm”- “ıslah etme/etmeme”-“helak olma/etme”
denklemindeki önemli bir kanuniyete, ilahi bir sünnete işaret edilmektedir.
Kendilerine
gönderilmiş peygamberlerinin davetine icabet etmeyip onlara direnen, onlarla
savaşan ve peygamberlerini öldürmeye kalkan toplulukların helak edilme
nedenleri ve helak şekilleri farklıdır. Bu nedenler ve helak şekilleri,
Kur’ân-ı Kerim’in değişik ayetlerinde ve Hz. Peygamber’in değişik hadislerinde
anlatılmaktadır. Peygamberimiz’in “Benim saçlarımı ağarttı.” dediği Hûd
suresinde, helak olmuş kavimlerle ilgili genel bir özet yer almaktadır:
· Nûh
Kavmi :
11 Hûd 25-49
· Hûd
(Âd) Kavmi : 11 Hûd 50-60
· Semûd
Kavmi :
11Hûd 61-68
· Lût
Kavmi :
11 Hûd 69-83
· Şu’ayb
(Medyen) Kavmi: 11 Hûd 84-95
· Firavun Kavmi :
11 Hûd 96-99
Kur’ân-ı
Kerim’in değişik sure ve ayetlerinde, bu toplumların peygamberleri ile
yaptıkları tartışmalara, mücadelelere, helak edilme sebeplerine ve helak edilme
şekillerine yer verilmektedir. Ayetlerden hareketle helak sebeplerini aşağıdaki
gibi özetleyebiliriz:
· Şirk
koşmak-Allah’tan başkasına kulluk etmek/ibadet etmek: Nûh Kavmi (11
Hûd 26; 23 Mü’minûn 23)
· Allah’ı
önemsiz kabul etmek-unutmak: Şu’ayb kavmi (11 Hûd 91, 92)
· Peygamberi
yalanlamak: Nûh Kavmi (25 Furkân 37)
· Kulları
şaşırtıp saptırmak: Nûh Kavmi (71 Nûh 27)
· Eşcinsellik:
Lût Kavmi (7 A’râf 80-84; 11 Hûd 77-83; Neml 54-58, 29 Ankebût 28,
30,34; 26 Şu’arâ 160-174)
· Yol
kesmek: Lût Kavmi (29 Ankebût 29)
● İfsat
etmek
Şu’ayb
Kavmi (11 Hûd 85, 7 A’râf 85-90; 7
A’râf 73-79, 43 Zuhrûf 54)
Lût
Kavmi (21 Enbiya 74; 29 Ankebut 30,34)
Nûh
Kavmi (51 Zariyat 46)
Semud
Kavmi (11 Hûd 85; 26 Şu’arâ 152; 11 Hûd 62)
Firavun
Kavmi (7 A’râf 103; 27 Neml 14; 28 Kasas 4)
Karun (28
Kasas 76-83)
● Terazi-mizan
bozukluğu:
Şu’ayb
Kavmi (11 Hûd 91,92; 11 Hûd 85, 7 A’râf 85-90;
7 A’râf 73-79, 43 Zuhrûf 54)
· Zulüm-zorbalık
-kibir-büyüklenme, azgınlık:
Hûd
Kavmi (11 Hûd 59-60; 26 Şu’arâ 128-130; 41
Fussilet 15)
Firavun
Kavmi (2 Bakara 49; 7 A’râf 123-127; 11 Hûd
91; 43 Zuhrûf 54)
Karun (28
Kasas 76-83)
Nûh
Kavmi (11 Hûd 37,44; 25 Furkân 37; 23 Mü’minûn
27; 29 Ankebût
14; 11 Hûd 27-31; 53 Necm 52)
● Refahtan
şımarıp azmak:
Sebe’
Halkı (34 Sebe’ 15-22)
Karun (28
Kasas 76-83)
● Bölünmüşlük:
Semûd
Kavmi (27 Neml 45)
Firavun
Kavmi (28 Kasas 4)
● Ölçüsüzce
davranmak:
Semûd
Kavmi (26 Şu’arâ 151)
Lût
Kavmi (26 Şu’arâ 166)
Nûh
Kavmi (71 Nûh 27)
● Çeteleşmek:
Semûd Kavmi (27 Neml 45-52)
Bu ayetler incelendiğinde, toplumların helakine neden olan etkenlerin bir kısmı ortak; bir kısmı de sadece o topluma özgü olduğu görülmektedir.
Toplumların
Helak Edilme Şekilleri
Kur’ân-ı Kerim’in bazı
yerlerinde ise toplumların, kişilerin isimleri zikredilerek
cezalandırılma/helak edilme şekilleri anlatılmaktadır:
Firavun
ve askerleri: suda boğulma, yerle bir edilme (2
Bakara 50; 7 A’râf 136; 26 Şu’arâ 60-66)
Nûh
Kavmi: tufanla yok etme (7 A’râf 59-64; 10
Yunus 71- 73; 11 Hûd 42,43; 54 Kamer 11-14)
Karun:
yerin dibine geçirme (28 Kasas 81-82)
Lût
Kavmi:
Damgalanmış
taş yağdıran kasırga (11 Hûd 82, 83; 51 Zâriyât 33; 15,
Hicr 74)
Yerin
üstü altına çevrildi (11 Hûd 82; 15 Hicr 74; 53, Necm
53,54)
Korkunç
bir çığlık (15 Hicr 73; 54 Kamer 38)
Sebe’
Halkı: arım seli (34 Sebe’ 16,19)
Fil
Ashabı: Ebabil kuşları, pişirilmiş balçık taşlar (105
Fil 1-5)
Antakya
Halkı: tek bir çığlık (36 Yâsîn 29)
Medyen
Halkı (Şu’ayb Kavmi): dayanılmaz bir ses ve sarsıntı
(7
A’râf 91, 92; 11 Hûd 94, 95; 29 Ankebût 37)
Semûd
Kavmi: dayanılmaz bir ses ve sarsıntı, yıldırım
(7
A’râf 78; 11 Hûd 67; 15 Hicr 83; 41 Fussilet; 54 Kamer 31)
Hûd Kavmi: kulakları patlatan bir kasırga (41 Fussilet 16; 54 Kamer18-22)
Evrendeki Kanuniyetlerin Bir Başka Kanuniyetle Değiştirilmesi
“Hiç
şüphesiz, biz her şeyi bir kader/ölçü/kanuniyet ile yarattık.” (54
Kamer 49), “Allah’ın
yol ve yasasında (sünneti) kesinlikle bir değişiklik bulamazsın. Allah’ın
sünnetinde kesinlikle bir değişiklik bulamazsın.” (35 Fâtır 43-44)
ayetleri, her şeyin bir kanuniyete göre var olduğu gerçeğini belirgin kıldığına
göre kavimlerin helak edilmelerinde var olan, düzeni koruyan mevcut
kanuniyetler, bir başka kanuniyetle yer değiştirmiş olmalıdır.
Amacımıza açıklık getirmesi açısından “evrenin genişlemesi” konusu, güzel bir örnektir. “Kütle Çekim Yasasını” “yenen” bir “başka itici kuvvet” vardır ve başka bir yasa devreye girerek evreni genişletmektedir: “1998’den önce evrenin genişlemesinin, maddenin tümünün kütle çekim yüzünden yavaşladığı düşünülüyordu; tek sorun evrenin enerji yoğunluğunun genişlemeyi tersine çevirip bir ‘büyük çöküş’e yol açacak kadar büyük olup olmadığıydı. Görünür madde ile karanlık madde ‘kritik yoğunluğun’ yaklaşık 3’te biri kadardır, dolayısıyla genişlemenin tersineceğine inananlar için karanlık madde problemi ile ilişkili olmayan ikinci bir ‘kayıp kütle’ paradoksu vardır. Bütün bu ekstra enerji nerededir? Şaşırtıcı bir keşif ile bu problem tersyüz oldu, evrenin genişlemesi yavaşlamıyor aksine ivmeleniyordu. Öyle görünüyor ki, Newton Kütle Çekimi (evrensel çekim) çok büyük ölçekte doğru değildir veya doğası itici olan ve bu durumda kütle çekimini yenen yeni bir kuvvet vardır. …Öyle görünüyor ki daha öğreneceğimiz çok şey var.” [3]
Kur’ân’da
evrenin yaratılışı ile ilgili ayetleri incelediğimizde, zamanda ‘izafilik’ olgusu
karşımıza çıkmaktadır: “Onlar
senden, azabın çarçabuk getirilmesini istiyorlar; Allah, vadine kesin
olarak muhalefet etmez. Gerçekten, senin Rabbinin katında bir gün sizin
saymakta olduklarınızdan bin yıl gibidir.” (22 Hacc 47) “Gökten
yere her işi o evirip-düzene koyar. Sonra (işler,) sizin
saymakta olduğunuz bin yıl süreli bir günde yine ona yükselir.” (32
Secde 5) “Melekler
ve ruh (Cebrail) onun huzuruna bir günde çıkarlar ki onun miktarı elli bin
yıldır.” (70 Me’âric 4).
Dikkat
çekici olan, Allah katındaki bir günün bizim dünyamızdaki iki farklı zaman
dilimine tekabül etmiş olmasıdır:
1. Bizim
dünyamızdaki bin yıl, “Allah katında bir gündür.”
2. Bizim
dünyamızdaki 50 bin yıl, “Allah katında bir gündür.”
32/5.
ayetinde dikkat çeken nokta, Allah’a “işlerin yükselmesi” ifadesi ile
70/4 ayetinde ise “Meleklerin ve Cibril’in Allah katına çıkması” ifadesinin
kullanılmasıdır. Her iki ifadede ortak payda hızdır, hız olabilir.
Bu
konu ile ilgili iki önemli vakaya daha Kur’ân’da yer verilmektedir:
1. Bir
gece, Hz. Muhammed (s.), Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya
götürülmüştür:
“Bir
kısım ayetlerimizi kendisine göstermek için, kulunu bir gece Mescid-i Haram’dan
çevresini bereketlendirdiğimiz Mescid-i Aksa’ya götüren o (Allah yücedir.
Gerçekten o, işitendir, görendir.” (17 İsra 1)
2. Hz.
Süleyman zamanında Saba Melikesinin tahtının Yemen’den Kudüs’e (muhtemelen)
getirilmesi olayı (Bugün buna “ışınlama” denmektedir.) Saba Melikesi’nin
tahtının Hz. Süleyman zamanında Yemen’den Kudüs’e getirilmesine talip olan iki
kişi vardır: a. “Cinlerden ifrit”, b. “Kitaptan
ilmi olan biri”. Aralarındaki fark, getirme zamanı ile ilgilidir ve saniyeler
mertebesinde bir zamanda bir taht, fiziksel bakımdan bir yerden bir başka yere
getirilmiştir:
“(Elçinin
gitmesinden sonra Süleyman:) “Ey önde gelenler, onlar bana teslim olmuşlar
(Müslüman) olarak gelmeden önce, sizden kim onun tahtını bana getirebilir?”
dedi. Cinlerden ifrit: “Sen daha makamından kalkmadan önce, ben
onu sana getirebilirim, ben gerçekten buna karşı kesin olarak güvenilir bir
güce sahibim.” dedi.
Kendi
yanında kitaptan ilmi olan biri, dedi ki: “Ben, (gözünü açıp
kapamadan) onu sana getirebilirim.” derken (Süleyman) onu kendi yanında
durur vaziyette görünce dedi ki: “Bu Rabbimin fazlındandır, ona şükredecek
miyim, yoksa nankörlük edecek miyim?” diye beni denemekte olduğu için (bu
olağanüstü olay gerçekleşti). Kim şükrederse, artık o kendisi için şükretmiştir,
kim de nankörlük ederse, gerçekten benim Rabbim ganidir (kimseye ve hiçbir şeye
karşı ihtiyacı olmayan), kerim olandır.” (27 Neml 38-40).
Bu
iki olayın birinde Hz. Muhammed (s.), bir gecede Mescid-i Haram’dan Mescid-i
Aksa’ya götürülüp geri getirilirken; ötekinde Saba Melikesinin tahtı, Yemen’den
Hz. Süleyman’ın yanına götürülmüştür (muhtemelen Kudüs’e). Melekler
ve Cibril’in bizim 50 bin yılımıza tekabül eden bir mesafeyi bir günde
aldıklarını göz önüne aldığımızda, kitapta yazılı ilme vâkıf birinin, bir
tahtı bir yerden bir yere götürmesi sorun değildir. Hz. Peygamber’de ise
doğrudan Allah’ın müdahalesi söz konusudur. Nasıl ve kiminle gittiği konusunda
herhangi bir bilgi mevcut değildir. Miraç vakası, hadis olarak vardır.
Yukarıdaki
ayetlerin tümünü göz önüne aldığımızda dört farklı durum vardır:
1. İşlerin
Allah katına yükselme zamanı,
2. Meleklerle
Ruhun (Cibril) Allah katına çıkma zamanı,
3. Hz.
Peygamberin Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya götürülmesi zamanı,
4. Saba
Melikesi Belkıs’ın tahtının Yemen’den Hz. Süleyman’ın yanına götürülmesi zamanı
(a-Cinlerden İfrit’in getirme zamanı; b-Kitaptan ilmi olan birinin getirme zamanı).
Ayette
geçen “işlerden” kastedilenin iyi analiz edilmesi gerekmektedir.
Müfessirlerin bu konuya açıklık getirmesinde fayda vardır. Muhtemelen mekân
olarak yeryüzünden Allah katına bir yükselme söz konusudur. Meleklerin nurdan,
insanın da topraktan yaratıldığını biliyoruz. Meleklerin ve ruhun, konumu,
kütlesi ve hızı konusunda bir fikrimiz yoktur. Hangi konumdan Allah katına bir
günde çıkmakta olduklarında bir açıklık yoktur. Bu sorunun cevabı belki de
meleklerle ilgili tüm ayetlerin analiz edilmesinde gizli olabilir. Hz.
Peygamber’in ve Saba Melikesinin tahtının konumu, kütlesi yaklaşık bellidir.
Götürüldükleri mesafede bellidir.
Dikkat çekici olan “İfrit” ile “Kitaptan ilmi olanın” sahip oldukları bilgi ve bilginin eyleme dönüştürülmesi, gücü ve yeteneğidir. Benzer bir şekilde bugün, “ışınlama” adı altında bir cismin bir yerden başka bir yere götürülmesi çalışmaları yapılmaktadır.[4]
Var
olan kanuniyetin bir başka kanuniyetle değiştirilmesi olayını, Hz. Musa’nın
İsrailoğulları’nı denizden yol açarak geçirmesi, buna karşılık kendisini takip
eden Firavun’un ordusunun da helak edilmesi olayında görüyoruz:
“Böylece
(Firavun ve ordusu) güneşin doğuş vakti onları izlemeye koyuldular. İki
topluluk birbirini gördükleri zaman, Musa’nın adamları: “Gerçekten yakalandık.”
dediler. (Musa:) “Hayır” dedi. “Şüphesiz Rabbim, benimle beraberdir; bana yol
gösterecektir.” Bunun üzerine Musa’ya: “Asanla denize vur” diye vahyettik.
(Vurdu ve) Deniz hemencecik yarılıverdi de her parçası kocaman bir dağ gibi
oldu. Ötekileri de buraya yaklaştırdık. Musa’yı ve onunla birlikte
olanların hepsini kurtarmış olduk. Sonra ötekilerini suda boğduk. Hiç
şüphe yok, bunda bir ayet vardır. Ama onların çoğu iman etmiş değildirler.” (26/60-67;
Bk. 20/77-78; 7/138-139)
Akan
suyun, Hz. Musa’nın asası kullanılarak kesilmesi içinden bir yol açılması,
İsrailoğulları denizden karşıya geçtikten ve Firavun’un askerleri açılan yola
tamamen girdikten sonra denizin iki kesiminin birleşmesi ile Firavun ve
ordusunun tamamen boğulması, yürürlükteki bir kanuniyetin bir başka kanuniyetle
yer değiştirilmesi sonucudur.
İnsanoğlu tarihî süreçte var olan yasaları keşfetmeye, onlardan ders çıkarıp yararlanmaya çalışmıştır. Hz. Nûh’un buharlı gemisi, Hz. Süleyman’ın uçağı, asırlar sonra keşfedilmesi var olan bir kanuniyetin bir başka kanuniyet tarafından değiştirilmesi ya da baskın hâle getirilmesinin sonucudur. Balıkların yüzmesinden, kuşların uçmasından doğadaki değişik canlıların yapılarındaki kanuniyetlerden yararlanarak insanlar hem insanlığın hayrına hem de zararına teknolojiler geliştirmişlerdir. Atomun parçalanması ile nükleer enerjinin elde edilmesi insanlığın yararına iken atom bombasının yapılması insanlığın zararına olmuştur.
“Tanrı’nın
Krallığı”, “Tanrı’nın Devleti”, Tanrı’nın Peygamberleri”, “Tanrı’nın Irkı” ve
“Tanrı Olmak”
Amerika
kıtasına Avrupa’daki baskılardan ilk göç edenler arasında Yahudiler vardır.
Siyonist hareketin, isim farklı da olsa, Masonluğun ABD’nin kuruluşunda ve
şekillenmesinde ciddi etkileri vardır. Siyonizm’in amentüsünde geçen pek çok
kavram, ABD yönetiminin diline, yasalarına ve parasına yansımıştır. Amerikan’ın “Yeni
İsrail” diye isimlendirilmesi bundandır. Dolayısıyla onlara göre
“Tanrı’nın” bir emridir: ABD’nin ikinci başkanı John Adams (1765)
Amerika’nın kuruluşu, bence Tanrı’nın halâ tutsaklık durumunda
bulunan insanlığı aydınlatıp ve zincirlerinden kurtarmak yolunda taşıdığı bir
niyet gibidir, hep” derken Güney Carolina Başyargıcı William Henry şunu
söyleyecektir: “Yüce yaradan, şimdiki kuşakları Amerikan İmparatorluğunu kurmak
için seçmiştir.”
ABD’nin kurucu felsefesindeki bu yaklaşım, daha sonraları “takdir-i
ilahi/aşikâr yazgı” (manifest destiny) diye adlandırılıp
yaygınlaştırılmıştır. ABD başkanları bunu, bu yaklaşımı bilerek ya da bilmeyerek
yol boyu kullanmışlardır. “Takdir-i ilahi/aşikâr yazgı” kavramını ilk
kullanan ve yaygınlaştırmaya çalışan Democratic
Review gazetesinin editörü John O’Sullivan’dır. Onun
Siyonizm’in amentüsünde geçen, “seçilmiş halk”, “arı ırk”, “üstün ırk” gibi
kavramları kullanması dikkat çekicidir: “Biz insanlığın ilerlemesinin
ulusuyuz; kim bizim daha ileri adımlarımıza sınır koyacak? Tanrı’nın
takdiri bizimledir ve buna başka hiçbir dünya gücü sahip değildir… Hakikatin
aydınlatıcı ışığından uzak kalmış dünya halklarına karşı bu kutsanmış görev
için Amerika seçilmiştir. (…) Her yıl sayıları milyonlarla artan
insanlarımızın özgürce gelişebilmesi için kıtanın her tarafına yayılmamız
alnımıza yazılan bir takdir-i ilahidir (manifest destiny)
(…) Aşikâr yazgımızın hakkı, üzerimize düşen büyük özgürlük deneyimi ve
federatif kendi kendini yönetmeyi geliştirmek için Yaradan tarafından bize
bahşedilen kıtada yayılmak ve onun tamamına sahip olmaktır. Bu, bir
ağacın büyüme yazgısının gerçekleşmesi için gerekli toprak ve havaya sahip olma
hakkı gibi bir haktır.”
“Takdir-i ilahi/aşikâr yazgı” inancının ateşli
savunucularından politikacı Caleb Cushing, 1859’da Massachusetts
Temsilciler Meclisi’ndeki konuşmasında “seçilmiş halk” bağlamında beyaz ırka
vurgu yapması geleceğin dünyasında asimile hatta yok edilecek ırkların kimler
olacağının bir işareti idi: “Biz mükemmel beyaz ırkın temsilcileriyiz. Erkeğin
sahip olduğu mükemmelleştirilmiş zekâsı, kadının sevme kabiliyetine yatkınlığı
gibi beyaz ırkımızın gücü ve ayrıcalığı çok açıktır. (...) Ben ancak benim gibi
beyaz bir adamla -benim kanım ve ırkımdan olan- eşit sayılmayı
kabullenebilirim. Amerikan Kızılderilisi, Asyalı sarı ırktan olanı ya da
Afrika’nın siyah adamını değil.”
Nitekim ABD Senatörü Albert J. Beveridge, 27 Nisan 1898 tarihli Senato konuşmasında, ABD’nin; ‘üstün ırk’(!) tarafından kurulan ve “Tanrı tarafından yönlendirilen bir devlet”(!) olduğunu açık bir şekilde ifade etmiştir: “Amerikan cumhuriyeti, tarihin en üstün ırkının kurduğu bir cumhuriyettir. Tanrı tarafından yönlendirilen bir devlettir. Bu cumhuriyetin liderleri de yalnızca devlet adamı değil, aynı zamanda Tanrı’nın Peygamberleridir.”[10]
Senatör
bu konuşmasında dört noktaya vurgu yapmaktadır: 1. Üstün Irk, 2. ABD
Tanrı’nın devletidir, 3. ABD liderleri Tanrının peygamberi. 4. Diğer
ırkları yönetme-gütme görevi. Böyle bir devletin liderlerinin yaptığı
her şey, Tanrı’nın emriyle(!) ve onun koruması(!) altında gerçekleşmektedir.
ABD merkez Bankası’nın (FED) elinden dolar basmayı aldığı için
öldürülen ABD Başkanı Kennedy’nin de yeryüzünde “Tanrı’nın
yapacağı işi yapmakla görevli” olduğunu söylemesi, aynı mantığın ürünüdür:
“Amerikalılar istediklerinden değil, kader böyle istediği için dünya özgürlük
kalelerinin nöbetçisidirler. (…) Tanrı’dan bizi korumasını ve bize yardımcı
olmasını dileyelim ama unutmayalım ki yeryüzünde Tanrı’nın yapacağı işi
yapmakla biz görevliyiz.”
11
Eylül 2001 tarihinde, ABD derin devleti tarafından yapılıp el- Kaide’ye
fatura edilen ABD New York’taki ikiz kulelerin sivil uçaklar
tarafından vurulması sonucunda bir ‘hafta tehlikeden dolayı, sığınaktan dışarı
çıkamadığı’ iddia edilen ABD Başkanı George W. Bush’un 2001 yılında
“Tanrı beni ilahi bir misyonla görevlendirdi. Bu, bir din savaşıdır; geniş ve
uzun vadeli. 100 Yıl Sürecek Haçlı Savaşı başlamıştır. Ya
benimlesiniz ya da karşımda. (…) Bunlar (Müslümanlar) bizim yaşam tarzımıza
karşılar.” şeklinde, Senatör Albert J. Beveridge’den, 103
yıl sonra yaptığı konuşma, aynı mantığın ve
stratejinin ürünüdür.
Koronavirüs
salgını ile Siyonist merkez tarafından başlatılıp yürütülen psikolojik
harekâtta, virüs salgınına karşı “küresel bir mücadelenin ABD
önderliğinde küresel bir yönetimle/hükümetle verilmesi, ulusal bazda
verilmemesinin” istenmesi tesadüfi değildir. Fakat Trump yönetimi,
buna olumlu cevap vermeyip meseleyi ulusal çerçevede ele almıştır. Bunun
üzerine ABD yönetimi, Kissenger, Bill Gates, Rockefeller ve Hariri gibi
Siyonist elitler tarafından ağır eleştiriye tabi tutulmuş ve ardından bazı
eyaletlerde etnik merkezli sokak hareketleri başlatılıp sürdürülmüştür.
Dikkat edilmesi gereken çok önemli bir nokta Siyonist hareket, kendi menfaatine olan tüm işleri, faaliyetleri, muhatabın menfaatine imiş ya da ortak menfaatmiş gibi sunmaktadır. ABD’de George Kennan, 1948 yılındaki konuşmasında, Siyonizm’in menfaatlerini Amerikan’ın menfaati imiş gibi sunmaktadır: “Biz dünya nüfusunun %6,3’ünü oluşturuyoruz fakat zenginliğinin ise yarısına sahibiz. Bu farklılık özellikle bizler ve Asyalılar kadar büyük. Böyle bir durumda kıskanılma ve gücenilmeyle karşılaşabiliriz. Gelecek dönemdeki asil görevimiz, ulusal güvenliğimize bir zarar getirmeden bu farklılık durumunu sürdürebileceğimiz bir ilişki kalıbı tasarlamaktır. Bunu yapmak için de tüm duygusallık ve hayallerden uzak durup dünyanın her yerindeki ulusal hedeflerimize odaklanmalıyız. Kendimizi, çıkarlarımızdan fedakârlık ederek dünyanın iyiliği için lüksümüzden vazgeçeceğimiz konusunda kandırmamıza hiç gerek yok.”[13]
Kendilerini Tanrı (!) yerine koymak ya da Tanrı olmak (!) düşüncesi, pek çok Siyonist önderin, bilim insanının ve araştırmacıların kafasında bir takıntı olarak vardır. Nitekim Prof. Abigail Salyers, gen jokeylerini ‘Tanrılık iddiasında’(!) olmakla eleştirmektedir: “…Antibiyotiğe dirençli genlerin aktarılmasını yavaşlatmak ya da durdurmak için ne yapılabilir? Ancak gen jokeyleri, koyuna insan, domatese sığır genlerini suni yöntemlerle iliştirmelerinin sonuçlarını Tanrı gibi görebildiklerini iddia etmektedirler.” [14]
14 Nisan 2006’da Roma Katolik Kilisesi’nden Papa 16. Benedict, genetik bilimcileri ‘Tanrı rolü oynamakla’(!) suçlamıştır: “Tanrı tarafından istenilen ve plânlanan yaşamın gramerini değiştirme’, ‘Tanrı olmadan Tanrı’nın yerini almaya çalışmak riskli, tehlikeli ve delice bir cürettir’. “…Anti-genesis (yaradılış karşıtlığı) aileyi ortadan kaldırmayı hedeflemiş şeytanı bir gururdur.”[15]
300’ler Komitesi kitabında John Coleman, her biri birer Siyonist yapı olan “Dionysos Tarikatı, İsis Tarikatı, İlluminati, Katharsistler, Bogomiller ve komünistlere dayanan gizli elit grubun amaçları nedir, babındaki soruya ilginç bir cevap verir. Kendisi 23 maddelik bir planı hayata geçirmek isteyen ve kendilerini “Tanrı’nın üstünde gören” “Olimpos Kurulu” diye bir yapının varlığından bahsetmektedir: “Bu elit grup kendisini ‘Olimpos Kurulu’ olarak da nitelendirmektedir, çünkü kendilerini Olimpos Tanrıları kadar güçlü saymaktadırlar. Şeytana tapanlar misali bu elitler kendilerini Tanrı’nın üstünde görerek aşağıdaki amaçları gerçekleştirmeyi kendilerine verilmiş kutsal bir hakka dayandırmaktadırlar.”
Siyonist öğretilerin hemen hemen hepsinde ‘kutsal’, ‘tanrılaşmış’, “sırrı bilen” özel insanlardan bahsedilir. Muhtemelen bir dolardaki piramittin en tepesinde “herkesi ve her şeyi gözetleyen, gören gözün” altındaki, 3’ler, 13’ler ve 33’ler meclisi ile 300’ler komitesinde bulunan ve İblis’le irtibatlı insanlar kastediliyor olabilir: “İlluminati’nin olağanüstü çalışması -dünya gezegenindeki insanlığın dönüşümü- 1990’larda büyük ölçüde tamamlanmış olacak. Bu yüzyılın en kötü medyumu, kendisine ‘İblis, 666’ demekten zevk alan İngiliz Aleister Crowley bu tahminde bulunmuştu. 1904’te basılan, Kanun Kitabı isimli iğrenç kitabında Crowley, “Horus” ismindeki şeytani bir ruhun kendisine bu bilgiyi verdiğini iddia ediyordu. Horus aynı zamanda Crowley’e 1940’ların, kan dökülecek, kaos ve savaş yılları olacağını da söylemişti. (İkinci Dünya Savaşı’nın çıkmasıyla gerçekleşmiş şaşırtıcı bir kehanet) Öyle görünüyor ki Crowley’in ruhani rehberi Horus’a kaos iyi geliyor. Aslında, kargaşa sayesinde Şeytan amaçlarına ulaşabildiği için tüm şeytani güçler kaosa bayılır. Şeytani Öğreti, ancak planlanmış bir büyük kargaşa ve kargaşa döneminin ardından yeni dünya düzeninin kurulabileceğini öne sürer. Söz konusu ‘kaostan kaynaklanan düzen’ kavramı, tüm Mason öğretilerinin temelindeki ortak öğedir… Crowley bilgili bir Mason’du ve Asil Sırrı iyi biliyordu; 20. yüzyılın son yıllarında meydana gelecek kaosun doğrudan sonucu olarak küresel dengeye veya senteze ulaşılacaktı. Ardından Yeni Medeniyet doğacak, bu da ruhani açıdan üstün küçük bu grup tarafından yönetilecek küresel bir toplumun doğuşuyla sonuçlanacaktı. Şeytanın güç verdiği tanrı-adamlar, kusursuz olacaktı.”
‘Gezegen Komisyonu’ başkanı John Randolph Price, İnsanüstü Yaratıklar isimli kitabında, “dünya üzerinde Yeni Çağ krallığı kuracak bazı ruhani varlıklardan bahsetmekte, Yeni Çağın hayli gelişmiş ve “aydınlanmış” ‘insanüstü yaratıklar’ tarafından yönetileceğini belirtmekte ve “ilahi plan”a göre, yeni ve parlak bir çağ başlamadan önce ‘dünyanın temizlenmesi’ gerektiğini söylemektedir.”
Tarihte “büyücüler, sihirbazlar ve anlaşılması güç filozoflardan” oluşan simyacılar denilen bir hareket, Siyonizm’in bir kolu olarak çalışmaya başlıyor ve “kendi kendine Tanrılaşma teorisini” inşa ederek “insanın, kendi gayretleri sayesinde” “Tanrı” olabileceğini iddia ediyorlardır.
ABD senatörü ve Bill Clinton’ın Başkan yardımcısı olan Al Gore, Dengeli Dünya: Ekoloji ve İnsan Ruhu isimli kitabında birtakım iddialarda bulunmaktadır. Kendisi “Dünyadaki ekolojide ruhani bir boyutun bulunduğunu, ona tapınmanın doğru olduğunu”, “Hristiyanlığın temelde kötü”, “Hinduizm, Budizm ve diğer Doğu dinlerinin” ve “Amerikan yerlilerinin Şamanizm’inin daha doğru” ve “fikir zenginliği sunduğunu”, “herkesin içinde bir Tanrı” olduğunu savunmaktadır. “Tanrı’nın içimizde olduğu fikrini kâfirlik” kabul eden Hristiyanları ise eleştiriyor. “Tanrı, yukarılarda cennet diye bir yerlerde yaşayan bir kişi değil” “Herkes Tanrı.” “Bir kişi akıl gözüyle tüm yaratılanları bir araya getirirse, yaratıcıyı canlı bir şekilde görebilir.” “Doğa her şeyiyle Tanrı’dır.” “İnsanlığın kaderi, gelecekte yeni bir dinin ortaya çıkmasına bağlı. Böyle bir dinle güçlenerek, dünyayı yeniden kutsama imkânına sahip olabiliriz.”[22]
Harari ise şunları yazıyor: “…Bulutların üstündeki Tanrı’nın akıllı tasarımı değil, bizim akıllı tasarımımız ve bulutlarımızın akıllı tasarımı. “Tanrı olmak istemek değil, Tanrı olmak istememektir ahlaksızlık…” [24]
Sonuç:
21. Asrın Firavunları
Yukarıdaki ifadelerde bunlar, sadece Tanrı’ya karşı
çıkmıyorlar, aynı zamanda da kendilerinin “Tanrı olduğu” vehmini dile
getiriyorlar. O nedenle bunlar, Firavun’un 21. yüzyıldaki temsilcileridirler.
Çünkü Firavun Hz. Musa’yı tehdit ederken Mısır ülkesinin ilahı olduğunu
söylemekte, bir kule inşa ettirerek Hz. Musa’nın ilahına ulaşıp ona meydan
okumak istemektedir: “Firavun dedi ki: “Ey önde gelenler, sizin için
benden başka bir ilah olduğunu bilmiyorum. Ey Haman, çamurun üstünde bir ateş
yak da bana yüksekçe bir kule inşa et, belki Musa’nın ilahına çıkarım çünkü
gerçekten ben onu yalancılardan (biri) sanıyorum.” (28/38)
Firavun Haman’dan Hz.
Musa’nın ilahına ulaşacak bir kule yapılmasını istemekle Allah’a açıkça meydan
okumuştur. Günümüzün Firavunları da sahip oldukları teknoloji,
nanoteknoloji, özellikle uzay teknolojisi sayesinde Allah’a meydan
okumaktadırlar. Uzaydaki uyduları, geliştirdikleri elektromagnetik
silahları, HAARP teknolojileri sayesinde ‘Tanrılık’ vehimlerini
kuvvetlendirmekte, hedef ülkelerde biyolojik (küresel
salgınlar) ve ekolojik
bir savaşla (yapay sel, yangın, deprem ve yanardağ patlamaları) insanüstü
saydıkları “ırkın” rahat yaşayıp yöneteceği yeni bir dünyanın inşası için “ıskarta”ya
çıkarılanlar da kurtulmak istemektedirler.
Bu tutum ve davranışlarının ilahi yasalara aykırı olduğu gerçeğini unutmuşlardır. Oysa Allah “Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbi” (37/5) olup bütün bunları koruma altına almış, her azgın şeytanın şerrinden korumuştur: “Hiç şüphesiz, biz dünya göğünü ‘çekici bir süsle’, yıldızlarla süsleyip-donattık. Ve itaatten çıkmış her azgın şeytandan koruduk; Ki onlar, Mele-i Alâ’ya kulak verip dinleyemezler ve onlar her yandan kovulur atılırlar; Uzaklaştırılırlar. Onlar için kesintisiz bir azap vardır. Ancak (sözü hırsızlama) çalıp-kapan olursa, artık onu da delip geçen ‘yakıcı bir alev’ izler (ve yok eder).” (37/6-10) Ve “Gerçek şu ki, onlar hileli-düzenler kurdular. Oysa onların düzenleri, dağları yerlerinden oynatacak da olsa, Allah katında onlara hazırlanmış düzen (kötü bir karşılık) vardır.” (14/46)
26 Kasım 2021 Cuma
1 Kasım 2021 Pazartesi
BİYOLOJİK SAVAŞ ÜZERİNDEN DİJİTAL DÜNYA DÜZENİNİNİN İNŞASI-6: DÜNYA SAĞLIK ÖRGÜTÜ KİMİN TRUVA ATIDIR?
Küresel hâkimiyet projeleri olan yapılar, aşı ve ilaç sektörünün hep ilgi odağı olmuştur. Politikalarını belirleme ve yönlendirmede bu yapılar, DSÖ üzerinde doğrudan veya dolaylı olarak baskı uygulaya gelmişler, çalışanlarını etkileme çareleri aramışlar, zaman zaman kurumu kaynakları kesmekle tehdit etmişlerdir. Yol boyu etkisi farklı olmakla birlikte bu yaklaşım gerçekleşmiş; DSÖ kendi alanında tüm insanlığın menfaatlerini değil belli zümre ve kuruluşların menfaatlerini savunur duruma düşmüştür.
“Bazen toplumları yönetmek için onları şok edecek olaylara
ihtiyaç vardır; eğer bunlar kendiliğinden oluşmuyorsa, amacımıza hizmet edecek
şok olayları kendiniz yaratırsınız.” der Leo Strausss. Bu ifadeyi Dünya Sağlık
Örgütü’nün korona sürecinde yol açtığı tartışmalar bağlamında düşünmek lazım.
Genelde tüm dünyada, özelde de Türkiye’de koranavirüs salgını ile ilgili
kullanılan dil, alınan tedbirlerde Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ/WHO) merkezli
yürütülen bir kampanyanın çok etkili olduğu görülmektedir. Süreçte başta ABD
olmak üzere DSÖ ile ilgili çok ciddi tartışmalar yapılmış ve özellikle ABD
Başkanı Trump zamanında DSÖ hayli önemli argümanlarla suçlanmıştır. Kuruluş
amacından uzaklaştığı, aşı, ilaç sektörünün ve küresel hâkimiyet kurmak isteyen
güç merkezlerinin emrine girdiği, onların stratejilerine uygun hareket ettiği,
dünya nüfusunu azaltmak için küresel salgının ve aşıların kullanılmasında rol
üstlendiği şeklinde ciddi suçlamalara muhatap olmuştur.
Bu yazıda, DSÖ’nün kuruluş amacı, çalışma şekli, süreç içerisinde ifa ettiği görevler, ilişki zinciri, Türkiye ile ilişkileri, yukarıda ifade edilen küresel hâkimiyet projelerinde rol üstlenip üstlenmediği, aşı, ilaç ve Siyonist mekanizma ile ilişkisi olup olmadığı konusu ele alınıp değerlendirilecektir. Bu değerlendirmeyi yaparken 4T formülü kullanılacaktır: Doğru tespit, doğru teşhis, doğru tedavi, doğru tedbir.
3. Dünya Savaşı Çıkarmaya İlişkin 18 Belgenin/Dokümanın Özeti[1]
Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için daha önceki
yazılarımızda ele aldığımız 18 belgenin özetine burada yer vermekte fayda
vardır. Bu belgelerde ele alınan konunun ana fikri genel hatları ile aşağıdaki
gibi özetlenebilir:
1) ABD’nin küresel
hâkimiyetine ve liderliğine itiraz edilmektedir:
“Avrupa ve Doğu Asya’da ABD’nin küresel
üstünlüğüne ve ABD liderliğindeki küreselleşmeye karşı siyasi bir direniş
ortaya çıkmaktadır.” “Çin, Hindistan ve Rusya, ABD’nin liderliğini kırmak için
fiilî bir jeostratejik ittifak kurma çabası içerisindedir.
2) ABD’nin liderliğine
itiraz, kaos getirir ve kaosun üç kaynağı vardır:
“Mevcut kurulu dünya düzenini değiştirmek isteyen, “revizyonist” olarak
nitelenen güçler”; “Çin, Rusya ve Türkiye”. “Ciddi güvenlik kaygılarına neden
olan ülkeler”; İran ve Kuzey Kore. Devlet-altı yapılanmalar, şiddete başvuran
aşırı örgütler”.
3) ABD ekonomisinin durumu
iyi değildir:
“ABD ekonomisi önce yavaşlayacak, sonra durgunlaşacak ve ABD
kendi içine kapanacaktır.”
“Büyük Asya ülkeleri, bir Asya Para Fonu, bir Asya Ticaret
Örgütü kurarak IMF ve Dünya Ticaret Örgütü gibi kuruluşlara zarar
verecektir.” ABD, “Dünya Bankası ve IMF’yi yeniden
yapılandırarak, BRICS Bank ve Çin’in Asya Altyapı Yatırım Bankası gibi,
Batı kontrolünde olmayan alternatif kuruluşların yükselişini” durdurmak
zorundadır.
4) Lider olarak ortaya
çıkma ihtimali olan ülkeler tecrit edilecek ve onlara destek veren ülke
yönetimleri devrilecektir:
Mevcut düzen, ABD ve benzer değerleri savunan ülkeler
tarafından 2. Dünya Savaşı sonrasında kurulmuştur ve bu düzenin korunmasında
ABD’nin sorumluluğu daha fazladır. Küresel ittifak sistemi ile Rusya ve Çin
kuşatılıp tecrit edilecektir. ABD, Kafkasya’daki ülkelerle bağları
geliştirecektir. Balkanlar ve Doğu Avrupa’daki ülkelerin Avrupa ve
Avrupa-Atlantik entegrasyonu kararlılıkla desteklenecektir. ABD,
Güneydoğu Asya Devletleri Ortaklığı (ASEAN) ile Çin’i kuşatacaktır. Vekâlet
savaşları ve kadife darbelerle “küreselleşme değerlerini benimsemeyen ve
bunlara saygılı olmayan ülkelerin ve Rusya ve Çin ile iyi ilişkileri olan
ülkelerin yönetimleri devrilecek, yeni doğan demokrasiler desteklenecektir.”
“ABD değerlerini paylaşmayan ülkelerde, genç liderlerle ve STK’larla ilişki
kurulacak; liderleri belirlenerek, ‘birbiriyle koordinasyonları’
sağlanacaktır.” Libya, Mısır, Suriye, Irak, İran, Ürdün, Lübnan,
Suudi Arabistan, Sudan, Nijerya, Alt-Sahra Afrika’sı, Ortadoğu, Orta ve Güney
Asya ve And Bölgesi içinde ve etrafında iç çatışmalar, şiddetli siyasi
karışıklıklar ortaya çıkacak, ciddi dinî ya da etnik bölünmeler meydana
gelecektir. Latin Amerika’da özellikle de Kolombiya, Küba, Meksika,
Panama, Guatemala, El Salvador, Honduras, “Haiti ve onun “öteki Karayip
komşuları ülkeler, yeniden inşa edilecektir. ABD, “Türkiye ile olan
ilişkilerini dönüştürmeye devam edecektir.”
Türkiye, Kafkasya, Orta Asya, Suriye, Irak ve İran’la ve
kendi iç çatışmalarıyla meşgul olacaktır.
5) Hiçbir ülkenin askerî
gücünün ABD’nin askerî gücünden daha üstün olmasına müsaade edilmeyecek:
“Revizyonist ülkeler, ekonomik ve siyasal yaptırım
mekanizmalarıyla cezalandırılacak; gerekirse onlarla savaşılacaktır.” “ABD
stratejisi, ABD’nin gücünü aşma ya da ona denk olma ümidiyle yeniden askeri
yapılanmaya giden potansiyel düşmanları caydıracak şekilde yeniden
yapılandırılacaktır.” “ABD’nin büyük güçlerden biriyle askeri çatışmaya girme
riski artmaktadır.” “Dünya, üçüncü bir paylaşım savaşına doğru yol
almaktadır.”
6) “Var olan küresel
sistem, yaşam periyodunu tamamlayarak çökmenin eşiğine gelmiştir”; kurucu gücün
kendi inisiyatifiyle, “yaratıcı yıkım teorisi”/“düzeltici savaş teorisinin”
uygulandığı “küresel bir savaşla var olan sistem çökertilmelidir.”:
“Yüksek Konsey”, savaşın Ortadoğu’dan çıkmasını uygun görmüş
ve çatışmanın patlak vereceği ülke olarak Türkiye seçilmiştir.” Düzeltici savaş
beş aşamalı/safhalı bir savaş olacaktır. Dünyada iki büyük bloklaşma meydana
gelecek ve çatışma küreselleşecektir: Birinci Eksen; Rusya-Çin-İran-Türkiye-Orta
Asya cumhuriyetleri; İkinci Eksen: ABD-AB- Irak-
İsrail- Kürdistan-Arabistan.
Küresel savaşın sonunda Ortadoğu’da yeni devletler
oluşacaktır: Suudi Arabistan’daki krallık rejimi çökecek. İran’daki şeriat
devleti yıkılacak. Irak resmen üçe bölünecek. Türkiye’nin güneydoğusunu,
İran’ın kuzey batısını, Irak’ın Kuzeyi ve Suriye’nin doğusunu kapsayan “Büyük
Kürdistan” kurulacaktır. “Yeni küresel ekonomik sistemde, yetkiler artırılmış
bir IMF ve Dünya Bankası, bir küresel merkez bankası, küresel tek para birimi
ve uluslararası denetime dayalı bir ekonomi politika olacaktır.”
6. maddede yer alan görüşler, tamamen Siyonist yapı olan
“yüksek mecliste” (13’ler/33, Üçler/300’ler meclisi olabilir) alınan kararlar
olarak geçmektedir.
Dönemin ABD Genelkurmay Başkanı Martin Dempsey, “ABD’nin
Ulusal Askerî Stratejisi 2015” raporunu açıklarken; “Hiçbir büyük güç, henüz
ABD ile askerî bir çatışmaya giremez ama ABD’nin büyük güçlerden biriyle askerî
çatışmaya girme riski artmaktadır.” “ABD’nin büyük bir güçle düşük fakat
gittikçe büyüyen bir savaş ihtimalinin olduğu ve böyle bir çatışmanın muazzam
sonuçlar doğuracağı…” ifadelerini kullanmaları, 21. yüzyılı
şekillendirme konusunda ABD’nin yeni hamleler yapacağı anlamına gelmektedir.
Bu bağlamda ABD menfaatleri ile Siyonizm’in
menfaatleri örtüşmektedir. Ancak başlatılan küresel biyolojik savaş sürecinde
başta BM, DSÖ olmak üzere uluslararası kuruluşların, özellikle DSÖ’nün,
dünyanın her tarafında eleştiriye tabi tutulması, ABD’de Trump’ın DSÖ’ye savaş
açması, maddi desteği kesmesi dikkat çekti. Buna karşı Rockefeller, Bill Gates
vb. örgütü korumaları, finanse etmeleri, savunmaları, Henry Kissenger, Harari,
Bill Gates’in Trump’ı ağır bir şekilde eleştirmeleri, Siyonizm’in dünya
hâkimiyet mücadelesi ile ABD’nin dünya hâkimiyet mücadelesi arasında bir
ayrışmanın meydana gelmesi şeklinde değerlendirilebilir.
Bu ayrışma, uluslararası teşkilatlara yansımakta; bugüne kadar ABD tarafından eleştirilmeyen DSÖ gibi uluslararası kuruluşlar, Başta (Trump dönemi) ABD başkanı olmak üzere birçok siyasi lider ve doktor tarafından eleştiriye tabi tutulmuşlardır. ABD’de eyaletler bazında bu eleştiriler yaygınlaşmaktadır. O nedenle DSÖ’nün kuruluşunu, yapısını, amacını ana hatları ile ele alıp değerlendirmekte fayda vardır.
Dünya Sağlık Örgütü
Dünya Sağlık Örgütü[2] Birleşmiş Milletler’e bağlı ve toplum
sağlığıyla ilgili uluslararası çalışmalar yapan bir örgüttür. 1945
yılında San Francisco‘da Birleşmiş Milletler Konferansında,
Çin ve Brezilyalı delegelerin bir “Uluslararası Sağlık Örgütü” kurulması için bir
toplantı organize edilmesi teklifinin oy birliğiyle kabul edilmesi sonucu
DSÖ’nün kuruluş çalışmaları başlatılmıştır. Birleşmiş Milletler Ekonomik ve Sosyal
Konseyi, teklif edilen toplantının gerçekleştirilebilmesi için Belçikalı Rene
Sard başkanlığında 15 kişilik bir teknik komite görevlendirmiştir. Bu komite,
toplantının gündemini, kurulacak uluslararası sağlık örgütünün “anayasa taslağını”
ve alınması gereken kararları belirlemiştir.
19-22 Temmuz 1946’da New York’ta düzenlenen Uluslararası
Sağlık Konferansı’nda BM’ye üye 51 ülkenin temsilcisi ile Gıda ve Tarım Örgütü (FAO), Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO), Birleşmiş Milletler
Eğitim Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO), OIHP (Merkezi Paris’te bulunan Uluslararası Halk
Sağlığı Bürosu), PAHO, Kızılhaç, Dünya İşçi Sendikaları Federasyonu ve
Rockefeller Vakfı temsilcileri, DSÖ için hazırlanan anayasaya son şeklini
vermişlerdir.
DSÖ Anayasası, 22 Temmuz 1946 tarihinde 61 ülkenin
temsilcisi tarafından imzalanmıştır. Çalışmaları yürütmek üzere 2 yıllığına
geçici bir komisyon Yugoslav Andrija Stampar başkanlığında oluşturulmuştur. Bu
geçici komisyonun yaptığı tüm çalışmalar, 26 üye ülkenin onaylaması sonucu, 7
Nisan 1948’de DSÖ’nün hukuken kurulması gerçekleşmiştir. DSÖ Anayasası’nın
yürürlüğe girdiği 7 Nisan Dünya Sağlık Günü kabul edilip her yıl kutlanmaya
başlanmıştır.
DSÖ Genel Kurulu, 24 Haziran 1948 tarihinde İsviçre‘nin Cenevre kentinde BM Sarayında 48 ülkenin temsilcileri ile toplanmıştır. Bu toplantı sonunda üye sayısı 55’e çıkarılmış, DSÖ genel direktörlüğüne/müdürlüğüne Kanadalı Dr. Brock Chisholm seçilmiş, DSÖ’nün yıllık programı, personeli ve bütçesi onaylanmış, İcra (Yönetim) Kurulunu oluşturan 18 üye belirlenmiş, bölgesel örgütlenme için bölge ofisleri kurulması kararlaştırılmıştır. Mayıs 2020 itibarıyla 194 ülke DSÖ’ye üyedir ve 2 ülke de “ortak üye durumundadır.” Genel merkezi, Cenevre’dedir. “DSÖ’nün çalışma dilleri; İngilizce, Fransızca, Çince, İspanyolca, Arapça ve Rusçadır.”
Dünya Sağlık Örgütünün Görevleri
DSÖ, kuruluşundan bugüne kadar yol haritası, çalışma amaç ve alanlarını genişletmiş bir yapıdır. Sağlığa yönelik yönlendirici ve koordinasyon yetkisi olan uluslararası bir yapıdır. Başlıkta verilen kaynaklarda yer alan görev ve sorumluluk alanları şöyle özetlenebilir: “Uluslararası düzeyde yapılan sağlık çalışmalarında en üst düzeyde görev almak. Birleşmiş Milletler, sağlık alanından uzman kuruluşlar, meslek örgütleri, hükûmetlere bağlı sağlık kuruluşları ve benzeri kuruluşlarla işbirliği sağlamak. Karşı taraf ile ilgili bir talep olduğu takdirde hükûmetlerin sağlık hizmetlerinin geliştirilmesine yardımcı olmak. Talep doğrultusunda hükûmetlere teknik olarak acil yardım sağlamak. İşgal altında bulunan ya da yabancı bir ülkede sığınmacı statüsünde bulunan özel gruplara, Birleşmiş Milletler’in isteği doğrultusunda sağlık hizmetleri sunmak. Epidemiyolojik ve istatistiki veri, bilgi toplamak, bu amaçla düzenleme yapmak. Epidemik ve endemik hastalıkların ortadan kaldırılması ya da kontrolü için gereken çalışmaları yönlendirmek, teşvik etmek. Kazalardan, afetlerden doğan hasarları azaltmak için ilgili uzman kuruluşlarla iş birliği içinde çalışmak. Beslenme, barınma, boş zamanları değerlendirme, sağlığın korunarak geliştirilmesi, iş ortamının sağlık şartları, çevre sağlığı gibi konularda uzman kuruluşlarla iş birliği geliştirmek. Sağlık alanında çalışmalar yürüten bilimsel ve mesleki kuruluşlar arasındaki iş birliğini geliştirmek. Uluslararası düzeyde, sağlık konularında anlaşmalar, sözleşmeler, düzenlemeler yapmak ve önerilerde bulunmak. Ana-çocuk sağlığı düzeyini geliştirmek, bunların sürekli olarak yenilenen çevre koşulları ile tam bir uyum için yaşama olanağını sağlayabilmek. Ruh sağlığı dalında insanlar arasındaki ilişkileri düzenlemeye yönelik çalışmaları desteklemek. Sağlık alanında yapılan bütün çalışmalara mali olarak veya bilgi olarak destek olmak ve yol göstermek. Tıp ve sağlık alanında görev alan mesleki dalların eğitilmesi ve geliştirilmesine yönelik standartları geliştirmek. Kamu sağlığı, hastane hizmetleri ve sosyal güvenliği de kapsayacak şekilde, koruyucu ve tedavi edici hizmetlere ilişkin yönetsel, sosyal ve teknik konuları incelemek. Sağlık konularında gerekli bilgi, danışmanlık ve benzeri veri yardımlarında bulunmak. Tüm dünya halklarını sağlık konusunda bilinçlendirmek ve uyarmak. Özellikle hastalıkların, ölüm nedenlerinin ve sağlıkla ilgili yöntemlerin uluslararası sınıflamasını yapmak, değişen şartlara göre bu bilgileri ve yöntemleri revize etmek. Tanı yöntemlerini olduğundan çabuk geliştirmek ve anlık müdahaleyi çabuklaştırmak. Besinler, biyolojik maddeler, farmasötik ürünlere ilişkin uluslararası standartları geliştirmek, bunların kabul görmesini sağlamak. Örgütün amaçlarına ulaşması için gereken önlemleri almak.”
DSÖ’nün Örgütsel Yapısı
DSÖ ana tüzüğünün 9. maddesi, örgütün yapısını ve çalışmasını belirlemektedir. Buna göre örgüt bünyesinde 3 ana birim vardır: 1. Dünya Sağlık Örgütü Genel Kurulu (Asamble), 2. Yönetim (İcra) Kurulu, 3. Sekretarya (Genel Merkez, Bölge Ofisleri ve Ülke Temsilcilikleri).
Bu birimlerin yapısı ve görevleri aşağıda özetlenmiştir:
1. Dünya Sağlık
Örgütü Genel Kurulu (WHA):
Örgüte üye olan ülkelerin temsilcileri (“Sağlık Bakanları
başkanlığında konusunda uzmanlar”) tarafından oluşmakta olup en üst,
yetkili mercidir. Merkezi İsviçre (Cenevre)’dedir. Her yıl mayıs ayında
toplanmaktadır. Genel kurul, yukarıda ifade edilen
görevlerine ilave olarak aşağıda belirtilen görevleri de yerine getirmekle
sorumludur:
“Örgüt adına sağlık ile ilgili sözleşmeler ve antlaşmalar
yapmak. Uluslararası kamuoyunda uyulması gereken standart ve kuralları
belirlemek. Örgütün politikasını belirlemek. Yönetim Kuruluna üye verecek
ülkeleri seçmek. Genel Müdürü seçmek ve atamak. Bir başkan ve 5
yardımcısını seçmek. Örgütün mali politikasını denetlemek. Bütçeyi gözden
geçirip onaylamak. Örgütün çalışması için gerekli olabilecek komisyonları
kurmak.”
2. Yönetim
Kurulu
Yönetim kurulu, Genel Kurul tarafından üç yıllığına seçilen
34 üye ülkenin (2019 tarihinden itibaren) temsilcilerinden oluşmaktadır. “Her
yıl üyelerinin 1/3’i yenilenmek zorundadır. Süresi dolan kurul üyesi tekrar
seçilebilir”. Kurul, her yıl iki defa Cenevre’deki DSÖ merkezinde
toplanmaktadır. Yönetim Kurulu’nun başlıca görevleri ana hatları ile
şunlardır:
“Genel kurul tarafından alınan kararları yerine getirmek.
Genel kurulun gündemini belirlemek ve yıllık çalışma planı sunmak, uygun
gördüğü ve gerekli konularda önerilerde bulunmak. Örgütün bazı müdahale
gerektiren konularında inisiyatif kullanmak. Genel kurul tarafından kendisine
çizilen görev ve yükümlülükleri yerine getirmek. Genel müdürün isteği üzerine
gerekli görülen çeşitli alt birimler (komisyonlar) oluşturmak.”
3. Sekretarya (Genel
Merkez, Bölge Ofisleri ve Ülke Temsilcilikleri)
Genel müdür ve örgütün gerekli gördüğü teknik ve idari elemanlardan oluşmaktadır. Gerekli personel, genel müdür tarafından genel kurulun belirlediği kurallara uygun olarak atanmakta; eleman seçiminde “geniş bir coğrafi dağılım göz önüne alınmaktadır. Atananların sahasında uzman ve temsil yeteneği olması şarttır.” Genel müdür, genel kurul, yönetim kurulu ve örgütün düzenlenen tüm konferanslarının doğal üyesidir. Ancak bu hakkını vekâlet yoluyla başkasına devredilebilir.
Dünya Sağlık Örgütü’nün Merkez Dışında Bölgesel Yapılanışı
Dünya Sağlık Örgütü, yapısal olarak küresel bir örgüt
özelliğindedir.[3] Bölgesel yapılanışında iki ana birim vardır: 1. Bölge
Komitesi, 2. Bölge Ofisi/Bürosu.
1. Bölge
Komitesi
Bölgede bulunan üye ülkelerin temsilcilerinden oluşmakta olup görevleri şöyle özetlenebilir: “Kendi tüzüklerini hazırlamak, kabul etmek ve uymak. Bölge Ofisinin çalışmalarını denetlemek. Bölgesel problemlerle ilgili çözüm önerileri sunmak. Teknik anlamda toplantılar yapmak, örgütün kuruluş amacına uygun olarak çalışmalar yürütmek ve bölge ofisine yol gösterici olmak. Gerekli hâllerde diğer uluslararası kuruluşların bölgedeki birimleri ile iş birliği yapmak ve hareket etmek.”
2. Bölge Ofisi
Genel kurul kontrolünde ve genel müdür yönetiminde, bölge
komitesinin idari koludur. Bölge ofisi, genel kurul ve yönetim kurulunun
kararlarının uygulanmasından sorumludur. Bölge ofisi personeli, genel müdür ve
bölge müdürünün ortak kararı ile atanmaktadır. Bölge Ofisinin coğrafi yapısına
bağlı olarak bir ya da birkaç ülke için “alan temsilcisi ataması”
yapılmaktadır. “Bölge ofisleri DSÖ ile ulusal hükûmetler arasında etkin bir
ilişkinin olmasını sağlarlar.”
DSÖ’nün
6 bölge komitesi mevcuttur:
Avrupa Bölge Komitesi
“Bölge ofisinin çalışma merkezi, Danimarka’nın Kopenhag
kentindedir.” Bu bölge ofisine bağlı ülkeler şunlardır:
Arnavutluk-Hollanda-Tacikistan, Estonya-Makedonya-Moldavya; Bosna
Hersek-Hırvatistan-Türkmenistan, Gürcistan-Ermenistan-Azerbaycan, Sırbistan-Özbekistan-İzlanda,
Avusturya-Lüksemburg-İngiltere, Almanya-Macaristan-Kırgızistan,
Belçika-Malta-Kazakistan, Bulgaristan-Monako-Türkiye, Beyaz
Rusya-Norveç-Slovakya, Çek Cumhuriyeti-Romanya-Rusya, Danimarka-Polonya,
Fransa-Portekiz, Finlandiya-Letonya, İsrail-Litvanya, İtalya-Yunanistan,
İrlanda-Ukrayna, İspanya, Slovenya, İsveç.
Doğu Akdeniz Bölge Komitesi
“Bölge ofisinin çalışma merkezi, Mısır’ın İskenderiye
kentindedir.” Bu bölge ofisine kayıtlı ülkeler şunlardır: Afganistan-Ürdün,
Bahreyn-Kuveyt, Kıbrıs-Lübnan, Cibuti-Libya, Mısır-Fas, İran-Umman,
Irak-Pakistan, Yemen-Katar, Suudi Arabistan-Somali, Sudan-Suriye,
Tunus-Birleşik Arap Emirlikleri.
Afrika Bölge Komitesi
“Bölge ofisinin çalışma merkez Kongo’nun Brazzaville
şehrindedir.” Örgütün bu bölge ofisine bağlı çevre ülkeler şunlardır:
Cezayir-Gabon, Angola-Gambiya, Benin-Gana, Botswana-Gine, Burkine Faso-Gine
Bissau, Burundi-Kenya, Kamerun-Lesotho, Capo Verde-Liberya, Çad-Malavi,
Comoros-Mali, Kongo-Moritanya, Cote d’ İvoire-Mauritus, -Ekvator Ginesi-Mozambik,
Etiyopya-Namibya, Madagaskar-Nijer, Nijerya-Senegal, Sierra Leona-Seyşel
Adaları, Güney Afrika-Sao Tome ve Principe, Swaziland-Uganda, Togo-Zimbabwe,
Birleşik Tanzanya Cum.-Orta Afrika Cumhuriyeti.
Amerikan Bölge Komitesi
“Bölge ofisinin çalışma merkezi Washington’dadır.” Örgütün
bu bölge ofisine bağlı olan kayıtlı ülkeler şunlardır: ABD- Antinoua -Barbuda,
Arjantin-Dominik Cumhuriyeti, -Bahama Adaları-Ekvador, Barbados-Saint
Kitts-Nevis, Belize-Saint Vincent -Grenadines, Bolivya-Trinidad -Tobago,
Brezilya-El Salvador, Kanada-Guatemala, Kolombiya-Guyana, Kosta Rika-Honduras,
Küba-Jamaica, Meksika-Nikaragua, Diminica-Paraguay, Peru-Saint Lucia.
Güney-Doğu Asya Bölge Komitesi
“Bölge ofisinin çalışma merkezi Hindistan’ın Yeni Delhi
kentindedir.” Örgütün bu bölge ofisine kayıtlı ülkeler şunlardır:
Bangladeş-Endonezya, Bhutan-Maldiv Adaları, Hindistan-Kore Demokratik Halk
Cumhuriyeti, Moğolistan-Nepal, Myanmar-Sri Lanka, Tayland.
Batı Pasifik Bölge Komitesi
“Bölge ofisinin çalışma merkezi, Filipinlerin Manila kentindedir.” Örgütün bu bölge ofisine kayıtlı ülkeler şunlardır: Avusturalya-Fiji, Kamboçya-Japonya, Çin-Malezya, Cook Adaları-Solomon Adaları, Filipinler-Marshall Adaları, Singapur-Papua Yeni Gine, Samoa-Brunei Darussalam, Kiribati-Mikronezya Federatif Devletleri, Tonga-Laos Demokratik Halk Cumhuriyeti, Viet Nam-Vanuatu, Yeni Zelanda-Tokeleau, Kura Cumhuriyeti. Üye Ülkelerde 150’den fazla DSÖ ofisi bulunmakta ve örgüt bünyesinde yaklaşık 7 bin civarında kişi çalışmaktadır.
Dünya Sağlık Örgütü’nün Parasal Kaynakları
Dünya Sağlık Örgütünün üye ülkelerden alınan aidatlar ve
özel fonlar olmak üzere iki anapara kaynağı bulunmaktadır.[4] Üye ülkelerden alınan aidatlar, bu aidatlar, üye
ülkelerin ekonomik durumları göz önüne alınarak belirlenmekte ve her yıl
değiştirilmektedir. “Aidatlar, ABD doları ya da İsviçre frangı ile
yapılmaktadır.” Özel fonlar ise özel kuruluşlar, vakıflar, yardım
kuruluşları, gönüllü kuruluşlar, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP),
Birleşmiş Milletler Nüfus Faaliyetleri Fonu (UNFPA), UNİCEF gibi kurum ve kuruluşlardan
alınmaktadır.
Üye ülkelerin aidatları, “örgütün bütçesinin yaklaşık yüzde
17’sini karşılamaktadır.” “Hiçbir ülke, DSÖ’nün toplam bütçesinin %33’ünden
fazlasını veremez.” DSÖ bütçesi iki yıllık dönemler hâlinde
belirlenmektedir. Örgütün 2018-2019 bütçesi yaklaşık 5.5 milyar Dolar;
2020-2021 bütçesi ise yaklaşık 4,5 milyar dolardır. DSÖ’nün finansörlerini,
örgütün yıllık bütçesini karşılama oranına bağlı olarak aşağıdaki gibi
sıralayabiliriz:[5]
1. ABD: %14,67 (yaklaşık 412 milyon dolar)
2. Bill ve Melinda Gates Vakfı: %9,76 (yıllık yaklaşık 250
milyon dolar)
3. Bill ve Melinda Gates Vakfı ile irtibatlı GAVI İttifakı
(Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin ulusal hükûmetleri, Bill ve Melinda
Gates Vakfı, Çocukların Aşı Programı, Uluslararası İlaç Fabrikaları Birliği
(IFPMA), Rockefeller Vakfı, Dünya Bankası, Dünya Sağlık Örgütü (WHO),
UNICEF’tir: %8,39.
4. İngiltere: %7,79 (yıllık yaklaşık 220 milyon dolar)
5. Almanya: %5
6. Birleşmiş Milletler İnsani Yardım Koordinasyon Birimi
(UNOCHA): %5.
7. Dünya Bankası: %3
8. Uluslararası Rotary Kulübü: %3
9. Avrupa Komisyonu: %3.
10. Japonya: % 2,73
11. Kuveyt, Kanada, Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Norveç,
Güney Kore, Birleşik Arap Emirlikleri: her biri, %1’in biraz üstünde
12. İtalya: % 0,54
13. Rusya: % 0,51
14. Çin: %0,21 (yıllık 43 milyon dolar. 38 milyon doları belirlenmiş katkı, diğeri gönüllü katkı) Türkiye: %0,08 (“yıllık 6,5 milyon doların biraz üzerinde. Bunun 4,5 milyon doları, yıllık belirlenmiş katkı payı, 2 milyon doları gönüllü katkı payı”).
Türkiye’nin Dünya Sağlık Örgütü ile İlişkileri
Türkiye DSÖ’nün kuruluş çalışmalarına dönemin Sağlık Bakanı
Dr. Behçet Uz ile fiilen katılmıştır. DSÖ Anayasası, 22 Temmuz 1946 tarihinde
ülkemizin de aralarında bulunduğu 61 ülkenin temsilcisi tarafından
imzalanmıştır. Örgütün anayasası, Türkiye Cumhuriyeti Hükûmeti adına İhsan
Doğramacı tarafından imzalanmıştır. “Türkiye, 9 Haziran 1949 tarih ve 5062
sayılı Kanunla DSÖ Anayasasını onaylayarak, örgüte resmen üye olmuştur.”
Türkiye, 19 Ekim 1950 tarih ve 6666 sayılı Kanunla Teknik Yardım Antlaşması’
adıyla bir anlaşma DSÖ ile yapmıştır.[6].
Türkiye’de, süreç içerisinde DSÖ ile ilgili dört önemli
birim oluşturulmuştur: 1. DSÖ Türkiye Ofisi (Temsilciliği), 2. DSÖ Gaziantep
Acil Durum Ofisi, 3. İstanbul “İnsani ve Sağlık Acil Durumlarına
Hazırlıklılık Teknik Uzmanlık Ofisi” (“İstanbul Ofisi”), 4. DSÖ İş Birliği
Merkezleri
DSÖ Türkiye Ofisi (Temsilciliği)
DSÖ Avrupa Bölge Ofisi, 1959 yılında Ankara’da bir
temsilcilik ofisi açmış daha sonra bu Ofis “DSÖ Ülke Ofisine” dönüştürülmüştür.
DSÖ Ülke Ofisi, örgütün Türkiye’deki faaliyetlerini organize etmekte, hayata
geçirmektedir. DSÖ Avrupa Bölge Ofisi ile T.C. Hükûmetleri, “2’şer Yıllık Orta
Vadeli İş Birliği Anlaşmaları” imzalayarak ilişkiyi devam ettirmektedir.
2019 yılı itibarıyla Türkiye’deki örgüt ekibi, sürekli çalışan 40 kişilik
bir gruptur.
DSÖ Gaziantep Acil Durum Ofisi
Suriye’de yaşanan iç savaştan sonra Türkiye’ye gelen
göçmenlerle sağlık kapsamında ilgilenmek üzere 2015 yılında Gaziantep’te
kurulmuş bir ofistir.
Türkiye’deki DSÖ İş Birliği Merkezleri
DSÖ iş birliği merkezleri, DSÖ Genel Sekreteri veya Bölge
Başkanları tarafından örgütün programlarını desteklemek için faaliyette
bulunmak üzere ülkedeki bazı birimlerin/yapıların seçilip görevlendirilmesi ile
oluşan merkezlerdir. Ankara’daki Bilkent Üniversitesindeki “Uluslararası Çocuk
Merkezi”, “DSÖ Bağışıklama Eğitimi ve Savunma İşbirliği Merkezi” olarak
seçilmiştir.
“İnsani ve Sağlık Acil Durumlarına Hazırlıklılık ve
Yanıt Dünya Sağlık Örgütü Coğrafi Ayrık Ofisi”/“İstanbul
Ofisi”
Türkiye Cumhuriyeti Hükûmeti ve Avrupa Bölge Ofisi
Vasıtasıyla Dünya Sağlık Örgütü Arasında İnsani ve Sağlık Acil Durumlarına
Hazırlıklılık DSÖ Avrupa Coğrafi Ayrık Ofisinin (İstanbul) Türkiye’de
Kurulmasına İlişkin Ev Sahibi Ülke Antlaşması’nın 2 Mayıs 2017
tarihinde Dönemin Sağlık Bakanı Recep Akdağ ile DSÖ Avrupa Bölge Direktörü
Dr. Zsuzsanna Jakab tarafından imzalanmasıyla” bu ofisin kurulması
işlemleri başlatılmıştır. 14 Nisan 2020’de 31099 sayılı Resmi Gazete’de
yayımlanan “Türkiye Cumhuriyeti Hükûmeti ve Avrupa Bölge Ofisi Vasıtasıyla
Dünya Sağlık Örgütü Arasında İnsani ve Sağlık Acil Durumlarına Hazırlıklılık
DSÖ Coğrafi Ayrık Ofisinin İstanbul Türkiye’de Kurulmasına İlişkin Ev
Sahibi Ülke Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun”
ile onaylanarak yürürlüğe sokulmuştur.[7] DSÖ Coğrafi Ayrık İstanbul Ofisi, Sağlık Bakanı Dr.
Fahrettin Koca ve DSÖ Avrupa Bölge Direktörü Dr. Hans Kluge’nin video konferans
yöntemiyle katıldığı bir törenle resmen açılmıştır. DSÖ Avrupa Bölge Direktörü
Dr. Zsuzsanna Jakab, “George Soros’un akrabası, Macar asıllı bir Yahudi’dir.[8]
Bu ofis ile ilgili yapılan anlaşmadaki bazı maddeler, çok
dikkat çekici ve düşündürücüdür. Anlaşmanın bazı maddelerine göre, İstanbul
Ofisine Türkiye’nin hiçbir müdahale hakkı bulunmamaktadır.
DSÖ’nün İstanbul Ofisinde çalışacak tüm personelin
seçiminde, atanmasında, işten çıkarılmasında, Türkiye’nin hiçbir hakkı olmayıp
nihai karar, DSÖ Avrupa tarafından verilmektedir (Madde 3.6). İstanbul
bölgesinde “tartışma ve karar alma özgürlüğü dâhil olmak üzere tam toplantı
yapma özgürlüğüne sahip olup” “hükûmetten herhangi bir izin alma mecburiyeti
yoktur.” (Madde 4.2). İmzalanan antlaşmanın 5. maddesine göre, İstanbul Ofisi,
Türkiye’nin denetimi dışına çıkarılmakta, herhangi bir nedenle Türkiye’de
hiçbir birim, hiçbir yetkili, “DSÖ Avrupa Bölge Direktörü veya İstanbul Ofisi
Başkanının onayı ve kararlaştırdığı koşullar haricinde”, “herhangi bir resmi
görevi yerine getirmek için”, ofise girme, denetleme, kontrol etme,
sorgulama hakkına sahip değildir:
“Madde 5: 1. Hükûmet, DSÖ kontrol ve hâkimiyetinde
olacak İstanbul Ofisi mahallinin dokunulmazlığını kabul eder. 2.
İdari, adli, askerî veya polis olmak üzere hiçbir Hükûmet memuru veya Türkiye
içinde kamu yetkisi kullanan diğer şahıs DSÖ Avrupa Bölge Direktörü veya
İstanbul Ofisi Başkanının onayı ve kararlaştırdığı koşullar haricinde, herhangi
bir resmi görevi yerine getirmek için İstanbul Ofisi’nin mahalline
girmeyecektir. Ancak, DSÖ Avrupa Bölge Direktörü veya İstanbul Ofisi
Başkanı veya vekilinin onayı, acil koruyucu faaliyet gerektiren yangın ya da
diğer afet durumunda aranmayabilir. 3. DSÖ, İstanbul Ofisi mahallinin
herhangi bir Türkiye kanunu uyarınca tutuklanmadan kaçan veya Hükûmet
tarafından başka bir ülkeye iadesi ya da dava veya hukuki işlem tebligatından
kaçınmaya çalışan kişilerin sığınağı olarak kullanılmasını engelleyecektir.”
İstanbul Ofisi, DSÖ Türkiye Ofisinden bağımsız hareket
etmektedir. Örgütün Türkiye Ofisi, İstanbul Ofisini denetleyememekte, müdahale
edememekte ve talimat verememektedir. İstanbul Ofisi, biraz mübalağalı da olsa Türkiye
devleti içerisinde ayrı bir devlet gibidir. Nitekim Madde 10’a göre
İstanbul Ofisinin personeli tam bir dokunulmazlığa sahiptir: “Madde 10.1:
İstanbul Ofisinde görevli örgüt memurları, Türkiye’de aşağıdaki ayrıcalık,
muafiyet ve olanaklardan faydalanacaktır: a) Resmî kapasite ile söyledikleri
veya yazdıkları tüm sözler ve yaptıkları tüm eylemler nedeniyle yasal
işlemlerden muafiyet. Bu muafiyet, İstanbul Ofisindeki görevlerinin bitiminden
sonra da devam edecektir.”
Bu maddeye göre; “Viyana Antlaşmasının 41. maddesine göre
açıklama yapan büyükelçiler” rezaletine benzer bir rezalet, İstanbul Ofisi
personeli tarafından icra edilirse, hiç kimse şaşırmamalıdır. Madde 13 ve
14’e göre “İstanbul ofisi için gerekli olan tüm mekân, bina, mefruşat, teknik
donanım, toplam yıllık 500 bin doları aşmamak şartıyla hükûmet tarafından
karşılanacaktır.” “İstanbul Ofisinin onaylanmış planının uygulanması için
gerekli operasyonal program ve çalışma maliyetlerini karşılamak üzere Hükûmet
DSÖ Avrupa’ya yıllık en az 2 milyon dolar hibe edecektir.”
Görülebileceği gibi her türlü maddi ihtiyacı karşılamak,
hükûmetin görevidir. Fakat hiçbir şeye karışamamaktadır. Derin
mekanizma/finansörler örgütü, Türkiye’yi yıpratmak amaçlı harekete
geçirdiğinde, on büyükelçinin basın bildirisinde olduğu gibi, yapacağı
açıklamaların hiçbirine Madde 10.1 kapsamında müdahale edilemeyecektir.
Bakan Akdağ’ın antlaşma imza töreninde; “Özellikle, bütün
ülkelerin afetlere, ani çıkan bulaşıcı hastalıklara karşı hazırlığının nasıl
olması gerektiği burada tasarlanacak, burada konuşulacak, eğitimler ve çeşitli
ülkelerle toplantılar yapılacak.”[9] ifadesinden de sağlıkla ilgili toplumsal her türlü
bilginin İstanbul Ofisine verileceği anlaşılmaktadır.
Milletin gen, doku, hastalıklara direnç
haritasının, insanımızın vücudunun nelere, nasıl tepki verdiği ve bunun
gibi tüm sağlığı ilgilendiren bilgilerin İstanbul Ofisine verilmesi doğru
mudur, uygun mudur? Türkiye’nin krizlerle nasıl mücadele edeceği bilgisinin
böyle bir yapıya aktarılmasının, gelecekte Türkiye’nin karşısına dikeceği
sorunları görememek son derece tehlikeli olmayacak mıdır?
“DSÖ ve Cinsel Yönelim”
DSÖ ile Türkiye arasında imzalanan İstanbul Ofisi Ev
Antlaşmasında, Türkiye’nin İstanbul Ofisine geniş haklar vermesi, İstanbul
Ofisi çalışmalarına katılamaması, onu denetleyememesi, yapılacak açıklamalara
müdahale edememesi, gelecekte Türkiye’nin başını çok ağrıtacaktır. Çünkü DSÖ
yaptığı yayınlarda ülkelerin değerlerine, inançlarına, kültür ve medeniyet
değerlerine saygı göstermemektedir. Adeta toplumsal dejenerasyonun öncülüğünü
yapmaktadır.
“Cinsel yönelim” kavramına sahip çıkarak, ergenlik dönemine kadar çocukların erkek-kız ayırımına tabi tutulmamasını savunan “Eğitim Politikası Rehberleri” yayımlamış olması, son derece tehlikelidir. Nitekim Brezilya Devlet Başkanı ve danışmanı, DSÖ’yü bu yaklaşımından dolayı suçlamakta ve bundan dolayı koronavirüs salgını ile ilgili DSÖ’nün eylem planlarına itibar etmemektedirler: “Brezilya Devlet Başkanı Bolsonaro diyor ki: İşte bazılarının benden koronavirüsle ilgili tavsiyelerine uymamı istediği Dünya Sağlık Örgütü bu. Eğitim politikası rehberliklerini de izlememiz gerekiyor mu? (2010 tarihli, ‘Avrupa’da Cinsel Eğitim Standartları’) 0-4 yaş arası çocuklar için bedenlerine dokunduklarında zevk ve tatmin, mastürbasyon, 4-6 yaş arası çocuklar için olumlu cinsiyet kimliği, erken çocuklukta mastürbasyon, eşcinsel ilişkiler, 9-12 yaş arası için ilk cinsel deneyim. Bolsonaro’nun danışmanı Arthur Weintraub DSÖ’nün 0-4 yaş arası çocuklara ‘mastürbasyon, zevk ve keyif, kendi bedenine dokunmak ve cinsiyet ideolojisi’ eğitimi verilmesini tavsiye eden rehberlik kuralları var. Bu doğru mudur?”[10] Örgütün cinsel yönelim kavramsallaştırmasına sahip çıkmakla İstanbul Sözleşmesi’ndeki ana felsefeyi savunduğunu Türkiye göz önüne almak zorundadır.
DSÖ, Koronadan Öldüğü İddia Edilen Hastalara Niçin Otopsi Yaptırtmıyor?
Küresel salgın ortaya çıkar çıkmaz başlatılan “mutlaka PCR testi olun” kampanyası ilginçtir. Oysa PCR testlerinin güvenirliliği ciddi bir şekilde sorgulanmıştır. Uygulamada, bunu doğrulayan sonuçlar olmasına rağmen bu göz önüne alınmamış; başka bir test yapılabileceği düşünülmemiştir. Gerçek nedeni bilinmeyen şüpheli ölüm hadiselerinde ölümün gerçek nedeni otopsi yapılarak belirlenmektedir. Otopsi, ölüm nedeninin ne olduğunu açığa çıkaran en önemli yöntemlerdendir. PCR testine dayanarak ölüm nedenini belirlemek, yanlış bir yaklaşım ve uygulamadır.
Nedense korona salgını sürecinde baştan itibaren otopsi yapılması istenmemektedir. Ölenlerin korona salgınından ölüp ölmediği bilinmemektedir. Sanki salgın döneminde ölen her insana, “Koronadan dolayı öldü!” damgasının basılması bir merkez tarafından istenmektedir. Neden? Kim bu merkez ve DSÖ’nün bu merkezle bağlantısı nedir? Örgüt salgın döneminde ölenlerle ilgili niçin “otopsi yapmayın talimatı vermiş” ve “çok kirletici oldukları için niçin hemen gömülmelerini ya da yakılmalarını” istemiştir?”[11]
DSÖ’ye rağmen yapılan otopsi sonuçları, PCR testine
dayanarak belirtilen ölüm sebepleri ile uyuşmamaktadır. Almanya’nın Hamburg
kentinde yapılan otopsi sonucunda elde edilen bulgulara dayanarak
Hamburg-Eppendorf Üniversite Hastanesi Adli Tıp Bölümü’nden Prof. Dr. Klaus
Püschel; “Çin koronavirüs nedeniyle ölen hasta olmadığını, incelenen
140’tan fazla insanın yaklaşık %80’i kardiyovasküler hastalıklardan öldüğünü,
Hamburg’da geçmişte başka bir hastalığı olmadan hiç kimsenin koronadan
ölmediğini…” çok açık bir şekilde kamuoyu önünde ifade etmiştir. Benzer şekilde
İtalya’da açıklanan otopsi raporlarında ölenlerin Kovid-19’dan değil,
“Obezite, koroner kalp hastalığı, astım veya kronik obstrüktif akciğer
hastalığı, periferik arter hastalığı, diabetes mellitus tip 2 ve nörodejeneratif” hastalıklardan
dolayı öldüğü açıklanmıştır.[12]
Bulgar
Patoloji Birliği Başkanı, Avrupa Pataloji Birliği Danışma
Kurulu üyesi ve Bulgaristan’ın başkenti Sofya’daki Onkoloji Hastanesi
Histopatoloji Bölümünün Başkanı Dr. Stoian Alexov, 13 Mayıs 2020 tarihli
röportajında çok ciddi iddialarda bulunmuştur: “8 Mayıs web seminerine
katılanların ortak görüşü, Almanya, İtalya, İspanya, Fransa ve İsveç’te
gerçekleştirilen otopsilerin virüsün ölümcül olduğunu göstermemiş olmasıdır.
(…) Tüm patologların söylediği şey, koronavirüsten ölen kimsenin olmadığıdır.
Bunu tekrarlayacağım: kimse koronavirüsten ölmedi. Yeni koronavirüs ile enfekte
olduğu düşünülen herhangi bir kişinin, potansiyel olarak ölümcül olan
hastalıklardan değil de sadece virüsün sebep olduğu yangı reaksiyondan öldüğüne
dair bir otopsi kanıtı olmadığı da gözlemlenmiştir. (…) DSÖ, söylediklerinin
arkasında gerçek, bir gerçek olmadan dünya çapında bir kaos yaratıyor.”[13]
Lancet dergisi 5 Yıllık Onkolojisi Yazarlığı,
Kraliyet Patologlar Koleji Yayın Direktörlüğü, Biyologlar ve Fizyoloji Haber
Yayın Kurulu Başkanlığı, Rotherham Genel Hastanesi Kanser Hizmetleri
Direktörlüğü görevlerinde bulunmuş olan patolog Prof. John A. Lee’nin, koronavirüs
salgın dönemi ile ilgili gözlemleri, iddiaları ve suçlamaları çok daha
ciddidir. Çok uzun olan açıklamasını aşağıdaki gibi özetlemek mümkündür:
“Salgın sırasındaki fazla ölümlerden kaçı COVID-19 ile
ilgili, kaçı aldığımız sosyal önlemler, sağlık sisteminde yapılan
değişiklikler, karantinalar veya sosyal mesafe yüzünden gerçekleşti?
Bilmiyoruz. Hepsinin Kovid-19 yüzünden olduğu iddialarının aksine, belki de
büyük çoğunluğunun, hastalığın kendisi yüzünden değil, bizim hastalığa
verdiğimiz cevap yüzünden gerçekleştiği konusunda ciddi kanıtlar mevcut. Gerçek
ölüm sebeplerini bulmak ancak ölüleri inceleyerek mümkün olabilirdi. Fakat
otopsinin, hastalığı anlamaya en çok yardımcı olabileceği bu dönemde, verilen
tavsiyelerle otopsi yapılması engellendi. Otopsiyi desteklemek yerine otopsi
yapılmaması yönünde talimatlar yayınlanmaya başlandı. Ölüm belgesi yazma
kuralları, istatistikleri güvensiz hale getirecek yönde değiştirildi.
Bakım evi hizmeti verenler ki çoğunun tıbbi eğitimi yoktur,
hastanın Kovid-19 nedeniyle öldüğü konusunda görüş bildirebilir oldu. 29
Nisan’dan itibaren, bakım evlerindeki tüm ölümler, muhtemel Kovid-19 olarak
kabul edildi. Gerçek ölüm istatistiklerinin her zamankinden daha önemli olduğu
bir dönemde, bu kurallar her zamankinden daha az güvenilir olacak şekilde
değiştirildi. Ben ve meslektaşlarımın çoğu, koronavirüs salgını sırasında
getirilen değişikliklerle, patolojinin bu hastalığı anlamada oynayabileceği
rolü oynayamaz hale getirilmesinden çok rahatsızız. Salgının en başlarında, ölüm
belgesi yazma kuralları, istatistikleri güvensiz hale getirecek yönde
değiştirildi.
Normalde ölüm belgesini iki doktor yazabilir. Bunlardan
biri, hastayı tedavi eden, tanıyan veya yakın zamanda görmüş olan biri
olmalıdır. Bu değiştirildi. Sadece Kovid-19’a özel olarak, belge tek bir doktor
tarafından verilebilir hale getirildi. Ve bu doktorun hastayı muayene etmiş
olmasına, hatta hastayla tanışmış olmasına bile gerek duyulmadı. Ölümden önceki
4 hafta içerisinde yapılan bir görüntülü muayene, ölüm nedeninin Kovid-19
yazılmasına yetiyordu.
Kovid-19 diye “bahsedilen” vakaların kaçta kaçında
gerçekten bu hastalık vardı? Ve varsa da ölümlerden gerçekten Kovid-19 mu
sorumluydu? Baş adli tabip, 26 Mart’ta bir talimat yayınlayarak Kovid-19
vakalarını adli tıp sürecinden çıkardı: ‘Her Kovid-19 ölümü, adli tıptan
geçmesi gerekmeden, sadece ölüm sertifikası süreci ile yönetilecektir.’ Royal
College of Pathologists de Şubat’taki talimatında: ‘Eğer bir ölüm Kovid-19
enfeksiyonu ile bağlantılı ise, post-mortem incelemeye gerek olmadan ölüm
belgesi verilebilir.’ Virüse hem klinik hem de sosyal anlamda doğru yanıtı
verebilmek adına öncelikle doğru bilgiye ihtiyacımız var. Oysaki Kovid-19 ile
ilişkilendirilen ölümlerden kaç tanesinin gerçekten hastalıkla ilgili olduğu konusunda
hiçbir fikrimiz yok. Gerçekleşen fazla ölümlerin kaçının Kovid-19 nedeniyle,
kaçının karantina nedeniyle olduğunu da bilmiyoruz. Bu salgının en gözden
kaçırılan trajedilerinden biri, Kovid-19’u daha iyi anlama fırsatının
kaçırılmış olmasıdır. Avrupa’daki en yüksek Kovid-19 ölümüne sahip olduğumuz
söyleniyor ama bundan hiçbir zaman için emin olamayacağız, çünkü düzgün bir
şekilde saymamaya karar verdik. Kesin verilerinin kalitesiyle gurur duyan bir
ülke olarak, kaybolan Kovid-19 verisi ulusal bir skandaldır.”[14]
Bu doktorların gözlemleri ve iddiaları çok ciddidir. Daha da
ayrıntılı araştırılmaya değerdir.
Türkiye’de bu konuda Opr. Dr. Okan Özdemir, bir araştırma yapmış olup elde ettiği sonuçlar yukarıdaki çalışmaları destekler özelliktedir: “Resmî TÜİK verilerine göre Türkiye’de 2019 yılında 435 bin 941 kişi öldü. Ölenlerin yüzde 36,8’i yani 160 bin 426’sı kalp ve damar hastalıklarından, yüzde 18,4’ü yani 80 bin 213’ü iyi ve kötü huylu tümörlerden, yüzde 12,9’u yani 56 bin 236’sı solunum sistemi hastalıklarından kaybedildi. Bu en yüksek ölüm nedenlerinin, 2020 yılındaki genel ölüm sebepleri ile örtüştüğü görülmektedir ve geçen yıl bu vatandaşlarımızın tamamı için ‘eceliyle öldü’ tabiri kullanılmıştı. Yanlış mı? PCR testi ise bir genetik iz sürme testidir, genel amacı babalık ve akrabalık tayinlerinde, kriminal olaylarda genetik delil bulmaktır. Polimeraz Zincir Reaksiyonu (PCR) testinin mucidi olan ABD’li biyokimyacı Karry Mullis bu değerli buluşundan dolayı 1993 Nobel Kimya Ödülüne layık görülmüştür. Ancak Mullis, bu testin özellikle HIV ve diğer virüslerde hastalık tayini için kullanılmasının yanlış olduğunu, yanlış sonuçlar vereceğini ve kullanılmaması gerektiğini beyan etmiştir. Ayrıca PCR yöntemi ile testin büyütme özelliğini kullanarak insanda hemen hemen istenilen her şeyi kolaylıkla bulabilme özelliğinin var olduğunu söylemiştir. Yani Türkiye’de bir yıldaki ölümlerin yarısından fazlası, basit bir testin yardımı ile herhangi bir virüsten kaynaklanıyormuş gibi gösterilmeye uygundur. İşte bu test yardımı ile daha önce Koronavirüsle karşılaşmış, ama klinik belirti oluşturmamış bir şahıs bir süre sonra başka bir hastalıktan hastaneye düşerse, içeriye giren her kişiye olağan bir şekilde uygulanan PCR testi pozitif çıkınca ‘hastalık veya ölüm nedeni, Kovid-19 dur!’ denilmektedir. Oysa ölüme götüren sürecin ne olduğu ancak ve ancak otopsi yapılarak tespit edilir, etkilenen organlardan elde edilecek örneklerde Kovid-19 virüsünün izole edilmesiyle veya edilememesiyle saptanabilir, test ile değil... Geçen yıllarda olağan şekilde on binlerce vatandaşımızı hayattan koparan influenza virüsünün bu sezon görülmediği, bu yıl görülen mevsimsel gribin artık Kovid-19 olduğu da resmî olarak beyan edilmiştir!”[15]
DSÖ, koronavirüs salgınına kadar kabul
edilen sürü bağışıklığı kavramını tek yanlı değiştirerek sadece “aşı olmaya”
bağlamıştır. “Aşı olmadan sürü bağışıklığı kazanılamaz!” şeklinde bir tavır
ortaya koymuştur.[16] Avustralya’nın ABC Televizyonu, “DSÖ’nün (Bugün Kovid-19 ile
ilgilenen) Acil Durum Programı’na yönelik dosyalarında pek çok yolsuzluk
olduğunu” iddia etmektedir. İngiliz Oxford Üniversitesi, Mart ayında
“DSÖ’nün Kovid-19 verilerinin tutarsız ve yanlış olduğunu” ifade
ederek verileri kullanmayı bıraktığını açıklamıştır. Keza, Finlandiya, “Örgütün
virüs test protokollerini hatalı sonuçlar verdiği gerekçesiyle reddetmiştir.”[17]
Başka hastalıklardan dolayı ölenleri koronadan öldü diye
göstererek virüsten ölenlerin sayısını artırmak istemenin ana nedeni nedir?
Türkiye bu oyuna niçin gelmektedir? Otopsi yapılarak ölüm sebepleri,
gerçekçi bir şekilde ortaya çıkarılabilir: Prof. Dr. Halis Dokgöz “Kovid-19
tanısı konulmuş olgularda tıbbi otopsi yapılabilirse vücudun tüm sistemleri
araştırılarak yeni bulgular elde edilir. Bu durum hem ülkemizin hem de dünyada
yeni tıbbi uygulamaların önünü açabilir.”[18] Otopsi aynı zamanda virüsü değişik boyutları ile tanıma
imkânı sağlayacağından ona uygun aşıları üretmek daha doğru ve avantajlı
olabilir. Prof. Dr. Ömer Faruk Doğan: “Bu virüsün tam bir genetik haritası
ile içerdiği proteinler açıklanmıyor. Bu virüse enjekte edilmesi başarılmış 4
adet HIV proteini olduğu da yayınlarda mevcut. Yani mutasyon döngüsünü
belirleyen bu protein ise insanın direk bağışıklık sistemine saldırıyor. Vücut
bu saldırıya uğrayınca kendi hücrelerine karşı antikor üretebilir.”[19] “…Otopsi uygulamasında, otopsi hemen yapılır ise virüs
izole edilip çoğaltılabilir.” Prof. Dr. Aykut Özdarendereli “Aşı
için virüsün izolasyonu hayati öneme sahiptir.”[20]
Virüse yakalanıp daha sonra ya da tedavi sürecinde ölen herkese “Koronadan öldü!” damgası vurulurken; aşı olduktan sonra ölenler için aynı yaklaşım kullanılmamakta, herhangi bir otopsi yapılmadan, “Ölümün aşı ile alakası yoktur!” tarzında açıklama yapılmaktadır. Dünya Sağlık Örgütü Türkiye Ofisi’nde Halk Sağlığı Uzmanı Dr. Bahadır Sucaklı: “Bu ölümlerin aşı sonrası meydana gelmesinin tesadüfi olarak değerlendirilmesi söz konusudur. Mevcut aşı uygulamaları içerisinde aşıyla ilişkilendirilmiş herhangi bir ölüm DSÖ’ye bildirilmedi.”[21] Türkiye bu oyunu neden bozmamaktadır ya da bozmak istememektedir. Türkiye’nin bu oyunu bozma gücü vardır.
DSÖ ve Küresel Hâkimiyet Proje Sahipleri
Örgütün kuruluş amaçları, DSÖ Anayasası’nda belirlenmiş ve
bunu hayata geçirebilmek için dünyanın her tarafında ona örgütlenme hakkı
verilmiştir. Amaç, tüm dünyanın sağlıklı olmasıdır. “DSÖ Anayasası sağlığa bir
sosyal hak, sağlık hizmetine kamusal bir hizmet olarak bakmakta, sağlığın
sosyal ve ekonomik belirleyicilerini vurgulamaktadır. Örgüt hastalık kontrol
programlarında eşgüdümünün sağlanması, sağlık konularında uzman görüş
belirlenmesi, aşı vb. biyolojik maddelerde standartların konması, burslar
verilmesi, sağlıkla ilgili yayınlar yapılması, ülkelere sağlık projelerinde
maddi ve bilimsel destek sağlanması gibi görevler yanında dünyanın neresinde
olursa olsun felaket veya salgın gibi acil bir durumda yardım sağlar, savaş,
afet gibi nedenlerle evlerinden, yurtlarından kopmuş mültecilere sağlık hizmeti
götürür.”[22]
Bu amaçlarla kurulmuş olan bir DSÖ’nün yapılanış şemasını
göz önüne aldığımızda, uluslararası bir yapı olarak her ülkede
örgütlenebilmektedir. Bu nedenle küresel hâkimiyet projeleri olan yapılar, aşı
ve ilaç sektörünün hep ilgi odağı olmuştur. Politikalarını belirleme ve
yönlendirmede bu yapılar, örgüt üzerinde doğrudan veya dolaylı olarak baskı
uygulaya gelmişler, çalışanlarını etkileme çareleri aramışlar, zaman zaman
kurumu kaynakları kesmekle tehdit etmişlerdir. Yol boyu etkisi farklı olmakla
birlikte bu yaklaşım gerçekleşmiş; DSÖ kendi alanında tüm insanlığın
menfaatlerini değil belli zümre ve kuruluşların menfaatlerini savunur duruma
düşmüştür.
Kuruluşundan bu yana ABD, DSÖ üzerinde çok etkili olmuştur.
Başlangıçta DSÖ bütçesinin yarısını karşılayan ABD, örgüte baskı yapma hakkını
kendinde görerek örgütün politikalarını, ABD menfaatleri istikametinde
yönlendirmiştir. Bundan dolayı, daha sonra, ABD’nin kuruma katkısı
azaltılmıştır. Bununla beraber, Trump’ın koronavirüs salgını dolayısıyla
ülkesinden gelen kaynakları kesene kadar DSÖ’nün mali kaynaklarının üçte biri
ABD’den karşılanmaktaydı. ABD ve küresel sermaye sahiplerinin, özellikle, aşı
ve ilaç sektörünün bu baskıları yol boyu devam etmiştir.
Bu kesimle DSÖ arasında önemli çatışmalardan biri “Anne
sütü yerine, bebek maması verilmesi” olayıdır. Tekeller başta Afrika olmak
üzere dünyanın her tarafında anne sütünün bebekler için tehlikeli olduğu
kampanyasını açmışlardır. Anne sütü yerine ürettikleri bebek mamalarının
kullanılmasını tüm dünyaya baskı ile kabul ettirmek istemişlerdir. Özellikle
Afrika’da “Yoksul anneler bu mamaları süt yerine su ile hazırlayınca
bebeklerin beslenmesi bozularak on binlerce bebek ölmüştür.” DSÖ bu katliama
karşı çıkmıştır. Anne sütü yerine bebek mamalarının kullanılmasının yanlış
olduğunu savununca “ABD, DSÖ’yü uluslararası ticareti engellemekle suçlamıştır.” DSÖ
geri adım atmak zorunda kalmıştır.[23]
ABD benzer bir baskıyı, DSÖ, “Ülkelerin akılcı ilaç
politikalarını benimsemesi ve gerek duydukları temel ilaçları kendi
üretmelerinin” daha yararlı olduğunu ülkelere tavsiye edince “18 dev ilaç
şirketinden 11’ine ev sahipliği yapan ABD, DSÖ’nün bu teklifine şiddetle karşı
çıkarak DSÖ’ye parasal katkısını durdurmuştur.[24] Örgüt 2005 yılında hükûmetlere “Bir küresel
salgının başlangıcında yeterli malzemenin ulusal olarak mevcut olmasını
sağlamanın tek yolu, ilaçların uluslar tarafından önceden stoklanmasıdır.”
şeklinde tavsiyede bulunmuştur.[25]
DSÖ, başından beri ABD ve ilaç sektörünün yoğun baskısı
altında anayasasında yazılı olanları hayata geçirmede açık kararlı bir tavır
belirleyemeyince, daha işin başında örgüt yapısı içerisinde sorun çıkmaya
başlamıştır. Sovyetler Birliği, Ukrayna, Beyaz Rusya, “DSÖ’nün tutumundan
memnun olmadıklarını belirterek üyelikten çekilmek istediler.” Bundan bir
yıl sonra da “Bulgaristan, Romanya, Arnavutluk, Çekoslovakya, Macaristan ve
Polonya da üyelikten çekildiler.” Sovyetler Birliği ve diğer sosyalist ülkeler
1955 yılına kadar DSÖ toplantılarına hiç katılmamışlardır. ABD’nin karşı
çıkması nedeniyle, Çin Halk Cumhuriyeti 1960’ların sonuna kadar örgüte kabul
edilmemiştir.
1978 yılında DSÖ’nün Alma Ata’da düzenlediği uluslararası
toplantıda temel sağlık hizmetleri politikası benimsenerek “Sağlık
sorunlarının temelinde toplumsal sorunlar olduğu” anlayışı etkin olmaya
başlamıştır. Temel sağlık hizmetleri politikası kavramsallaştırması ile “Sağlık
hizmetlerinden çok beslenme, konut, gelir, çevre, iş, katılım gibi temel
etmenlerin varlığına dikkat çekilmiş; “Sağlık hizmetlerinde öncelik hastanelere
değil, koruyucu hizmetlere” verilmesi ve “kaynakların adil dağıtılması” öne
çekilmiştir. Kapitalist yaklaşım buna karşı olduğu için temel sağlık hizmetleri
girişimi başarısızlıkla sonuçlanmıştır. “Dünya Bankası ve Dünya Ticaret
Örgütünün sağlık alanında giderek artan etkisi ile” “Parayı verenler düdüğü
çalmış” proje rafa kaldırılmıştır. Küreselleşmenin öne çıkması ile örgüt
geçmişi inkâr ederek “neoliberal sağlık politikalarının temsilciliğini” yapmaya
başlamıştır. Çalışmalarında yol boyu kavramsal değişikliklere gitmiştir.
DSÖ’nün 2000 yılında yayınladığı “Dünya Sağlık Raporu 2000”de “hastalar”
“müşteri”, “sağlık kurumları” “işletme”, kamu sağlık hizmeti ise “piyasa” diye
isimlendirilerek sağlık hizmetlerinin “piyasa sistemi” içinde
gerçekleştirilmesi savunulmuştur. Rapora göre “Devletin görevi piyasaların
denetlenmesi olarak gösterilmiştir.”[26]
Aşı ve ilaç tekellerinin sağlık üzerindeki oyunlarına, entrikalarına kulaklarını tıkayan, Küresel güç odaklarının stratejilerinin uygulayıcısı konumuna gelen DSÖ, elektro-manyetik dalgalar ve baz istasyonları konusunda gerekeni yapmamış, bu konuda yapılmış bilimsel çalışmaları dikkate almadan 2006 yılında “yayınladığı 304 numaralı duyuruda (Fact sheet) baz istasyonlarının sağlık zararına ilişkin ikna edici bir kanıt bulunmadığını ilan etmiştir.”[27]
DSÖ Domuz Gribi Salgını Kampanyası ile Kimlere Hizmet Etmiştir?
Nisan 2009’da Meksika’da ortaya çıkan domuz gribi virüsünün
küresel bulaşıcı bir virüs olduğu, başta DSÖ olmak üzere Siyonist kaynaklar,
büyük bir psikolojik harekâtla dünyaya duyurmuşlardır. Hemen hemen eş zamanlı
olarak geliştirilen ve yeterli denetimden geçirilmeyen yan etkileri ciddi bir
şekilde tartışılmayan aşılar, Ekim 2009’dan itibaren de piyasaya sürülmüştür.[28]
2009 yılında dünyada bugünkü gibi çok büyük bir panik
meydana getirilirken grip aşısı üreten firmalar, çok büyük kârlar yapmışlardır.
Salgın ve aşılarla ilgili başlatılıp yürütülen büyük psikolojik harekâtın arka
planında, “İngiltere’deki aşı kampanyalarına yön veren hatta DSÖ’ye de
danışmanlık yapan, aşı firmaları ile irtibatlı, önemli pozisyonlardaki bir iki
uzman bulunmaktadır.”[29]
DSÖ’nün açtığı “büyük tehlike var” kampanyasının, 6.
derecede küresel salgın, ardından, Batılı küresel ilaç şirketlerinin ürettiği
milyarlarca Dolarlık domuz gribi ilaç ve aşılarını, ABD eski Savunma
Bakanı Donald Rumsfeld’in hisselerinin bulunduğu Gilead şirketi tarafından geliştirilen
Tamiflu ilacı, örgüt tavsiyesiyle hükûmetlere satılmıştır. “Bunun sonucunda
Gilead, Tamiflu’dan 2 milyar dolar kazanmıştır. Bunun 5 milyon Doları,
Rumsfeld’in hissesine aittir.” DSÖ bilim kurulu üyesi olan Rotterdam’daki
Erasmus Üniversitesi’nde Prof. Dr. Albert Osterhaus, örgüte yaptığı danışmanlık
ve yönlendirme sayesinde aşılardan büyük maddi kazançlar elde etmiştir. “İlaç
firmalarına danışmanlık yapan ve ilaç firmalarınca fonlanan Osterhaus dışındaki
diğer DSÖ Bilim Kurulu üyelerinden 5 tanesi (15 üyeden 5’i) domuz gribi
provokasyonu sayesinde ilaç firmalarına milyarlarca dolar kazandırmışlardır.
2009 yılındaki “Domuz Gribi” olayı, DSÖ için yüzkarası bir
olay olup ilaç firmalarının para kazanması için yapılmış pis bir operasyondur.
2009 yılında örgütün Direktörü Hong Konglu Margaret Chan, “Dünya ilaç
devlerinin etkisi altında Domuz gribini (H1N1) 6. seviyede Pandemi ilan etmiş
ve bu yüzden 100 milyon insanın ölebileceğini ileri sürmüştür.”[30]
Oysa domuz gribi yüzünden ölenlerin sayısı sadece 50 kişi
idi. Amerika’da yayınlanan The Huffington Post’un
6 Ağustos 2009 tarihli sayısında “Domuz Gribi Aşısına Hayır Deyin!” adlı bir
makale yayınlanmıştır. Makalede önemli iddialara yer verilmektedir: “Bu
aşı kampanyası, hükûmette bir işe yaramayan zararı faydasından çok (perilous)
bürokratlar tarafından yürütülmektedir. Büyük dâhilerin bu büyük grip
sektörüyle bağlantıları vardır. Sizi de aşılamak isteyen bu aşı çığırtkanlarına
hayır deyin, çocuklarınızı koruyun. Bu hükûmet teşvikli aşıyı yaptırmamaları
için arkadaşlarınızı, dostlarınızı uyarın. Her yıl 36 bin Amerikalı sezonluk
grip aşısından ölürken, bu rakamla mukayese edilemeyecek oranda az ölüme sebep
olan domuz gribi konusunda bu kadar büyük yaygara koparılması ve herkesin aşıya
zorlanması herhalde Amerika’da çoğunluğun uyanmasına ve ilk defa büyük bir
tepki ortaya koymasına sebep oldu.”[31]
Avustralyalı araştırmacı-gazeteci Jane Burgmeister, 10
Haziran 2009’da DSÖ ve BM hakkında “kuş ve domuz griplerinin laboratuvarlarda
insanları öldürmek için üretildiği” iddiası ile bazı belgeleri dayanak
göstererek dava açmış ve elindeki belgeleri ABD’de FBI’a teslim etmiştir.
Açtığı davada iddiaları yenilir yutulur gibi değildir: “Grip virüsleri,
laboratuvarlarda gen mühendisliği kullanılarak üretilmişlerdir.” “Biyolojik
silah kategorisinde olan bu virüslerin belli korunma standartları ve kuralları
vardır (korunma standardı- BSL3 (Biosafety Level 3) ). O nedenle “virüs
kesinlikle yanlışlıkla yollanmamış bilerek, şuurlu bir şekilde küresel olarak
yayılması sağlanmıştır.” “Amaç finansal ve politik çıkarlar sağlamaktır.” “Halkların
yaşamını riske atmışlardır.” Bunu “Amerika’da Dünya Sağlık Örgütü, Birleşmiş
Milletler, uluslararası bankerler ve Amerikan Merkez Bankası’nın (Federal
Reserve) başını çektiği güçler bilerek şuurlu bir şekilde yapmıştır.”[32]
Jane Burgmeister’in söylemediği ya da söyleyemediği çok
önemli bir başka nokta, şuurlu bir şekilde dünya nüfusunu azaltmak için virüs
bilinçli bir şekilde üretilmiş ve dünyaya yayılması sağlanmıştır.
Gazetecinin suçladığı kesimlere baktığımızda meselenin salt bir para meselesi
olmadığını söyleyebiliriz. Açılan dava, belli güç merkezleri tarafından
kapatılıp unutturulmuştur. Domuz gribi salgınının doğal olmadığını, fabrikasyon
üretimi olduğunu iddia eden bir başka isim, Avustralyalı, aşı ve virüs uzmanı
Prof. Dr. Adrian Gibbs’tır. Ekip olarak yaptıkları araştırmaların sonucu,
Avustralya’daki Virology Journal adlı dergide, Kasım 2009’da
yayınlamışlardır. Araştırma sonuçlarına göre “Domuz gribi tesadüfen veya doğal
olarak kendiliğinden ortaya çıkmamış, laboratuvar ortamında geliştirilirken
kazara ortaya çıkmıştır. Çünkü buluntular, üç ayrı kıtadan gelen üç ayrı virüs
türünün bir laboratuvarda ya da aşı geliştirme merkezinde bir araya getirilmesiyle
virüsün elde edildiğini” ortaya koymaktaydı.[33] Diğer taraftan ABD’deki Hastalıkları Kontrol ve Önleme
Merkezi ve Almanya’daki Friedrich-Loeffler Hayvan Sağlığı Enstitüsü de bu
“Domuz gribi aşısının menşeinin laboratuvar ortamı olduğunu” kabul
etmiştir. DSÖ, ABD Sağlık Bakanlığı ve aşı firmaları, Domuz gribinin
domuzlardan insanlara geçtiğini iddia etmişlerdir. Araştırma sonuçları, bunun
tam tersini ortaya koymuştur: “Domuz gribi olarak adlandırılan gribin aslında
domuzlarla alakası yoktur. İnsanlarda rastlanan bu virüsün domuzlarda rastlanan
virüsle genetik akrabalığı vardır. (…) Domuz gribi olarak adlandırılan,
domuzdan insana geçtiği iddia edilen A/HıNl virüsünün domuzdan insana geçtiği
konusunda hiçbir buluntu yoktur. Aksine bu grip önce insanda ortaya çıkmış,
nadir de olsa domuzlara bulaşmıştır.”[34]
Konu ile ilgili en ilginç, en dikkat çekici, en ibret
verici, en açık ve en anlamlı açıklama, Avrupa Konseyi’nde yapılan konuyla
ilgili oturumda konuşan DSÖ’nün Epidemiyoloji Birimi Direktörü Prof. Ulrich
Keil tarafından yapılmıştır: “Domuz gribi salgını, ilaç üreticilerinin
kârlarını artırmak için bu şirketlerle ortak olarak üretilen bir korku
kampanyasıydı. DSÖ, sars ve kuş gribi konusunda da tüm tahminlerinde olduğu
gibi yanıldı. Kamu sağlığını ilgilendiren onca şey varken domuz gribi
konusunda halkta büyük bir panik yaşanmasına sebep olduk ve bu tamamen
abartılmış bir korkuydu. DSÖ’nün kararları ülkelerin sağlık bütçelerine çok
büyük yük getirdi. İnsanların ölümüne sebep olan en önemli etkenlerin
hipertansiyon, sigara, yüksek kolesterol, obezite, egzersiz yapmama, sebze ve
meyve tüketiminin azlığı olduğunu çok iyi biliyoruz. Hükûmetler, DSÖ’nün
tavsiyesi doğrultusunda bu alanlara yatırım yapmaları gerekirken küresel bir
salgın yaşanması yönündeki deliller çok zayıf olmasına rağmen domuz gribine yatırım
yapmak zorunda bırakıldı.”[35]
Türkiye’de domuz gribi ve DSÖ ile ilgili ciddi sorgulama
yapan akademisyenlerden biri de Prof. Ahmet Rasim Küçükusta’dır.
Kendisi “DSÖ her sene bu günlerde (sonbahar) dünya çapında grip
salgını olacağını ve milyonlarca insanın hastalanıp öleceğini ilan ediyor ama
çok şükür bu gerçekleşmiyor. DSÖ’nün Asya ve Pasifik Direktörü Shigeru Omi, beş
sene önce (2005), önümüzdeki aylarda çıkması beklenen ve tüm dünyada yayılacak
Pandemide 2 milyardan fazla insan gribe yakalanacağını ve iyimser senaryoda 2
ile 7 milyon arası, kötümser senaryoda ise 100 milyon insanın öleceğini
söylemişti. Tabii bu tahminde DSÖ’nün gribal salgınlar konusundaki çoğu yanlış
ve abartılı tahminleri gibi doğru çıkmamıştı. ( …) Domuz gribi ağır bir
hastalık değildir. Belirtileri diğer grip türlerine göre daha hafiftir.
Hastaların ateş düşene kadar evde istirahat etmeleri yeterlidir. Hastalık
kendiliğinden geçer.”[36]
Dönemin Sağlık Bakanı Recep Akdağ, domuz gribi aşısına itiraz edenleri azarlamış, tehdit etmiş ve gerçeği yansıtmayan tahminlerde bulunmuş, rakamlar vermiştir ya da vermek durumunda bırakılmıştır: “DSÖ aşıyı onaylıyor, siz mani oluyorsunuz?’ (23.10.2009) ‘…Bir çocuk domuz gribinden ölse annesi de bana gelip çocuğuma falancanın sözüyle aşı yaptırmadım derse o kişi hakkında suç duyurusunda bulunurum.’ (03.11.2009) ‘…Bakan, “Aşı olunmadığı takdirde Türkiye’de beş bin kişi ölecek”[37] şeklinde yaptığı açıklamadan sonra medyada bakana güvenilmemesi gerektiği tartışmasının başlaması üzerine[38] , “Ben değilim bunu söyleyen, salgın hastalıkları uzmanlarımız, ben onların beyanını aktardım.” açıklamasını yapmak durumunda kalmıştır.[39] O günlerde en dikkat çeken bir konu da, Başbakan Erdoğan’ın Sağlık Bakanı ile aynı düşüncede olmaması ve aşı yaptırmaya karşı çıkmasıdır: “Benim adımı vermişsin, ben aşı olmayacağım.’ “Sağlık Bakanımla aynı düşünmüyorum. Vatandaşım kendi isteğine bağlı olarak böyle bir yolu tercih ederse eyvallah. Ama etmiyorsa illa yaptırmalısınız diye bir kampanyanın sürdürülmesi yanlıştır. Zorla (cebren) bu iş olmaz. (15 gün sonra) ‘Ben de kendime göre araştırmalarımı yaptım. Ben domuz gribi aşısı olmayacağım, ailemde de olan yok.”[40]
DSÖ Kimin Truva Atıdır?
Yol boyu DSÖ’nün dünya çapında, her sene, büyük bir salgın
çıkacak tarzında açıklama yapmasının manası nedir? Sebebi nedir? Örgütün
gizli bir amacı var mı?
Kime hizmet etmektedir? Ana finansörleri örgütü kendi
amaçlarına hizmet için kullanmakta mıdırlar? Bünyesindeki bilim kurulu
üyelerinin aşı firmaları, Bill Gates, Rockefeller ve Carnegie gibi vakıfları
ile bir irtibatı, danışmanlığı, üyeliği var mıdır? Siyonist ya da Mason
olma durumları var mı? Türkiye’deki Bilim Kurulu arasında DSÖ ve aşı firmaları
ile irtibatlı akademisyenler var mıdır? Türkiye bu sorgulamayı gerçek
boyutlarıyla yapmalıdır! DSÖ’nün üzerinde yol boyu iki mekanizma; tek
dünya devleti kurmak isteyenlerle aşı ve ilaç şirketleri etkili olmaya
çalışmıştır.
Bunlar, yapacakları işleri örgütün arkasına gizlenerek
yapmaya çalışmışlardır. Bu yaklaşım insanlığa çok acı bedeller
ödetmiştir. Bugün DSÖ Bilim Kurulu üyelerinden (toplam
15 üye) 8’i, Bill ve Melinda Gates Vakfı, Merck Co., Gates’in fonladığı GAVİ
(Küresel Aşı İttifakı Grubu), Pfizer, Novartis, Gilead, Novovax, GSK gibi ilaç
devi firma ve kuruluşlarla bağlantılıdır. Bu noktada en ciddi tezat, aşı
geliştiren firmaların (Gilead, GlaxoSmithKline, Hoffman-LaRoche, Sanofi
Pasteur, Merck, Bayer) örgütün aynı zamanda finansörleri olmuş olmasıdır. Bu
durumun DSÖ’nün kararlarını etkilemediğini söylemek son derece yanlış
olur.
Bu yapılanışın doğal sonucu ortaya konan politika ve
uygulamalardan dolayı, örgütün verilerine ve politikalarına olan güvenin
yıkılması kaçınılmazdır. Bu durum, küresel hâkimiyet projelerinin hayata
geçirilebilmesinde örgütün Truva atı olarak kullanıldığının bir göstergesidir.
İlaç sektörü ve küresel dünya devleti kurmak isteyenlerle iş
tutan bilim insanları, küresel bazda sağlıkla ilgili pek çok konuyu,
bulundukları konumu kullanarak insanlığı yanıltmayı bir strateji olarak
benimsemişlerdir. Koronavirüs salgınında bu noktada öne çıkan isimlerden biri
de 1984’ten beri Ulusal Alerji ve Bulaşıcı Hastalıklar Enstitüsü direktörü
Dr. Anthony Fauci’dir. Kendisi tek dünya devleti kurmak isteyenlerin küresel
salgını kullanma amaçlarına hizmet edecek şekilde küresel salgın üzerinden bir
korku psikolojisi yayan bilim insanıdır. Bu nedenle Dr. Peter
Breggin, 19 Ekim 2020 tarihli, “Dr. Fauci’nin Kovid-19 İhaneti” başlıklı
bir raporu ve 31 Ağustos 2020 tarihli “Kovid-19 ve Halk Sağlığı Totalitarizmi:
Bireyler, Kurumlar ve Toplum Üzerindeki İstenmeyen Etkiler” başlıklı
ikinci bir rapor hazırlayarak Ohio’daki bir federal mahkemeye başvurmuştur. Dr. Peter
Breggin’in Dr. Fauci ile ilgili iddiaları çok ciddi ve ağırdır:
“Fauci, Çin Komünist Partisinin (ÇKP) ölümcül sars koronavirüsleri
üretmesine olanak tanıyan araştırma faaliyetlerinin arkasındaki en büyük güç
oldu. Bu da kazara olsun ya da olmasın sars-cov-2’nin Wuhan Viroloji
Enstitüsü’nden salınmasına yol açtı. Fauci, ÇKP ve DSÖ ile iş birliği içinde,
başlangıçta Pandeminin kökenleri ve tehlikeleri hakkındaki gerçeği bastırdı ve
böylece virüsün Çin’den dünyanın geri kalanına yayılmasını sağladı. Fauci,
Etiyopya’daki kolera salgınlarını örtbas etmekle suçlanan, yozlaşmış bir
geçmişi ve terörist bağları olan bir Marksist-Leninist Etiyopyalı siyasi
partinin üyesi olan DSÖ Genel Müdürü Tedros Adhanom Ghebreyesus’u destekledi ve
övdü. Fauci geçtiğimiz günlerde sars-cov-2’nin doğal mutasyonu savunarak, Wuhan
Viroloji Enstitüsü’nde yaratıldığı ve serbest bırakıldığı olasılığını
reddettiği bir makale yayınladı. Ayrıca küresel salgını ‘yeşil yeni
anlaşmayı’ ve ‘Büyük Sıfırlama’ diye bilinen küreselci hareketi
haklı çıkarmak için de kullanıyor. Fauci, … Gerçekte, küreselci ilaç firmaları
ve küreselci organizasyonlarla çalışıyor ve onları güçlendiriyor… Bu
küreselciler, politikaları ve uygulamaları, kapatmalar da dâhil olmak üzere,
dünya genelinde koşulları kötüleştirmeye devam ederken o, güç ve etki kazandı.
Fauci ve Tedros, ‘Birlikte, başlangıçta Kovid-19 tehlikelerini en aza
indirdiler. Çinlilerin virüsü binlerce uluslararası yolcu uçuşu ile yaymasına
izin verirken dünya çapında salgın hazırlıklarını ertelediler. Fauci, Başkan’ın,
Genel Müdür Tedros ve Çin’e yönelik eleştirisini alenen baltaladı. Bunun yerine
Fauci, Tedros’un güvenilir ve ‘seçkin’ bir adam olduğu konusunda dünyaya
güvence verdi. Tedros’un Çin’deki bağlantılarının benzer şekilde güvenilir
olduğunu ve güvenilebileceğini ima etti. Fauci, dünyada olağanüstü
yıkıcı bir güç oldu ve olmaya devam ediyor. Fauci aynı zamanda şişirilmiş
Kovid-19 vaka sayılarını destekliyor ve CDC’den ölümleri bildiriyor, ardından
şişirilmiş tahminleri, emsali olmayan ve bilimsel temeli çok az olan veya hiç
olmayan baskıcı halk sağlığı önlemlerini gerekçelendirmek için kullanıyor,
ancak etkisi ve gücünü, küreselci ortaklarının servetini koruyor. Fauci’yi
kovmanın, tüm bu felaketi araştırmanın ve ABD’yi ve dünyayı ister kaza eseri
ister kasıtlı olsun, gelecekte laboratuvar kaynaklı salgın felaketlerden
korumak için ne yapılması gerektiğini düşünmenin zamanı geldi.”[41]
Dikkat çeken nokta, örgütün hiçbir bilimsel temele
dayanmayan ve panik meydana getiren tahminler yapmasında kasıtlı bir davranış
içerisinde olmasının yüksekliğidir. Korona salgınında örgütün takındığı
tavırdan dolayı ABD Başkanı Trump doğrudan doğruya örgütü hedefe koyup çok ağır
eleştirilerde bulunmuş ve örgütten ayrılmıştır. Örgütü ciddi bir şekilde
suçlamıştır: “DSÖ birçok konuda yanıldı. Uyarmakta geç kaldılar. Büyük
ihtimalle biliyorlardı ama söylemediler. Çin odaklı çalışıyorlar. Bütçelerini
keseceğiz. Korona Wuhan’daki laboratuvarda ortaya çıktı. Elimizde ciddi
kanıtlar var. Dünya Sağlık Örgütü utanmalıdır. Çin’in halkla ilişkiler
örgütü gibi çalışıyorlar... Bu soruşturma, DSÖ’nün koronavirüsün
yayılmasını gizlemesine ve süreci iyi yönetmemesine yönelik olacak. Sinsi
bir düşmanla savaşıyoruz, kazanacağız!”[42]
Japonya Başbakanı Şenzo Abe; “Japonya Avrupa Birliği
ile birlikte adil, bağımsız ve kapsamlı bir inceleme yapılmasını önerecek”;
Japonya Dışişleri Bakanı Toshimitsu Motegi “Uluslararası toplumda virüsün tam
olarak nereden geldiği ve ilk tepki hakkında çok fazla tartışma var.” “Kapsamlı
bir soruşturmanım bağımsız bir organ tarafından yapılması çok önemli”
ifadelerini kullanarak[43] Trump’ın söylemlerine bir bakıma iştirak
etmişlerdir. Fransa Dışişleri Bakanı Jean-Yves Le Drian, DSÖ’yü “salgın
krizini eksik yönetmekle” suçlarken; Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron
“Çin’in, koronavirüsün yönetiminde bizden daha iyi olduğunu söyleyecek kadar
saf olmayalım. Bilmiyoruz. Açıkçası bilmediğimiz şeyler oldu”
(17 Nisan 2020) demiş olması anlamlıdır.[44]
Trump, Le Drian ve Macron’un kullandıkları
cümleler, arkada yürütülen çok ciddi bir savaşın var olduğunun
göstergesidir. Arkada kim kimle niçin savaşmaktadır? “Sinsi düşman
kimdir? Bu sinsi düşmanın Çin’le Siyonizm’le bir ilgisi var mıdır? Çin görünür
bir güç olduğuna göre, Çin’i yönlendiren bir başka güç mü vardır ki sinsi,
görünmez olsun? DSÖ kimin Truva atıdır? Trump’ın ABD tarafından örgüte
verilen parayı kesmesinden sonra devreye Bill Gates’in girmesi, Siyonizm’in
dünya hâkimiyet mücadelesinde örgütün stratejik öneminin olduğunu
göstermektedir. Kurucuları arasında Rockefeller’in bulunması, Siyonist
hareketin bu tür uluslararası yapılara verdiği önemin bir göstergesidir. Diğer
taraftan DSÖ İngiliz kraliyet ailesi ile irtibatlıdır. “DSÖ’nün 2005
yılından bugüne Avrupa sorumlusu, başkanı, temsilcisi, patronu, Danimarka
Veliaht Prensi Frederik’in eşi, Danimarka Kraliyet Prensesi, Veliaht
Prenses Mary’dir.”[45]
Bu bağlamda bir DSÖ çalışanı olan Dr. Alison Katz, 2007
yılında yeni seçilmiş olan DSÖ Genel Müdürü Dr. Margaret Chan’a yazdığı açık
mektubunu da hatırlamakta fayda vardır. Mektubunda, “DSÖ’nün uluslararası
sağlık otoritesinin azınlık ama güç sahibi ülkelerce artan biçimde
zayıflatıldığını ve örgütün hizmet ettiği insanlardan koptuğunu” belirtmektedir.[46] Öyleyse DSÖ kimin Truva atıdır?
Araştırmacı Murat Akan’a göre “Koronavirüs salgını kararı”, “yeni bir dünya düzeni kurmak” için “Davos’ta Dünya ekonomik formunda alınmış”, “hayata geçirilme görevi de DSÖ’ye verilmiştir”: “Koronavirüs süreci DSÖ kontrolünde sosyal, politik ve sağlık alanlarında yeni yapılanma sürecini hızlandırmak için üretilmiş bir bahanedir. İkinci aşama; küresel ekonominin çökmesi, yoksulluk, işsizlik ve açlıktan ölüm oranının artması olacaktır. Bu bir mühendislik faaliyetidir. Küreselciler, yeni bir dünya düzeni için konvansiyonel ya da nükleer savaş yerine biyolojik savaşa karar vermişlerdir. Bu nedenle; koronavirüsün sosyal deneyleri Rockefeller ve Bill Gates Vakıfları tarafından yapılmış, Davos’ta yapılan Dünya Ekonomik Forumu’nda onaylanmıştır.”[47] Öyleyse DSÖ kimin Truva atıdır?
Sonuç: “Ekini/Harsı ve Nesli Yok Etmek” İsteyen Bir Zihniyete Dur Demek
Çin’in Wuhan üzerinden başlatılan biyolojik savaş deneyimi
şunu ortaya koymuştur: Laboratuvarda üretilmiş bir virüsün bir ülkeye ya da tüm
dünyaya yollanması, bugün için çok kolaydır. Biyolojik silahlar, hedef ülkeye
ya da ülkelere gönderildikten sonra başta DSÖ gibi kuruluşlar olmak üzere tüm
şer ittifakının kuruluşları harekete geçmekte, hedef ülkeyi/ülkeleri en kötü
durumda göstermek için psikolojik savaş mekanizmasını harekete
geçirmektedirler.
Böyle bir psikolojik harekâtla hedef ülke/ülkeler bir taraftan
ekonomik olarak zarara uğratılırken diğer taraftan siyasal ve sosyolojik olarak
iç gerilimlere ve bunalımlara sürüklenmektedir. Hedef ülkenin iktidarları acze
düşürüldükten sonra mahiyeti bilinmeyen aşılar servis edilerek hem para
kazanılmakta hem hedef toplumun sağlık yapısı bozulmakta hem de soy
arıtım/soykırım/nüfus azaltılması gizlice gerçekleştirilmektedir.
O nedenle Türkiye, kendi aşı sistemini, biyo-güvenlik
sistemini mutlaka kurmalıdır. “Sistemin işlemesi için 300-500
milyon insana ihtiyacımız var. Gerisi fazlalık.” diyen Rockefeller’in [48] ve “Dünyada 6,8 milyar insan var ve bu rakam
9 milyara doğru çıkıyor. İyi bir aşılama programı ve sağlık
hizmetiyle bunu %10-15 azaltabiliriz.” diyen Bill Gates’in [49] niyetleri bellidir. Bu gerçek göz önüne alınarak
kartlar yeniden karılmalıdır. Saflar yeniden belirlenmelidir. DSÖ’ye bu
kapsamda bakılmalı, yapılmış İstanbul Ofisi anlaşması acilen iptal
edilmelidir. Siyonizm’in dünya nüfusunu azaltmak için çizdiği yol
haritasını, başvurduğu, yöntemleri göz önüne aldığımızda, çok büyük bir ifsat
ve ifrat hareketi ile karşı karşıya olduğumuz ortaya çıkmaktadır.
Bütün bunlar, kendine “arı ırk”(!), “üstün ırk”(!),
“seçilmişler”(!), “elitler”(!) diyen bir kesimin/Siyonizm’in, dünyayı tek
başına, kolayca yönetebilmek için yapılmakta ve de yapılmak istenmektedir.
Bunlar, tam iktidar oldukları zaman insanlığın nasıl bir zülüm mekanizması ile
karşı karşıya kalabileceğini tahayyül etmek bile zordur. Dünyanın hemen hemen
her bölgesinde başlatılıp sürdürülen iç savaşlar bir asimilasyon aracı olarak
kullanılmaktadır. Hedef 500 milyonluk bir dünyayı, feodal bir döneme döndürüp
(komünizmdeki ilkel komünal dönem), şehir devletlerine bölüp (Eski Sparta,
Atina şehir devletleri gibi) yönetmeyi hedeflemektedirler. Bunun anlamı,
insanlığın asırlar boyu tüm kazanımlarını sıfırlayıp, yok edip sadece ve sadece
kendi ırklarının (onlardan da kendilerini tasvip edenler) efendi olduğu
diğerlerinin hizmetçi, köle olduğu, yeni bir dünya düzeni/dijital dünya
düzeni/dijital diktatörlük düzeni inşa etmek istiyorlar.
2021 yılında Davos’ta konuşulacağı söylenen, “Büyük
sıfırlama”, gelecek 100 yılın şekillendirilmesi demektir. Ne ve kimler
sıfırlanacak sorularının cevapları önemlidir. Türkiye buna hazır olmalı,
gerekli tedbirleri almalıdır. Tam bu noktada Kur’ân’ın çağrısına, işaret ettiği
büyük tehlikeye ve yapılması gerekenlere bakmak gerekmektedir:
“İnsanlardan öylesi de vardır ki, dünya hayatına ilişkin
sözleri senin hoşuna gider ve kalbindekine rağmen Allah’ı şahit getirir; oysa o
azılı bir düşmandır. O, iş başına geçti mi/iktidar oldu mu yeryüzünde fesat
çıkarmaya, ekini ve nesli helak etmeye çaba harcar. Allah ise, fesadı
(bozgunculuğu ve kışkırtıcılığı) sevmez. Ona: ‘Allah’tan kork!’ denildiği
zaman, onu büyüklük gururu günaha sürükleyerek alıp-kuşatır. Böylesine cehennem
yeter; ne kötü bir yataktır o. İnsanlardan öylesi de vardır ki, Allah’ın
rızasını ara(yıp kazan)mak amacıyla nefsini satın alır. Allah, kullarına karşı
şefkatli olandır. Ey iman edenler, hepiniz topluca İslâm’a girin ve şeytanın
adımlarını izlemeyin. Çünkü o, size apaçık bir düşmandır.” (2 Bakara
204-208)
Cesaretle süreçte rol alıp, ifsat hareketini durdurup yok
etmek iman edenlerin ana görevlerindendir. Bu konuda Allah bizimle beraberdir
ve bize yollarını gösterecektir: “Bizim uğrumuzda cihat edenlere, biz
şüphesiz onlara yollarımızı gösteririz. Gerçek şu ki Allah, ihsan
edenlerle beraberdir.” (29 Ankebût 69). “Ey iman edenler,
Allah’tan korkup-sakınırsanız, size doğruyu yanlıştan ayıran bir nur ve anlayış
(furkan) verir, kötülüklerinizi örter ve sizi bağışlar.” (8 Enfal 29)
Hak ettiğimiz takdirde Allah, “görünmez orduları” ile bize
yardım edecektir: “Ey iman edenler; Allah’ın sizin üzerinizdeki
nimetini hatırlayın. Hani size ordular gelmişti; böylece biz de onların
üzerine, bir rüzgâr ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik. Allah, yapmakta
olduklarınızı görendir.” (33 Ahzâb 9)
Allah, Siyonizm’in bu büyük fitne ve ifsat hareketine
müsaade etmeyecektir. Bu, ilahi sünnetin ve yaratılış kanunlarının gereğidir.
Eğer iman edenler bu büyük fitne ve ifsat hareketine karşı sorumluluklarını
yerine getirmezlerse, Allah başka insan unsurunu bunların üzerine göndererek
onları mutlaka cezalandıracaktır: “Eğer Allah’ın, insanların bir
kısmıyla bir kısmını defetmesi olmasaydı, manastırlar, kiliseler, havralar ve
içinde Allah’ın isminin çokça anıldığı mescitler, muhakkak yıkılır giderdi.
Allah kendi (dini)ne yardım edenlere kesin olarak yardım eder...” (22
Hacc 40). “(Bu,) Allah’ın vadidir; Allah vadinden geri dönmez. Ancak
insanların çoğu bilmezler.” (30 Rûm 6) “Ancak Rablerinden
korkup-sakınanlar ise; onlar için yüksek köşkler vardır, onların üstünde de
yüksek köşkler bina edilmiştir. Onların altında ırmaklar akmaktadır. (Bu,)
Allah’ın vadidir. Allah, vadinden dönmez.” (39 Zümer 20)
Bu konuda bütün gönüllü kuruluşları, vakıfları, sendikaları, meslek odalarını, siyasi partileri ve yöneticileri göreve davet ediyoruz. Bu konu, her türlü siyasi mülahazanın üstünde millî bir meseledir, millî bir davadır. Bir gelecek sorunudur. Henüz vakit varken!
[1] Burhanettin Can, İslâm Coğrafyası ve Küresel Savaş-1: “Kaostan Kaynaklanan Düzen” ve “Küresel Savaş”, Eylül 2017, Umran. Burhanettin Can, İslâm Coğrafyası ve Küresel Savaş-2: “Küresel Savaş” Türkiye Üzerinden mi (!)? Çıkarılmak İsteniyor, Ekim 2017, Umran.
[2] Dünya Sağlık Örgütü ve Türkiye ile İlişkileri, Türkiye
Cumhuriyeti, Sağlık Bakanlığı Dış İlişkiler Dairesi Başkanlığı, Ankara,
1997. https://www.mfa.gov.tr/who.tr.mfa#:~:text=DS%C3%96%20Anayasas%C4%B1'n%C4%B1n%2026%20%C3%BCye,de%20BM%20Saray%C4%B1'nda%20d%C3%BCzenlenmektedir. https://www.healthworldnews.net/tarihce/ https://tr.wikipedia.org/wiki/D%C3%BCnya_Sa%C4%9Fl%C4%B1k_%C3%96rg%C3%BCt%C3%BC
https://www.tarihiolaylar.com/tarihi-olaylar/dunya-saglik-orgutu-who-world-health-organization-483
[3] https://www.who.int/dg/regional_directors/jakab/en/ https://www.euro.who.int/en/about-us/regional-director/regional-directors-emeritus/dr-zsuzsanna-jakab,-2010-2019 https://www.tarihiolaylar.com/tarihi-olaylar/dunya-saglik-orgutu-who-world-health-organization-483
[4]https://www.mfa.gov.tr/who.tr.mfa#:~:text=DS%C3%96%20Anayasas%C4%B1'n%C4%B1n%2026%20%C3%BCye,de%20BM%20Saray%C4%B1'nda%20d%C3%BCzenlenmektedir. https://www.tarihiolaylar.com/tarihi-olaylar/dunya-saglik-orgutu-who-world-health-organization-483 https://tr.wikipedia.org/wiki/D%C3%BCnya_Sa%C4%9Fl%C4%B1k_%C3%96rg%C3%BCt%C3%BC
https://dergipark.org.tr/tr/pub/deusosbil/issue/26338/277520
[5] Mehmet Ali
Güler, “DSÖ Saflaşması”, Cumhuriyet, 18 Nisan 2020. “Dünya
Sağlık Örgütü: Kim tarafından finanse ediliyor, nasıl kuruldu ve rolü ne?”, BBC
Türkçe 15.04.2020.
[6] Dünya Sağlık Örgütü ve Türkiye ile İlişkileri, Türkiye
Cumhuriyeti, Sağlık Bakanlığı Dış ilişkiler Dairesi Başkanlığı,
Ankara, 1997. https://www.dikgazete.com/gundem/turkiye-ile-dso-arasindaki-anlasma-resmi-gazete-de-yayimlandi-h553031.html https://www.cnnturk.com/turkiye/turkiye-ile-dso-arasindaki-anlasma-resmi-gazetede-yayimlandi
[7] https://www.saglik.gov.tr/TR,21342/turkiye-ile-dso-arasinda-istanbul-ofisi-anlasmasi.html ;
http://www.mfa.gov.tr/no_-205_-dunya-saglik-orgutu-nun-(dso)-insani-ve-saglik-acil-durumlarina-hazirliklilik-cografi-ayrik-ofisi-nin-istanbul-da-kurulmasi-hk.tr.mfa
[8] https://www.dikgazete.com/tc-kanunlarina-tabi-olmayan-dunya-saglik-orgutunun-istanbul-cografi-ayrik-ofisi-casusluk-merkezi-mi-makale,3110.html;
[9] https://www.dikgazete.com/tc-kanunlarina-tabi-olmayan-dunya-saglik-orgutunun-istanbul-cografi-ayrik-ofisi-casusluk-merkezi-mi-makale,3110.html;
[10] https://tr.sputniknews.com/guney_amerika/202005011041949524-trumpin-comezi-bolsonaro-bu-kez-dsoyu-cocuklar-arasinda-escinsellik-ile-masturbasyonu-tesvik/
[11] https://www.medyaradar.com/whoya-itaat-etmeyen-italyan-doktorlar-koronavirus-sirlarini-kesfetti-haberi-2027358
[12]Arslan
Bulut “PCR testi, genetik iz sürme testi ise...” Yeniçağ, 23
Oca 2021. https://www.5gvirusnews.com/saglik/italyada-olu-yalan-soylemez-h64.html;
[13] https://www.coronagercegi.com/post/dr-stoian-alexov
[14] https://www.coronagercegi.com/post/kovid-sayimi
[15] Arslan
Bulut, agy.
[16] Michel
Chossudovsky, “Big Pharma'nın Covid Aşısı Küresel Araştırma”, 01 Mayıs
2021; “2020-21
Dünya Çapında Corona Krizi: Sivil Toplumu Yıkmak, Tasarlanmış Ekonomik Buhran,
Küresel Darbe ve "Büyük Sıfırlama"; https://www.globalresearch.ca/big-pharmas-covid-vaccine-2/5744108
[17] Hüseyin Vodinalı , “Who is Who?” 6
Nisan 2020, Veryansın.
[18] https://www.5gvirusnews.com/saglik/otopsi-ile-asi-baglantisi-h404.html
[19] https://www.5gvirusnews.com/saglik/adli-profesorden-katil-virus-yok-h39.html
[20] https://www.5gvirusnews.com/saglik/adli-profesorden-katil-virus-yok-h39.html
[21] https://www.hurriyet.com.tr/gundem/dso-turkiye-ofisinden-aciklama-olumlerin-asiyla-baglantisi-yok-41718299
[22] Necati Dedeoğlu, Uluslararası Sağlık
Çalışmalarının Tarihçesi, Dünya Sağlık Örgütü ve Türkiye, Akdeniz
Üniversitesi Tıp Fakültesi Yayını, Antalya, 1988, Antalya. Necati
Dedeoğlu, “Dünya Sağlık Örgütü, Sağlık Hakkı ve Küreselleşme”
(World Health Organisation, Right to Health and Globalisation), AF
Preventive Medicine Bulletin, 2010: 9(4) www.korhek.org 361; Derleme/Rewiev
Article TAF Prev Med Bull 2010; 9(4): 361-366.
[23] Necati Dedeoğlu, “Dünya Sağlık Örgütü, Sağlık
Hakkı ve Küreselleşme”
[24] G. Aksakoğlu, “Herkes İçin Sağlıktan Hedef 21’e: Dünya
Sağlık Örgütü Değişiyor”, Toplum ve Hekim, Mart Nisan 2002, 17,
(2):91-100.
[25] Evren Balta,18 Nisan 2020.
[26] İ, Belek, “ Dünya Sağlık Örgütü nereye Gidiyor? 2000
Yılı Performans Raporu Üzerine Bir Değerlendirme”, Toplum ve Hekim,
2002 Cilt 17 (2):120-125.
[27] İ, Belek, agm. WHO. Fact Sheet No:304
Electromagnetic fields and public health, 2006, Geneva.
[28] İ, Tokalak, Dünyada İlaç ve Kimya Terörü,
Ataç Yayınları, İstanbul, 2019, s. 173-175, 200-215. Güngör Uras, “Domuz Gribi
Pazarlanıyor”, Milliyet, 27 Ekim 2009.
[29] İ, Tokalak, age.
[30] Hüseyin Vodinalı, agy. https://journal-neo.org/2020/04/02/can-we-trust-the-who/ https://www.dailymail.co.uk/health/article-1302505/WHO-swine-flu-advisers-ties-drug-firms-Experts-linked-vaccine-producers.html
https://www.thenation.com/article/politics/covid-military-shortage-pandemic/
https://www.military.com/daily-news/2020/04/01/naval-war-college-ran-pandemic-war-game-2019-conclusions-were-eerie.html https://www.abc.net.au/news/2020-02-17/coronavirus-who-underfunded-internal-corruption-allegations/11970382
[31] İ, Tokalak, age.
[32] İ, Tokalak, age. Jane Burgenneister, “Summary of the swine flu criminal case”, 01.08.2009, www.theflucase.com.
[33] İ, Tokalak, age.
[34] İ, Tokalak, age. Kapıcıoğlu, S., Domuz
Gribi - Yalancılar Çıkarcılar, İstanbul: Bilnet Matbaacılık, 2009.
Müftüoğlu, O., “Domuz gribi salgını kapımızda mı?”, Hürriyet, 25
Ekim 2009.
[35] Arslan Bulut, “Dünya Sağlık Örgütü Yine Suçüstü Yakalandı!”, Yeniçağ, 24 Nisan 2020.
[36] İ, Tokalak, age. “Küresel Sermaye ve
Domuz Gribi” , Www.Uhim.Org
[37] İ, Tokalak, age.
[38] Uruş, A., “Domuz gribi aşısından Sağlık Bakanlığı’na
güvenmiyoruz”, HaberTürk, 14 Aralık 2009.
[39] İ, Tokalak, age.
[40] Milliyet, 19 Kasım 2009.
[41] https://www.5gvirusnews.com/hukuk/fauci-hakkinda-korkunc-rapor-h317.html
[42] “Yeni Küresel Düzenin Ayak Sesleri”, 24 Mart 2020,
“Fatura Trump’a”, 8 Nisan 2020 Politika Merkezi. Ergün
Diler, “İstihbarat Virüsü”, Posta, 2 Mayıs
2020. “Dünya Sağlık Örgütü: Kim tarafından finanse ediliyor, nasıl kuruldu
ve rolü ne?” BBC Türkçe, 15 Nisan 2020.
[43] Temel Yılmaz, “Dünya Sağlık Örgütü'nde neler oluyor:
Pandemi gerçekten dünyayı bir felakete mi götürüyor?” Habertürk, 20
Ağustos 2020.
[44] Mehmet Yılmaz Dünya Sağlık Örgütü’nün Kara
Kitabı; www.derindusunce.org
[45] https://www.dikgazete.com/tc-kanunlarina-tabi-olmayan-dunya-saglik-orgutunun-istanbul-cografi-ayrik-ofisi-casusluk-merkezi-mi-makale,3110.html; https://www.healthworldnews.net/dunya-saglik-orgutu-istanbul-ofisi-kurulmasi-anlasmasi-yururluge-girdi/ https://www.saglik.gov.tr/TR,68981/dso-istanbul-acil-durum-ofisinin-acilisi-yapildi.html
[46] Necati Dedeoğlu “Dünya Sağlık Örgütü, Sağlık Hakkı ve
Küreselleşme”, Katz A. Open letter to Dr. Chan. People’s Health Movement._2007.
www.phmovement.org/files/alison_letter.
[47] https://www.yeniakit.com.tr/haber/koronavirus-iki-kurum-tarafindan-yapildi-dedi-ve-ekledi-tutmazsa-piyasaya-o-sistemi-surecekler-1243999.html
[48] http://ahmethakancakici.blogspot.com/2018/11/ailesiz-toplum-modern-family-ya-sonras.html.
[49] edebiyatgazetesi / Kritik Eşik (2010).
ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI HİBRİT SAVAŞLAR DÜZLEMİNDE BÖLGESEL EKSENDE BAŞLATILMIŞTIR
(Umran Dergisi) “Eğer Hakk, onların hevalarına (istek ve tutku) uyacak olsaydı, hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herke...
-
(Umran Dergisi) “Gök kubbenin sahibi, demir kubbenin sahibinden daha kudretlidir!” ...
-
(Umran Dergisi) “Emrimiz geldiği zaman, üstünü altına çevirdik ve üzerlerine balçıktan pişirilmiş, istif edilmiş taşlar yağdırdık.” (Kur’ân...
-
(Umran Dergisi) “Futbol asla sadece futbol değildir.” Simon Kuper Türkiye 31 Mart mahalli seçimlerine giderken Riyad’da futbol üzerinde...