Musaddık, Mursi, Menderes, Demirel, Özal, Erbakan, Ecevit, Baykal ve Erdoğan’ın başına gelenlerin ve Türkiye’de yapılan darbelerin, Şer ittifakının “kötü örneklik”(!) yaklaşımı açısından yeniden değerlendirilmesi gerekir.
“İran’a verilecek her taviz tahammül edilemez bir örnek
teşkil edecek ve her yerde milliyetçileri cesaretlendirecektir.” İngiliz
Dışişleri Bakanı Herbert Morisson
Son günlerde ABD’nin Irak’a asker gönderme kararı, Amerikan vatandaşlarının bölgeyi terk etmesini istemesi, bölgede Suud tankerlerine saldırılar yapılması, İsrail’in İran karşıtı kullandığı saldırgan dil, İran’la daha önce yapılmış Nükleer antlaşmadan ABD’nin tek yanlı olarak çekilmesi ve İran’a konan ambargonun sertleştirilmesi, Doğu Akdeniz’de enerji savaşlarının yoğunlaşması, İngiltere ve ABD’nin bölgeye savaş gemileri, savaş uçakları göndermesi, İsrail-Mısır-Güney Kıbrıs-Yunanistan’ın enerji iş birliği yapması ve doğu Akdeniz’de doğal gaz aramalarını ABD şirketine vermeleri, Yunanistan’ın Türkiye’yi ekonomik ambargo uygulamakla tehdit etmesi, Türkiye’nin doğu Akdeniz’de, kendi kıta sahanlığında doğal gaz aramaya başlaması karşısında, ABD, AB ve Rusya’nın -tonları farklı olsa da- tepki koymaları; Türkiye’de terör saldırılarının birden bire artmış olması, gerek Türkiye ve gerekse bölgede Şer İttifakı’nın (ABD-İngiltere-İsrail-Siyonizm), yeni provokasyonları ile karşı karşıya kalınabileceği ihtimalinin yüksek olduğunu göstermektedir.[1]
Böyle bir dönemde Mısır’da Şer İttifak’ın desteklediği askeri darbe ile düşürülen Cumhurbaşkanı Mursi’nin mahkeme salonunda kameralar önünde şaibeli ölümü, daha doğrusu öldürülmesi, özelde Mısır’da genelde Ortadoğu coğrafyasında yeni bir şeyler planlandığının ve yürürlüğe sokulduğunun işaretidir. Ortadoğu’dan başlatılmak istenen 3. Dünya Savaşı stratejisinde yeni taktik bir aşamaya geçilmek istenebilir. Türkiye’nin kendi içine kapatılarak bölge ile uğraşamaması sağlanmaya çalışıldığı bir dönemde ABD-İsrail, bölgede yeni atılımlar yapmakta; Filistin’i ve halkını paramparça edecek girişimlerde bulunmaktadır. İran’a uygulanan ambargonun çemberi daraltılırken, S-400’lerden dolayı, Türkiye’ye de ambargo uygulanacağını ABD’nin açık bir şekilde beyan etmesi pek yakında bu coğrafyada olabileceklerin habercisidir.
Mursi’nin medyada verildiği şekilde şehit edilmesi, Mısır’da
Müslüman Kardeşler Hareketi’ni provoke edip sokağa çıkarmak, eyleme sürüklemek
ardından da toplu imha yapmak amaçlı olabilir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın teşvik
ve desteği ile Türkiye sathında milyonların iştiraki ile gıyabı cenaze namazı
kılınması; hem Şer İttifakı’na hem de iş birlikçi, katil Mısır diktatörü
Sisi’ye verilen bir mesajdı.
Şehit Mursi’nin mekânı cennet olsun, tüm İslam âleminin başı
sağ olsun. İslam dünyası, Şer İttifakı’na taviz vermeyen, yiğit bir evladını,
mücahidini daha ahirete yolcu etti. Bunun hesabı, tüm zalimlerden ve yerli iş
birlikçilerden er ya da geç sorulacaktır! Zalim, diktatör, binlerce insanın ve
müslümanın katili Şah Muhammed Rıza Pehlevi’den sorulduğu gibi.
Geçen yazıda Musaddık Darbesi; 1- “Kaostan Kaynaklanan
Düzen”de Şer İttifakı’nın Darbeler Zinciri, 2- Sosyal Hadiselerde Etkili Dört
Temel Dinamik: Musaddık Darbesinde Etkili Küresel Dış Dinamikler, Musaddık
Darbesinde Etkili Bölgesel Dış Dinamikler, Musaddık Darbesinde Etkili İç
Dinamikler (İran Şahı Muhammed, Rıza Şah, Muhammed Musaddık, Millî Cephe
Hareketi, Petrolün Millîleştirilmesi) çerçevesinde bir arka plan analizi
yapılmıştır.
Burada, Musaddık Darbesi, Küresel Dış Dinamikler (ABD,
İngiltere, SSCB) ve Bölgesel Dış Dinamikler (Suudi
Arabistan, Irak, Mısır, Hindistan ve Türkiye) açısından ele alınıp
incelenecektir.
İran Halkının Sömürülmesine İsyan Eden Musaddık “İran
Petrollerini Millîleştirerek” “Kötü Örnek” Olmuştur
İran’da Musaddık başbakan olduğu dönemde, ABD, İngiltere ve
SSCB küresel güç olarak öne çıkan 3 ülkedir. Bu ülkeler, küresel ve bölgesel
düzlemde yaptıkları işlerde birbirlerini sürekli gözlemektedir. Kendi
inisiyatifleri altında olan ülkelerde, karşı tarafa bir kayma olmaması için
gerekli tedbirleri almaktadırlar. Bu üç ülkenin yumuşak karnı, kendi
hâkimiyetleri altındaki ülkelerin rakip ya da düşman eksen ya da ülke
tarafından karıştırılması, bağımsızlık için tahrik edilmesi, sömürülmeye karşı
çıkması ve başkaldırmasıdır; eksen kaymasıdır. Böyle bir durum, bu ülkeler
tarafından, hangi tarafta olursa olsun fark etmez, “kötü örnek olmak”(!) olarak
nitelendirilmekte ve “kötü örnek olanlara”(!) şiddetle karşı çıkılmakta ve
gerekli ders verilmek istenmektedir. Musaddık dönemi İran’ında olan kavga,
bunun ilginç ve güzel bir örneğidir. Musaddık, “kötü örnektir”(!).
Savunma Bakanı Emanuel Shinwell, İngiltere kabinesine
“Anglo-Iranianin millîleştirilmesine müsaade etmenin kötü örnek teşkil
edeceğini” ve “kuyruğumuzun devamlı kapıya sıkıştırılamayacağını göstermeye
hazır olmalıyız” tarzında yaptığı konuşmada[2], “kötü örnek”
tabirini kullandığına dikkat edilmelidir.
Anglo-İran Petrol Şirketi gelirinin % 30’unu İngiltere’ye
vergi vermekteydi. İran petrollerini millîleştirince, İngiltere ciddi bir
ekonomik kayba uğramıştır. İngiltere devletinin İran’la, özellikle Musaddık’la
uğraşmasının çok önemli nedenlerinden birisi buydu. Olayın bir başka boyutu da,
bu durumun, diğer hâkimiyet altındaki ülkelere, yani görünürde bağımsız, özünde
sömürge olan ülkelere yayılması tehlikesidir.
İran’ı asıl önemli kılan, bölgesel ve küresel güçlerin hâkimiyet
mücadelesinin merkezine oturtan ana etken, sahip olduğu petrol ve doğal gaz
kaynaklarıdır. İran, dünyanın üçüncü en büyük petrol rezervlerine ve dünyanın
en büyük dördüncü doğal gaz rezervlerine sahiptir. İran, o günlerde dünyanın
dördüncü büyük petrol ihracatçısı idi ve Avrupa petrolünün % 90’ını
karşılıyordu. İran’ı stratejik öneme sahip kılan özelliklerden biri bu zengin
enerji kaynaklarının varlığıdır.[3]
1901 yılında İran petrollerinin işletim hakkını, İngiliz
Anglo-İran Petrol Şirketi (Anglo-Iranian Oil Company) 60 yıllığına
almış ve 1933’te Şah ile yaptıkları yeni bir anlaşma ile süreci 60 yıl daha
uzatmışlardır. 1933 imtiyaz antlaşmasına göre İran yönetimi, kendi
petrollerinde ancak % 15 oranında bir hakka sahiptir. Buna karşılık Şirket,
kârın % 30’unu İngiliz hükümetine vergi olarak vermektedir.
1950 itibarıyla İran petrol sahalarında 32,1 milyon ton ham
petrol üretiminden Anglo-Iranian Oil Company (AIOC), 170 milyon pound kâr elde
etmiştir. İran bu petrol gelirinden ancak 44,9 milyon dolar almıştır.
Aynı dönemde ABD hâkimiyetindeki Suudi Arabistan petrol yataklarından 26,2
milyon ton petrol elde edilmekte ve Suudi yönetimi, bu üretimden 111,7 milyon
dolar pay almaktaydı. Bu adaletsiz durum, İran tarafında ciddi rahatsızlık
meydana getirmiş, 1949’da AIOC ile İran Hükümeti arasında “Tamamlayıcı Petrol
Antlaşması” imzalanmış ve İran’ın payı % 30’a çıkarılmıştır. Fakat aynı dönemde
Suudi Arabistan’la Arabian-American Oil Company (ARAMCO) arasında yapılan
anlaşmada taraflar arasında kârın % 50-50 olarak paylaşılması kararı
alınmıştır. Bu anlaşma sonucunda 1949’da 38 milyon dolar olan Suudi
Arabistan’ın yıllık petrol geliri, 1950’de 111,7 milyon dolara çıkmıştır.
Ayrıca İngiliz şirketinin karşı çıkmasına rağmen ABD, Irak hükümeti ile de yeni
bir kâr paylaşım antlaşması imzalanmıştır.[4]
Suudi Arabistan ve Irak’taki bu gelişmelerden dolayı,
Musaddık’ın başkanlığındaki Petrol Komisyonu, Temmuz 1949’da imzalanmış olan
“Ek Antlaşmayı”, Mart 1951’de reddetmiş ve petrol sanayisinin
millîleştirilmesine dair tasarıyı kabul etmiştir. Komisyonun teklifi, 13/15
Mart 1951’de Meclis’e sunulmuş ve yapılan açık oylama sonucu tasarı, oybirliği
ile kabul edilmiş ve İran petrol sanayisi millîleştirilmiştir[5]: “Çoğunluk
hissesi İngiliz devletine ait olan bir İngiliz şirketi, 20. yüzyılın ilk
yıllarından itibaren İran petrolünün üretim ve satışı üzerinde muazzam karlı
bir tekelin kârını çıkarıyorlardı. İran topraklarının altında akan zenginlik
Britanya’ya dünyanın zirvesinde söz sahibi olma imkânı sağlarken, İranlıların
çoğunluğu bu adaletsizliğin getirdiği sefalet içinde yaşıyordu. Sonunda, 1951
yılında, Anglo- Iranian Petrol Şirketine (AIOC) duydukları öfkeyi şahsında
bütün diğer politik liderlerden daha çok somutlaştırdığına inandıkları
Musaddık’ı desteklediler. Musaddık da bu şirketi İran’dan kovma, ülkenin dev
petrol rezervlerini geri alma ve İran’ı yabancı güçlerin boyunduruğundan
kurtarma sözü verdi. “Başbakan Musaddık sözünü samimi bir hevesle yerine
getirdi. Yurttaşlarının çılgınca desteği ile dünyadaki en karlı İngiliz şirketi
olan Anglo-Iranian’i millîleştirdi. Hemen ardından İranlılar İran körfezindeki
Abadan’da bulunan dev rafineriyi kontrol altına aldılar.”[6]
Avrupa’da yayınlanan gazetelerde, “Musaddık İngilizlere
vereceği en basit bir imtiyaz yerine Pers petrolünde kızartılmayı tercih
ederdi.” tarzında ifadeler kullanılmış olması[7], Musaddık’ın
İran petrollerinin millîleştirilmesi konusundaki kararlılığının bir göstergesi
olarak değerlendirilmelidir.
Musaddık Darbesinde Etkili Olan Bölgesel Dinamikler
İran’da Musaddık başbakan olduğu dönemde, ABD, İngiltere ve
SSCB küresel güç olarak öne çıkan 3 ülkedir. Enerji üretim ve ulaşım açısından
etkili olan bölge ülkeleri, Suudi Arabistan, Irak ve Mısır’dır. Bu ülkelerin
Musaddık darbesinde farklı etkileri olmuştur. Ayrıca Türkiye ve Hindistan,
İngiltere’nin İran’a uyguladığı ekonomik ambargo sürecinde bir şekilde ve kısa
süreli olarak isimleri öne çıkmıştır.
Suud ve Irak, İran ile İngiltere arasındaki petrol krizine
iki farklı boyutta etkili olmuştur:
Birinci boyut, ABD’nin Suud ve Irak petrolleri
ile ilgili antlaşmalardaki Suud ve Irak yönetimlerinin pastadan pay alma
oranlarının yüksekliği ile ilgilidir. Bu anlaşmalar, doğrudan doğruya
İran-İngiltere ilişkilerini etkilemiştir. İran ABD’nin bu ülkelerle yaptığı
anlaşmalardaki paylaşım oranlarını (yukarıda geçen) gerekçe göstererek
İngiltere’yi yeni anlaşma yapmaya zorlamış fakat İngiltere buna yaklaşmamıştır.
İkinci boyut, İran’ın petrollerini millîleştirmesinden
dolayı İngiltere İran’a ekonomik ambargo uygulamıştır. Ekonomik ambargonun
neden olabileceği petrol fiyatlarının yükselmesi sonucu, Batı ekonomilerinin
zarar görmemesi için Suud ve Irak, petrol üretimini artırmışlardır. Böylece
petrol fiyatları yükselmemiş, İngiltere ambargosu sadece İran ekonomisine zarar
verir hale gelmiştir.
İran bu ekonomik ambargoyu aşabilmek için Hindistan ve
Türkiye ile mal mübadelesi yapma yoluna gitmiş; fakat İngiltere’nin her iki
ülkeye yaptığı baskı sonucu bu çözüm yürürlüğe girememiştir.[8] Bu
durumun günümüzdeki karşılığı Halk Bankası davasıdır. İran-Türkiye-Hindistan
ekseninin Halk Bankası üzerinden ticaret yaparak ABD’nin İran’a uyguladığı
ambargoyu etkisizleştirilmesi ile olan benzerliğe dikkat edilmelidir.
Küresel Dinamikler ve İngiltere’nin “ Üç Çatallı
Stratejisi”
İngiltere Dışişleri İran’la olan petrol krizini kontrol
altına alabilmek için farklı ihtimalleri içeren bir strateji (“Üç Çatallı
Strateji”) uygulamaya başlamıştır. “Üç Çatallı Strateji” olarak anılan
stratejiye göre İngiltere’nin hedefi, İran’ı ekonomik ambargo ile diz üstü
çökertmek; bu başarılamaz ise askeri olarak İran’ı işgal etmek, bu da
başarılamaz ise Musaddık’ı darbe ile iktidardan düşürmek idi.
22 Ağustosta İngiltere İran’a karşı resmen ekonomik ambargo
uygulamaya başlamış; “şeker ve çelik olmak üzere temel Britanya mallarının
İran’a ihracatını yasaklamış”, “İran’a ham madde ve materyal ihracatını keserek
Fars Körfezi’ni deniz ablukasına almış”, “tüm Britanya personelinin İran petrol
alanlarından ve yaklaşık “üç yüz anahtar “ yöneticinin de Abadan’dan
ayrılmasını emretmiş ve “İran’ın Britanya bankalarında bulunan hesaplarını
bloke etmiştir.”[9] Bölgede
bulunan “Mauritius adlı İngiliz Kruvazörün yanına 4 Destroyer daha göndererek
Abadan yakınlarında askeri tatbikat yapmış ve bölgeye yeni Kara ve Hava
Kuvvetleri göndermiştir”.[10]
İngiltere’nin benimsediği “Üç Çatallı Strateji”nin önemli
boyutlarından biri, Şah Muhammet Rıza’nın ve ABD başkanı Truman’ın
İngiltere’nin öngördüğü stratejiye ikna edilmesi ile ilgilidir[11];
“1- Şah Muhammet Rıza Meclisi feshetmeye ikna edilecek,
2- Britanyalıların favorisi yaşlı Sayid Ziya’nın başbakan
olarak atanması sağlanacak
3- ABD Başkanı Truman’ın İngiltere’den farklı bir tavır”
ortaya koymaması sağlanacak.”
Öngörülen stratejiye göre İran kaosa sürüklenecek,
İngiltere’nin müdahalesi meşruiyet kazanacak ve başta ABD olmak üzere dünya
kamuoyu bu duruma karşı çıkmayacak. İngiltere müdahale edebilmek için İran’ın
iç işlerine karışmaya ve İran’da kaos çıkarmaya çalışmıştır[12]:
“1- Anglo-Iranian şirketi İranlı işçilerin
ücretlerini azaltarak sokağa çıkmalarını sağladı.
2- Abadan sularına savaş gemileri
göndermeye başladı. Üç Firkateyn ve iki krüvazör rafinerinin görüş alanı içinde
pusuya yattı.
3- Bazı İranlılar Britanyalıların askeri
müdahale etmesi için kasdi provokasyonlara başladı.”
İran’da bu olaylar meydana gelince İngiliz başbakanı Attlee,
ABD başkanı Truman’a gönderdiği “muzafferane bir telgrafta”, “…Sanırım
görüşmelerin kesilmesine sebep olan tarafın Persler olduğunu kabul
ediyorsunuzdur. Artık tek yol Birleşik devletler kamuoyunun Majestelerinin
hükümetini desteklemesidir,” diyerek ABD yönetiminin İngiltere yanında yer
almasını sağlamaya çalışmıştır.[13]
Küresel Dinamiklerin Çatışması: ABD’nin İngiltere’nin
İran’ı İşgal Planını Engellemesi
Savunma Bakanı Emanuel Shinwell, İngiltere kabinesine ve
tarzında bir konuşma yaparak İran’ın işgal edilmesi gerektiğini savunmuştur.
Diğer taraftan, Anglo-Iranian yetkilileri, İngiliz Dışişlerine gönderdikleri
bir notta, belirtilmiştir.[14] Bütün
bunlar, İngiltere’nin İran’ı istila etmek için başlatılan geniş kapsamlı bir
ikna, kamuoyu oluşturma kampanyasının birer göstergesiydi:
“1951 Mayısında, Britanyalılar İran’ın işgali ve
İstilası için detaylı hazırlamışlardı. Değişik aşamalarda rafineri ve petrol
sahalarını “ele geçirip emniyet altına almak” için yetmiş bin askeri “hava
yoluyla gelebilecek azami sayıda kuvvetli bir birlikte bir deniz taarruzu
yaparak” kullanmayı tasarlamışlardı.
Mini harekât adlı daha kısıtlı olan diğer planda ise, sadece
rafineri iki haftalığına ya da süresiz olarak ele geçirilecek, tankerlerle
depolarda bulunan petrolü alarak körfezde başka bir yerde rafine edilmesini
sağlayacaktı. Bu planlara taraftar olanlar sadece Britanya’ya petrol akışını
sağlamakla kalmayacaklarını aynı zamanda ülkede bir yurtseverlik dalgası
yaratabileceklerini düşünüyorlardı. Amirallik birinci Lordu olan Lord Fraser’e
göre, cesur bir askeri darbe Britanya’daki “köhnelik ve kasveti” dağıtıp “Pers
cüceler tarafından itilip kakılmaya” razı gelmeyeceklerini ispatlayacaktı.”[15]
İngiltere’de istiladan yana çok kuvvetli bir eğilim vardı.
Fakat İngilizlerin endişesi, ABD yönetiminin tavrının belirsizliği idi.
Yazışmalardan anlaşıldığına göre İngiltere yönetiminde genel kanaat, “ABD’nin
çok sert tepki koymayacağı” istikametindeydi. Amerika’nın Britanya büyükelçisi
Walter Gifford, 16 Mayısta Dışişleri bakanı Acheson’a gönderdiği telgrafta
Londra’daki “savaş taraftarı havanın” ciddi bir tehlike oluşturduğunu ifade
ettikten sonra; dair bir düşünceye sahip olduğunu ifade etmekteydi. ABD Büyükelçisi
telgrafında, “Bu arka plana rağmen Britanyalıların güç kullanma tehdidi onları
eninde sonunda şu seçeneklerden biri ile karşı karşıya bırakacaktı: Ya
öngörülemeyen sonuçların riskini alacaklar ya da teslim bayrağını çekip
itibarlarının yok olmasının ve belki de mevcut konumlarının kaçınılmaz olarak
zayıflamasının sonuçlarına katlanacaklardı. diyordu.[16]
Büyükelçinin verdiği mesajın önemli olduğunu gören ABD
dışişleri bakanı Acheson, İngiliz Büyükelçisi Franks’i çağırarak “
belirtmiştir.[17]
ABD’nin bu tepkisi, istenen sonucu vermiş ve İngiltere,
İran’ı işgal etme planından vaz geçmiş fakat Truman’a rağmen Musaddık’ın darbe
ile düşürülmesi fikrini benimsemiştir:
İngiltere İran’da darbe yapma kararını alıp alt yapı
çalışmalarına başlayınca Musaddık’ın bundan haberi olmuş, karşı hamle yaparak
İngiliz büyükelçiliğini kapatmış ve İran’daki tüm İngilizlerin İran’ı terk
etmesini emretmiştir: “Musaddık’ın petrol şirketini millîleştirmesinin hemen
ardından İngiliz ajanlar darbe için hazırlıklara başladılar. Çok kararlı ve
saldırgandılar. Bu planlardan haberdar olan Musaddık Ekim 1952 yılında İngiliz
Büyükelçiliğinin kapatılmasını emretti, İran’da bulunan tüm İngiliz
diplomatların ve diplomatik görüntü altında faaliyet gösteren ajanların İran’ı
terk etmesini istedi. Böylece ülkede darbe tezgâhlayacak kimse kalmamış
oluyordu.”[19]
İngiltere bu arada bir hamle yaparak İran’la olan petrol
krizini Uluslararası Adalet Divanı’na taşıyarak İran yönetimini şikâyet etmiş,
Divan 5 Temmuz’da bir bildiri yayınlayarak “görüşmeler süresince petrol
şirketinin faaliyetlerine izin vermesini” tavsiye etmiştir. İran ise “Adalet
Divanı ülkeler arasındaki anlaşmazlıklar için karar verebilir; oysa 1933
tarihli petrol anlaşması İran ile özel bir şirket arasında yapılmış olduğundan
Adalet Divanı’nın çalışma alanına girmez” diyerek kararı reddetmiş, “İran’ın iç
işlerine müdahale” olarak yorumlamıştır.[20]
Küresel Dinamiklerin Çatışması: ABD Başkanı Truman,
İran’ın SSCB’ye Kayma Tehlikesini Engellemek İçin İşgal ve Darbeye Karşı
Çıkıyor
1950’lerdeki dünyada ABD ve SSCB olmak üzere iki ana güç
merkezi vardır. ABD, kapitalist bloğun, SSCB ise komünist bloğun ağırlık
merkezleri idi. İngiltere ikinci derecede bir güç merkezidir. İkinci dünya
savaşından sonra dünya, Tahran, Moskova, Qubeec ve Yalta Antlaşmaları ile
paylaşılmıştır. Buna rağmen güçler arasında çok ciddi bir soğuk savaş sürmekte;
nükleer silahlanma yarışı devam etmektedir. 1950’lı yıllar itibariyle SSCB,
sıcak denizlere inmenin çaresini aramaktadır. Komünist ideolojiyi yaymak için
tüm bağımsızlık hareketlerini desteklemektedir. Tüm ülkelerde “devrim yapmak”
için legal ve illegal örgütler kurmakta her türlü yardımı yapmaktadır.
Kapitalizme açılan savaş, onun temsilcisi ABD ve İngiltere’ye karşı açılan bir
savaştı.
Güçler mücadelesinde İran coğrafyası, çok stratejik bir coğrafya olduğu için ABD, bölgenin SSCB’nin kontrolüne geçmesini çok tehlikeli görüyordu. ABD başkanı Truman, bu nedenle İran’da bir darbe yapılmasına şiddetle karşı çıkıyordu. İran’da TUDEH gibi çok güçlü ve etkin bir komünist parti vardı. Başarısızlık durumunda İran’ın SSCB tarafına kayacağı, SSCB’nin olaylara müdahale edebileceği ve dünyanın en stratejik coğrafyalarından birinin SSCB’nin kontrolüne gireceğinden endişe ediyordu. Bu nedenle İngiltere ile ABD’nin meseleye bakışı farklıydı. İngilizlerin isteği petrol, ABD’nin isteği ise SSCB’nin frenlenmesi idi: “İngilizlerin tek isteği, AIOC ile edinilen petrol imtiyazına tekrar kavuşmaktı. Biz ise bu mesele ile pek ilgilenmiyor, Rusların muhtemel yayılmalarının doğuracağı apaçık tehlikeyi hesaba katıyorduk.”[21]
ABD Başkanı Truman Musaddık’la yaptığı özel görüşmede, “İran’ın davasına çok yakınlık duyduğunu” ifade ettikten sonra “petrol krizinin kontrolden çıkması durumunda” “aniden saldırmak için duvarın üzerinde hazır bekleyen bir akbabaya “ benzettiği Sovyetlerin İran’ı işgal edebileceği” endişesini Musaddık’a söylemiştir. Konuşmanın devamında “Eğer Sovyetler İran’ı ele geçirirse bir dünya savaşı başlatabilecek duruma gelirler“ diyerek de Musaddık’ı uyarmıştır. Musaddık, “aynı tehlikeyi kendisinin de gördüğünü söyledi ama İran’ı karışıklığa Britanya’nın uzlaşmaz tavrının sürüklediği fikrinde ısrar etti.”[22]
ABD’nin Ulusal Güvenlik Konseyi’nde bulunan Ortadoğu
uzmanlarının raporlarda, “… açıkça belirtiliyordu.[23]
ABD büyükelçisi Grady ise 1 Temmuzda ABD başkanı Truman’a
çektiği telgrafta;
Truman sonrası ABD Başkanı Eisenhower, CIA’nin İran’da bir
darbe yapmasına müsaade ettiğinde, ABD Dışişleri Bakanı Foster Dulles’in
darbeci ekiple yaptığı değerlendirmede, İran’ın stratejik önemi üzerinde
hassasiyetle durarak başarısızlığın neye mal olacağına dikkat çekmiştir:
“İran, tarih boyunca Uzakdoğu ülkeleri ile Akdeniz ve Avrupa ülkeleri
arasında köprü vazifesi gördü. 1860’larda Süveyş Kanalı’nın açılışı ile ticari
önemi azaldıysa da, süper devler arasındaki bir ülke olarak kalması stratejik
önemini büyüttü. Eskiden Fransa ve Almanya için önem taşıyordu, şimdi İngiltere
ve Amerika için önemli. Rusya için her zaman önemli oldu.
Meseleye bir başka açıdan bakarsak Sovyetlerin Güney
tarafında, onların ılık denizlere inmesini engelleyen bir barikat görevi
yapıyor. Elbette Rusların ellerinde Karadeniz var ama bu denizden dış dünyaya
açılmak için İstanbul ve Çanakkale boğazından geçmeleri gerekiyor. Boğazlar
bağımsızlığa çok önem veren Türklerin kontrolünde ve Ruslar da Türklere
güvenmemek, onlardan bir şey beklememek gerektiğini öğrendiler. Bu yüzden de
güneye bakıyorlar. Eğer İran’ı kontrol edebilirlerse, İran körfezini de kontrol
edebilecekler. Bu, Rusların büyük rüyası ve önemli hedeflerinden biri. Deli
Petro’dan beri böyle. Yani iki buçuk asırlık bir istek bu.”[25]
İngiltere’nin İkna Aracı: “Musaddık Başarı Kazanırsa Kötü Örnek Olur”
İngilizler, Truman sonrası gelen başkan ABD Başkanı Eisenhower’in ve yönetiminin onayını alabilmek için yaptıkları propagandadaki malzemeleri değiştirmek zorunda kalmışlardır. Başlattıkları psikolojik harekâtta şu iki noktayı öne çekmişlerdir:
- Musaddık,
TUDEH komünist partisi ile iş birliği içinde İran’ı Sovyet bloğuna getirip
teslim edecektir.
- Eğer
Musaddık, İran petrollerinin millîleştirmesinde başarılı olursa bu
“anti-kolonyal mücadeleler” için referans alınıp “kötü örnek” olacaktır.
Sömürgeciler için olacaklara tahammül etmek mümkün
olmadığından kötü örneklerin yok edilmesi gerekir. İngiliz propagandasına göre
olan .[26]
Gerçekten de 8 Ekim 1951 yılında Musaddık, BM toplantısına
katılmak üzere ABD’ye geldiğinde gazetecilere yaptığı yazılı açıklamada,
“olduğunu göstermiştir. Musaddık’ın BM’de yaptığı konuşma bağımsızlık
mücadelesi veren sömürge ülkeler için bir umut olmuştur. Bu nedenle yaptığı
konuşmanın kısa bir özeti aşağıda verilmiştir:
İran dünya petrol üretiminin önemli bir kısmını sağlamasına
ve son elli yılda üç yüz on beş milyon ton petrol üretmesine rağmen yabancı
şirketin kayıtlarına göre tüm kazancı sadece yüz on milyon pound olmuştur. Bu
muazzam sanayiden İran’ın kazancının ne olduğu hakkında bir fikir vermesi için
size şunu söyleyebilirim:
Şunu da eklemeliyim ki, dünyanın en büyük rafinerisinin
bulunduğu İran’ın güneyindeki Abadan’da petrol sahalarında yaşayan halk
hayattaki en basit ihtiyaçlarını karşılamaktan yoksundur ve tam bir sefalet
içinde yaşamaktadır!
Eğer petrol sanayimiz geçmişte olduğu gibi gelecekte de
böyle sömürülmeye devam ederse, eğer Mescidi Süleyman, Agacari ve
Kirmanşah’taki petrol sahaları ile Abadan rafinerisinde çalışan İranlıların
sadece kol güçlerine ihtiyaç duyulan basit ameleler olmasına göz yumarsak ve
eğer yabancı sömürücüler tüm gelire el koymaya devam ederse bizim halkımız
sonsuza kadar yoksulluk ve ıstırap çekecektir. İşte bütün bu sebeplerden dolayı
İran parlamentosunu -Meclis ve senatoyu- petrol şirketini kayıtsız şartsız
millîleştirmesi için oylama yapmaya teşvik ettik.”
“Tıpkı toprağı, akarsuları ve dağları gibi İran’ın petrolü
de İran halkının malıdır. Onunla ne yapılacağı gibi, kiminle ve nasıl
yapılacağına karar vermek sadece onların yetkisindedir. …İran’ın ekonomik
olarak sömürülmesi Britanya’nın sicili için üzücü olup, sonucunda da petrol
sanayiinin millîleştirilmesi kimse için sürpriz olmamalıdır.”
“ …Birleşik Krallık Hükümetinin görüşmede bulunmak yerine
her türlü gayrı meşru yolu kullanarak ekonomik, psikolojik ve askeri baskı ile
bizim irademizi kırmak istediği aşikârdır. Savaş gemilerini kıyılarımıza,
askerlerini de yakınlardaki üslere yerleştirmeleri barışa duydukları aşkın
kanıtıdır.”.
“…Sir Gladwyn Jebb’in (BM’de Konuşan İngiliz Temsilci)
birçok cümlesinde bulunan küçük düşürücü sözleri gerçekten saymadım, kayıtlara
bakarsanız artarda birçok iftira görürsünüz. Hareketimiz insafsız olarak
nitelenirken, halkımızı aldattığımız söyleniyor. Biz düşüncesiz ve keyfi
hareket edip hayatı da katlanılmaz yapmışız. Bizim yasama sürecimiz bir “hır
gür” olarak tanımlanıyor. “Uzlaşılmaz” olarak lanetleniyor ve “ültimatom”
vermekle suçlanıyoruz. Bizim kederlerimiz “vahşi” suçlamalar olarak damgalanıp
görmezden geliniyor. Biz “acayip ve nankörüz”. Biz kendi kellesini
kurtarmak için halkını yabancılara karşı kışkırtan ve kendi halkını sömüren
“aşırı” insanlarız. Hedeflerimiz hayâlı onlara ulaşma şeklimiz intihardan
farksız, Meselemiz bir körün hayaleti kovalaması kadar kusurlu kabul ediliyor.
…
Ülkemizi kalkındırmanın, halkımızın yaşam şartlarını
iyileştirmenin ve onlara fırsatlar yaratmanın büyük ölçüde bu olağanüstü önemli
ulusal kaynağa bağlı olduğunun çok uzun zamandan beri farkındayız. Ama petrolün
ulusal refahımıza katkısı ancak yabancı şirketin masasından toplamamıza izin
verilen kırıntılar kadar acınacak miktardadır… Meselenin pratik gerçekleri ile
yüz yüze gelmek için Birleşik Krallık temsilcisinin konuyu buraya getirmesini
ben de seve seve kabul ettim ve görüşme yapmak için de ondan daha az istekli
değilim. Ancak, şirket gelecekte nerede faaliyet gösterirse göstersin bir daha
asla İran’da faaliyette bulunamayacaktır. Ne vekâleten ne de anlaşma yapmak
suretiyle petrol kaynaklarımızı yabancılara devredip onlara sömürme hakkı
vermeyeceğiz.”[28]
Musaddık’ın BM’de yaptığı bu konuşma, Castro, Sukarno,
Nkrumah, Lumumba ve Erdoğan’dan çok önce olup, mazlumların hakkını savunan ilk
konuşma olmuştur. Yoksul ve mazlum ülkelerin sesi ilk kez BM salonlarında çok
yüksek düzeyde bu şekilde duyulmuştur. O nedenle sömürgeciler için “korkulu
rüya olmuş” ve “kötü örnek”(!) olmuştur.
Musaddık’ın bu konuşması etkisini medyada göstermiş, 20 Ekim
1951 tarihli New York Times gazetesinde James Reston: “İran
petrolleri üzerinde süren kavga Birleşmiş Milletler tarihindeki hiçbir
tartışmanın yapamadığını yaptı.” …Tartışma külliyen kaybın temelini oluşturdu.
Şimdiye kadar şüpheli olan bir şey açıklığa kavuştu ve Birleşmiş Milletler’in
kendisi de dâhil olmak üzere büyük ya da küçük her devletin kaybetmesinin
mümkün olduğu ispatlandı”[29] şeklinde
bir değerlendirme yapmıştır.
İngiltere başbakanı Attlee, bir toplantıda “Musaddık’la bir
şekilde uzlaşma sağlanmalı” dediğinde İngiliz Dışişleri Bakanı Herbert
Morisson, Musaddık ile uzlaşma teklifine; “ gerekçesi ile şiddetle karşı
çıkmıştır.[30] Başbakan
fikrinden vazgeçerek ABD Dışişleri Bakanı Acheson’a iletilmek üzere
İngiltere’nin Washington büyükelçisi Franks’a; “
ABD Dışişleri bakanı Acheson ise Musaddık’ın, inanıyordu.[32] Hem
İngiliz Dışişleri Bakanı Herbert Morisson, hem de ABD dışişleri Bakanı Acheson
düşüncelerinde haklıydılar. Her ikisinin haklı olduğu, Musaddık’ın hem “kötü
örnekliği”(!) hem de “, İran’a dönerken Mısır’a uğradığında apaçık bir şekilde
ortaya çıkmıştır:
“Coşkulu bir şekilde karşılandı. Zaten Mısırlılar birkaç yıl
sonra Süveyş Kanalı krizine sebep olacak anti-emperyalist bir taşkınlık
yaşıyorlardı ve ne zaman halkın içinde görünse Musaddık’ı coşkuyla alkışlıyorlardı.
Gazeteler onu “ tarihi yenen” ve “ülkesine özgürlük ve şeref getiren” bir
kahraman olarak selamlıyorlardı. Birkaç gün kalıp Kral Faruk tarafından hüsnü
kabul gördü. Ve başbakan Nahas Paşa ile bir dostluk anlaşması imzaladı.
Anlaşmada “birlik halindeki İran ile Mısır’ın Britanya emperyalizmini bozguna
uğratacağına” yemin ediyorlardı.”[33]
“Dr. Musaddık İran’a Kahire yoluyla dönerken orada Cemal
Abdünnasır tarafından bir kahraman gibi karşılanır” (Necip ve Nasır 1952 yılına
kadar iktidarı alamadılar ve Musaddık’la dost olmayan Faruk o sırada hala
kraldı.)[34]
Sonuç: “BM’de Beş Ülkenin Veto Hakkı Olması Çelişkidir”
Diyen Erbakan ve “Dünya Beşten Büyüktür” Diyen Erdoğan “Kötü Örnek”
Olmuşlardır(!)
Rahmetli Erbakan tüm mücadelesinde zalimleri hedef almış,
mazlumları savunmuş, bu amaçla BM’de “beş ülkenin veto hakkının” olmasına karşı
çıkarak “kötü örnek”(!) olmuştur: “Bugün Birleşmiş Milletler, Dünya Bankası,
IMF, UNDP ve UNICEF ırkçı emperyalizmin kuruluşlarıdır. Tekelci sermayeye
hizmet etmektedirler. Bu kuruluşları ırkçı emperyalizm yönetmektedir…”[35] “Bu
gün, şu Birleşmiş Milletler Teşkilatında 5 ülkenin veto hakkı var; bu çelişki
değil mi?... Bu, elli sene öncenin dünyası; bu dünya böyle yürümez. Şimdi,
bütün dünyanın hepsi haklı bir dünya istiyor; herkes elli yıl sonra dünyayı
yeniden kurmak istiyor.”[36]
Erbakan uluslararası ticaretin dolar merkezli, New York ve
Londra bankaları üzerinden yapılmasına karşı çıkarak “kötü örnek”(!) olmuştur:
“Bugün biz Amerika izin vermediği için İsviçre’ye imam gönderemiyoruz, Mekke’ye
para göndermek ancak Amerikan bankaları üzerinden mümkün olmaktadır ve bir
İslâm beldesine telefon etmek bile batı santralleri üzerinden olabilmektedir.”[37]
Erbakan, D-8’leri kurarak küresel sisteme başkaldırarak
“kötü örnek” olmuştur: “Burada 8 tane Müslüman ülke bir araya gelmiş, çekirdek
oluşturulmuş,1 milyarlık bir nüfus meydana getirilmiştir. Bu bir çekirdektir;
yola çıkmış, çekirdeği teşkil etmiştir. …Bunun arkasından 2. hedefimiz vardı.
Bunlar, bütün Müslüman ülkeleri ve ezilen ülkeleri yani Rusya’sı, Çin’i,
Hindistan’ı dâhil 5 milyar ezilen sömürülen insanın hepsini biz adil bir dünya
düzeni etrafında toplayacağız, prensibinden hareket edilmişti. Bizim gayemiz
sadece 5 milyara değil. 6 milyar insanın (o zaman ki dünya nüfusu, B.C.)
hepsine hizmettir. O takdirde kendini gelişmiş sayan ülkeleri de bu sefer
bir yuvarlak masa etrafında toplayacağız. Onlara, "Oturun bakalım buraya,
yeni dünya sizin kuvvet ve prensiplerinize göre değil, adil düzen prensiplerine
göre kurulacaktır” diyeceğiz. "Herkes saadet bulacak" diyeceğiz ve
buna uymak için de gereken müeyyideyi elimizde tutacağız. Çünkü bunlar lâftan
anlamazlar. Müeyyidesiz bunlara bir iş yaptırmak mümkün değildir. İşte
yeni dünyanın adil esaslara göre kurulması prensibi gözetilerek D-8`ler
kurulmuştur.”[38]
Erdoğan, Türkiye’nin tanklarını kendinin modernize etmesi,
helikopter ve insansız hava aracı üretmesi, yerli otomobil üretmek istemesi,
savunma sanayinin değişik alanlarına girmesi ve başarı kazanması, Çin’den uzun
menzilli füze almaya kalkması, Avrasya eksenine yaklaşması, Şanghay beşlisine
girmek istemesi, İran, Kuzey Irak ve Hindistan’la ticareti Türk Lirası olarak
Halk Bankası üzerinden yapması, Mısır’daki darbeyi meşru görmemesi, Irak-Suriye
düzleminde ABD’den farklı politikalar ortaya koymaya çalışması, ABD’nin PYD/YPG
ittifakına karşı çıkması, İran ambargosunu desteklememesi, Filistin devletine
açık destek verip, İsrail ve ABD’nin uyguladığı birçok politikaya karşı
çıkması, İslâm İşbirliği Örgütü’nü harekete geçirmesi, BM’yi devreye sokması,
Katar’a uygulanan ambargoyu ve işgal hareketini, Türkiye-İran-Pakistan eksenini
oluşturarak kırması, Katar ve Sudan’da üsler kurması, Sudan’ın çok stratejik
bir adasını kiralaması, Somali ile ilişkileri çok ileri düzeye taşıması,
Afrika’ya, Balkanlara ve Türki Cumhuriyetlere geçmişe göre çok hızlı ve
kapsamlı girmesi, bütün baskılara rağmen Kıbrıs’tan taviz vermemesi, F-35’ler
projesine ortak olup para yatırması, Rusya ile S-400 füze anlaşması yapması ve
“Dünya beşten büyüktür” demesi nedeniyle “kötü örnek”(!) olmuştur[39]:
“…Zaman içinde Birleşmiş Milletler’in insanlığı barış ve
refah beklentilerini karşılamaktan uzaklaştığı da bir gerçektir. Özellikle
Güvenlik Konseyi sadece veto hakkına sahip 5 ülkenin çıkarlarına hizmet eden,
dünyanın diğer bölgelerine yaşanan zulümlere seyirci kalan bir yapıya
bürünmüştür.”
“BM'nin yapısında ve işleyişinde reforma gidilmesi
gerektiğini söylüyoruz.
… Böyle önemli bir yapının adı sürekli başarısızlıklarla
anılan bir kurum haline gelmesine bizim gönlümüz rıza göstermiyor. İşte bu
sebeple her fırsatta Güvenlik Konseyi başta olmak üzere BM’nin yapısında ve
işleyişinde kapsamlı bir reforma gidilmesi gerektiğini söylüyoruz. Onun için de
dünya 5’ten büyüktür derken de insanlığın ortak vicdanının sesi olduğumuza
inandırıyoruz.”
“…Özellikle Güvenlik Konseyi sadece veto hakkına sahip 5
ülkenin çıkarlarına hizmet eden, dünyanın diğer bölgelerine yaşanan zulümlere
seyirci kalan bir yapıya bürünmüştür.”
“…Geçmişte Bosna’da, Ruanda’da, Somali’de yakın tarihte
Myanmar’da, halen Filistin’de yapılan katliamlar hep BMGK’nın gözü önünde
gerçekleşmiştir. Filistinlilere uygulanan zulme ses çıkarmayanların, onlara
yapılan yardımı kısma konusundaki gayretleri sadece zalimlerin cesaretini
artırmaktadır.”
“…Dünya 2. Dünya Savaşı sonrasının şartlarında değil. Burada
194 ülkeden temsilciler var. Niçin bu 194 ülkenin tamamı da BMGK’da temsil eden
durumuna gelmesin. Niçin hepsi de daimi üye olma dönerli olarak konumuna
gelmesin? Sadece 5 üye, diğerleri maalesef geçici. Onların da orada hiç
inisiyatifi yok…”[40]
Musaddık, Mursi, Menderes, Demirel,
Özal, Erbakan, Ecevit, Baykal ve Erdoğan’ın başına gelenlerin ve Türkiye’de
yapılan darbelerin, Şer İttifakı’nın “kötü örneklik”(!)
yaklaşımı açısından yeniden değerlendirilmesi gerekir.
Henüz vakit varken!
[1] Can, B., İslâm
Coğrafyası ve Küresel Savaş-1: “Kaostan Kaynaklanan Düzen” ve “Küresel
Savaş”, Umran, Eylül 2017. Can, B., İslâm Coğrafyası ve
Küresel Savaş-2: Küresel Savaş Türkiye Üzerinden Mi(!)? Çıkarılmak
İsteniyor, Umran, Ekim 2017.
[2] Stephan
Kinzer, Şah'ın Bütün Adamları, İletişim, İstanbul, 2004,
s.140-145.
[3] Stephan
Kinzer, Şah'ın Bütün Adamları, İletişim, İstanbul, 2004,
s.140-145. “Batı'nın Musaddık Darbesi ve Arka Planı”, Dünya Bülteni /Tarih
Dosyası, 22 Ağustos 2013; https://www.dunyabulteni.net/tarihten-olaylar/batinin-musaddik-darbesi-ve-arka-plani-h271641.html Kuduoğlu,
A., “İran’da Musaddık Dönemi: 1951-1953”, İran Çalışmaları Dergisi,
cilt: 2, sayı: 2, s: 37-62. Stephan Kinzer, a.g.e., s. 17.
Oktay, H; Cerrah, U; “İran Krizi ve Bölgesel Güvenlik Raporu”, Kafkasya
Stratejik Araştırmalar Merkezi, Ankara- 14 Mayıs 2018.
[4] “Batı'nın
Musaddık Darbesi ve Arka Planı”, Dünya Bülteni /Tarih Dosyası, 22 Ağustos
2013; https://www.dunyabulteni.net/tarihten-olaylar/batinin-musaddik-darbesi-ve-arka-plani-h271641.html
[5] “Batı'nın
Musaddık Darbesi ve Arka Planı”, Dünya Bülteni /Tarih Dosyası, 22 Ağustos
2013; https://www.dunyabulteni.net/tarihten-olaylar/batinin-musaddik-darbesi-ve-arka-plani-h271641.html, Bulunmaz, A., “İran’ın Hafızasından
Silinmeyen Lider: Muhammed Musaddık” Jan 15, 2018
[6] S.
Kinzer, a.g.e., s. 17.
[7] S.
Kinzer, a.g.e., s. 17.
[8] S.
Kinzer, a.g.e., s. 147-152.
[9] S.
Kinzer, a.g.e., s. 140-145.
[10] “Batı'nın
Musaddık Darbesi ve Arka Planı”, Dünya Bülteni /Tarih Dosyası, 22 Ağustos
2013; https://www.dunyabulteni.net/tarihten-olaylar/batinin-musaddik-darbesi-ve-arka-plani-h271641.html Kuduoğlu,
A., “İran’da Musaddık Dönemi: 1951-1953”, İran Çalışmaları Dergisi,
cilt: 2, sayı: 2, s. 37-62.
[11] S.
Kinzer, a.g.e., s. 107-108.
[12] S.
Kinzer, a.g.e., s. 107-108.
[13]S. Kinzer, a.g.e., s.140-145.
[14] S.
Kinzer, a.g.e., s.140-145.
[15] S.
Kinzer, a.g.e., s.140-145.
[16] S.
Kinzer, a.g.e., s.140-145.
[17] S.
Kinzer, a.g.e., s.140-145.
[18] S.
Kinzer, a.g.e., s. 17.
[19] S.
Kinzer, a.g.e., s. 17.
[20] S.
Kinzer, a.g.e., s. 120-130.
[21] Roosevelt,
K., Roosevelt, K., Karşı Darbe, CIA İran’da, Timaş, İstanbul,
2007, s.
12-20.
[22] S.
Kinzer, a.g.e., s. 155-165.
[23] S.
Kinzer, a.g.e., s. 120-130.
[24] S.
Kinzer, a.g.e., s. 120-130.
[25] Roosevelt,
K.,a.g.e.,12-20.
[26] S.
Kinzer, a.g.e., s. 147-152.
[27] S.
Kinzer, a.g.e., s. 147-152.
[28] S.
Kinzer, a.g.e., s. 155-165.
[29] S.
Kinzer, a.g.e., s. 155-165.
[30] S.
Kinzer, a.g.e., s. 119.
[31] S.
Kinzer, a.g.e., s. 119.
[32] S.
Kinzer, a.g.e., s. 119.
[33] S.
Kinzer, a.g.e., s. 155-165.
[34] Roosevelt,
K.,a.g.e.,s.120.
[35] Erbakan, Yeni
Bir Dünya ve Adil Düzen, ESAM, Ankara, 16 Kasım 2010.
[36] Erbakan, 09
Aralık 1996 tarihinde parlamentoda bütçe üzerine yaptığı konuşma.
[37] Erbakan,
Uluslararası Müslüman Topluluklar 4. Kongresi, 4. Kongrenin Rapor ve
teklifleri, İstanbul, 1995, s. 9-10, 37.
[38] Erbakan,
N., Gayemiz Bütün Beşeriyetin Saadetidir, ESAM, Ankara, 16
Kasım 2005
[39] https://www.trthaber.com/haber/gundem/cumhurbaskani-recep-tayyip-erdogan-konusuyor-386409.html …
[40] https://www.trthaber.com/haber/gundem/cumhurbaskani-recep-tayyip-erdogan-konusuyor-386409.html …;
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder