28 Ocak 2016 Perşembe

AKADEMİSYENLER BİLDİRİSİ ÜZERİNE-2: Bildirinin Amacında İki Boyut

Geçen yazıda, “1128 akademisyenin” yayınladıkları bildirinin muhtevası analiz edilmiştir. Burada, bildirinin amacındaki iki boyut ele alınıp incelenecektir.

Akademisyenler Bildirisinde Uluslararası Koalisyon

Akademisyenler Bildirisinin bir boyutu, bildirinin muhtevası iken diğer boyutu da, bildiriyi imzalayan 1128 akademisyenin üniversite ve akademisyen kimliği dağılımıdır.

Türkiye’de 89 üniversiteden 155 profesör, yurt dışından ise 17 ülkeden 120 üniversiteye dağılmış 20 profesör bildiriye imza atmışlardır (1,2). Geri kalanları doçent, yardımcı doçent, araştırma görevlisi, okutman, öğretim görevlisi, doktora öğrencisidir. Türkiye’den bildiriye imza atan yardımcı doçent, araştırma görevlisi, okutman ve öğretim görevlilerinin hepsi, 2547 sayılı yüksek öğretim yasasına göre sözleşmeli personeldir.

Bildiriye imza koyan akademisyenlerin üniversiteleri, aşağıda verilmektedir:

Türkiye Devlet Üniversiteleri: Boğaziçi (87 kişi), Ankara (80), İstanbul (73), ODTÜ (59), Mimar Sinan Güzel Sanatlar (52), Marmara (35), Dicle (24), Hacettepe (22),  Mersin (20), Kocaeli (20), İTÜ (18), Mardin Artuklu (18), Yıldız Teknik (17), Anadolu (16), Dokuz Eylül (12), Ege (11), Cumhuriyet, On Dokuz Mayıs, Sakarya, Batman, Abant İzzet Baysal, Gazı, Trakya, Akdeniz, Abdullah Gül, Eskişehir Osmangazi, Giresun, Anadolu, Bingöl, Muğla, Çukurova, İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü, Kırıkkale, Gaziantep, Türkiye ve Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsü, Yalova, Bartın, Düzce, Yakın Doğu, Pamukkale, Selçuk, Iğdır, Adnan Menderes, Çanakkale On Sekiz Mart, Uludağ, Van Yüzüncü Yıl, Hakkari, Doğu Akdeniz.

Türkiye Özel Üniversiteler: İstanbul Bilgi (70), Galatasaray (29),  Kadir Has (15), Sabancı (15), Koç (11), Özyeğin (10), İstanbul Arel (6), Tunceli (2), İstanbul Şehir, Muğla Sıtkı Koçman, Yaşar, İstanbul Kültür, FMV Işık, Doğuş, İstanbul 29 Mayıs, Toros, Grenoble Yüksek Mimarlık Okulu, İstanbul Kemerburgaz, Türk- Alman,  Haliç, Süleyman Şah, Fatih, Nişantaşı, İstanbul Aydın, Çankaya, Maltepe, Yüzüncü Yıl, Bahçeşehir, İzmir Ekonomi, İstanbul Ticaret, Ufuk, Atılım, Yeni Yüzyıl, İzmir, MEF, Okan, Ataşehir Meslek Yüksek Okulu, Yeditepe, İstanbul Bilim, Ağa Han, Bilkent.

Yabancı Üniversiteler: Londra (13 Kişi), Ecoledeshautesetudes en Sociale Sciences (8), Fitchburg Eyalet, Georgetown, Luiss, Masaryk,  Harward, Oregon, New York, Brandeis; Politecnico Di Milano, Arizona, Georgia Gwinnett College, Northwestern, Colleg of William and Mary, Paris I Sorbonne, Amsterdam, Viyana, New York Pratt İnstitüte, Cambridge, Coventry, California, Cornelle, Trent,  California San Diego, Appalachian, Toronto, Hamburg, Basel, ETH Zurih, Ontario, Victoria, Open, Edinburgh, Cuny Graduate Center, Freie Universitate Berlin; Strazburg, San Fransisco State, Bınghamton, Ohio State, Washington, Carleton, Londra Queen Mary, Munih, European University İnstitute, New Jersey State, Johannes Gutenberg, Die Carl Von Ossistzky, Syracuse, Dickinson College, Brock, Villanova, Bamberg, Louvain Katolik Üniversitesi, Ottawa, Alice Salomon, Landon School of Economics, Rennes I, İllinois, Bordeaux, Humboldt, Essex, Siena, Binghamton, Aberdeen, Michigan, Midllesex, Hertford shire, Friedrich, Alexander, New York City, Columbia, Penn State, Osnabruck, Leicester, McGill, Northwestern, Duisburg-Essen, Boston, Graz, Brooklyn College, Köln, Bonn, Paris Est, Frankfurt Gothe, Seton Hall, Zürih, Ryerson, Yale, Telecom Ecole de Management, Wisconsin Madison, Roger Williams, California College of The Arts, Paris-8, Bremen, Princeton, Westminster, Edge Hill, British Colombia, Portsmouth, Margburg, Centreal European, Washington and Lee, Leiden, Strasbourg, Waterloo, Massachusetts Amherst, Ryerson, The American College of Thessaloniki, Johns Hopkins, Montreal, Minessota, Göttingen, Helsinki, Mainz, Keele, Wisconsin, Stokholm, Pennslyvania, Lyon I, Ludwig Maxsimilian, Denver, Luxsemburg.

Bildiri, Türkiye’deki 89 üniversitedeki akademisyenlerden ve medyada yer aldığı kadarı ile ABD Kanada ve Avrupa ülkelerindeki 200 üniversite ve bunlara ilaveten 355 yabancı aydın ve akademisyenden destek alınmıştır (1,2). Bu durum, özel bir çalışma olup uluslararası bağlantıları çok güçlü olan, çok özel bir organizasyon tarafından yapıldığını ortaya koymaktadır.

Akademisyen Dağılımında İç Boyut

İmzacı Akademisyenlerin dağılımında, bir iç diğeri dış olmak üzere iki boyut söz konusudur.

İç boyuttaki amaç, Türkiye’de gerilimi artırmak, Güneydoğudaki hadiseleri sürekli gündemde tutarak ve Türkiye’yi uluslararası kuruluşlara şikâyet ederek Türkiye’ye baskı uygulanması ile ilgili olabilir.

Bununla birlikte daha başka amaçlar söz konusudur.

Sol yapının bugüne kadarki yapılanması, Marksist-Leninist-Maocu 68 kuşağı önderliğinde gerçekleşmekteydi. Bu kuşak, bir nostalji kuşağı haline gelmiş olduğundan dolayı önderliğinde yapılan işlerde gerekli etkiyi meydana getirememiştir. Akademisyenler bildirisi ile birlikte solun yeni örgütlenmesinde önderlik, Kürt Kavmiyetçilerine geçmiştir. Bundan sonra üniversitelerde, Kürtçü-Marksist-Leninist-Maoist bir ittifakın varlığı etkisini hissettirecektir. Üniversitelerde eylemci ve örgütçü eski Marksist-Leninist-Maoist kesimin etkisi gittikçe zayıfladığından farklı görüşteki akademisyenler arasındaki gerilim ve çatışma gittikçe zayıflamakta, farklı görüşteki akademisyenler arası dayanışma gittikçe artmaktaydı. Bu bildiri ile sağlanan yüksek gerilim, sol kesime bir taraftan örgütlenme imkânı verirken; diğer taraftan da akademisyenler camiasında var olan ve enerjisi boşalan fay hattının tekrar derinleşmesine ve yüksek enerji ile yeniden dolmasına sebebiyet vermiştir.

Nitekim bildiride imzası bulunan Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. İzge Günal, “akademisyenlerin kendi içlerinde bölündüklerini ancak birlikte hareket etmeleri gerektiğini” derken; Üniversite Konseyleri Derneği Başkanı Yrd. Doç. Dr. Ebru Aylar, “Üzerimize gelen şey ortak… “Üniversitelerde planlanan dönüşüme karşı bir örgütlenme yaratarak atlatmak gerekiyor. Bu örgütlülük zeminini geliştirmek gerekiyor” (3) demekle yeni bir örgütlenme dönemine girdiklerini belirtmişlerdir.

İç boyutla ilgili bir başka amaç, bildiriye imza koymuş olanlarla, özellikle, sözleşmeli akademik kadro ile ilgili yasal işlemlerin başlatılması ile birlikte hem karşı yasal süreci başlatmak hem de farklı üniversitelerde var olan bu insanlarla ilgili eylemler ortaya koyarak sürekli gündemde kalmaktır. Bu şekilde Türkiye hem iç kamuoyunun hem de dış kamuoyunun sürekli gündeminde tutulmaya çalışılacaktır. Nitekim Üniversite Konseyleri Derneği, Hukukta Sol Tavır Derneği ile birlikte hemen faaliyete geçmiş bulunmaktadır (3).

Akademisyen Dağılımında Dış Boyut

Dünyanın değişik ülkelerinden çok sayıda akademisyen, bildiriyi imzalamış, bir kısmı da desteklediğini açıklamıştır. Aralarında Noam Chomsky, Michael Löwy, Tarık Ali, Bertell Ollman, Michael Lebowitz, Vijay Prashad, Neil Faulkner, Robert Brenner, Nancy Holmstrom, Joan Cocks, Suzi Weissmann ve Fred Moseley, Etienne Balibar, Gayatri Chakravorty Spivak, İmmanuel Wallerstein, Habermas, Judith Butler, Samir Amin, Slavoj Zizek, David Harvey gibi meşhurların bulunduğu bu insanların bildiriye destek vermiş olması, Türkiye’nin akademisyenler bildirisi üzerinden daha büyük bir tuzakla karşı karşıya kaldığının/kalacağının bir göstergesidir.

Akademisyenler bildirisinden sonra Türkiye’de akademisyenlerle ilgili yapılan konuşmalar ve başlatılan yasal süreç, Batı Tarafından çok yoğun bir eleştiriye tabı tutulmuş, “Model ortak”, “stratejik ortak” olan “dostlarımızdan” (!) ve uluslararası kuruluşlardan çok yoğun eleştiri gelmiş ve Türkiye’ye baskı uygulanmıştır:

ABD’nin Ankara Büyükelçisi John Bass: “Söz konusu akademisyenler tarafından dile getirilen görüşlere katılmamamız durumunda bile, bu baskının, süregelen şiddetin sebepleri ve çözüm yollarıyla ilgili Türk toplumu içindeki meşru siyasi tartışmalar üzerinde dondurucu bir etkisi olmasından endişe ediyoruz. Şiddetle ilgili endişelerin ifade edilmesi, teröre destek vermek ile eşdeğer değildir. Hükümet eleştirisi ihanet ile eşdeğer değildir. Demokratik toplumlarda vatandaşların, görüşlerini, hatta ihtilaflı veya rağbet görmeyen görüşlerini bile, ifade edebilme fırsatına sahip olmaları bir zorunluluktur…” (4,5)

ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü John Kirby: “Türkiye’nin akademisyenleri gözaltına alması rahatsız edici bir eğilimin parçası. Yargı ve güvenlik güçleri meşru siyasi söylemlere karşı caydırıcı bir güç olarak kullanılıyor. Şiddetle ilgili kaygı belirtmek terörizmi desteklemekle eş değildir. “Hükümetin eleştirilmesi de vatan hainliği anlamına gelmez…  “Türk yetkilileri uluslararası demokrasi değerlerine uygun davranmaya çağırıyoruz.” (4,5)

(Cumhurbaşkanının Türkiye’ye Davet ettiği) Chomsky:  “Türkiye, bir yandan Erdoğan’ın birçok yoldan yardım ettiği IŞİD’i suçlarken, diğer yandan da IŞİD’den farkı olmayan El Nusra’yı destekliyor. Erdoğan, Irak ve Suriye’de IŞİD’e karşı savaşan ana güç olan Kürtlere karşı işlediği suçları lanetleyenleri suçluyor. Başka bir yoruma ihtiyaç var mı?” (6).

Birleşik Krallık Ankara Büyükelçisi Richard Moore: “Güneydoğu’daki çatışmalar hakkında görüşlerini ifade ettikleri için görevden uzaklaştırılan ve soruşturmaya uğrayan akademisyenlere ilişkin haberlerden, diğerleri gibi ben de büyük endişe duymaktayım. İfade özgürlüğü, demokratik bir toplumda ve özellikle de eğitim alanında hayati öneme sahiptir. Bu, hatalı ya da tek taraflı olduğunu düşündüğümüz görüşleri ifade etme hakkını da kapsar.” (7)

Avrupa Birliği Tarafından Yapılan Yazılı Açıklama: “Türkiye’nin Güneydoğusundaki olaylara ilişkin bir bildiriye imza atan Türk akademisyenlere yönelik atılan adımlardan son derece endişeliyiz. Artık gözaltında olmasalar da, onlara yönelik işlemler sürüyor… Rüzgâr ters yönden esiyor olsa da, ifade özgürlüğü Kopenhag siyasi kriterleriyle uyumlu bir şekilde korunmalıdır.

Avrupa Birliği, çok fazla cana mâl olan çatışmanın sonlandırılması için barış sürecine dönülmesinin yegâne yol olduğuna inanmakta ve bu yönde atılacak tüm adımları desteklemeyi taahhüt etmektedir.” (7)

 Sonuç: Akademisyenler Bildirisi, Suriye Görüşmelerinin Yapılacağı Cenevre Görüşmeleri ile Alakalıdır

Bu bildirinin diğer bir dış boyutu, Cenevre görüşmeleri ile ilgili olarak Türkiye’ye gelen Joe Biden’in ziyareti ile ilgilidir.

Kaynaklar

1-Kazdağlı, C., Haber10 18.01.2016; http://www.haber10.com/yazar/celal_kazdagli/akademisyenler_bildirisi_ne_bir_de_bu_acidan_bakin-612153

2- Alnıaçık, Ş., Ajan Okulları! , Ortadoğu, 16.01.2016.

3- Akademisyenlerden Rennan Pekünlü Hatırlatması: Birlik Olmak Gerekiyor , Sputnik Türkiye 15.01.2016 http://tr.sputniknews.com/turkiye/20160115/1020228497/baris-icin-akademisyenler-rennan-pekunlu-akp-ukd.html#ixzz3xQEjihr9

4- Amerikanın Sesi, 15.01.2016; http://www.amerikaninsesi.com/content/abd-buyukelcisinden-akademisyenlere-destek/3147489.html

5- Al jazeera 15.01.2016, http://www.aljazeera.com.tr/haber/buyukelciden-sonra-bakanliktan-da-akademisyenlere-destek

6-http://tr.sputniknews.com/abd/20160115/1020218022/chomsky-erdogan-turkiye-baris-bildiri.html#ixzz3xQHIaKY3.

7- AB: Son derece endişeliyiz, Al jazeera 16.01.2016; http://www.aljazeera.com.tr/haber/ab-son-derece-endiseliyiz.

 

 


21 Ocak 2016 Perşembe

AKADEMİSYENLER BİLDİRİSİ ÜZERİNE-1:Bildirinin Genel Bir Analizi

(Milli Gazete)

Taksim Kadife Darbe Sürecinin 7 Haziran 2015 Genel Seçimler aşamasında, AKP’nin tek başına iktidar yapılmaması ile başlayan 1 Kasım 2015 genel seçimlerine kadar devam eden süreçte, Türkiye-Irak-Suriye düzleminde vuku bulan olaylara bağlı olarak Türkiye’nin arka odasında, Küresel güçlerle Türkiye arasında çok ciddi pazarlıkların yapıldığı ve kısmi bir uzlaşmaya varıldığı söylenebilir. Siyasi iktidarın çok anı bir değişiklikle, “2002 Fabrika ayarlarına döndüğünü” ilan ederek, NATO üslerini açması, AB sürecini yeniden başlatması, Çin füze ihalesini iptal etmesi ve İsrail Devletini dost ilan beyan etmesi, böyle bir sürecin sonucudur.

Ancak ABD ve NATO’ya üsleri açmış, AB’ye keskin bir dönüş yaparak “AB halkından” ve “AB ailesinden” olduğunu ve “İsrail devletini dost” olduğunu ilan etmiş bir Türkiye’de, hâlâ PKK’nın “Kıra Dayalı Şehir Gerillasını” yürütmeyi sürdürmesi, canlı bomba eylemlerinin devam etmesi, bazı ihtimallerin tekrar tartışılmasını ya da göz önüne alınmasını gerektirmektedir:

- Türkiye’nin 7 Haziran 2015-1 Kasım 2015 döneminde pazarlık yaparak anlaştığı güç (ABD+NATO+AB), Taksim Kadife darbe sürecini yürüten güç (Soros Ekibi-ABD’deki Necon-Siyonist İttifakı) değildir. Türkiye, ABD’de Obama’yı destekleyen WASP (Amerikan Milliyetçileri) ile anlaşmış olabilir. WASP’çılar ile Neocon-Siyonist İttifakı arasında var olan çatışma, Türkiye üzerinden devam etmiş olabilir. Kadife Darbeciler, siyasi iktidarı tasfiye etmekte ısrarlarını sürdürüyor olabilirler.

2- Türkiye anlaşma yaptığı gücün bazı isteklerine direnmekte ve bunları yerine getirmemektedir. Bundan dolayı operasyona tabi tutulmaktadır.

3- Türkiye anlaşma yaptığı gücün (ABD+NATO+AB), her zaman olduğu gibi, ihanetine uğramış olabilir.

4- Her üç ihtimalin birlikte vuku bulması mümkündür.

Sultanahmet canlı bomba vakası ile hemen hemen aynı zamana denk düşen ve Türkiye’yi son günlerde sürekli meşgul eden, bir sosyolojik savaş ürünü “Akademisyenler bildirisinin”, bu ihtimallerden biri ya da hepsi ile bir bağlantısı olmuş olabilir. O nedenle bu konunun özel olarak incelenmesi gerekmektedir.

Burada, “1128 akademisyenin” (Türkiye’nin 114’ü devlet, 76’sı özel olmak üzere toplam 190 üniversitesindeki, yaklaşık 80,000 öğretim elemanın %0,014’ü) Ankara ve İstanbul’da basın toplantısı ile birlikte yayınladıkları bildirinin muhtevası, amacı ve muhtemel hedefleri ele alınıp değerlendirilecektir.

“Akademisyenlerin Bildirisi”

Yurt içi ve yurt dışından 89 üniversiteden ve değişik akademik kariyere mensup “1128 akademisyen”, ‘Barış İçin Akademisyenler İnisiyatifi’ adı ile 11 Ocak 2016’da Ankara ve İstanbul’da düzenledikleri basın toplantılarında, “Bizler bu suça ortak olmuyoruz” adlı basın bildirisini kamuoyu ile paylaşmışlardır:

“Türkiye Cumhuriyeti; vatandaşlarını Sur’da, Silvan’da, Nusaybin’de, Cizre’de, Silopi’de ve daha pek çok yerde haftalarca süren sokağa çıkma yasakları altında fiilen açlığa ve susuzluğa mahkûm etmekte, yerleşim yerlerine ancak bir savaşta kullanılacak ağır silahlarla saldırarak, yaşam hakkı, özgürlük ve güvenlik hakkı, işkence ve kötü muamele yasağı başta olmak üzere anayasa ve taraf olduğu uluslararası sözleşmeler ile koruma altına alınmış olan hemen tüm hak ve özgürlükleri ihlal etmektedir.

Bu kasıtlı ve planlı kıyım Türkiye’nin kendi hukukunun ve Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası antlaşmaların, uluslararası teamül hukukunun ve uluslararası hukukun emredici kurallarının da ağır bir ihlali niteliğindedir.

Devletin başta Kürt halkı olmak üzere tüm bölge halklarına karşı gerçekleştirdiği katliam ve uyguladığı bilinçli sürgün politikasından derhal vazgeçmesini, sokağa çıkma yasaklarının kaldırılmasını, gerçekleşen insan hakları ihlallerinin sorumlularının tespit edilerek cezalandırılmasını, yasağın uygulandığı yerde yaşayan vatandaşların uğradığı maddi ve manevi zararların tespit edilerek tazmin edilmesini, bu amaçla ulusal ve uluslararası bağımsız gözlemcilerin yıkım bölgelerinde giriş, gözlem ve raporlama yapmasına izin verilmesini talep ediyoruz.

Müzakere koşullarının hazırlanmasını ve kalıcı bir barış için çözüm yollarının kurulmasını, hükümetin Kürt siyasi iradesinin taleplerini içeren bir yol haritasını oluşturmasını talep ediyoruz. Müzakere görüşmelerinde toplumun geniş kesimlerinden bağımsız gözlemcilerin bulunmasını talep ediyor ve bu gözlemciler arasında gönüllü olarak yer almak istediğimizi beyan ediyoruz. Siyasi iktidarın muhalefeti bastırmaya yönelik tüm yaptırımlarına karşı çıkıyoruz.

Devletin vatandaşlarına uyguladığı şiddete hemen şimdi son vermesini talep ediyor, bu ülkenin akademisyen ve araştırmacıları olarak sessiz kalıp bu katliamın suç ortağı olmayacağımızı beyan ediyor, bu talebimiz yerine gelene kadar siyasi partiler, meclis ve uluslararası kamuoyu nezdinde temaslarımızı durmaksızın sürdüreceğimizi taahhüt ediyoruz.”(1)

Bu basın bildirisi, Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından ağır bir eleştiriye tabi tutulmadan önce, pek fazla insanın ilgisini çekmemiş ve akademisyenlerin arzuladığı gündemi oluşturamamıştır:

“Cumhurbaşkanı Erdoğan: Bütün bu olaylar karşısında kalkıp da kapkara bir bildiri yayınlayıp o katliamların altına imzayı koyan akademisyenleri özellikle tekrar kınıyorum, şiddetle kınıyorum. Milletimizin kimin kim olduğunu çok daha yakından anlaması gerekir. Yani önünde bir profesör, doçent bilmem ne olması kimseyi aydın yapmaz. Bunlar kapkaranlık insanlardır ve bunlar zalimdir, bunlar alçaktır. Çünkü zalimlerle beraber olanlar da zalimdir, katliamlar yapanlarla beraber olanlar katliam içerisinde oldukları için onlar da aynı suçu işlemişlerdir. “Buradaki mesele, kendine akademisyen diyen kitlenin, terör örgütünün dilini, üslûbunu kamuoyuna dayatmasıdır. İlgili kurumların açık suç teşkil eden bu ihanet karşısında anayasal ve yasal gerekenleri yapacaklarına inanıyorum. Buradan asla taviz verilemez.” “Ey aydın müsveddeleri siz karanlıksınız, karanlık. Aydın falan değilsiniz. Sizler ne Güneydoğu’yu, ne Doğu’yu buraların adresini bilemeyecek kadar karanlıksınız ve cahilsiniz. Çoğu maaşını devletten alan, cebinde bu devletin kimliğini taşıyan sözde aydınların ihanetiyle karşı karşıyayız.”(1-3).

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın konuşmalarından sonra basın bildirisi, Türkiye’nin bir numaralı gündemi olmuştur. YÖK, Üniversiteler arası kurul ve değişik rektör ve savcılar harekete geçerek “Akademisyenler bildirisine” imza atanlar hakkında soruşturma başlatmışlar ve bir kısmının işine son vermişlerdir. Bu esnada farklı akademisyenler, karşı bildiri yayınlayarak ve birçok köşe yazarı, düşünür, siyasetçi, ‘Barış İçin Akademisyenler İnisiyatifi’nin bildirisini ve imzalayanların şahıslarını çok ağır ifadeler kullanarak tenkit etmişlerdir. Bu ağır ifadeleri tasvip etmemekle birlikte bildirinin çok özel bir amacının olduğu inancındayız. Bildiri analiz edildiğinde, bu gerçek daha iyi görülebilecektir:

* Türkiye Cumhuriyeti, “Sur’da, Silvan’da, Nusaybin’de, Cizre’de, Silopi’de ve daha pek çok yerde” kasıtlı olarak vatandaşları “fiilen açlığa ve susuzluğa mahkûm etmektedir”.

•Türkiye Cumhuriyeti, “masum vatandaşlara” “ancak bir savaşta kullanılacak ağır silahlarla saldırmaktadır”

* Türkiye Cumhuriyeti, “vatandaşlara işkence ve kötü muamele yapmaktadır ve “şiddet uygulamaktadır”.

* Türkiye Cumhuriyeti, “kasıtlı ve planlı kıyım ve katliam yapmaktadır.”

* Türkiye Cumhuriyeti, “Türkiye’nin kendi anayasasını, hukukunu ve Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası antlaşmaları, uluslararası sözleşmeleri”, uluslararası teamül hukukunu ve uluslararası hukukun emredici kurallarını” “ağır bir şekilde” ihlal etmektedir.

* Türkiye Cumhuriyeti, “başta Kürt halkı olmak üzere tüm bölge halklarına karşı katliam yapmakta ve “bilinçli sürgün politikası “uygulamaktadır”

* Türkiye Cumhuriyeti, “sokağa çıkma yasaklarını kaldırmalı”, “insan hakları ihlallerinin sorumlularını cezalandırmalıdır”.

* Türkiye Cumhuriyeti, “vatandaşların uğradığı maddi ve manevi zararları tazmin etmelidir”.

* Türkiye Cumhuriyeti, “ulusal ve uluslararası bağımsız gözlemcilerin yıkım bölgelerinde giriş, gözlem ve raporlama yapmasına izin vermelidir.”

* Hükümet, Kürt siyasi iradesinin taleplerini içeren bir yol haritası oluşturmalı ve müzakereleri başlatmalıdır.

* Müzakere görüşmelerinde “kendilerinin de aralarında yer aldığı bağımsız gözlemciler bulunmalıdır”.

* İmza atan akademisyenler olarak Devletin yaptığı katliamın “suç ortağı olmamak için siyasi partiler, meclis ve uluslararası kamuoyu nezdinde temaslarını durmaksızın sürdüreceklerdir.”

Bildiri, suçlama, tehdit, tahrik ve tahrif eksenli düzenlenmiştir. 7 Haziran 2015 sonrasında meydana gelen tüm olayların sorumluluğunu, “Türkiye Cumhuriyetine”, “Devlete” ve “Hükümete” yükleyen bir akademisyen topluluğunun, tek kelime ile PKK/KCK’dan bahsetmemesi, bildirinin objektif olarak hazırlanmadığını ortaya koymaktadır. Çünkü bilimsellik, her şeyden önce pratikte var olan, gözlemlenen olguların, tarafsız bir şekilde, araştırmacıların/gözlemcilerin duygu ve düşüncelerinden arınmış, objektif olarak tespit edilmesini gerektirmektedir. Pratikte var olanların sizin şahsi görüş, düşünce ve tezlerinizle uyuşup uyuşmaması, örtüşüp örtüşmemesi ayrı bir konudur.

7 Haziran 2015 sonrasında PKK yöneticilerinin “Kıra Dayalı Şehir Gerillası aşamasına geçtiklerini” açıklamalarını, KCK yayınlarında bunun açık bir şekilde tartışıldığını ve fiilen uygulama aşamasına sokulduğunu, “Konfederal bir sistem” öngörüldüğünü, bazı HDP yöneticilerinin “özerklik ilanında bulunmalarını”, “İç savaştan bahsetmelerini”, bu akademisyenlerin hiç görmemesi, duymaması mümkün müdür?

Bu mümkün olmadığına göre bu bildirinin amacı nedir ve ne hedeflemektedir?

Bildiride dikkat çeken hususlardan biri, “Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası antlaşmalara ve sözleşmelere”, “uluslararası teamül hukukuna” ve “uluslararası hukukun emredici kurallarına” özel bir vurgu yapılmış olmasıdır. Bu organizasyonu yapanlar, bütün bu hukuki süreci incelediklerini ve meseleyi uluslararası alana taşıyacaklarını ifade ederek Türkiye’yi tehdit etmektedirler.

Sonuç: Niyet nedir? Amaç nedir? Hedef nedir?

Hukuka bu kadar atıf yapanlar, böyle bir bildirinin üniversite disiplin yönetmeliğine ve Türk Ceza kanununa göre suç işlenip işlenmediğini incelememiş ve araştırmamışlar mıdır?

Bu mümkün mü? Bu yasal hükümleri bildiklerine göre amaçları nedir?

Bildiriye imza koyan araştırma görevlileri, okutmanlar, öğretim görevlileri ve yardımcı doçentler, 2547 sayılı Yüksek Öğretim Yasası’na göre sözleşmeli personel olup, 1 veya 2 yılda bir sözleşmeleri yenilenmektedir. En azından bunlarla ilgili yasal işlem yapılacağını hesaplamamış olabilirler mi? Ayrıca vakıf üniversitelerindeki öğretim elemanlarının işine son verilmesinin çok kolay olduğunu bilmemeleri mümkün mü?

Öyleyse Niyet nedir? Amaç nedir? Hedef nedir?

Kaynaklar

1-http://www.aljazeera.com.tr/haber/akademisyenlere-bir-sorusturma-daha, 14.01.2016,

2- Cumhurbaşkanı Erdoğan: “Zalimlerle Beraber Olanlar Da Zalimdir”, Cumhurbaşkanlığı, 15.01.2016.

3- Cumhuriyet, 16.01.2016

14 Ocak 2016 Perşembe

DİYANET İŞLERİ BAŞKANI GÖRMEZ’İ LİNÇ ETME GİRİŞİMİNİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ-3: Sekülarizm Nedir?

(Milli Gazete)

Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez, ABD Başkanı Barack Obama’nın Özel Temsilcisi Şerik Zafer ve beraberindeki heyeti kabul ettiğinde yaptığı konuşma, bazı akademisyenler tarafından şiddetle eleştirilmiş ve sosyal medyada Diyanet İşleri Başkanı Görmez, hakaret uğrayıp linç edilmek istenmiştir. Görmez’in İslam coğrafyasında başlatılmak istenen mezhep çatışmasını önlemek için İran’a yaptığı seyahat ve orada yaptığı konuşma, bu kez farklı bir kesim tarafından yoğun tartışma konusu olmuştur.

Bu iki tartışmanın ateşi sönmeden “Din İşleri Yüksek Kurulu Dini bilgilendirme Platformu’nun” verdiği iddia edilen bir fetva, diyanetle ilgili yeni bir linç girişiminin başlatılmasına sebep olmuştur. Görmez’in sekülerlik ile ilgili yaptığı konuşmanın ardından bunların gelmiş olması, yaşanan sürecin tek bir merkez tarafından yürütülen bir psikolojik harekâtın ürünü olduğunun işareti olabilir. Diyanet İşleri Başkanı Görmez’in Seküler zihniyetin tahribatına dikkat çekmiş olması, tahmin edilenden öte fincancı katırlarını ürkütmüştür.

Diyanet’e karşı girişilen son linç olayının bir “siber saldırı” sonucuna bağlı olarak başlatılması (1), bundan sonra Diyanet üzerinden geliştirilecek olan pek çok saldırının habercisi olarak değerlendirilmelidir. O nedenle en küçük fırsatta saldıracak bir şer cephesinin var olduğu göz önüne alınarak Diyanet İşleri Başkanlığı gerekli tedbirleri almalıdır.

Geçen iki yazıda Görmez’in yaptığı konuşma ve konuşmaya karşı yapılan eleştiriler değerlendirilmiştir. Burada, sekülerlik ve laiklik kavramlarının anlam alanları üzerinde durulacaktır.

Dünya Hayatı (“el-hayâtü’d-dünyâ”)

Gerek Kur’an’da ve gerekse hadislerde dünyevileşme, sekülerleşme, laikleşme için anahtar, odak kavram diyebileceğimiz Dünya hayatı (“el-hayâtü’d-dünyâ”) kavramı kullanılmaktadır. Burada kullanılan dünya kavramı, arz, yer küre anlamında kullanılmamaktadır. Dünya kelimesinin genel anlamı, zaman boyutlu olarak yakın, kısa; değer boyutlu olarak çok düşük, basit, alçak, değersiz ve ölümlü anlamında kullanılmaktadır (2-5).

Dünya Hayatının (“El-hayâtü’d-dünyâ”nin) Birinci Anlam Boyutu

Kur’an’da geçen “el-hayâtü’d-dünyâ” tabirinin, Ahiret hayatı referans alınarak, zaman açısından “yakın/kısa hayat”; değer açısından, ise, “alçak/değersiz hayat” anlamına geldiği söylenebilir. Dünya kelimesindeki yakınlık anlamı, hali hazırda içerisinde yaşadığımız andan ahirete göre bize daha yakın olma bağlamındadır. Yaşadığımız ana göre ahiret daha uzaktır. Dolayısıyla bu anlam boyutu ile dünya yakın, kısa, sonlu ve önce olan; ahiret ise uzak, uzun, ebedi ve sonra olandır.

Keza dünya kelimesindeki ‘çok düşük, basit, alçak, değersiz, ölümlü’ anlamları ise gene ahirete göredir. Dolayısıyla arzda yaşanan hayat, bizzat mahiyetinden dolayı değil, fakat ahiret hayatı referans alındığında,  zaman açısından gelip geçici, kısa ömürlü; değer açısından önemsiz, değersiz olarak değerlendirilmektedir (10/24). Buradaki mesaj, yer küredeki hayatın geçiciliğine, kısa ömürlü oluşuna dikkat ederek dünyadaki nimetlere dalıp öte boyutunu unutmamaktır (35/5).

Dünya hayatı kavramının birinci anlam boyutu ile ilgili dikkat edilmesi gereken önemli bir nokta, arzdaki hayatın doğası, yapısı itibariyle kötü, zararlı olmadığıdır. Burada kötü olan, değersiz olan yeryüzü, arz anlamındaki dünyadaki hayat değil; kötü olan, Allah’tan uzaklaştıran, sefahat ve çirkinlik dolu, öte’yi yok varsayan bir hayat ve bir yaşam tarzıdır (7/31-32). Kur’an, İnsanlar için yaratılmış dünya nimetlerine karşı insanların zaaf gösterip öte dünyayı unutmasına sebebiyet verecek bir anlayışa gelmemesi noktasında uyarmaktadır(3/14, 15; 18/46).

Dünya Hayatının( “El-hayâtü’d-dünyâ”nın) İkinci Anlam Boyutu

İkinci anlam boyutu, yer kürede ahiret hayatını ve vahyi bilgiyi göz önüne almayan, insanın heva ve hevesine dayalı olan kötü, değersiz, yararsız ve insan için zararlı yaşam tarzı ve biçimi anlamındadır. Bu boyutu ile  “el-hayâtü’d-dünyâ” kavramı, ahiret hayatını önemsemeyen, unutan ve/veya ret eden insanların bu dünyada hevalarına dayalı bir değer sistemine göre inşa ettikleri bir hayat tarzı anlamına gelmektedir (10/7-8).

Ahiret hayatını inkâr edenler için sadece bu dünya vardır, ölümden sonra herhangi bir hayat yoktur( 6/29; 13/33; 23/33-37; 45/24, 32; 46/17). Ahiret hayatını unutanlar/ önemsemeyenler ise, ahiret hayatını inkâr etmemekte; ancak gündemlerinde böyle bir hayata yer vermemekte dolayısıyla da günlük yaşantılarına etki ettirmemektedirler (7/51, 169; 9/69; 14/3; 16/107; 18/28; 45/34-35).

Dünya Hayatının Anlam Boyutlarının Oluşturduğu Bütünlük

“Dünya hayatı” kavramının birinci anlam boyutu, mayınlı araziye giden yolları gösteren uyarı levhası; ikinci anlam boyutu ise, mayınlı arazının bizzat kendisidir. Birinci boyuttaki anlamlandırmaya önem verilmeyip tedbir alınmadığı anda varılacak olan ikinci boyut olmaktadır: Dini, hayattan dışlayan sadece ibadet boyutuna indirgeyen bir hayat tarzı

 Dünyevileşme

Dünyevileşme olarak isimlendirdiğimiz zihinsel yapı, dünya hayatı kavramının birinci anlam boyutunda meydana gelen kırılma ve sapma ile ikinci anlam boyutuna zemin hazırlayan bir geçiş sürecinde yaşanan haldir. Bu aşamada dünya sevgisi, dünya tutkusuna doğru yol alacak tarzda mecrasından çıkma eğilimindedir. Ahiret hayatı ne ret edilmekte, ne de tamamen unutulup önemsizmiş gibi davranılmaktadır. Referans alınmada unutkanlıklar baş göstermiş, duyarlık kaybı oluşmaya başlamıştır. Bu bağlamda dünyevileşme, Müslüman’ın zihniyetinde bir med cezir hali, bir kırılma ve bir hastalık halidir.

Sonuç: Sekülerizim ve Laiklik, Dinin hayattan Tasfiye edildiği bir Yaşam Tarzının Adıdır

Seküler ve laik düşüncede, Allah’ın ve ahiret hayatının var olup olmaması önemli değildir. Allah var olabilir. Ancak Allah, hiçbir şekilde bu dünyaya, bu dünyadaki hayata karışamaz, onu tanzim edemez. Bu dünyadaki hayat, ahiret var diye düzenlenemez. “Biz bu dünyada varız, bu dünyada yaşar ve ölürüz. Öte bizi ilgilendirmez. Olsa da olur olmasa da olur, fark etmez”.

Seküler ve laik düşüncenin temeli budur.

 Burada dikkat edilmesi gereken bir nokta da, sekülarizm ve laisizmin ateizm olmadığıdır. Tüm laik ve sekülerler ateist değillerdir. Ancak ateistler, laik ve sekülerdir. Bunlar, dinin varlığını ret etmiyorlar, ancak dine karşılar ve dinin, hayatın hiçbir alanında etkisinin olmasını istemiyorlar.

Laisizm ile sekülarizim arasında dine karşı tavır almada farklılıklar vardır. Laisizm, sekülarizme nazaran, dine karşı tutumu daha sert ve katıdır. Ateizme daha meyilli, zaman zaman da ateizm özellikleri göstermektedir. Katolik dünyevileşmesidir. Sekülarizm, Protestan dünyevileşmesi olup ateizme daha uzak ve dine karşı daha mutedildir (9).

O nedenle Görmez Hoca bulunduğu makamın sorumluluğunu yerine getirmiştir.

Sekülerleşme ve Laikleşme

Dünyevileşme, zihinsel kırılmanın hem genel adı hem de en alt basamağıdır. Bu kırılmanın bir sonraki adımı, sekülerleşme daha sonraki adımı ise laikleşmedir. Samuel Johnson’ın Sözlüğünde sekülerleşme ilgili kavramlara yüklenen anlam, böyle bir tasnif yapmamıza imkan vermektedir:

“Sekülerleştirmek (secularize): Uhrevi/dini olanı, gündelik hayattan uzaklaştırma.

Sekülerleşme (secularization): Sekülerleştirme eylemi. Dinin gündelik hayattaki etkisini ve yerini azaltma, sınırlama süreci.” (6)

Gerek sekülerleşme gerekse laikleşmede insanın bütün ilgisi ve dikkati, yalnız ve yalnız bu dünyaya çevrilmiştir. Şu an, yaşanan an önemlidir. Ahiret hayatı ya inkâr, ya unutulmuş ya da önemsiz bir hale gelmiştir. Harvey Cox, bu süreci şöyle tanımlamaktadır:

“İnsanların en temel ilgi ve yöneliminin bu dünyanın dışından-ötesinden ve üstünden, sadece ve sadece bu dünyaya yönelmesi hareketidir. Bu, bu dünyanın bağlı olduğu mistik, metafizik ve dini her çeşit düalizmden (iki dünya) arındırılmasını içermektedir...” (7)

Dolayısıyla Sekülerleşme, hayatın tüm alanlarının dinin etkisinden tamamı ile arındırılması olarak tanımlamaktadır:

“Mamafih kültür ve sembollerden bahsettiğimizde sekülarızasyonun toplumsal-yapısal bir süreçten daha fazla bir şey olduğunu kastediyoruz. Sanat, felsefe ve edebiyatta dini içeriklerin kayboluşu ve hepsinden önemlisi bilimin dünyada özerk ve tamamen seküler bir yöntem olarak yükselişinde gözlendiği gibi o, kültürel ve düşünsel bir hayatın tamamını etkisi altına alır. Bununla kalsa iyi, burada sekülarizasyonun aynı zamanda öznel bir yanının da bulunduğu ima edilmektedir.

Nasıl ki toplum ve kültürün sekülarizasyonundan bahsediyorsak, aynı şekilde bilincin sekülarizasyonundan da bahsedebiliriz. Yalın bir şekilde ifade edecek olursak, bu, modern Batı’nın dini açıklamalarından yararlanmaksızın dünyayı ve kendi öz yaşamlarını yorumlayan gittikçe artan sayıda bireyler ürettiği anlamına gelir.” (7)

Yukarıda ki ifadelere bakıldığında sekülarizasyon, varlık teorisi, bilgi teorisi ve değer teorisi açılarından dine açılmış bir savaşın adıdır. Allah, tamamen unutulmuş, insan ve dünya ile bütün irtibatı koparılıp atılmıştır. Vahyi bilgi fonksiyonsuzdur. Ahiret hayatı, artık bırakın referans alınmayı yok varsayılmaktadır.

Bütün bu ana kabullerin uzantısında günlük yaşamda,  sanatta, kültürde, eğitimde, dilde, bilimde, değerlerde, düşüncede, ekonomide, siyasette yönetimde ve devlet hayatında; kısaca günlük hayatın hiçbir yerinde dine ve dini düşünceye yer yoktur. Allah’ın ve ahiretin önemsiz bir şeymiş gibi unutulması ve hayata müdahale etmesinin ret edilmesi istenmektedir.

Jürgen Habermas, 3 Haziran 2008, İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde yaptığı konuşma, konunun daha iyi anlaşılmasını sağlayabilir:

“…Dindar vatandaşlar ve cemiyetler yasal düzene sadece yüzeysel olarak uymamalıdır; ayrıca, kendi inançlarının önermelerini anayasal prensiplerin  seküler meşruiyetine uygun hale getirmeleri beklenir.

Katolik Kilisesi renklerini Liberalizm ve demokrasinin gönderine, 1965’te 2. Vatikan Konsülü’yle çekti. Ve Almanya’da, Protestan Kiliseleri de farklı davranmadı. Açıkça görülüyor ki, bugün İslam’i dünyada da, Kur’an’ın doktrinine ‘tarihsel – hermenötik’ bir yaklaşımın gerekli olduğu kavrayışı gelişiyor... Seküler devletin çatışan dini görüşlere karşı tarafsızlığıyla, siyasi kamusal alanın tüm dinsel katkılardan temizlenmesini birbiriyle karıştırmayalım.” (8)

Kaynaklar

1- “Siber Sabotaj”, Milli Gazete, 10.01.2016.

2- Ragib el-İsfahanı, Mufredat, (Çeviri), Pınar Yayınları, İstanbul, 2008.

3-Altındaş R., Din ve Sekülerleime, Pınar Yayınları, İstanbul, 2005.

4- Öztürk M., ‘Kuranın Değer Sisteminde Dünya ve Dünyevi Hayatın Anlamı’

Tasavvuf: İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, yıl: [2006], sayı: 16, ss. 65-86.

5- Ünal, A., Kuran’da temel Kavramlar, Beyan yayınları, İstanbul,1990, s 244

6- Kaplan Y., ‘Seküler Aklin Ötesi’, İslamiyat IV (2001), Sayı 3 S: 81-102.

7- Güler İ., “Dünyanın başına gelen Derin sapkınlı: Dünyevileşme, İslamiyat IV

 (2001), Sayı 3, Sİ 35-58.

    8- 6 Haziran 2008, Radikal, S. 10.

9- Hocaoğlu D., ‘Batı Tarzı Dünyevileşme: Laiklik ve Sekülerlik’, Türkiye Günlüğü,  Sayı 72  (2003), S: 115-151. 

 

8 Ocak 2016 Cuma

DİYANET İŞLERİ BAŞKANI GÖRMEZ İ LİNÇ ETME GİRİŞİMİNİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ-2: Eleştirenler Neler Söylüyor?

 (Milli Gazete)

Giriş

Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez, ABD Başkanı Barack Obama’nın Özel Temsilcisi Şerik Zafer ve beraberindeki heyeti kabul ettiğinde yaptığı konuşma (1), bazı akademisyenler tarafından şiddetle eleştirilmiş ve sosyal medyada Diyanet İşleri Başkanı Görmez, hakaret uğrayıp linç edilmek istenmiştir.

Geçen yazıda Görmez’in yaptığı konuşma muhteva itibarıyla değerlendirilmiştir. Burada, bazı akademisyenlerin verdiği cevaplar (sosyal medyadaki tartışmalar değil) ele alınıp değerlendirilecektir.

Görmez’in Konuşmasına Şiddetle Karşı Çıkanlar: İlber Ortaylı

Diyanet İşleri Başkanı Görmez’in ABD Başkanı Barack Obama’nın Özel Temsilcisi Şerik Zafer ve beraberindeki heyete yaptığı konuşmaya ilk ve sert tepki veren isim tarihçi İlber Ortaylı olmuştur. Ortaylı’nın bu yorumlamasını değerlendirmeden önce Görmez’in yaptığı konuşmanın bir özetini vermekte fayda vardır (2):

* “İnsanların hırs ve öfkelerinin kontrolsüzlüğü ve sınır tanımazlığı ana sorundur.”

* “İnsanlığa adalet, merhamet ve rahmet amacıyla gönderilmiş olan dinler, insanlar tarafından istismar edilerek şiddet ve vahşet aracı olarak kullanılmışlardır”

* Üç dinin bazı mensupları, dinlerini ideoloji haline getirip saptırmaya çalışması ile insanlığı savaş ortamına sürüklemişlerdir.

* Sekülerlik, dinlere tepki olarak doğmuş olmasına rağmen çok daha büyük kargaşaya ve çok kanlı savaşlara neden olmuştur.

* İslam coğrafyasında ortaya çıkan “terör örgütleri”(!), sebep değil sonuç olup varlıklarının ana nedeni, “Küresel Güçlerin”  İslam coğrafyasında çatışmaları başlatmaları ve İslam coğrafyasını bir kaosa sürüklemiş olmalarıdır.

* İslam coğrafyasından Batıya göç eden Müslümanlar, kötü muamele ile karşı karşıya kalarak “ ötekileştirilmişlerdir”.

* Batıya göç eden “ötekileştirilmiş” nesillerin çocukları ile İslam coğrafyasında baskı, şiddet, zulüm ve sömürü altında yaşayan gençler arasında özel bir bağ, dayanışma meydana gelmiş ve bu, her iki kesimde dışarıya şiddet olarak yansımıştır.

* Bu iki genç neslin içinde yaşadıkları şartlardan dolayı sahip oldukları psikoloji ve bunun neden olduğu bunalımla “dini kurumlar ve bilim müesseseleri” ilgilenmemiş olması yanlış olmuştur.

* “Papanın üçüncü dünya savaşından bahsetmiş olması sakıncalıdır”.

 Ortaylı’nın en ciddi itirazı, Görmez’in sahip olduğu “statüden dolayı”, “seküler düşünceyi”  eleştirme hakkına sahip olmadığıdır(3-5):

“Bu gibi konular ile ilgili bu statüde birinin açıklama yapması çok yanlış. Diyanet İşleri Başkanı’nın görevi değil bu! Doğrudan doğruya bir din işleri veren bir kurumun başında bir devlet memuru kendisi. O yüzden Diyanet İşleri Başkanı’nın bu şekilde demeçler vermesini fevkalade mahzurlu buluyorum. Türkiye Diyanet İşleri Başkanlığı bir ruhani makamın, bir dini cemaatin fonksiyonunu ve görevini üstlenemez. Yani bu gibi konularda bu statüde açıklama yapması çok yanlış. Diyanet İşleri Başkanı’nın görevi değil bu! Doğrudan doğruya bir din işleri veren bir kurumun başında bir devlet memuru kendisi. Daha evvel üniversitede iken kendisinin hiç böyle bir yazısını da okumadım. Biraz sabrederse daha sonra yazabilir. Tartışılabilecek bir konu ama Diyanet Başkanı olarak değil! Şu an bir memur çünkü… Onun statüsünü aşan bir konu… Bunları konuşması çok yanlış…”

İlber Ortaylı, Görmez’i bulunduğu makamdan dolayı eleştirirken Görmez’in dile getirdiği 9 konudan hangilerini esas alarak eleştirdiği açık değildir. Muhtemelen kendisi Görmez’in yaptığı konuşmayı tamamı ile okumamış ya da gazetecilerin yorumlayarak yaptıkları aktarımları referans alarak bir değerlendirme yapmıştır. Görmez’in yaptığı konuşmanın tamamı, bulunduğu makamın kapsam alanı içerisine girmektedir. Muhtemelen, Görmez’in sekülerlik ile ilgili yaptığı değerlendirme, kendisine bağlamından koparılarak ve çarpıtılarak aktarılmış, o da, böyle bir değerlendirme yapmıştır. Eğer durum böyleyse bir ilim insanı olarak yaptığı hata daha büyüktür. Ortaylı’nın sekülerliğin diyanet işleri başkanının ilgisi alanına girmediğini söylemek, çok yanlış bir yaklaşımdır. Üstelik Görmez, sekülerliğin felsefi boyutuna girmemiş; sadece “dinlere tepki olarak doğan bir hareketin insanlığı çok daha vahşi ve tehlikeli savaşların içerisine” soktuğunu ifade etmiştir. Bu bir tespittir; muhteva tartışması değildir.

Ortaylı, meseleyi bir makam ve mevki meselesi olarak ele almayıp meselenin hikmet ve felsefi boyutunu tartışmaya açmış olsaydı, çok daha yararlı olacaktı.

Görmez’in Konuşmasına Şiddetle Karşı Çıkanlar: Emre Kongar; Yekta Güngör Özden, Hüsnü Erkan

Emre Kongar, “Tarihe Görmez Bakışı” adı ile yazdığı yazıda, “en tehlikeli yanlışlar, doğrularla harmanlanmış yanlışlardır! Çünkü geniş kitleler, doğrulara bakarak onların içine yerleştirilmiş bulunan yanlışları da doğru sanırlar!” diyerek Görmez’in, “doğrularla yanlışları birbirine karıştırdığını” ifade ederek bir eleştiri geliştirmiştir (6). Görmez’in konuşmasını kendisine göre “doğru-yanlış” düzleminde tasnif etmiştir. “Şimdi de yanlış bölümünü görelim” dedikten sonra Görmez’in “Fransız ihtilali” ile ilgili yaptığı konuşma paragrafını” aşağıdaki gibi yorumlamıştır (6):

“Yanlış çünkü savaşların nedeni sekülerizm değil! Evet, seküler dediği bilim atomu parçaladı ama ondan bomba yapan dinleri de şiddet gerekçesi olarak kullanan, kendisinin de dini saptırmakla suçladığı, o insanoğlu.

İnsanlık din egemenliğinde kalsaydı, atom parçalanmaz, bomba da yapılmazdı, ama Ortaçağ devam eder ve kelleler sadece kılıçla doğranırdı.

Ayrıca, unutmayalım, savaşlar seküler ideoloji şemsiyesi altında değil, sömürgeler için, dine de dayalı olan faşizmin ideolojik şemsiyesi altında çıkarıldı.”

Kongar’ın düştüğü hatalardan biri, dini, geri kalmışlığın sebebi ve bilimsel araştırmaların düşmanı olarak göstermiş olmasıdır. Görmez’in üzerinde durduğu nokta, dini istismar eden insan unsuru olduğu gibi bilimi de istismar eden insan unsurunun var oluşudur. Görmeze göre asıl sorun, “insanların hırs ve öfkelerinin kontrolsüzlüğü ve sınır tanımazlığı”dir. Bunu, hem dinlerin hem de seküler düşüncenin bazı mensupları ve hem de bilim dünyasındaki bazı insanlar için kullanmaktadır. Kongar, nedense Görmez’in istismarcı grubu bir bütün olarak ele almasını, görmek istememiştir.

Kongar, “Ayrıca, unutmayalım, savaşlar seküler ideoloji şemsiyesi altında değil, sömürgeler için, dine de dayalı olan faşizmin ideolojik şemsiyesi altında çıkarıldı.” Derken; İkinci cihan savaşının kimin savaşı olduğunu açıklaması gerekmez miydi? Bu, Laik ve seküler dünyanın savaşıdır. İkinci cihan savaşından önce Nazilerle, Komünistler birlikte Polonya’yı işgal edip paylaşmışlardır. Komünist Sovyetler Birliğinde ve Çin’de milyonlarca insanı öldürenler, seküler olan komünistlerdir.

Kongar’ın bunları bilmemesi mümkün olmadığına göre gerçekleri gizlemesinin anlamı nedir?

  Kongar, “yanlış başlayıp doğru biten sonuç paragrafı!” dediği kısımla ilgili, yaptığı değerlendirme, görmezin söylemediğini söyletmek şeklinde tezahür etmektedir(6):

“Göçmenlerin çocukları dini yanlış öğrenmiyor. Dinin doğru öğretildiği dönemlerdeki vahşeti yukarıda zaten kendisi de vurgulamıştı.

Ama yoksul ve göçmenlerin dine sarıldığı doğru.”

Görmez, dinin doğru öğretildiği dönemlerde dindarların vahşet icra ettiklerini söylememekte; tam tersine dinin istismar edilmesine ve istismar edenlere karşı çıkmakta ve asıl sorun olarak bunu görmektedir. Kongar, dinin mahiyeti itibarıyla vahşetin kaynağı olduğunu, dolaylı olarak söylemektedir. Bu, iddiasını ispatlamalıdır.

Kongar’ın yaptığı asıl hata, tarihi, diyalektlik tarihi materyalizmin tezlerine, varsayımlarına uygun bir şekilde açıklayarak; Görmez’i bilgisizlikle suçlamıştır (6):

“İnsanlık tarihinin, ideolojileri de belirleyen üretim dönemlerinden oluştuğunu bilmiyor... Bu ideolojilerin toplayıcılık-avcılıkta totemizm, tarımda tek tanrılı dinler, endüstride milliyetçilik, bilişimde demokrasi ve insan hakları olduğunun farkında değil.

Tarihi sadece din üzerinden açıklamaya çalışıyor...”

Yukarıdaki ifadeler, diyalektlik tarihi materyalizmin tezi olup, komünizmin dayandığı zemindir. Gerekse Sovyetler Birliği’nde gerekse Çin’de, Komünizmin “tarihi bir yanılgı” olduğu ifade edilerek uygulamadan, bizzat mensupları tarafından kaldırılmıştır. Diyalektlik tarihi materyalizmin toplumsal değişimle ilgili birçok iddiası, tarihte doğrulanmamış varsayımlardan öteye geçmemiştir. Dolayısıyla Kongar, Görmez’i, tarihi diyalektlik tarihi materyalizm tezleri ile açıklamamış olmasını ve dini referans almış olmasını eleştirmeye ve bu noktadan hareketle Görmez’i bilgisizlikle suçlamaya hakkı yoktur.

Görmez, “Dinlerin dışında daha seküler bir dünya kurmayı tasarladı” cümlesinin haricinde din ve sekülerlik, din ve laiklikle ilgili hiçbir şey söylememiştir. Laiklikten ise hiç bahsetmemiştir. Bununla beraber Kongar’ın “Laiklik karşıtı görünmemek için sekülerizm terimini kullanıyor ama onu da (dini siyasette kullanmak isteyenlerin genellikle yaptığı gibi) din karşıtlığı olarak ele aldığı için bol bol yanlışa düşüyor.” Şeklinde bir yorumlama yapmış olması, yanlış olmuştur. Asıl üzücü olan, Görmez’in hiç girmediği bir konuyu, girilmiş gibi yapılarak yorumlama yapılması, kamuoyunun yanıltılmış olmasıdır. Aynı hataya Yekta Güngör Özden (Eski Anayasa Mahkemesi Başkanı) ile Hüsnü Erkan’da düşmüşlerdir (7).

Sonuç: Din, Sekülerlik Ve Laiklik Kavramlarını Tartışmak Gerekir.

Diyanet işleri Başkanı Görmez’in hikmet ve felsefi derinlikli yaptığı genel bir değerlendirmeden, bazı çevrelerin bu kadar rahatsızlık duyması, bir şuur altının dışa vurması olayıdır. Laiklik ve sekülerlik üzerinden yürütülen psikolojik saldırı ile yol boyu, Müslüman camia tehdit edilmiş ve hakarete uğramıştır. Yürütülen Psikolojik harekâtın sonucunda, Müslüman camia içerisinde bu kavramları, özellikle laikliği benimseyen bir insan unsuru ortaya çıkmıştır. Görmez’e bu denli şiddetli bir saldırının yapılması, Müslüman camianın bir kesimi üzerinde var olan bu duygunun daha da pekişmesini sağlamak için olabilir.

Din ve Laiklik kavramlarının anlam alanlarının çarpıtılarak kullanılması, sosyal bir şizofreniye sebebiyet vermiştir. Bu nedenle Din, sekülerlik ve laiklik kavramlarının tartışılmasında fayda vardır.

Kaynaklar

1-http://www.diyanet.gov.tr/tr/icerik/diyanet-isleri-baskani-gormez-obama%E2%80 %99nin-ozel-temsilcisi-zafer%E2%80%99i-kabul-tti%E2%80%A6/29361?getEnglish=

2- Can, B., Diyanet İşleri Başkanı Görmez’i Linç Etme Girişiminin Düşündürdükleri-1: Diyanet İşleri Başkanı Ne Dedi?; Milli Gazete, 01.01.2016

3- www.sozcu.com.tr/.../diyanet-isleri-baskani-mehmet-gormezin-sozlerine-...İlber Ortaylı’dan tepki geldi.

4-abcgazetesi.com/kafa-kesenler-laik-mi-dunyayi-savasa-sekulerizm-sokm...

5- www.timeturk.com/ortayli-dan-gormez-e-sekulerizm.../haber-107275

6- Kongar, E., “Tarihe Görmez Bakışı”, ekongar@cumhuriyet.com.tr 

7- Gözlem / Gülçin Karaegemen, www.gozlemgazetesi.com/.../laik-bir-ulkede-bu-yorum-olur-mu.html;

 

ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI HİBRİT SAVAŞLAR DÜZLEMİNDE BÖLGESEL EKSENDE BAŞLATILMIŞTIR

(Umran Dergisi)   “Eğer Hakk, onların hevalarına (istek ve tutku) uyacak olsaydı, hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herke...