14 Mayıs 2015 Perşembe

İSTANBULDA TARİHİ YARIMADANIN GELECEĞİ-3: Otelleştirme AB’ye Uyum Sağlama Mecburiyetinin Bir Sonucu mudur

 (Milli Gazete)

Giriş

İstanbul’da Tarihi yarımadayı kuşatan ve şehrin siluetini bozan gökdelenleşmeye şimdi, yeni bir tehlike daha eklenmiştir: Tarihi yarımadanın otelleştirilmesi. Tarihi yarımada, Eminönü-Sirkeci hattından surlara doğru hızla yayılan bir otelleşme yaşamaktadır. İstanbul’un görüntüsünün gökdelenlerle bozulması yanı sıra, tarihi yarımadanın otelleştirmek istenmesinde iki ihtimal söz konusu olabilir:

1- Yeni rantiye sınıfının Medyenlileşmesi, yeni bir rant alanı meydana getirme İsteği

2- AB projesi

Geçen yazıda birinci ihtimal üzerinde durulmuştur. Burada, ikinci ihtimal üzerinde durulacaktır.

Kültür ve Medeniyetlerin Mücadelesi

Kültür ve medeniyet, madalyonun iki yüzü; bir bütünün iki farklı yansımasıdır. Kültür, bütün değerleri içinde barındıran bir tohum; medeniyet de, bu tohumdan neşet eden bir ürün, bir meyvedir. Her kültür, kendine özgü, kendi rengini taşıyan bir medeniyet ortaya çıkarır. Kaba bir benzetmeyle kültür yazılım, medeniyet ise donanımdır.

İbn Haldun, kültür ve medeniyet kavramlarını birlikte içinde barındıran bir kavram olarak Umran kavramını kullanmıştır (1). Umran, kökü, kültür meyveler medeniyet olan bir ağaç olup bir toplumun ‘içtimai hayatının’ bütünüdür.

İstanbul’da tarihi yarımadada vuku bulanları, gerektiği gibi anlamlandırma ve halka önemini gerektiği gibi anlatabilmek için “Kültür ve Medeniyet değişiminin” ne anlama geldiğinin anlaşılması gerekmektedir. Sosyolog Malinowski’ye göre “kültürel değişme”, bir başka dünya görüşüne/akaide iltihak etme olayıdır:

“Kültür değişmesi, bir cemiyetin mevcut nizamını yani içtimai, maddi ve manevi medeniyetini bir tipten başka bir tipe kalbeden bir prosestir. Böylece kültür değişmesi, bir cemiyetin siyasi yapısında, idari müesseselerinde ve toprağa yerleşme ve iskân tarzında, iman ve kanaatlerinde, bilgi sisteminde, terbiye cihazında, kanunlarında, maddi alet ve vasıtalarında, bunların kullanılmasında, içtimai iktisadinin dayandığı istihlak maddelerinin sarfında az çok husule gelen tahavvülleri iktifa eder...” (2)

Kültür ve medeniyet, temel değerlerden neşet eden kendi içerisinde tutarlı bir bütünlüğü olan ve eklektizmi kabul etmeyen bir olgudur. Eklektik yapı, daima baskın kültür ve medeniyetin menfaatine çalışır ve muhatabını asimile edebilir. AB sürecinde Türkiye’de yaşanan ‘zina tartışmasına’ Verhaugen’in ‘Avrupa değerleri tartışılamazdır’ tarzında verdiği cevap, bunun en güzel bir örneğidir. Bu çıkıştan sonra halkı Müslüman olan Türkiye’de zina, AB’ye uyum aşkına, aileye ve topluma karşı işlenen suçlar hanesinden kaldırılmıştır.

AB sürecinde bizden kendimizi, kimliğimizi, değerlerimizi, kısacası bizi biz yapan her şeyi reddetmemizi, hatta onlara savaş açmamızı istemektedirler:

“Hatta ileri gidip şunu bile söyleyebiliriz: Avrupa’da kabul görmek istiyorsa Müslüman Türk imajının aleyhinde çalışmalar yapılmalı... Çünkü Türkiye’nin üyeliği konusunda yapılan tartışmalar gelip Türkiye’nin Müslümanlığına takılıyor... AB bugünkü Türkiye’yi istemiyor. Ne bugünkü siyasi yapıyı, ne de bugünkü kültürel yapıyı istiyor... Ve en önemlisi tabii, Türk halkının da Avrupalı değerleri içselleştirip yaşam tarzına yansıtmasını istiyor. Yani Avrupa gibi olan ve yaşayan bir Türkiye istiyor. Bu bağlamda azınlıkların, Kürtlerin, eşcinsellerin... vs. kimliklerini daha sesli telaffuz etmelerini sağlayacak bir süreç işleyecektir.” (3)

Farklılığını ortaya koymak

Farklı değer sistemlerinin oluşturduğu kültür ve medeniyetler, esas aldıkları temel değerlerinin gereği olarak hayatı şekillendirirler. Bireye, aileye, topluma çevreye, şehre, sanat ve teknolojiye ayrı bir renk ve görüntü verirler. Farklılıklarını ortaya koyarlar. Görüntü, şekil, bu farklılığın dışa yansımasıdır. Bir anlamıyla kendi farkındalığının, dışa vurmasıdır görüntü. Görüntü, bir yere, bir değere, bir umrana ait olmayı ifade eder. Toplumlar, kendi kimliklerini temsil edecek şekilde bazı giysileri, yapıları, mimariyi sembolleştirmişlerdir. Camiler, minareler, medreseler, kervansaraylar, bahçeli evler ve onların mimarisi, İslam kültür ve medeniyetini temsil ederler. Bunların var olduğu bir coğrafya, Müslümanların yaşadığının, farklı bir ruhun, farklı bir dünyanın var olduğunun, işareti olarak kabul edilir. Benzer şekilde Kiliseler, Havralar, Sinagoglar ve onların sahip olduğu mimarı de, Hıristiyan ve Yahudi medeniyetinin birer sembolleridir. Kibrit kutusu gibi yükselen gökdelenler, meyhaneler, birahaneler, barlar, pavyonlar ise seküler dünyanın, rantiyeci zihniyetin, ruhsuzluğunun, vicdansızlığının, aç gözlülüğünün, tamahkârlığının, her şeyi metalaştırmasının ve fıtratı ifsat etmesinin birer sembolleridirler. Farklı kültür ve medeniyetler, farklı sınıf ve zümreler, farklı kabileler/aşiretler, tarih içinde birbirinden ayrı özelliklerdeki yaşam tarzları, giysileri, mimarileri, şehir yerleşim ve görüntüleri ile birbirleri ile mücadele etmiş, rekabet etmiş ve birbirlerine muhalefet etmişlerdir. Bu açıdan toplumlar, başka toplumun kimliğini temsil eden giysilerin giyilmesine, mimarilerinin, şehirciliklerinin taklit edilmesine, bir kimlik sorunu olarak karşı çıkmış; başka toplumlara, kültür ve medeniyetlere benzememek kavgası vermişlerdir.

Hz. Peygamber bu konudaki temel bakış açısını, teşebbüh (bir başka kavme, onun temel ayırıcı alametini benimseyecek şekilde benzemek) hadisi ile ifade etmiştir (4). Bu nedenle Hz. Ömer, Azerbaycan’daki ordu komutanı Ukbe bin Ferkud’u, yazdığı mektupta, “Lükse, sefahata dalmaktan, müşrik elbisesi giymekten ve ipek kullanmaktan sakın!..” (4) şeklinde uyarmıştır. Aliyyu’l-Karî ise, teşebbühü (benzemek), bir toplumun sembolü olanları taklit etme, benimseme olarak değerlendirmiştir.

İnançları, örf ve adetleri gereği birbirlerine giyim, mimarı, yaşam tarzı, şehircilik konusunda muhalefet eden toplumlar ve onların yönetici kadroları, seri mağlubiyet ve başarısızlık durumlarında, bu olgunun tersi bir davranış gösterebilir ve galipleri taklidi edebilirler. İbni Haldun’a göre bu davranış, psikolojik ezikliğin, aşağılık kompleksinin bir sonucudur (5).

Osmanlı İmparatorluğunda ard arda gelen mağlubiyetlerin, başta padişahlar olmak üzere devletin ileri gelenleri ve aydınları üzerinde son derece olumsuz etkileri olmuştur. İbni Haldun’un ifade ettiği eziklik ve taklit etme duygusu tam anlamıyla ortaya çıkmıştır. Osmanlı tarihinde III. Selim, II. Mahmut ve Abdulmecid zamanında ve sonrasında İbn-i Haldun’un ifade ettiği, dikkat çektiği icraatlar yapılmıştır. Topkapı sarayında padişahların elbiselerinde meydana gelen değişimlere bakarak bunu rahatlıkla görebiliriz. III. Selim’e, yakınlarından birinin; “Padişahım, şapka giyip, Frenk olduk deyip, sokağa yürümekten gayrı çare yoktur” demesi böyle bir psikolojinin sonucudur (3). Almanya’ya bir heyetle ziyarete giden Seyit Bey’in; “Olmayacak bu iş. Bizim karının başına şapkayı giydirip sokağa çıkarmalı. Başka çare yok!” tarzındaki çözüm arayışları, mağlubiyetlerin Osmanlı aydınlarının zihni üzerinde yaptığı tahribatın şekil olarak dışa yansımasının bir ölçüsüdür (6). Bu dönemde aynı davranışı, İstanbul’da uygulanan şehircilik politikalarında görmek mümkündür.

Bu arayışlarda unutulan nokta, kültür ve medeniyetler arası mücadelede, görüntünün özel bir anlamı olduğudur. Toplumlar veya sosyal gruplar, birbirlerine mimarileri, şehircilikleri, giysileri ve yaşam tarzları ile muhalefet etmektedir. İki toplumsal yapı arasında mücadele varsa, çatışma varsa, bunun görüntüsü giyime, kuşama, mimariye, şehirciliğe, yaşam tarzına bir şekilde yansır ve bunlar mücadelenin sembolü haline gelir. ABD’de 11 Eylül sonrasında Başkan Bush’un yaptığı ilk açıklama, Müslümanları kast ederek, “Bunlar bizim yaşam tarzımıza karşılar.” demiş olması, 21. Asırda haçlı zihniyetini yeniden hortlatabilmek için yaşam tarzının farklılığını kullanmak istemesinden dolayıdır.

Sonuç: Tarihi Yarımada İçin Sesini Yükseltme Zamanı

Roma imparatoru Konstantin, İstanbul’u ele geçirdiği zaman, hem ismini (Kontantinepolis) hem de mimari yapısını, görüntüsünü değiştirmiştir. İstanbul’a Hıristiyan bir şehir görüntüsü vermek istemiştir. İstanbul’un fethiyle birlikte Ayasofya gibi Hıristiyanlığın önemli sembolleri camiye çevrilmiş, İstanbul görüntü olarak, mimarı olarak İslam kültür medeniyetine dâhil edilmiştir. Mahalleler, semtler, cami ve mescit merkezli olarak tasarlanmıştır. Önce cami/mescit yapılmış, sonra da buna uygun, külliyeler, yollar ve evler inşa edilmiştir. Evler, sokaklar, caddeler, İslam aile hayatının öngördüğü mahremiyet ve geniş aile yapısı esas alınarak planlanmış ve düzenlenmiştir.

Cumhuriyet dönemindeki Batılılaşma hareketinin bir sonucu olarak Osmanlı’dan kalan tarihi mekânların bir kısmı tahrip edilmiş, bir kısmi yıkılmaya terk edilmiş ve bir kısmının da görüntüsü farklı çevre düzenlemesiyle gölgelenmiştir. Geçmiş iktidarlar zamanında Dolmabahçe sarayı, Swiss Otelle, Yıldız Camii, Konrad Otelle, Taşkışla ve Dolmabahçe Camii, Sheraton ve Gök kafesle gölgelenmiştir.

Son yıllarda büyük şehirlerimiz özellikle cami ve minarelerle temsil edilen İstanbul şehri, ruhsuz, şekilsiz gökdelenlerle kirletilerek İslam Kültür ve medeniyetine ait olmaktan çıkarılmaktadır. Gökdelenlerle çevreden tarihi Yarımada’ya doğru ilerleyen bir kuşatma hareketi, içerden dışarıya doğru genişleyen bir otelleşme hareketi ile buluştuğunda tarihi yarımada, hangi kültür ve medeniyete ait olacaktır Bu sorunun cevabının şimdiden düşünülmesi gerekmektedir.

Tarihi yarımadada İslam Kültür medeniyetin ruhunu ve görüntüsünü yok etme, Avrupa Birliği uyum yasaları çerçevesinde Batı kültür medeniyetinin ön gördüğü bir muhtevaya uydurma bir AB projesi midir Bu nokta, açıklığa kavuşturulmalıdır.

Bir rey için yeri göğü inletenler, İstanbul için niçin ses çıkarmıyorsunuz?

Dillerinden ayet ve hadisleri düşürmeyenler niçin susuyorsunuz?

“Tanrı Dağı kadar Türk Hıra Dağı kadar Müslüman” olanlar, serap mı görüyorsunuz?

“Taksim’e Cami yaparak İstanbul’un fethini tamamlayacağız” diyen Milli Görüşçüler, nerelerdesiniz?

Unutmayın, bu meseleyi gündeme getirmenin ve çözüme bağlamanın tam zamanıdır.

Yarın çok geç olabilir.

Kaynaklar

1- Meriç C., Umrandan Uygarlığa, Ötüken Yayınları, İstanbul, 1977, S: 95-120; 40-50.

2- Turhan M., Kültür Değişmeleri, M.Ü. İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları No, 16, İstanbul 1997, S: 40-50.

3- Güven,B., Sosyal Demokrat Alman-Türk Forumu Başkanı, Hamburg Eyaleti Yönetim Kurulu Üyesi Siyaset Bilimci, ile Yapılan Ropörtaj, Gerçek Hayat, 15 Ekim 2004 Sayı 2004-42(208) S:16-17.

4- Çakan, İ. Sünnette Giyim-Kuşam ve Örtünme, İslam’da Kılık-Kıyafet ve Örtünme, ISAV, İstanbul, 1987 s.:43-63.

5- Haldun. İ, Mukaddime, MEB. Ankara, c-I, s. 374.

6- Yalçın, H.C., Tanıdıklarım-Seyit Bey, Yedigün, No: 183, 9 Eylül 1936.

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI HİBRİT SAVAŞLAR DÜZLEMİNDE BÖLGESEL EKSENDE BAŞLATILMIŞTIR

(Umran Dergisi)   “Eğer Hakk, onların hevalarına (istek ve tutku) uyacak olsaydı, hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herke...