27 Haziran 2014 Cuma

Irak Denklemine Stratejik Açıdan Bakabilmek -1

 (Milli Gazete)

“Kuşbakışı bakmak güzeldir; Kuş gibi bakmamak şartıyla.” Prof. Dr. Burhanettin Can

Giriş

11 Eylül 2001 tarihinde ABD’nin “21. Asır Amerikan Yüzyılı olacak” Projesi(PNAC) kapsamında Amerikan derin devleti, “İkiz Kulelere” saldırı düzenleyerek(Provokasyon) ve suçu, İslam coğrafyasının değişik yörelerindeki isimlerden oluştuğunu ileri sürdüğü Usame Bin Ladin liderliğindeki El Kaide’nin üzerine yıkarak Afganistan ve Irak’ı fiilin işgal etmiştir. PNAC’ın ana amacı, Sovyet sonrasında ABD’nin liderliğinde tek kutuplu bir dünyanın kurulması ve yöneltilmesi(Siyonizm’in Gizli Dünya Devleti Projesi) için gelecekte ABD’nin karşısına askeri, ekonomik ve kültürel olarak rakip olabilecek tüm güçlerin önünün kesilmesidir. Bu amaçla tüm enerji üretim havzalarının ve enerji ulaşım yollarının kontrol altına alınması hedeflenmiştir. Amerikan yaşam tarzının tek yaşam tarzı, Batı medeniyetinin de tek ve nihai medeniyet olduğuna ilişkin psikolojik harekât başlatılmıştır. Böylelikle, güç olmaya veya baş kaldırmaya hevesli tüm güçlerin, enerji ile terbiye edilerek kontrol altına alınması temel bir strateji olarak belirlenmiştir. PNAC’ın bir alt projesi olan “Büyük Ortadoğu Projesi”/”Genişletilmiş Ortadoğu Projesi”(BOP/GOP) çerçevesinde, 2030’lu yıllarda dünya enerji ihtiyacının %75’ini karşılayacağı öngörülen Hazar-Ortadoğu Enerji havzası, Afganistan ve Irak işgal edilerek kontrol altına alınmaya çalışılmıştır. Ayrıca bu proje kapsamında, bu coğrafyadaki 22 ülkenin parçalanması öngörülmüş, gerek Afganistan’ın gerekse Irak’ın işgalinde, bu istikamette politikalar uygulayıp bölünmeyi hayata geçirmeye çalışmışlardır. Bu gün İslam coğrafyasında vuku bulan tüm kanlı hadiselerin sebebi, bu temel strateji olup dökülen kanların ana sorumlusu Siyonizm, ABD ve onun dış ve iç işbirlikçileridir.

Burada, son zamanlarda anı bir hamle ile IŞİD’in(Irak Şam İslam Devleti) Suriye üzerinden Irak’a yönelmesi ve Suriye-Irak düzleminde önemli petrol ve rafineri bölgelerini ele geçirmesi ve Türkiye’nin Konsolosluğunu işgal ederek tüm personeli rehine olarak alması ve ABD-İngiltere-Siyonizm’in bölgeyi parçalara bölerek 100 yıl sürecek savaşın daha zehirli tohumlarını ekmek amacıyla bölgeye yeniden dönmesi meselesi ele alınıp değerlendirilecektir.

Karmaşık Irak Denklemi 

Tunus- Irak hattında olanları ve olabilecekleri daha iyi anlayabilmek için bu ülkelerin sahip olduğu jeostratejik, jeoekonomik, jeopolitik ve jeokültürel konumlarını, bunların küresel ve bölgesel güçlerin mücadelesinde ki etkilerini göz önüne almak gerekmektedir. Bu coğrafyada her bir ülkeye etki eden dinamiklerin, farklılık göstermekle beraber; ortak paydaları oldukça fazladır. Bu nedenle Suriye-Irak bölgesinde vuku bulan olayları, tek başına, yalnızca bu iki ülkenin iç dinamiklerinin sonucuna bağlayarak açıklayamaz ve izah edemeyiz. Irak’taki olaylar, 1-İç Dinamikler, 2-Bölgesel Dinamikler ve 3-Küresel Dinamikler olmak üzere 3 ana eksene bağlı olarak gelişmekte ve şekillenmektedir. Bu üç eksenin ortak payda oluşturması durumunda da, Irak-Suriye olayları, bir şekilde, olumlu ya da olumsuz bir denge durumuna kavuşacaktır. O nedenle büyük fotoğraf, iyi görülmeli ve anlaşılmalıdır.

Küresel Dinamikler

Soğuk Savaş sonrası dönemde, 21. Asrın başlangıcında dünya hâkimiyet mücadelesinde, ana hatları ile 6 ağırlık merkezinin var olduğunu söyleyebiliriz:

·         ABD-AB

·         Siyonizm

·         Küresel Sermaye

·         Vatikan

·         İslam

·         Çin

Bunlardan İslam, küresel düzlemde herhangi bir devlet yapısına sahip olmamasına, güçlü askeri ve ekonomik destekten mahrum olmasına karşılık insan fıtratının ifadesi olan çok üstün değerler sistemi(“yumuşak gücü”) nedeniyle Batı Kültür ve medeniyeti karşısında tüm insanlığa ayrı bir hayat tarzı sunarak huzura ve mutluluğa ulaşmanın yollarını göstermektedir. Bu sebepten dolayı da Huntington’un medeniyetler çatışması tezinde, Batı medeniyeti için askeri ekonomik açıdan Çin düşman olarak gösterilirken; hayat tarzı ve değerler sistemi açısından İslam düşman olarak gösterilmiştir. 2001 tarihinde İkiz Kulelerin ABD derin devleti tarafından provokatif bir şekilde vurulmasından sonra, Başkan Bush’un “100 yıl sürecek haçlı savaşları başlatılmıştır.” dedikten sonra; “Müslümanlar bizim yaşam tarzımıza karşılar” ifadesini kullanması, sadece askeri ve ekonomik bir savaşı başlatmayacakları, aynı zamanda da kültürel bir savaşı başlatacakları anlamına gelmektedir. Dönemin CIA Başkanı; “Dördüncü Dünya Savaşı Başlatılmıştır.” derken eski soğuk savaşa benzer, yeni bir soğuk savaşın başlatıldığını, bunun da yaşam tarzı ve değerler üzerinden yumuşak güç kullanılarak icra edileceğini ifade etmiş olmaktadır.

Bugün için dünya, ABD-AB-İngiltere-Siyonizm-Küresel Sermaye ile Rusya-Iran-Çin eksenli yeni bir kutuplaşmaya doğru sürüklenmektedir. ABD’de Neocon - Siyonist ittifakı ile Amerikan Milliyetçileri(WASP’çılar) arasında ciddi bir kavga vardır. Bu kavga dünyanın her tarafına yansımaktadır. Irak ve Suriye’deki son olaylarda, bu çatışmanın izlerini bulmak mümkündür. Güçlerini, Asya Pasifiğe kaydırmak üzere bölgeden çeken bir ABD’nin, bölge yeniden geri dönmek üzere hazırlık yapması, bu çatışmadaki kuvvetler dengesinin değişiminin sonucu olabilir. Obama’nin ikinci döneminde Neocon-Siyonist İttifakının güç kazandığını göz önüne alırsak mevcut durum şaşırtıcı olmamalıdır. 

Bugun dünyada var olan her türlü bloklaşma ve ittifakın, kendi iç tezatları bulunmaktadır. Ayrıca her türlü kamplaşma, şu an için geçerli olup her türlü yeni değişim, saflaşma ve paylaşım olabilme ihtimali mevcuttur. O nedenle süreç, dinamik olarak değerlendirilmelidir.

Bölgesel Dinamikler

Irak’ın sahip olduğu jeostratejik, jeoekonomik, jeopolitik jeokültürel konumu, Irak’ı hem küresel hem de bölgesel güçlerin ilgi odağı yapmakta, aralarındaki hakimiyet mücadelesinin merkezine yerleştirmektedir. Irak, İslam coğrafyasının stratejik ülkelerinden biridir. Etnik, mezhepsel yapısı ve enerji potansiyeli nedeniyle Irak, bölgesel güç olan ya da olma iddiasında olan Rusya, Türkiye, Iran, Mısır, Suudi Arabistan ve İsrail’in ilgi odağı olup bu ülkeler, Irak’la çok yakından ilgilenme durumundadır.

Irak, Basra körfezine açılan çok ciddi bir petrol bölgesi olup üç petrol ülkesi olan Iran, Suudi Arabistan ve Kuveyt’le komşudur. Irak petrolleri, bir taraftan Basra körfezine akarken diğer taraftan Türkiye üzerinden İskenderun’a ve Suriye üzerinden Lazkiye’ye akabilmektedir. Irak petrollerinin Türkiye üzerinden Rus Enerji hatlarına alternatif olarak AB ülkelerine aktarılması ihtimali, hem AB’nin hem de Rusya’nın bölge ile yakından ilgilenmesine sebebiyet vermektedir. Ayrıca Akdeniz’de tek lojistik destek aldığı ülke olan Suriye’nin geleceği, Irakla bağlantılı olduğundan Rusya, Suriye dolayısıyla Irak’la ilgilenmek zorundadır. Çin ve Japonya, enerji ihtiyaçlarının önemli bir kısmını Basra Körfezinden karşılamaktadırlar. Sünni bir Petrol ülkesi olan, Krallıkla yönetilen ve ülkesinde çok ciddi bir Şii nüfus olan Suudi Arabistan, Irak’taki Şii hâkimiyetini içine sindirememekte, Şia hareketinin gelecekte kendi ülkesinde ciddi bir problem oluşturacağını düşünmektedir. Şii Hilali diye adlandırılan, Ürdün, Lübnan Suudi Arabistan’ın petrol bölgesi, Kuveyt, Katar, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri, Umman ve Yemen’de ciddi bir Şii nüfus bulunmaktadır. Bahreyn’deki Şia hareketinden Suudi Arabistan rahatsız olup Bahreyn’deki olaylara müdahale etmektedir. Körfez ülkeleri, İran’ın yayılmasında Irak’ın bir üs olarak kullanıldığı düşüncesinden hareketle Irak’ta bir Şii hâkimiyeti olmasını istememektedirler.

Iran, Lübnan’ı kendi güvenlik alanı olarak görüp Lübnan Hizbullah’ını kurdurmuş, Irak ve Suriye üzerinden bir Şia savunma hattı meydana getirmiştir. Bu savunma hattı İsrail’i tehdit etmekte olduğundan İsrail, Hizbullah’ı yok edebilmek için onun tüm lojistik destek yollarını kesmeye çalışmaktadır. Ayrıca İran’ın, geçmişte, Irak ve Suriye üzerinden Filistin’e, Hamas’a yardım etmiş olması, İsrail’i rahatsız etmektedir. Bu lojistik desteğin kesilmesi için İsrail uğraşmaktadır. O nedenle Suriye ve Irak’ın bölünmesi ya da iç savaş içerisinde olması, İsrail’i rahatlatmaktadır.

Sünni özelliği etkin olan Mısır, Şia’nın genel olarak Afrika’ya özel olarak Kuzey Afrika’ya yayılma hattının önünde en ciddi engeldir. Mısır, Şia’nin etkili olmasını istememektedir.

Bölgede Çatışan Projeler

Bölgenin dünya hâkimiyetinde anahtar rol oynamış olması nedeniyle değişik güçler tarafından ortaya konan ve gerçekleştirilmeye çalışılan birçok proje mevcuttur. Gerek bölgesel ve gerekse küresel güçler, bu projeler üzerinden birbirleri ile bazen doğrudan, bazen de taşeronlar üzerinden hesaplaşmaktadırlar. Bölgeyi ilgilendiren bu projeleri, aşağıdaki gibi sınıflandırabiliriz:

·      Büyük Ortadoğu Projesi(BOP; ABD-İsrail –İngiltere-Küresel Sermaye) 

·      Büyük İsrail Projesi(BİP; İsrail-Siyonizm, ABD destekli) 

·      2. Sevr Projesi(AB) 

·      Büyük Ortadoğu’nun Hıristiyanlaştırılması(‘Dinler Arası Diyalog’) Projesi(Vatikan)

·      ‘NATO’nun Evrenselleşmesi Ve İslam Coğrafyasına Yerleşmesi Projesi’ 

·      “Serbest Piyasa”-“Özelleştirme projesi”(ABD-Siyonizm-Küresel Sermaye-AB) 

·      Etnik-Mezhepsel Fay Hatları oluşturma Projesi- Kaos Projesi (ABD/AB/Rusya/Çin/Siyonizm): Vekalet Savaşları

·      Sıcak Denizlere İnme- Eski Müttefikleri Kazanma Projesi(Rusya) 

·      Düşmanla/Rakiple Güvenlik Alanının Dışında Hesaplaşma Projesi(ABD/Çin/Rusya): Vekâlet savaşları

·      İslamın İslamla Savaştırılması Projesi(Siyonizm-ABD-İngiltere-AB)

·      Türkiye-İran-Irak-Suriye Savaşı Projesi(Siyonizm-ABD-İngiltere-AB)

·      Yeni Osmanlı Projesi-Bölgesel Güç Olma Projesi(Türkiye)

·      Türkiye ile birlikte Büyük Ortadoğuyu Değiştirme Projesi-Türkiye’nin Patronluğu(Şimdilik rafa kaldırılmıştır.)

·      Şia Savunma Hattı Projesi(Iran-Irak-Suriye-Lübnan)

·      Şia Eksenini Parçalama, Yayılmasını Engelleme ve Sünni Bir Eksen Meydana Getirme Projesi (Birinci Eksen: Suudi Arabistan/Katar/ Türkiye/Mısır; İkinci Eksen: Sünni Arap Yönetimleri + İsrail).

·      Iran-ABD-AB Yakınlaşması Projesi: İranı Küresel sistemi Entegrasyon Projesi(Siyonizm-ABD-İngiltere-AB)

·      İran’da Kadife Devrim Şartlarını Hazırlama Projesi(Siyonizm-ABD-İngiltere)

·      Çok Kutuplu Ortadoğu Projesi: Bölge Güçlerinin(Türkiye, İran, Mısır, Suudi Arabistan)Birbirlerini Dengelemesi Projesi– Ayrı Dengeli Güç Odakları Oluşturma(ABD-İngiltere-Siyonizm)

Bütün bu projeler, Irak ve Suriye’de birbiri ile savaşmaktadır. Yığınla taşeronun kullanıldığı, istihbarat örgütlerinin cirit attığı, kimin elinin kimin cebinde olduğunun kolayca anlaşılamadığı, çok kirli ve pis bir savaş yapılmakta; doğru ile yanlışın harmanlanarak servis edildiği bir psikolojik harekât yürütülmektedir.

IŞİD Türkiye’den Ne İstiyor

IŞİD, yukarıdaki birçok projenin arakesitinde tezahür eden, iç dinamikler tarafından desteklenen ve beslenen bir hareket olarak ortaya çıkmıştır. Bütün bu karmaşa içerisinde IŞİD’in kısa zaman içerisinde çok stratejik petrol bölgelerini ve rafinelerini ele geçirmesi, Merkezi Hükümetin askerlerinin savaşmadan silahları ve parayı bırakarak bölgeyi terk etmesi(!), makul, kabul edilebilir bir durum olmayıp izahı da kolay değildir. Arkasında çok güçlü bir stratejik akıl ve çok güçlü bir stratejik destek bulunmaktadır. (IŞİD ayrıca değerlendirilecektir.)

IŞİD’in Türkiye konsolosluğunu işgal etmesi, Türkmenlere saldırması ve fakat Kerkük’e girmemesi, Bağdat’a yürümemesi, önceden kendine çizilmiş bir çerçevenin içinde kalması talimatıyla alakalı olmalıdır. O nedenle IŞİD, basit bir terör örgütü olarak nitelendirilerek olayları açıklamak; IŞİD’in ilişki ağı açıklığa kavuşmadan meseleyi aydınlatmak mümkün değildir.

IŞİD’ın hamlesi ile Türkiye’deki cumhurbaşkanlığı seçimlerinin eş zamanlı olması, belki bir tesadüf, bekli de değildir. Belki de mevcut siyasi iktidar, IŞİD üzerinden yıpratılmak istenmekte; Cumhurbaşkanlığı seçimleri şekillendirilmeye çalışılmaktadır. Cumhurbaşkanlığı adayları belli olduktan sonra Rehineler meselesinde, adaylardan birini kuvvetlendirecek diğerlerini zayıflatacak tarzda hamleler beklenmelidir. Rehineler, adaylardan birine teslim edilebilir ya da öldürülebilir. Bu iki ihtimal mevcuttur. Türkiye şimdiden tedbirini almalı, politikasını belirlemelidir.

Uluslar arası ticaretteki oyunun kurallarını bozarak, ticaretin Londra-New York hattındaki bankalar üzerinden yapılmayıp doğrudan doğruya Halk Bankası üzerinden yapılması ile Türkiye, Küresel sisteme çomak sokmuştur. Bununla Rehineler Krizi arasında bir bağlantı olmuş olabilir. Bu konuda rehineler pazarlık konusu olarak tutuluyor olabilir. Ayrıca Kuzey Irak Petrollerinin merkezi hükümetten değil de yerel yönetimden satın alınması engellenmek isteniyor olabilir.

Eğer tüm bu ihtimaller söz konusu ise o taktirde, IŞİD’in arkasında uluslar arası, çok güçlü bir koalisyon mevcuttur. O zaman bu koalisyonun ne istediği önemli olmaktadır. Belki de Türkiye, tahrik edilerek bölgeye, kaosa çekilmek ve Iran-Irak-Suriye-Hizbullah hattı ile savaştırılmak  ve de böldürülmek istenmektedir.

Biz rehineler olayını, Dış politika üzerinden İç politikaya darba vurma hamlesi olarak adlandırmakta; Taksim Kadife darbe sürecinin Cumhurbaşkanlığı aşamasının bir alt evresi olarak görmekteyiz. Bu aşamada IŞİD, ister farkına varsın ister varmasın, Taksim Kadife Darbe sürecinin bir taşeronu olarak kullanılıyor olabilir.

Bu ihtimallerin doğru olup olmadığı zamanla anlaşılacaktır.

Sonuç:  Aklı Selim Sahibi Olarak Hareket Etmek

Bölgede çatışan güçleri ve onların projelerini göz önüne almadan, bu coğrafyada vuku bulup giden olayları, heyecanla, duygusallıkla, öfke ile salt siyah salt beyaz mantığıyla değerlendirmeye kalkmak ve eyleme geçmek yanlıştır. Bu coğrafyada, başkaları tarafından çizilmiş olan uzun vadeli bir stratejinin satranç tahtasında piyon konumuna düşme; avcı iken av olmak tehlikesi her zaman mevcuttur. Ne iç zalimlere, ne de onların efendisi olan dış zalimlere hizmet etmemeliyiz.

Türkiye’nin meseleleri ile ilgili iktidar ya da muhalefet partilerinden farklı görüş beyan etmek, genel olarak hainlik, işbirlikçilik ekseninde değerlendirilmektedir. Siyası parti mensuplarından aydınlara, bilim adamlarına STK’lara kadar hemen hemen her kesim, siyasi parti liderlerinin penceresinden bakarak karşı tarafı suçlamakta, hakaret etmekte ve ötekileştirmektedir. Kullanılan dil son derece ağırdır. İnsanların endişelerini ya da gerekçelerini, uygun bir dille ortaya koyması, bu kadar ağır ithamlarla susturulmamalıdır. 

Bölgenin sorunlarını çözmeye kalkan bir Türkiye, öncelikle kendi sorunlarını çözmeli, iç bütünleşmesini sağlamalıdır. Türkiye’yi yönetenler veya yönetmeye talip olanlar, öncelikle Türkiye’deki gerilimi düşürmelidirler. Bunun da öncülüğünü yapması gereken ve öncelikle üslubunu değiştirmesi gereken, iktidardır. Dış Politika, iç politikada malzeme olarak kullanılmamalı ve iç politikaya kurban edilmemelidir.

Türkiye ortak bir stratejik akıl üretmek zorundadır. Türkiye’de olan, bu ülkeyi, bu milleti ve bu ümmeti seven herkes, sağlıklı bir şekilde düşünmeyi, tefekkür etmeyi ve aklını en güzel bir şeklide kullanmayı tarihi bir görev olarak görmelidir. Aksi taktirde “O, akıl erdiremeyenlerin üzerine iğrenç bir pislik kılar.”(10 Yunus 100) ayeti tecelli edecektir.

Ve;

“İçimizdeki beyinsizlerin yaptıklarından dolayı bizi helak edecek misin ” (7Araf 155) Allah’ım.

 

19 Haziran 2014 Perşembe

Kadife darbe sürecinde Çankaya savaşları-II: Saray Darbesinden Örtülü Askeri Darbeye Geçiş

 (Milli Gazete)

Giriş

Türkiye Cumhuriyeti kurulurken, Batı kültür ve medeniyet tercihi ile inşa edilen ayrışma/nifak, Osmanlı dan miras alınan çok değişik insan unsuru alt yapısı (İttihat Terakkiciler, Masonlar, Sabatayistler, Siyonistler ve Kripto Ermeniler) ve Cumhuriyet döneminin inşa ettiği küskünler zümresi (Dindarlar, Kürtler, Aleviler), iç dinamiklerin bütünleşmesine, güçlü bir iç bileşke kuvvet oluşmasına mani olmaktadır. Bu parçalanmışlık, halkın seçip iktidar yaptıklarının gerçek iktidar olmasına mani olmakta; seçilmişlerle atanmışların kavgası, şiddeti değişmekle beraber Cumhuriyet tarihi boyunca hep devam edegelmektedir. Sivil ve askeri bürokrasi, şiddeti zamanla değişmekle beraber, genellikle, siyasi iktidarların karşısında yer almaktadır. 

Cumhurbaşkanlığı seçimi, Türkiye Cumhuriyeti nin başlangıcından beri hep sıkıntılı, sancılı ve kavgalı olmuştur. Devleti temsil eden bir makam olarak, günlük hayatta, çok etkin olmamasına rağmen iç ve dış güç odakları, Cumhurbaşkanı nın kendi politikalarına çok ters biri olmamasını hep arzu etmişler ve bunun için çalışmışlardır. Mustafa Kemal den Abdullah Gül e kadar tüm Cumhurbaşkanlığı seçimleri dozu, şiddeti, süreci, zamana ve mekâna bağlı olarak değişmekle beraber hep gerilimli, bunalımlı, hatta kavgalı olmuştur. Taksim kadife darbe sürecini yaşayan bir Türkiye nin önünde yeni bir Cumhurbaşkanlığı seçimi vardır. Bu dönemde Türkiye de, bir Cumhurbaşkanlığı seçiminden dolayı, bir de kadife darbecilerin, darbe için gerekli şartları oluşturabilmek amacıyla bunalım oluşturma gayretleri nedeniyle çifte gerilim yaşanacaktır. Bugün Türkiye nin her tarafında meydana gelen şiddet olaylarına, maden kazalarına, Musul un İŞİD tarafından ele geçirilmesine, konsolosluğun işgal edilmesine, Irak ve Suriye nin BOP kapsamında fiilen bölünme noktasına gelişine, Türkiye deki Cumhurbaşkanlığı seçimleri, Başkanlık sistemi ve çözüm süreci açısından bakmakta ve değerlendirmekte fayda vardır.

Türkiye, Cumhuriyet in başlangıcından bu yana Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde uygulanan farklı politikalar açısından çok zengin bir deneyime sahiptir. Günümüze ışık tutması açısından bu deneyimleri göz önüne alarak, mevcut süreçte neler olabileceğini tahmin etmek, ihtimaller üzerinden değerlendirme yapmak yararlı olabilir. Bu nedenle geçen yazıda Cumhuriyet in başlangıcında Mustafa Kemal in bir saray darbesi ile muhtemel rakiplerini tasfiye ederek Cumhurbaşkanı seçilmesini inceledik. Burada da örtülü bir askeri darbe ile çılgın halde yaşanan bir 24 saat içerisinde İnönü nün Cumhurbaşkanı seçilmesini ele alıp inceleyeceğiz.

Mustafa Kemal ile İsmet İnönü nün Yollarının Ayrılması

İttihatçı gelenek, Milli Mücadele yıllarında başlayan Cumhuriyet tarihi boyunca devam eden iktidar kavgasında, rakipleri tasfiye etmede, ölçü tanımama hastalığı olarak hep varlığını muhafaza etmiştir. Kemal Tahir in ifade etiği gibi düşeni yemek , ittihatçı gelenekte bir alışkanlıktır. Mustafa Kemal, İnönü yü elinden tutup yükseltirken kendisine hep sadık kalacağı, emir eri gibi davranacağı psikolojisi ile hareket etmiştir. Bu amaçla ciddi bir diploması tecrübesi olmamasına rağmen onu Lozan a giden heyetin başkanı olarak seçmiş, Başbakanlığa kadar yükseltmiştir. Bu durumu, aralarında gerilim olduğu dönemlerde her iki tarafın yaptığı aşağıdaki konuşmalarda görmek mümkündür: 

Mustafa Kemal: Ben istersem bir adamı elime alır, yükseklere çıkarırım. Ama o bunu anlamaz da kendi değerleriyle yükseldiğini sanırsa, o zaman paçavra gibi silker atarım Sen hangi işi benim istediğim olmadan hak ettin .. Sayayım mı şimdi bir bir Haa , ister misin!.. (1). İsmet İnönü: (Mustafa Kemal e) Beni bağışla Atatürk! Yanlış anlaşıldım. Her yerde yazdım, söyledim, Beni İsmet Paşa yapan sizsiniz!.. Maddi-manevi her şeyimi size borçluyum. Bunu söylemekle iftihar ederim. Benim talihim, bir Mustafa Kemal Atatürk bulmaktır (2). 

Başlangıçta Mustafa Kemal in iradesi ile hareket eden İnönü, zaman ilerledikçe kendi ağını kurmaya, parti ve ordu içerisinde güçlenmeye başlar. Bu durumda ilişkiler sertleşmiş, aralarında ciddi fikir ayrılıkları ortaya çıkmaya başlamış, Mustafa Kemal in sofra muhabbetlerine çok az uğrar olmuştur. Serbest Fırka olayı, belki de kavganın dışa vurmuş bir boyutundan ibarettir. İnönü de meydana gelen bu değişimin farkında olan Mustafa Kemal İnönü yü bunaltacak, sıkıştıracak, ona ders verecek ve kendisine daha muhtaç hale getirecek bir formül olarak Serbest Fırka denemesini başlatmıştır. Serbest Fırka, bizzat Mustafa Kemal tarafından tasarlanır, düşünülür ve desteklenir. Bu konuda araştırma yapanlar, Serbest Fırka nın asıl kurulma nedenleri üzerinde açık bir şey söyleyememektedirler. Bize göre üç ihtimalden bahsedilebilir:

1-Dış dünyaya olumlu mesaj vermek, 2-Toplumun mevcut durumdan memnun olup olmadığını öğrenmek, 3-Halkın kendisine olan bağlılığına inanarak Serbest Fırka ya tepki göstermesi ve Mustafa Kemal e rağmen hiçbir şeyin yapılamayacağını İnönü ye gösterip onu istediği çizgiye çekmek (3).

Mustafa Kemal, İnönü yü sıkıştırmak amaçlı Serbest Fırka denemesinin sonunda umduğunu bulamadığı gibi kendisi köşeye sıkışır ve İnönü nün eli kuvvetlenir. Çünkü beklentisinin aksine halk Serbest Fırka ya tepki göstermez, tam tersine, İşte size bir kurban! Başkalarını da veririz! Kurtar bizi! Kurtar bizi diyerek Fethi Okyar ı büyük bir sevgi ile bağrına basar (3). Köşeye sıkıştırmak üzere çıkılan yolda, köşeye sıkışılmış olarak geri dönülür. 

Serbest Fırka olayından sonra Mustafa Kemal le İnönü arasında geçen bir konuşmada, İnönü nün elinin daha da kuvvetlendiği anlaşılmaktadır: İnönü: Köşkten çıkarken Atatürk otomobile kadar geldi. `Yahu hiç aldırmıyorsun dedi. `Ne var dedim. `Yanıyoruz dedi. `Yok, canım dedim. `Mübalağa ediyorsunuz dedim. Böyle ayrıldım. Atatürk bu haldeydi. Sonra bir gün gene sabahleyin gittim. Yeni uyanmıştı. Oturduk, konuşmaya başladık. `Bana bak karışmıyorsun, ama bir şey söyleyeyim sana dedi. `Yeniden başlayacağız bilesin, her şey bitti, yeniden başlayacağız biz bu işe dedi. `Gözün tutuyor mu, var mısın, yeniden başlayacağız dedi. (4) İnönü Serbest Fırka ya olan tepkisini değişik vesilelerle dışa yansıtmış, Serbest Fırka nın kendini feshetme metnine doğrudan müdahil olmuştur. 1932 yılında, İstanbul da, Mustafa Kemal bir `sofra operasyonu ile Maarif Vekili Esat Sagay ın yerine Dr. Reşit Galib i atar ve gece yarısında durumu, Cumhurbaşkanlığı Umumi Kâtibi Hasan Rıza Soyak aracılığıyla Ankara da olan Başbakan İsmet İnönü ye bildirir.  İnönü nün bu olaya tepkisi çok sert olur: Gece yarısı gaflet uykusundan uyandırılarak, kabinesinde değişiklik yapılmak istendiği haberini alan bir Başvekil in, bu hususta ileri süreceği mütalaadan nasıl bir fikir selameti beklenebilir (5). 

Mustafa Kemal le İnönü arasında her geçen gün gerilim artmakta, ipler kopma noktasına doğru gelmektedir. Mustafa Kemal in şahsi mülkünde olan Orman Çiftliği ve çiftlikteki bira fabrikasının satışı ve İstanbul daki özel sektöre ait Bomonti Bira Fabrikası'nın devletleştirilmesi, Mustafa Kemal ile İnönü arasında ciddi bir mesele olur. Bu konuları görüşmek üzere 17 Eylül 1937 akşamı yapılan toplantıda İnönü'nün Mustafa Kemal'e, Bu ülke daha ne kadar bir sarhoş masasından idare edilecek tarzında yaptığı konuşma, ipleri kopma noktasına götürür. Böylece tarafların son hamlelerinin icra edileceği bir döneme girilir. Nihayet 18 Eylül 1937 de Mustafa Kemal, İnönü ile çalışmayacağını bildirerek yollarını ayırır, Başbakanlığa İnönü nün yerine Celal Bayar'ı atar.

İnönü İçin Ya Sürgün Ya Ölüm

Bayar'ın Başbakanlığa atanması ile birlikte İnönü ye karşı güçlü bir harekât başlatılır, milletvekilliği hariç İnönü nün bütün yetkileri elinden alınır ve kendisine tecrit politikası uygulanır. Bu politika, İnönü nün tepkisine sebep olurken taraftarlarının da harekete geçmesini sağlar. Ankara Valisi Nevzat Tandoğan ın organizasyonu ile bir futbol maçında İnönü'nün lehine, Mustafa Kemal ve yönetimin aleyhine büyük bir tezahürat yapılır. Daha sonra 5 Mayıs 1938 günü Mustafa Kemal le İnönü arasında yaşanan tartışma ile geri dönüşü olmayan bir yola girilir. 1938 yılının yaz aylarına doğru Mustafa Kemal in sağlık durumunun çok bozulması, İnönü nün karşı hamlelerini getirir, İnönü ve taraftarları, etrafta Mustafa Kemal i yıpratmaya çalışırlar. Şükrü Kaya ya göre; Atatürk, kendi yerine İsmet Paşa nın geçmesini memleket için tehlikeli görüyordu. Ve bunu engellemek için 31 Temmuz 1938 günü, Hasan Rıza Soyak, Nuri Çonker, Kılıç Ali, Şükrü Kaya ve Tevfik Fikret Aras tan oluşan beş kişilik bir heyet, Mustafa Kemal le birlikte bir toplantı yaparlar. Bu gizli toplantının mahiyeti hâlâ bilinmemektedir. Asıl amacın, İsmet İnönü nün Cumhurbaşkanlığı'nın engellenmesi olduğu bilinmektedir (3). 

Bu toplantıda İnönü nün yurt dışına büyükelçi olarak gönderilmesi kararlaştırılmıştır. Ancak İnönü nün şiddetli muhalefetinden dolayı proje uygulamaya sokulamamıştır. Bunun ardından 1938 yılının Ağustos ayından itibaren İnönü nün öldürüleceği şayiaları yayılmaya başlamıştır. Bundan dolayı Ankara Valisi ve Belediye Başkanı Nevzat Tandoğan, Refik Saydam ve Faik Öztrak İnönü nün evini gayr-i resmi koruma altına almışlardır. İnönü nün öldürülmesi kararının, Mustafa Kemal le toplantı yapan heyet tarafından alınıp alınmadığı bilinmemektedir. Ancak Mustafa Kemal in, İnönü nün öldürülmesi ile özel olarak ilgilenmekte olduğu, yazdığı vasiyetinden anlaşılabilmektedir. Çünkü vasiyetinde, İnönü nün çocuklarının okul masraflarının karşılanmasını özel olarak belirtmektedir (3).

Örtülü Bir Darbe: Sürgünden/Öldürülmekten Cumhurbaşkanlığına Götüren Yol

İnönü ye karşı yürütülen kampanya nedeniyle sofra da, hükümet, Meclis ve etkin çevrelerde Atatürk sonrası Cumhurbaşkanlığı için İnönü nün adı hiç geçmemekte; buna karşılık Celal Bayar, Fethi Okyar, Meclis Başkanı Abdülhalik Renda ve Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak'ın ismi geçmekte ve bunlarla ilgili tartışmalar yapılmaktadır. Böyle bir ortamda, hiç ismi geçmeyen İnönü, nasıl oldu da kısa zaman içerisinde Cumhurbaşkanlığına yükseldi; İnönü nün önünü açan, engelleri temizleyen güç kimdi Genelkurmay Başkanlığında yapılan bir toplantında ordunun Meclis in alacağı kararlara saygılı olacağı, herhangi bir sorun çıkartmayacağı istikametinde bir karar çıkmış ve bu resmen ilan edilmişti (3).

Bununla beraber ordunun içerisinde İnönü taraftarı, genç subaylardan meydana gelen güçlü bir cunta vardı ve İnönü için çalışmaktaydı. İstanbul daki Birinci Ordu Komutanlığı nda güçlü bir cunta tarafından gizli bir toplantı yapılarak İnönü nün Cumhurbaşkanı olması için gereken her şeyin yapılacağı kararı alınmıştır (3). Birinci Ordu Komutanı Fahrettin Paşa tarafından Genç subayların İnönü'nün Cumhurbaşkanı olmasını istedikleri bilgisi, Genelkurmay Başkan Fevzi Çakmak a bildirilmiştir. Bu toplantıdan sonra Cumhurbaşkanlığı için İnönü nün adının etrafta sıkça konuşulmaya başlandığı bir dönem başlamıştır. Hükümet içerisinde çok güçlü olan Şükrü Kaya'nın öngördüğü Cumhurbaşkanı adayları, Meclis Başkanı Abdülhalik Renda, Fethi Okyar, Celal Bayar ve Fevzi Çakmak kısa zaman içerisinde art arda aday olmayacaklarını belirterek devreden çekilirler ve ilginç bir şekilde Fethi Okyar, Celal Bayar İnönü nün safına geçer; Çakmak tarafsız görüntüsünü sürdürür. Bayar gittiği her yerde, Yürekten bağlı oldukları Atatürk ün ölümü halinde yerini ancak İnönü nün doldurabileceğini söylemeye başlar. İnönü den hiç hoşlanmayan büyük muhalif Ali Çetinkaya nın İnönü düşmanlığını terk edip, İnönü nün saflarında yer alması ve Meclis teki İnönü cuntasının başına geçmesi, Meclis teki en zayıf ekip olan İnönü ekibini, en güçlü cunta haline dönüştürüp Cumhurbaşkanlığı seçiminde İnönü yü rakipsiz bırakmıştır. 

Mustafa Kemal ölür ölmez, ertesi gün yapılan parti grubu toplantısında İnönü, 322 oyla, tek aday olarak Cumhurbaşkanlığı adaylığı kabul edilmiş; ardından Meclis Genel Kurulu na geçilerek İnönü gene tek aday olarak oybirliği ile Cumhurbaşkanı seçilmiştir. İnönü muhtevasını açıklamadığı, 10 Kasım 1938 gününde, çılgın gibi yaşanan 24 saat (3) ifadesi ile neyi kast ettiği, bugün açık bir şekilde bilinmemektedir. 24 saat içerisinde, kendi rakip, hatta düşmanlarının reyini alarak oy birliği ile Cumhurbaşkanı seçilmesi, izah edilebilir değildir. Ordunun devreye girdiği doğrudur. 16 Mayıs 1963 tarihinde Adalet gazetesinde Fevzi Çakmak la yapılmış bir röportajda; Ben hayatımda bir defa yumruğumun bütün ağırlığı ile İnönü lehine Millet Meclisi nin karşısında oturdum. Öylece Reisicumhur seçtirdik onu demesi, ordunun sürece örtülü bir şekilde müdahale ettiği manasına gelmektedir (6).

Hangi derin güçlerin devreye girdiği, onların ordu içerisindeki uzantılarını nasıl ve hangi gerekçeyle harekete geçirebildikleri ve İnönü ye yüzde yüz muhalif olanların, nasıl ve ne şekilde İnönü saflarına geçtiği, açıklanması gereken önemli bir konudur. Kanaatimizce bu hızlı gelişmenin, Lozan da Hayım Nahum ve Lord Gurzon la kurulmuş ilişki ile ve Lozan da verilmiş gizli sözlerle bağlantılı olabileceği ihtimali söz konusudur. Lozan da kurulmuş olan Türkiye sistemini İnönü ile birlikte daha köklü ve yerleşik hale getirebileceklerini düşünen dış güçler, iç güçlerle ittifak kurarak İnönü yü iktidar koltuğuna oturtmuşlardır. Lozan da öngörülen sistemi, İnönü nün yerleştirmek için cansiperane bir şeklide çalıştığını göz önüne alırsak bu ihtimali, göz ardı etmemeliyiz. O nedenle Türkiye deki Cumhurbaşkanlığı seçiminde her türlü sürprize hazır olmalıyız. 

CHP ve MHP tarafından, kendi felsefelerine ters bir aday olan, Ekmeleddin İhsanoğlu nun çatı aday olarak ortaya konması, sürprizlerin başlangıcı olup devamı gelecektir. Sadece bir çatı aday mı yoksa geleceğin siyasi aktörü mü Yeni bir İnönü vakası ile karşı karşıya olup olmadığımız ve Irak taki olayların bu süreçle bağlantılı olup olmadığı zamanla anlaşılacaktır. Yeni bir satranç oyunu kurgulanmaktadır, mantıksız ve imkânsız görülen her türlü karşılıklı hamle beklenmelidir. Sonucun, milletin ve memleketin hayrına olması için, özellikle bu süreçte, kin, nefret ve öfke ile hareket edilmemelidir.

Kaynaklar

1- Özdemir, H., Ordunun Olağandışı Rolü, İz yayıncılık, İstanbul, 1994, s: 104

2- Bozdağ,İ., Bir Çağın Perde Arkası, Emre Yayınları, İstanbul, 1993, S: 24

3-Ertunç, A.C., Çankaya Nöbeti, Pınar yayınları, İstanbul, 2007, s: 33-63.

4-İsmet İnönü, Hatıralar, Bilgi Yayınevi, Ankara, 2006, S: 491.

5- Karaosmanoğlu, Y.K., Politikada 45 Yıl, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1968, s: 132.

6- Polatkan, S., Askeri ve Siyasi Yönleriyle Mareşal Fevzi Çakmak, Önsöz Basım ve Yayıncılık Koll. Şti, 1981, S: 130.

 

12 Haziran 2014 Perşembe

Kadife Darbe Sürecinde Çankaya Savaşları

(Milli Gazete)

İçinde bulunduğumuz coğrafya, tarih boyu dünya hâkimiyet mücadelesinin ağırlık merkezini oluşturmuştur. Sahip olduğu jeo stratejik, jeo politik, jeo ekonomik ve jeo kültürel imkânlar, bu coğrafyanın bir kavga atmosferinde olması sonucunu doğurmaktadır. Her dönemde bu coğrafyanın hamuru, kavgayla yoğrulmuştur ve bundan sonrada böyle olacaktır. Gerek Türkiye yi yönetenler ve gerekse Cemaat/Hareket/STK lar, bu gerçeği göz önüne almalı ve de asla unutmamalıdır. Bu coğrafyadaki her önemli olayda, iç, bölgesel ve küresel olmak üzere üç ana dinamik çatışmakta ve sonuç, bu üç an dinamiğin bileşke kuvvetine göre tecelli etmektedir. İç dinamiklerle, bölgesel ve küresel dinamiklerin örtüşmemesi, bir ortak payda oluşturmaması durumunda, bu ülkede kavga sertleşmektedir. 

Türkiye Cumhuriyeti kurulurken, Batı kültür ve medeniyet tercihi ile inşa edilen ayrışma/nifak, Osmanlı dan miras alınan çok değişik insan unsuru alt yapısı (İttihat terakkiciler, masonlar, sabatayistler, Siyonistler ve kripto Ermeniler) ve Cumhuriyet döneminin inşa ettiği küskünler zümresi (Dindarlar, Kürtler, Aleviler), iç dinamiklerin bütünleşmesine, güçlü bir iç bileşke kuvvet oluşmasına mani olmaktadır. Bu parçalanmışlık, halkın seçip iktidar yaptıklarının gerçek iktidar olmasına mani olmakta; seçilmişlerle atanmışların kavgası, şiddeti değişmekle beraber cumhuriyet tarihi boyunca hep devam ede gelmektedir. Sivil ve askeri bürokrasi, şiddeti zamanla değişmekle beraber, genellikle, siyasi iktidarların karşısında yer almaktadır. İç dinamiklerde ciddi bir ayrışma, parçalanma söz konusu olduğunda iktidarda olan güce karşı, yeni bir iç- dış ittifak hattı oluşmaktadır/oluşabilmektedir. Eğer iktidarda olan güç, bu ittifaktan iç dinamikleri ayıracak bir politika ortaya koymaz/koyamaz veya deşifre etmez/edemez veya halkla karşı karşıya getirmez/getiremez veya söylem ve tavırları ile ittifakı kuvvetlendirirse, ülkede çok daha vahim ve kötü şeyler olmaktadır. 

Sonuçta kaybeden bu ülke, bu ülke insanı olmaktadır. Cumhurbaşkanlığı seçimi, Türkiye cumhuriyetinin başlangıcından beri hep sıkıntılı, sancılı ve kavgalı olmuştur. Devleti temsil eden bir makam olarak çok popüler olmamasına rağmen iç ve dış güç odakları, Cumhurbaşkanlığının kendi politikalarına çok ters biri olmamasını hep arzu etmişler ve bunun için çalışmışlardır. Mustafa Kemal den Abdullah Gül e kadar tüm Cumhurbaşkanlığı seçimleri dozu, şiddeti, süreci, zamana ve mekâna bağlı olarak değişmekle beraber hep gerilimli, bunalımlı, hatta kavgalı olmuştur. Taksim Kadife darbe sürecini yaşayan bir Türkiye nin önünde yeni bir cumhurbaşkanlığı seçimi vardır. Bu dönemde Türkiye, Cumhurbaşkanlığı seçiminden dolayı bir gerilim yaşayacak; bir de kadife darbecilerin, darbe için gerekli şartları oluşturabilmek için bir bunalım oluşturma gayretleri nedeniyle bir gerilim yaşanacaktır. Dolayısıyla Cumhurbaşkanlığı seçimleri nedeniyle birbirini besleyen ve destekleyen iki boyutlu gerilim yaşanması ihtimali mevcuttur. 

Bugün Türkiye nin her tarafında meydana gelen şiddet olaylarına, maden kazalarına, Musul un İŞİD tarafından ele geçirilmesine, Konsolosluğun işgal edilmesine, Cumhurbaşkanlığı seçimleri, Başkanlık sistemi ve çözüm süreci açısından bakmakta ve değerlendirmekte fayda vardır. Ülkenin bu gerilimden en az zararla çıkması gerekmektedir. Burada bu çerçevede Cumhurbaşkanlığı konusu ele alınacaktır.

Mustafa Kemal in Cumhurbaşkanı Seçimiyle Başlayan/Başlatılan Süreç

Milli Mücadele, Anadolu halkının varıyla yoğuyla kurtuluş savaşına iştirak edip düşmanı topraklarından kovma destanıdır. Ancak Anadolu halkı tarafından, düşman kovulduktan sonra ne olacaktır sorusunun cevabı verilmemiş ve aranmamıştır. 1920-1923 yılları arasında faaliyet yürüten Birinci Meclis in Lozan ı kabul etmemesi nedeniyle Bizans entrikalarına eşdeğer bir entrika ile tasfiye edilmesi, birbirinden haberli ve kader birliği etmiş bir ekibin varlığı ve bu dar ekibin kafasında halkın arzuladığının dışında bir sistem, bir devlet ve bir toplum inşa edilmek istendiği zamanında görülememiştir. Birinci Mecliste Padişahçı olmakla suçlanan ikinci grubun mensupları, gerçekten padişahçı olmayıp kişi otoritesine ve egemenliğine dayanan bir sistemin varlığına karşıydılar; hiç kimsenin, padişah yetkileri ile donatılmasını istememekteydiler. Bu nedenle Mustafa Kemal in şahsında, Meclis başkanlığı, Başbakanlık ve Başkumandanlık görevlerinin toplanmasına karşı çıkmakta; diktatörlük eğilimlerine karşı direnmekteydiler (1). 

Birinci Meclis Lozan ı imzalamayınca bir operasyonla tasfiye edilmiş ve İkinci Meclisin 287 üyesi, bizzat Mustafa Kemal in başkanlığındaki bir seçim komitesi tarafından emre amade olacak bir ekip olacağı düşüncesiyle özenle seçilmiştir (1). 11 Ağustos 1923 günü göreve başlayan İkinci meclisin birçok üyesi de, birinci meclisin 2. Grubu gibi, daha sonraları tek şahıs hâkimiyetine , aceleci uygulamalara , sofra kararlarına , sofradan ülkenin yönetilmesine karşı çıkacak, Padişahçı eğilimlere karşı direneceklerdir. Ancak bu mücadeleyi verenler, padişahçı , mürteci , gerici olarak suçlanıp tasfiye edilmeye çalışılacaktır (1). İkinci Meclis oluşur oluşmaz, Birinci meclisin onaylamadığı, Lozan anlaşmasını imzalar, Ankara nın başkent olmasını kararlaştırır ve sofrada kararlaştırılmış olan Cumhuriyetin ilanı sürecini başlatır. Halk Fırkası Divanı, 4 Ekim tarihinde devletin adının Türkiye Cumhuriyeti olmasını kararlaştırır ve bu karar Mustafa Kemal in başkanlığında toplanan Özel Mütehassıslar Encümeni tarafından tekrar ele alınır ve Teşkilat-ı Esasiye Kanununda yapılacak değişiklikler görüşülür. Ardından medya üzerinden Cumhuriyetin yakında ilan edileceğine ve Cumhurbaşkanının kimler olabileceğine ilişkin ciddi bir kampanya başlatılarak Meclis baskı altına alınmaya ve kamuoyu oluşturulmaya çalışılır (2). 

Mütehassıslar Encümeni, 21 Ekim de toplanarak, Bakanlar kurulunun yetkilerini görüşerek yeni sistemin temel niteliklerini belirleyip sisteme, o günün şartlarında kâğıt üzerinde son şekli verilir. Ancak bunun olduğu gibi hayata geçirilebilmesi için Meclis ten geçmesi ve bir tadilata uğramaması gerekmektedir. Ali Fethi Bey, hem hükümet başkanı (Başbakan) hem de İçişleri bakanlığı görevini yürütmekteydi. Ali Fethi beyin içişleri bakanlığından, Meclis ikinci başkanı olan Ali Fuat Paşa nın da Meclis ikinci başkanlığından istifa etmesi, Ali Fuat Paşa nın ordu müfettişliğine atanması; Hükümet Başkanı olarak Ali Fethi beyin, içişleri bakanlığına Ferit Tek beyin ve Meclis İkinci Başkanlığı na da Yusuf Kemal Tengirşek beyin atanması için teklif etmesi kararlaştırılmış ve bu teklif Meclis e götürülmüştür. Ancak Meclis teki Halk Fırkası grubu, 25 Ekim de toplanarak bu isimlere karşı çıkmış, uysal olmadığını göstermiş, Meclis ikinci başkanlığı için İstanbul milletvekili Rauf Orbay beyi ve İçişleri bakanlığı için Erzincan Milletvekili Sabit Sağıroğlu beyi aday olarak belirlemiştir (3).

 Böylelikle kapalı kapılar ardında, sofrada belirlenen politika, Meclis in fırka grubu tarafından engellenerek birinci raundun kaybedilmesini sağlamıştır. Bunun için kapalı kapılar ardında bulunan çare, Hükümet Bunalımı meydana getirmek, yani bir saray darbesi yapmaktır (4,5). 

Bunun üzerine Mustafa Kemal, Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak hariç, Başbakan dâhil tüm hükümet üyelerinin istifa etmelerini ister. Hükümet, 26 Ekim gecesi istifa ederek hükümet bunalımı çıkarılarak yeni süreç başlatılır. 28 Ekim günü hükümet sorununu çözmek için meclis toplandığı saatlerde; Mustafa Kemal de, Çankaya da Hükümet üyeleri ve Fırka İdare heyeti üyeleri ile özel bir toplantı yapmakta, bunalımın daha da derinleştirilmesi için taktikler geliştirmekte ve bir yol haritası çizmektedir. Bunalımın derinleşmesi için yeni hükümetin mecliste oluşturulmaması/oluşturulamaması için her türlü operasyon/engellemenin yapılması ve sorunu, Mustafa Kemale havale ederek çözmesinin istenmesi; Meclis in yeni kuracağı hükümette de, istifa eden hükümet üyelerinden hiçbirinin görev almamaları kararlaştırılmıştır. İstifa eden hükümet üyeleri olmadan yeni bir hükümetin kurulmasının çok zor olduğu bilinmektedir. Amaç, Meclis i çalışamaz, çözüm üretemez hale getirip kilitlemek ve Mustafa Kemal e başvurulmasını sağlamaktır. Ali Fuat Cebesoy hatıratında, hükümet bunalımı çıkarılmasının nedenini şöyle açıklamaktadır: Mesele yeni hükümet kurmaktan ibaret olsaydı bilhassa İsmet paşa bunu yapar, fırka grubu da bunu memnunlukla kabul ederdi. Asıl mesele ise bu değil, buhranı devam ettirecek İcra vekillerinin seçimi hakkındaki kanunda değişiklik yapılmasıdır. (5)

 Mustafa Kemal, 28 Ekim akşamı, Kazım Özalp Paşa, Kemalettin Sami Paşa, İsmet İnönü Paşa, Fethi Okyar Bey, Fuat Bulca Bey, Ruşen Ünaydın Bey ve Halit Paşayı Çankaya köşküne sofraya davet etmiştir. Sofrada yarın Cumhuriyeti ilan edeceğiz der ve ertesi gün yapılacak işlerle ilgili planlamalar yapılır, kimin ne yapacağı planlanır. Grup dağıldıktan sonra, İnönü ile Mustafa Kemal, o gece, ertesi gün yapılacaklarla ilgili özel çalışma yaparlar, rejim değişikliğini sağlayacak kanun tasarısı üzerinde çalışırlar (1). 29 Ekim sabahı meclis hükümet sorununun çözmek için toplandığında, akşam sofra toplantısına katılan ekip, meclis çalışmalarını kilitleyerek bunalıma Meclis in çare bulmasını engeller. Çaresiz kalan Meclis e, sofrada kararlaştırılmış olan taktik devreye sokulur ve Kemalettin Sami Paşa tarafından, Mustafa Kemal e başvurulması ve onun çözümüne tabi olmanın tek çare olduğunun kabul edilmesi teklifi yapılır (6). Çaresiz hale sokulmuş Meclis e çare olarak Mustafa Kemal e teslim olmak sunulur ve Meclis, hazırlanmış olan bu tuzağa düşer. Meclise gelen Mustafa Kemal, sorunu çözmek için bir saatlik bir zaman talep ederek akşam kararlaştırılmış olan politikayı yürürlüğe koymak üzere bazı kişilerle, akşam İsmet İnönü ile hazırladıkları Teşkilat-ı Esasiye Kanunu nda değişiklikler öngören taslağı görüşür, sonra da meclis kürsüsüne çıkarak içinde Cumhuriyet kelimesinin geçmediği bir konuşma yapar. Yaşanan hükümet bunalımının sistemle alakalı olduğunu, sistem değişikliği yapılması gerektiğini ifade eder ve bunla ilgili hazırlamış olduğu metni okuması için Meclis kâtibine verir (1).

Hazırlıklı olmayan Meclis üyeleri, okunan metin karşısında şaşırırlar ve ne yapacaklarını bilemezler. Dahası Meclis te 287 vekilden sadece 158 tanesi bulunmaktadır. Akşam kararlaştırıldığı gibi Meclis psikolojik baskı altına alınır ve görüşmelere başlandığında okunan metnin lehine yapılan konuşmalarla istenen ortam sağlanarak oylamaya geçilir ve 158 milletvekilinin oyları ile metin kabul edilerek Cumhuriyet ilan olunur. Yarım saat içerisinde de Cumhurbaşkanı seçimine geçilerek Meclis te bulunan milletvekillerinin oylarıyla Mustafa Kemal, oy birliği ile Cumhurbaşkanı seçilir. Bir saray darbesi kansız bir şekilde gerçekleştirilir. Mustafa Kemal in başkanlığındaki Mütehassıslar Encümeni tarafından özenle seçilmiş ve kesin itaat edeceği öngörülmüş olan ikinci meclisin milletvekillerinden muhalif grubun çıkması, önemlidir. Emir eri olmak istemeyen bu grup padişahçı, gerici ve mürteci olarak yaftalanmıştır. Gerçekten padişahçı ve gerici miydiler Ne istiyorlardır Onlar, emrivaki yapılmamasına, Meclis e saygı gösterilmemesine, sofradan ülkenin idare edilmesine, alt yapı oluşturulmadan isimsel değişikliklerle meselelere çözüm getirilmek istenmesine karşı çıkıyorlardı, bunun için mücadele ediyorlardı. 

Bunlar Cumhuriyet düşmanı değil tam tersine Cumhuriyetin savunucuları idi. Bunlar yapılan birçok işte, zamanlamayı yanlış bulmakta, acele ile işlerin çözülemeyeceğine inanmaktaydılar. Nitekim Muhaliflerin temsilcisi konumundaki Rauf Orbay ın, 1 Kasım 1923 te dönemin gazetelerinden Tevhid-i Efkar ile Vatan Gazetelerine verdiği beyanatta; Cumhuriyet in ilanı aceleye getirildi, Cumhuriyetin ilanından önce doğru dürüst bir anayasa yapılmalıydı demiş olması, bunu teyit etmektedir. Ayrıca kendi aleyhine hem parti içerisinde hem de medyada başlatılmış olan Cumhuriyet düşmanları kampanyası nedeniyle kendisine Ali Fuat Cebesoy paşa tarafından Siz de, hepimiz gibi Cumhuriyet in bir fırka içtimaından sonra alelacele hazırlanan bir iki maddelik bir kanun layihasıyla Meclis e bir iki saat içerisinde kabul ettirilmesi şekline muarız bulunuyorsunuz değil mi şeklinde yöneltilmiş bir soruya verdiği; Ben mutlakıyet aleyhinde, fakat milli hâkimiyeti iyice temsil eden bir cumhuriyet idaresinin tamamen taraftarıyım cevabını vermiş olması, politikaların uygulanma şekline, toplumsal ve yasal sağlam bir zemin inşa edilmeden oldubitti yapılmasına karşı olduğu anlamına gelmektedir (7). 

Mustafa Kemal, 1930 yılında bir grup arkadaşı ile birlikte çıktığı bir Anadolu seyahatinde gördüğü manzara, kendisini ürkütmüş ve yanındaki arkadaşlarına; Bunalıyorum çocuk, büyük bir ıstırap içerisinde bunalıyorum! Görüyorsun ya, her gittiğimiz yerde mütemadiyen dert, şikâyet dinliyoruz. Her taraf derin bir yokluk, maddi ve manevi perişanlık içinde. şeklinde dert yanmıştır (8). Bundan daha önemli olanı ise aynı günlerde gördüğü manzaranın etkisi ile isimsel olarak meselelerin halledilemeyeceğinin itirafını, en yakın dostlarından olan Fethi Okyar a yapmıştır: Ben Cumhuriyeti tesis ettim. Fakat bugün idare şekli Cumhuriyet midir, diktatörlük müdür, şahsi hükümet midir, belli değil. (1, 2) Zaman Rauf Orbay ı haklı çıkarmış, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının yaklaşımlarının yanlış olduğunu ortaya koymuştur.

Sonuç: Saray İçi darbeyle Başlatılan Gelenek

Gerek Cumhuriyetin ilanı ve gerekse Mustafa Kemal in Cumhurbaşkanı seçilmesi, kansız bir saray içi darbenin mahsulüdür. İttihatçı gelenek Mustafa Kemal le birlikte Cumhuriyetin genetik yapısına sokulmuş, bu genetik kodlama daha da derinleşerek Cumhuriyet döneminde yetişen nesillerin adeta karakteri haline gelmiştir. Gene bu devrin ürünü olan bir özellik olarak liderlerin, yöneticilerin fikirlerinin aksine kanaat beyan edenler, büyük kampanyalarla Cumhuriyet düşmanı , padişah taraftarı , gerici , yobaz hatta vatan haini olarak nitelendirilmişler, suçlanmışlar ve karalanmışlardır. Bu özellik de, cumhuriyet döneminde yetişen nesillerin genetik yapısına yerleşmiş bir özelliktir. 

Gerek son seçimlerde, gerekse önümüzdeki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde yürütülen kampanyalarda kullanılan dil ve söylemler, Cumhuriyetin başlangıcındaki söylemlerden, üsluptan ve kullanılan dilden pek farklı değildir. Tarafların birbirlerine karşı tutum ve tavrı benzerdir. İlginç bir benzerlikte 1923 lerde Cumhuriyetin her derde deva görülmesi gibi bugün Başkanlık sistemi de her derde deva olarak görülmektedir. O gün Cumhuriyetin mana ve muhtevası ve zamanlamasının tartışılmaması gibi bugün de, Başkanlık sisteminin mana muhteva ve zamanlaması tartışılmamaktadır. Ogün, bu iş aceleye getirilmemeli, alt yapı hazırlanmalı, uygun bir anayasa yapılmalı diyenlerin suçlanıp karalanmaları ve dışlanmaları gibi bugün de, başkanlık sisteminin aceleye getirilmemesi, ne getirip ne götüreceğinin tartışılması, toplumsal mutabakat sağlanması, uygun bir anayasa yapılması diyenler, suçlanmakta, karalanmakta ve dışlanmaktadırlar. Ya Rabbi! Basiret ve ferasetimizi artır.

Kaynaklar

1- Ertunç, A.C., Çankaya Nöbeti, Pınar yayınları, İstanbul, 2007, s: 15-27.

2- Okyar, F., Üç Devirde bir Adam, Kervan Yayıncılık, İstanbul, İstanbul, 1980, S: 338, 443.

3- Tunçay, M., T.C. inde Tek parti Yönetiminin Kurulması, Cem yayınları, İstanbul, 1992, s: 57

4-Kabasakal,M., Türkiye de Siyasi Parti Örgütlenmesi, Tekin yayınları, İstanbul, 1991, S: 98

5- Cebesoy, A., F., Bilinmeyen Hatıralar, Temel yayınları, İstanbul, 2001, S: 270.

6- Zürcher E., J., Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Bağlam yayınları, İstanbul, 1992, S: 50

7- Cebesoy, A., F., Siyasi Hatıralar, İstanbul, c: II; 2002, S: 43.

8- Soyak, H.,R., Atatürk ten Hatıralar,Yapı Kredi bankası yayınları, İstanbul, 1973, C.:II, S: 405

5 Haziran 2014 Perşembe

Taksim Kadife Darbe Sürecinin Teyit Ettiği Gerçek: Batı Dost Değildir

 (Milli Gazete)

“Kurtlarla arkadaş ol, yalnız elinden baltayı bırakma.” Rus Atasözü

Şer ittifakı olarak adlandırdığımız ABD-AB-İngiltere-İsrail-Siyonizm tarafından Türkiye’de, Taksim “Gezi Parkı” operasyonu ile Kadife darbe süreci, fiilen başlatılmıştır. Taksim Kadife Darbesi, Gezi parkı olayları ile başlamış (Başlangıç aşaması), Dershane savaşları ile ikinci aşamasını, Rüşvet ve Yolsuzluk Operasyonu ile üçüncü aşamasını ve MİT’in Tırları ve Dişişlerinin dinlenmesi ile dördüncü aşamasını tamamlamıştır. Soma maden ocağında vuku bulan kaza ya da sabotaj ile Kadife darbe sürecinin 5. aşaması başlatılmış ve devam etmektedir.

Kadife darbe başlangıcından buyana Kadife darbeci ulusal ve küresel organizasyonlar, Başbakan Erdoğan’ı diktatör olarak ilan etmiş, tüm sürecin sorumlusu olarak suçlamış ve karalamışlardır.

Fazilet Partisi içerisinde başlayan/başlatılan “yaşlı-genç”, “gelenekçi-yenilikçi” kavgasında şer ittifakı, tüm kuvvetleri ile “genç kanada”, onların değiştiğini seslendirerek, destek vermiştir. FP’nin gençler kanadı da, bir taraftan Batıya övgüler yağdırırken; diğer taraftan Erbakan ve arkadaşlarına ağır eleştiriler yöneltmişlerdir. Erbakan’ı, Batıyı anlamamakla, hayal dünyasında yaşamakla, hayaller peşinde koşmakla suçlamışlardır.

2003 yılında Erdoğan, yasaklı olduğu bir dönemde çıktığı dünya turunda, her gittiği yerde devlet başkanı muamelesi görmüş ve desteklenmiştir. “Büyük Ortadoğu Projesinin” eş başkanı seçilmiş ve Büyük Ortadoğu’ya “demokrasi” ve “laikliğin” gelip yerleşmesi için ciddi bir çabanın içerisinde bulunmuş ve AB üyeliği için seferber olmuştur. Bütün bunlara rağmen Türkiye’nin AB üyeliğine yeşil ışık yakılmamış, Türkiye dışlanmış ve Erdoğan diktatör ilan edilmiştir.

Buradan çıkarılacak ders ne olmalıdır Burada bu konu ele alınacaktır.

Genel Sistem

Hz. Adem’le İblis arasında başlayıp daha sonra Peygamberlerin yolunu takip edenlerle İblisin-Tağut’un yolunu takip edenler arasında devam eden kavga, Hak- Batıl eksenli bir mücadele, kıyamete kadar devam edecektir. Hak ve Batıl şeklindeki iki farklı değer sistemi, iki farklı kimliğe (iman edenler-inkar edenler), iki farklı yola (Sırat-ı Müstakim ve Tağut’un yolu), iki farklı sisteme (hakka dayalı-Hevaya dayalı), iki farklı ahlaka (Güzel ahlak, kötü ahlak), iki farklı kültür ve medeniyete (Vahye dayalı, Seküler değerlere dayalı), iki farklı rehbere (Allah-Peygamber-Müminler, Şeytan-Tağut) ve iki farklı ödül sistemine (cennet, Cehennem) vücut veren ikili genel bir sistem ortaya çıkarmıştır.

İkili sistemin her biri, kendi içerisinde geniş bir yelpaze (spektrum) şeklindedir. Güneşin yedi rengi gibi her birinin kendi içerisinde farklı renkleri bulunmaktadır. Bu renk farklılığı, her iki sistemin içerisinde değer eksenli bir mücadelenin meydana gelmesine imkan vermektedir.

Bu iki ana sistem arasında değerler bazında uzlaşma olması mümkün değildir. İlahi sünnete göre Hakla Batılın karışımı batıldır, helalle haramın karışımı haramdır, marufla münkerin karışımı münkerdir. Ayrıca Kur’an’a göre imanla küfür arasında orta bir yol aramak da küfürdür(4 Nisa 150-151). Namazın her rekatında okuduğumuz Fatiha’da yaptığımız dua, sırat-ı müstakime ulaşma, gazaba uğrayanların ve dalalete düşenlerin yoluna sapmaktan korunma olduğunu hatırlamakta fayda vardır. İki farklı değer sisteminin karışımı ile meydana gelen değer sistemi (melez değer sistemi), iman edenlerin yoldan sapmasına ve tezat içerisinde olmalarına (şizofren) sebebiyet vermektedir (2 Bakara 137).

İman Edenlerle İnkâr  Edenlerin Dostluğu-Sırdaşlığı!

İlahi sünnete göre hak batıl merkezli/eksenli bir yapılanış, iki farklı kimlik mensupları (iman edenler, inkar edenler) arasında ciddi bir fay hattı meydana getirmektedir. Buna göre bu iki yol mensupları arasında, cemaat, ümmet, velilik, sırdaşlık, kardeşlik kavramlarının öngördüğü bir hukuk, bir yapılanış mümkün değildir. Buna karşılık her iki yolun mensupları kendi içlerinde cemaat, ümmet, veli, dost, sırdaş ve kardeş olabilmektedirler. Hak batıl düzleminde bu iki farklı kimlik mensuplarının müttefik olma hukuku ile veli, dost, kardeş, sırdaş, ümmet, cemaat olma hukukunu birbirine karıştırmamak gerekmektedir.

Büyük Dil ustadı Ragıb’e göre Veli kelimesinin esas kökü, velâ kelimesidir. Velâ ve velâyet, “zaman, mekan, din, inanç, itikat, değer, arkadaşlık, dostluk, sırdaşlık, bağlılık ve nisbet bakımından arada bir şey bulunmadan tam bir yakınlık, bitişiklik, yan yana oluş” anlamındadır (1,2). İçerisinde sevgi manasını da barındırmaktadır.

Veli kelimesi, Kur’an’da etkileştiği kavramlarla birlikte meydana getirdiği bir semantik alan vardır ve bu alanın merkezinde, Allah ve iman kavramları yer almaktadır. Bu semantik alan içerisinde Veli kelimesi, hubb (sevgi), bitane (sırdaş), halil (dost), Nusret (yardım) yardımcı (nâsır); arka veya sırt (zahr), destekçi (zâhir); müttefik (halîf), andlaşma, dost, dostluk (hılf); yardımcı (ensâr); yardımcılar, (a’vân); sırdaş (velîce) ve Velayetin zıddı( adavet) kavramları ile etkileşim içerisindedir.

Veli kavramı, bir taraftan Allah ile olan ilişkilere bir boyut ve çerçeve çizerken; diğer taraftan insanlar arasındaki ilişkilere, iman, değer, hak ve batıl merkezli bir boyut getirmektedir. Her iki ilişkide de çift yönlü bir etkileşim söz konusudur. Allah’tan İnsana doğru ve insandan Allah’a doğru çift yönlü ilişkide, Allah’ı veli kabul edenler ile Allah’ın dost kabul ettiği iki insan unsuru vardır. Veli kelimesinin insanlar arasındaki ilişkilerdeki etkileşimi, iman eksenli olup gerek iman edenlerle etmeyenler arasında ve gerekse her iki grubun kendi içerisindeki ilişkilerde iki yönlüdür.

İman eden ve inkar eden insan unsurlarını veli kavramı çerçevesinde analiz ettiğimizde, dört farklı durumla karşılaşmaktayız:

1- İman Edenler Birbirlerinin Velileridir(5 Maide 55-56; 6 Enam 62, 127; 7 Araf 196)

2- Küfredenler Birbirlerinin Velileridir (8 Enfal 72)

3- Zalimler Birbirlerinin Velileridir(45 Casiye19)

4-  İman Edenlerin Veli Edinmemesi Gereken İnsan Unsurları Vardır

Kuran’da, İman edenlerin birbirine veli olması, Allah ve O’nun Resulü sıralamasından sonra 3. sırada zikredilmesi (5 Maide 55-56); iman edenlerin birbirlerini veli edinmelerinin, “galip gelme” ve “Allah’ın taraftarları” ifadeleri ile birlikte kullanılması, konunun ne kadar önemli olduğunun göstergesidir. Cinsiyet düzleminde mümin erkeklerle mümin kadınlar da birbirlerinin velileri olup iyiliği emredip kötülükten sakındırmakla görevlendirilmişlerdir (9 Tevbe 71). Dolayısıyla tebliğin neden olacağı gerilim ya da çatışma durumunda, kadın ya da erkek tüm müminlerin birbirinin velisi olduğu gerçeğinden hareketle birbirlerine sahip çıkmaları, birbirlerini savunmaları ve korumaları istenmektedir. Takva düzeyleri farklı olsa bile tüm müminler birbirlerinin velileridirler (7 Araf 196, 8 Enfal 34, 72).

Kur’an’ın konu çerçevesinde üzerinde hassasiyetle durduğu bir konu, iman edenlerin birbirlerini veli edinmeleri iken; diğer bir konu da, iman edenlerin, bazı insan unsurlarını veli edinmemeleridir. İman edenlerin veli edinmemesi gereken insan unsurlarını, aşağıdaki gibi sınıflandırabiliriz:

• Allahtan Başkasını Veli Edinenler (7Araf 3; 29 Ankebut 41; 42 Şura 6, 9; 25 Furkan 18)

• Kâfirler (3 Ali Imran 28; 4 Nisa144; 5 Maide 57; 8 Enfal 73; 9 Tevbe23, 24; 18 Kehf 102)

• Ehli Kitap-Yahudi ve Hıristiyanlar (3 Ali Imran 100; 5Maide 51,57, 80-82; 60 Mümtehine 7,8)

• Allah’ın Gazabına Uğrayanlar (58 Mücadele14; 60 Mümtehine 13)

• Allah’ın Düşmanları (60 Mümtehine 1,2; 58 Mücadele 22)

• Müminlerin Düşmanları (60 Mümtehine 1)

• Putlar (13 Rad 16; 22 Hac 13; 39 Zümer 3)

• Münafıklar(4 Nisa 88-91, 139-140)

• Müminlere Karşı Savaşanlar Ve Yurtlarından çıkaranlar(60 Mümtehine 8, 9)

• Zalimler (43 Casiye 18-19)

• Hicret Etmeyen Müslümanlar (4 Nisa 75; 8 Enfal 72)

• Şeytan (3 Ali Imran 175; 4 Nisa 76, 119; 6 Enam 121; 7 Araf 30; 16 Nahl 63, 99,100; 18 Kehf 50; 19 Meryem 44,45; 22 Hac 4)

İslam Kültür ve Medeniyeti Mensupları ile Batı Kültür ve Medeniyeti Mensupları Birbirlerinin Velisi Olabilir Mi?

Özünde eski Yunan, Roma, Yahudi ve Hıristiyan düşüncesi olan laik-seküler Batı Kültür ve medeniyet mensuplarının bize karşı tutum ve tavrı tarih boyu ne oldu, şimdi nedir, gelecekte ne olabilir Bir kriz anında, Batının menfaati yoksa kimin yanında yer alır Suriye’de binlerce insan ölürken, Filistin’de katliamlar yapılırken niçin sesi çıkmamaktadır “Arap baharı” adı altında İslam coğrafyasındaki diktatörleri yıkmak isteyen Batı, Mısır’da Sisi darbesini demokrasi adına nasıl ve niçin kutlayabilmiştir

Bu soruların cevaplarını verebilmek için tarihe kısa bir seyahat yapmamızda fayda vardır.

1857 yılında İngiliz Sömürgecisi Kaşif David Livingstone, “Medeniyetin iki öncüsü, Hıristiyanlık ve ticaret, birbirinden asla ayrılamaz.” derken; bir taraftan medeniyeti Batı ile özdeşleştirmekte; diğer taraftan da medeniyetin Hıristiyan değerlerine dayandığını ifade etmiş olmaktadır. 18.yüzyılda Rousseau, “Artık Fransa, Almanya, hatta İngiltere’nin var olmadığı, sadece Avrupalıların var olduğu”, bir çağın özlemini dile getirirken ana gerekçesi; “hepsinin aynı zevklere, aynı tutkulara ve aynı yaşam tarzına sahip olmuş olmaları” idi(3).

Livingstone’dan yaklaşık 100 yıl sonra, 1947 yılında, T.S. Eliot’un; “Yeni birlik sadece eski kökler üzerinde birleşebilir: Hıristiyan inancı ve Avrupalıların ortak olarak miras aldıkları klasik diller.” (3) tarzındaki yaklaşımı, Livingstone’unki ile aynıdır. Bugün de, “Avrupa fikri, görünüşte jeopolitik bir kavram olsa da, gerçekte kültürel bir model, kültürel bir yapı, kültürel bir kurgu...” (3) olarak değerlendirilmektedir. Geçmişte olduğu gibi bugün de Batı kendisini, kimliğini, karşıt değerler sistemine dayandırarak tanımlamakta; “Kendisi” ve “Öteki” kavramlaştırmasını karşıt değerlere göre yapmaktadır (3). O nedenle Batı için biz ötekiyiz, tehlikeli ve düşmanız. Şer ekseni dün dost değildi, bugün de değildir, yarın da olmayacaktır. Bunun için Sovyet sonrası Batı için Düşman İslam olarak seçilmiş NATO konsepti buna göre yeniden belirlenmiştir.

Türkiye’nin AB’ye Dahil Edilebilme Şartı Nedir

Bir kültür ve medeniyet, bir başka kültür ve medeniyet mensuplarını, kendi değerlerini reddedip kendi değerlerini kabullendikleri zaman benimser, içine alır. 17. yüzyılın sonlarında bir barış sever olduğu söylenen Quaker William Penn’in “Gelecekte Türklerin Avrupa birliğine dahil edilebilmesi için Hıristiyan olmasını, İslam’dan vaz geçmelerini” şart koşması bundan dolayıdır (3).

Keza “dünkü samimi dostlarımız” (!),Batının saygısını kazanabilmemiz ve medeni milletler topluluğuna dahil edilebilmemiz için Lozan’da Türkiye’nin halifeliği kaldırması, laikliği kabul etmesi ve İslam coğrafyası ile tüm bağlarını koparmasını şart koşmuşlardır:

“Lord Gurzon: Türkiye İslâmî alâkasını ve İslami temsil rolünü kendi eliyle çözer ve atarsa, bizimle hulûs birliği etmiş olur ve Hıristiyan dünyasının hürmet ve minnetini kazanır; biz de kendisine dilediğini veririz.” (4)

Penn’den dört asır sonra, 21. yüzyılda, Fransız Cumhurbaşkanı Jacques Chirac,

Türkiye’nin AB’ne girebilmesi için ileri sürdüğü şartlar ile Penn’inkilerin aynı olması, bir tesadüf değildir:

“…Türkiye’nin değerlerini, yaşam tarzını, kurallarını derinden değiştirmesi gerekmektedir… Bizim paylaştığımız tüm değerleri ve kuralları benimsemesi ve bunun için Türkiye’nin kayda değer çabalar göstermesi gerekmektedir.” (5)

Sonuç: “Siz Değişip Sapmadıkça Onlar Sizi Dost-Sırdaş Edinmezler.”

Tüm değer sistemleri, kendilerinin mutlak doğru olduğuna inanır ve aralarındaki mücadele, sınırsız ve topyekûndur. Değer sistemi mensupları arasındaki münasebet, bu kanuniyete göre şekillenir. Bir değer sistemi, diğer değer sistemi mensuplarını kendi değer sistemlerini terk etmediği sürece kabul etmez. Yukarıda AB’ye girmek için Türkiye’ye yapılan teklifler buna uygundur. Türkiye’den istenen laik-seküler bir sistem kurun ve İslam dünyası ile bağlarınızı kesin, İslami Protestanlaştırarak seküler bir Müslüman insan unsuru inşa edin, AB’nin tüm değerlerini ve yaşam tarzını benimseyin, sonra gelin sizi AB’ye alalım, dost kabul edelim. Önce biz sapıp onları benimseyeceğiz, ondan sonra onlar bizi, dost kabul edeceklerdir:

“Onlar neredeyse, sana vahyettiğimizden başkasını bize karşı düzüp uydurman için seni fitneye düşüreceklerdi; o zaman da seni dost edineceklerdi.

Eğer biz seni sağlamlaştırmasaydık, and olsun, sen onlara az bir şey (de olsa) eğilim gösterecektin.” (17 İsra 73-74)

“Onlar, senin kendilerine yaranıp-onlarla uzlaşmanı arzu ettiler; o zaman onlar da sana yaranıp-uzlaşacaklardı.” (68 Kalem 9).

Bu ayetler, Tevhidi değerleri benimsememiş değer sistemi mensuplarının bize karşı tutum ve davranışlarının gerçek mahiyeti ortaya koyması, ifşa etmesi açısından önemlidir.

Taksim Kadife darbe süreci, Batının bu kirli yüzünü bir kez daha ortaya çıkarmıştır; yüzündeki maskeyi düşürmüştür. Kendi üretip kutsadığı tüm kavramları, ayaklar altına almıştır. Fırsatını yakaladığı anda, kin ve nefretini kusarak her türlü kötülüğü yapacağını, yapabileceğini ortaya koymuştur, koyacaktır da:

“Eğer onlar sizi ele geçirecek olurlarsa, size düşman kesilirler, ellerini ve dillerini kötülükle size uzatırlar. Onlar sizin küfre sapmanızı içten arzu etmişlerdir.” (60 Mümtehine 2).

Milli Görüş içerisinde başlatılan “yenilikçi-gelenekçi” kavgasında Erbakan’ın küresel sistemle ilgili yaptığı kavgaya karşı çıkan bir Erdoğan, bugün Erbakan’ın çizgisine doğru yol alırken, AB’ye üyelik politiklarının, bu ülkeye ve bu ülke Müslümanlarına değer sistemi bazında neye mal olduğunun/olacağının muhasebesini yapmak zorundadır. O nedenle temel yanılgısını görmek, Batının asla dost olamayacağını anlamak, parti teşkilatına, bu ülke insanına anlatmak ve dil ve söylemini buna göre yeniden yapılandırmak zorundadır.

AKP kadrolarının 2003 yılından bu yana girdikleri AB’ye dahil olma sevda ve mecrasından vaz geçmeleri, AB uyum yasaları çerçevesinde yaptıkları tüm düzenlemeleri yeniden gözden geçirip kendi kültür ve medeniyet kodlarımıza, toplumsal yapımıza göre yeniden tanzim etmeleri, tarihi bir sorumluluktur.

Meydanlarda “Dindar nesil” isteyenlerin, AB’den ithal edilen kavram, kurum, sistem ve yasalarla neslin bozulmasına, çürümesine, kendi kültür ve medeniyetine yabancılaşmasına ve kafasının allak bullak olmasına sebebiyet verecek, ithalattan kaçınmaları, makas/eksen değiştirmeleri gerekmektedir:

“Bu benim dosdoğru olan yolumdur, şu halde ona uyun. Sizi O’nun yolundan ayıracak (başka) yollara uymayın. Bununla size tavsiye etti, umulur ki korkup-sakınırsınız.”(6 Enam 153)

Kaynaklar

1- Ragıb el İsfahani, Müfredat, Pınar Yayınları, İstanbul, 2007, S: 1590-1593.

2- Öztürk, Y. N., Kuran’ın Temel Kavramları, Yeni Boyut, İstanbul, 1991, S: 659-666.

3- Delanty G. Avrupa’nın İcadı, Adres Yayınları, Ankara, 2004, S: 100-115, 2-20, 125-130.

4- Mısırlıoğlu, K., Lozan Zafer mi, Hezimet mi , İstanbul, Sebil Yayınları, Cilt 1,1971, S:268-277.

5-17- Zaman Gazetesi, 17.12.2004.

 

ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI HİBRİT SAVAŞLAR DÜZLEMİNDE BÖLGESEL EKSENDE BAŞLATILMIŞTIR

(Umran Dergisi)   “Eğer Hakk, onların hevalarına (istek ve tutku) uyacak olsaydı, hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herke...