1 Haziran 2005 Çarşamba

MEDENİYETLER ÇATIŞMASINDA MÜSLÜMANLARIN YOL HARİTASI-V: BİR KİMLİK İNŞASI VE KORUMA EYLEMİ: TEBLİĞ

 (Umran Dergisi)

“İlim ilim bilmektir; İlim kendin bilmektir. Sen kendini bilmezsen ya nice okumaktır.” Yunus Emre

 

Umran’ın geçen sayısında ABD destekli kadife darbelerin dayandığı temel felsefeyi ve uygulanan temel stratejiyi inceledik. Kadife darbelerin yapılmasında ABD’nin yumuşak gücü, Amerikan kitle eğlence kültürü son derece etkili olmuştur. ABD’nin yumuşak gücü, iki aşamalı olarak kullanılmaktadır. Birinci aşama, bir Amerikan hayranlığı oluşturarak birey, grup, STK ve kitlelerin ABD ile işbirliği yapabilecek bir psikolojiye getirilmesidir: Kimliksizleştirme aşaması. İkinci aşama ise ABD’ye teslimiyettir: Köleleştirme Aşaması.

“İlk aşamada Amerika’nın evrensel değerlerinin büyüleyiciliğine kapılabilecek bir Ruh hali yaratmak. Daha sonra bu değerler üstünden Amerikan ideolojilerinin benimsenmesine uygun bir ortam oluşturmak.”1

Kimlik sorunu yaşayan, kendini bulamamış, farklı felsefelerin etkisi altında kafası karışık toplumlarda, ABD medya kitle kültürünün çok etkili olduğunu ve insanları sürüleştirdiğini, kimlik bunalımını daha da derinleştirdiğini ve memnuniyetsizlikleri bunalıma dönüştürdüğünü görmekteyiz. Nitekim Brzezinsky, dünya kamuoyunda meydana gelen yüksek düzeyli ABD düşmanlığının nedeninin, bu kimliksizleştirme faaliyeti olduğunu ifade etmektedir:

“Amerikalılar, kitle kültürümüzün dünya çapındaki kültürel kutuplaşmayı hızlandırdığı gerçeği ile yüzleşmek zorundadır.”2

Bugün, Batının bu Kimliksizleştirme ve Köleleştirme faaliyetlerinde Türkiye boy hedefidir. Buna karşı Müslümanlar ne yapmalıdırlar? Bu yazımızın ana konusu budur.

Bir Kimlik Krizi ve Kafa Karışıklığı

17 Nisan 2005 tarihli Milliyet Gazetesi’nin Pazar ekinde Tuba Akyol, “İdrak Yolları” adlı köşesindeki ‘Sen Kimsin?’ yazısında, arkadaşları ile oynadıkları oyunun sonucunda hayal kırıklığını dile getiren ‘Biz kimiz?’ sorusunu soruyor. Keza Vatan Gazetesi yazarı Haşmet Babaoğlu, 22 Nisan 2005 günü köşesinde ‘Selam Olsun O Eşsiz Yetime!’ başlıklı yazısında, Papanın seçilmesi ile ilgili her türlü teferruatı bilip de, aynı dönemde Türkiye’de kutlanan Kutlu Doğum Haftası ile ilgili hiçbir bilgisi olmayanları eleştirerek ‘Biz hangi iklimin çocuklarıyız?’ sorgulamasını yapıyor. Kimlik konusundaki bu kafa karışıklığı, sadece aydın kesimde değil; aynı zamanda sivil ve askeri bürokraside de yaşanmaktadır. Genel Kurmay Başkanının Harp Akademisinde yaptığı konuşmada bunu rahatlıkla görebiliriz:

“Türkiye’nin nüfusunun %99’a yakın bölümü Müslüman’dır ancak Türkiye; laik, demokratik ve sosyal bir hukuk devletidir. Türkiye ne bir İslam devleti ne de İslam ülkesidir.”3

Halkının %99 ‘u Müslüman olan bir ülkenin İslam ülkesi olmaması demek, İslam’ın değerlerinin dışında yabancı bir değerler sisteminin o ülkede hakim olması demektir. 1000 yıldır İslam’la yoğrulmuş ve İslam’ın bayraktarlığını yapmış bir milletin milli kültür ve değerler sisteminin özünde İslam vardır. Bu değerleri günlük yaşamda etkisizleştirmek demek, halkı başka değerlerin taarruzuna karşı donanımsız bırakmak demektir. O da kaçınılmaz olarak değer erozyonunu ve kimlik krizini doğurur. Askeri bürokrasinin şikayet ettiği değer erozyonu ve kimlik kırılması böyle bir uygulamanın sonucudur:

 “Çeşitli vasıtalarla sosyo-kültürel yozlaşma tetiklenerek, toplumun kendi kültürüne karşı menfi bir tavır takınması, kendi kimliğinden uzaklaşması, kültürel dinamizmini ve yaratıcılığını kaybetmesi ve böylece diğer kültürlerin etkisine hazır hale gelmesi için ortam hazırlayabilir. Nitekim, son yıllarda güzel Türkçe’mizde yaşanan aşırı bozulma, televizyon programlarında kendi kültürel değerlerimizden gittikçe uzaklaşan bir içerik ve etrafımızda sıkça rastladığımız yabancı isimli alışveriş ve eğlence yerlerindeki artış, dikkat edilmesi gereken endişe verici gelişmelerdir.

 Tarih boyunca rakip devlet ve medeniyetler tarafından karşı tarafın güçlü yönlerini zaafa uğratmak ve onu temel değerlerinden uzaklaştırmak maksadıyla çeşitli psiko-sosyal ve kültürel etkiler yaratılmak istenmiştir. “3

Ayrıca askeri bürokrasi, kitle iletişim vasıtaları ile örf , adet, gelenek, görenek ve değerlerin tahrip edilmesinden, kültürel yozlaşmadan, halkın kıyafet, tutum ve tavrının değişmesinden şikayet etmektedir:

 “Kültürel yozlaşma alanında tehdit odakları ve organizasyonlar tarafından en çok kullanılan araçlar kitle iletişim vasıtalarıdır. Bu yolla milli kültürümüze, Türk örf ve adetlerine aykırı bir çok yanlış yargı ve anlayışlar topluma sunulmakta; HALKIN KIYAFETİ, TUTUM VE TAVIRLARI DEĞİŞTİRİLMEKTE, değer yargıları erozyona uğratılmaktadır. Bu gayretler ise sonuçta milli benliğin zaman içinde zayıflamasına, ülkenin karşılaştığı iç ve dış sorunlarda toplumsal duyarsızlığa veya dramatik farklılaşmalara sebebiyet vermektedir.”3         

Yapılan tespitler doğrudur. Ancak bugün şikayet edilen tüm bu hususlarda öncülüğü, askeri darbeler yapmıştır. 28 Şubat Postmodern darbesinin 18 maddelik dayatması, hafızalardan silinmiş değildir. Halkın inançları ve kıyafetine doğrudan müdahale edilmiştir. Başörtüsü ile lise ve üniversitelere, ordu evlerine, askeri lojmanlara, ordu alışveriş merkezlerine ve üniversitelere girme yasağı 28 Şubat cuntasının bir uygulamasıdır. Kılık kıyafette meydana gelen rahatsız edici gelişmenin kökünde, 28 Şubat Postmodern darbesi vardır.

Hayat boşluk kabul etmemektedir. 28 Şubat Postmodern darbesinin gençleri kültürsüzleştirme, toplumsal sermayeden mahrum bırakma gayreti ile ortaya çıkan boşluk, yabancı devletler ve istihbaratlar tarafından kitle iletişim vasıtaları kullanılarak batı eğlence kültürü ile doldurmaktadır. Görülebileceği gibi gençleri yabancılaştırma ve kimliksizleştirmede her iki grup işbirliği içindedir. Genelkurmay Başkanı ise, bu faaliyetleri beşinci kol faaliyeti olarak değerlendirmektedir:

“Beşinci kol faaliyetleri” olarak da anılan bu tür çalışmaların hedefi, bir ülkenin zinde gücünü oluşturan ve geleceğin emanetini yüklenmiş olan gençlik kesimidir. Gençlik içinde de esas hedef, en aktif unsur olan ve yaşayacağı değişimi toplumun tümüne yansıtabilecek dinamizme sahip öğrencilerdir.”3

28 Şubat Postmodern darbesinde, çocuklara 15 yaşına kadar dini eğitim verilmemesi için 8 yıllık kesintisiz eğitim uygulaması, Anadolu insanının ilgi gösterdiği meslek liselerine gençlerin gitmemesi için üniversite giriş sisteminin içinden çıkılmaz hale getirilmesinin amacı, bu açıklamaların ışığı altında daha da iyi anlaşılmaktadır.

Eğer günlük yaşam, halka rağmen zorla başka değerlere göre şekillendirilmişse ve Millet, zorla giydirilmiş ve kalıpları uygun olmayan bir elbise ile yaşamak zorunda bırakılmışsa; o ülkede kimlik krizi olmaması mümkün mü? Halkı Müslüman olup da kendisinin Müslüman sayılmadığı bir ülkede kimlik krizinin yaşanmasından daha doğal ne olabilir? Kimlikte yaşanan kargaşa, yabancılaşmayı, ruhsal çöküntüyü, duyarsızlığı ve kaosu beraberinde getirir. Bu durum, oryantalistlerin beşinci kol faaliyetleri ve uzun süreli çalışmalarının bir sonucudur:

“Oryantalist Louis Massignon: Onların her şeylerini tahrip ettik. Dinleri ve felsefeleri mahvoldu. Artık hiçbir şeye inanmıyorlar. Derin bir boşluğa düştüler. Anarşi ve intihar için olgun bir hale geldiler.”4

 II. Mahmut’tan beri Batı kültür ve medeniyetinin dayandığı değerlere göre bir nesil yetiştirilmeye çalışılmıştır. Bugün şikayet edilen nesil, bizzat özenle yetiştirildiği/yaratıldığı (!) iddia edilen bir nesildir. 30 yıldır iktidarda olan Rauf Denktaş; “Suç bizde; biz gençlerimize dini ve milli değerleri anlatmadık” derken niçin anlatmadıkları veya anlatamadıkları ile ilgili hiçbir açıklama yapmamaktadır. Gençlere bu milletin temel değerleri ve millet olmanın sorumlulukları niçin anlatılamıyor?

 Bu sorunun muhatabı sadece siyasetçiler değil, devletin tüm kurum ve kuruluşlarında etkili ve yetkili olanlardır. Türkiye’nin asıl sıkıntısı etkili ve yetkili olanların, bu milletin temel değerleri konusunda kafalarının karışık olmuş olmasıdır. Bu milletin genlerinde tam 1000 yıldır İslam vardır. İslam’ı dışlayarak bu milletin değerler sistemini yeniden inşa etmek mümkün değildir. Bu konudaki tüm teşebbüsler, bu milletin millet olma kimliğinin tahrip edilerek şizofren bir yapı kazanmasından başka bir sonuç doğurmamıştır ve bundan sonra da doğurmayacaktır. Bu nedenle çözüm arayan tüm etkili ve yetkili kişilerin, öncelikle İslam hakkında aslî kaynaklara dayanan sağlam bilgilere sahip olması gerekir. İslam dini ile ilgili tüm konularda turnusol kağıdı, Kur’ân’dır ve Sünnet’tir. Bu, kendisini Müslüman kabul edenler için olmazsa olmaz. Çünkü Müslüman ismi, bizzat Allah tarafından, kendisine iman edenlere verilmiş bir isimdir:

“Allah bundan daha önce de, bunda (Kur’ân’da) da sizi ‘Müslümanlar’ olarak isimlendirdi.”(22/78).

“Ey iman edenler, Allah’tan nasıl korkup-sakınmak gerekiyorsa öylece korkup-sakının ve siz, ancak Müslüman olmaktan başka (bir din ve tutum üzerinde) ölmeyin.”(3/102)

İslam Birey Vicdanına Hapsedilmiş Bir Olgu Değildir

‘Müslümanım’ dedikten sonra İslam’ın kabul etmeyeceği tanımlamaları yapmak, kafa karışıklığının bir göstergesidir:

“Ancak irticai hareket, dini bireysellikten çıkararak onu toplumun talepleri olarak siyasete yansıtma gayretlerini yoğunlaştırmıştır. Bu gayretlerde; demokrasinin tüm meşru vasıtaları, bu kapsamda; okul, yurt, şirket, dernek, vakıf, yazılı ve görsel medya, toplumu örgütleme ve yönlendirmede etkili olarak kullanılmaktadır.”3

İslam dininin hiç bir kaynağında din, bireyin vicdanında veya mabedinde yaşanan bir olgu, bir inanç olarak tanımlanmamaktadır. İslam dini, tam tersine beni değil bizi öne çıkarmaktadır. Namaz kılan her Müslüman, günde beş vakit namazın her rekatında okuduğu Fatiha’da, ben için değil biz için dua etmektedir:

 “Biz yalnızca Sana ibadet eder ve yalnızca Sen’den yardım dileriz. Bizi dosdoğru yola ilet, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna, gazaba uğrayanların ve sapıklarınkine değil.”(1/5-7)

Allah, iman edenleri birliğe, beraberliğe çağırmaktadır; bireyselleşerek parçalanmaya değil:

“Allah’ın ipine hepiniz sımsıkı yapışın. Dağılıp ayrılmayın. Ve Allah’ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O, kalplerinizin arasını uzlaştırıp-ısındırdı ve siz O’nun nimetiyle kardeşler olarak sabahladınız...”(3/103)

Kalpleri ısındıracak, insanları kardeş yapacak, bölünüp parçalanmaktan kurtaracak olan, Türk, Kürt, Alevi ve Sünninin kalplerini kaynaştıracak olan tek kaynak Kur’ân’dır. O da Müslümanlara, ben olmayı değil biz olmayı öğütlemektedir. Hz.Peygamberin(s.), saçlarımı ağarttı dediği husus biz olma sorumluluğudur:

“Sen, beraberindeki tövbe edenlerle birlikte emrolunduğun gibi dosdoğru davran. Ve azıtmayın.”(11/112)

Fakir Fukaraya Yardım, İstismar Değil Dini Bir Sorumluluktur

Evet, İslam beni değil bizi önceler. Bundan dolayı da “Komşusu açken evinde tok yatanı bizden” kabul etmez. Evet İslam bizi öncelediği için “Zenginin malında fakirin hakkı olduğunu” söyler ve de alır.

Bizi, benlere ayırmaya çalışan çağdaşlık, sokak çocukları sorununu ortaya çıkarmıştır. Gasp olayları çığ gibi büyümüş, alkol, uyuşturucu kullanımı yaygınlaşmış ve fakirlikten dolayı insanlar kendilerini satmakta ve de insanlar çocuklarını öldürmektedir. Satılan her kadında, gerçekte ülke satılmaktadır. Öldürülen her çocukta, gerçekte ülke öldürülmektedir. Çekilen her tinerde, gerçekte ülkenin akciğerleri tahrip edilmektedir.

Eğer bütün bunlara karşı birileri çıkıp fakir fukaraya dinin emri, imanının bir gereği olarak yardım yapıyor, zekatını, sadakasını veriyor, infak yapıyorsa; bu nasıl istismar olarak nitelendirilebilir ve buna nasıl olurda irtica denebilir?

“Bunun yanında yoksulluğun getirdiği sorunlar bölücü unsurlar ve radikal dini oluşumlar için de kötüye kullanılacak birer hedef konumundadır. Zira radikal dini oluşumların stratejilerine bakıldığında, ekonomik sorunlar içinde çözüm bulunamayan yurt, dershane gibi yoksul halkın eğitim ihtiyaçlarının istismar edildiği görülmektedir.”3

Yolsuzluktan, yoksulluktan, yozlaşmadan ve yabancılaşmadan şikayet edenler, infak eden Müslümanları rencide eden bu tür hatalar yapmamalıdır. Bir taraftan devletin karşılayamadığı ihtiyaçların sivil toplum kuruluşları ve özel sektör tarafından karşılanmasını istemek; diğer taraftan bu çağrıya cevap veren insanları mürteci olarak itham etmek ciddi bir tezattır. Yoksa sivil toplum ve özel sektör, 28 Şubat sürecindeki gibi yeni bir tasnife mi tabi tutulmaktadır:

“Şayet bu güzel ülke hepimizinse ve başka gidecek yerimiz yoksa devletin yanı sıra, özel sektörün ve sivil toplum kuruluşlarının da yoksullukla ve özellikle işsizlikle mücadele ve sosyal hizmet programlarında daha etkili bir şekilde yer almaları teşvik edilmeli, vatandaşların sosyal güvenlik gereksinimleri üst düzeyde sağlanmalı ve gelecek endişesi giderilmelidir.”3

Villaları, yatları, limanları, köşkleri han ve hamamları, yurt dışında paraları olanlar da biraz bu hizmetleri yapsa, böylece bu ülkenin insanları biraz daha rahatlasa, bundan en çok Müslümanlar mutlu olur. Çünkü o, ölümden sonra dirilmeye, hesap vermeye iman etmiştir; ve de o fakir fukaradan dolayı sorguya çekileceğini bilmektedir.

Allah’a ve Ahiret Gününe İman Eden Herkes Cennet Özlemi İçerisindedir

Bürokrasi, özellikle Askeri Bürokrasi, dini terminolojiyi kullanırken daha dikkatli olmak zorundadır. İnsanların fakirlikten dolayı mutluluğu cennette aradıklarını söylemeleri, hem yanlıştır; hem de rencide edicidir:

“Yoksulluk ve cehalet, iç tehdit unsurlarının stratejik anlamda en temel istismar unsurlarıdır. Çünkü bu gününden mutlu, yarınından emin olmayanlar aşırı uçlara yönelerek ya bölücülüğe ümit bağlar ya da mutluluğu cennette arar.”3

 Mutluluğu cennette arayanlar, sadece fakirler değildir. Öteki dünyaya inanan, öldükten sonra dirilip hesap vereceğine iman eden herkes, bu dünya ile öteki dünyayı entegre bir vaziyette düşünerek davranır. İnanan/ iman eden/ mümin olan/ müslim olan / muhsin olan/ muttaki olan herkes, o hayatta bu dünyada yapılanların hesabını vereceği bilinci ile hareket eder. Dünyayı ahiretin tarlası olarak görür. Tarlanın mahsulünün ücretini, Mahkeme-i Kübrâ’da alır. Hak ettiği ücret, ya cennet(ödül) ile ya da cehennem(ceza) ile ödenir.

Tüm insanların fıtratında, cennete karşı özlem, cehenneme karşı korku ve nefret vardır. Bu bir yaratılış kanunudur. İçinde yaşanılan koşullarla insan fıtratı arasındaki uyumsuzluk, bunalımın ana kaynağıdır. 19 asırdan itibaren insanlarda görülen mutsuzluğun temel nedeni, insanın makineleştirilmesi ile ortaya çıkan yabancılaşmadır. Makineleşme, insan ruhunu öldürdüğü için mutsuzluğu beraberinde getirmiştir. Fakirlik insanın yaşamına ilişkin ihtiyaçlarının karşılanmaması nedeniyle bir mutsuzluk kaynağı olabilir; ancak unutmamak lazım ki her türlü imkanlara sahip olup da mutsuz olan, bunalım içerisinde bulunan zümreler, sosyete, daha çoktur. Uyuşturucu, alkol kullanımında mutluluk arayanlar onlardır. Her türlü cinsi sapıklık onlar arasında görülmektedir. Hatta en mantıksız ve sapık tarikat mensupları gene onlar arasından çıkmaktadır. “Pretty Woman” filminin ünlü aktörü Richard Gere, Cindy Crawford’la olan evliliklerinin bitiş ve Tibet yaylalarındaki Rahip Dalaylama’nın müridi oluş nedenini, “Ruhumdaki ıstırabı dindiremedim!..” şeklinde ifade etmesi fakirlikten dolayı değildir. O, orta yolu bulamamış, bir uçtan diğer bir uca savrulmuştur. Çünkü orta yol, Allah’ın gösterdiği yoldu:

 “Böylece biz sizi, insanlara şahit (ve örnek) olmanız için vasat bir ümmet kıldık.”(2/143)

Büyük Şehirler Kimliksizleştirdiği İçin İnsanlar Korkmaktadır

Genelkurmay Başkanı, gecekondu bölgelerindeki vatandaşların toplumun bütününe entegre olmadıklarından ve alt kimlikleri öne çıkarmalarından şikayet etmektedir:

“Göç eden vatandaşlarımızın bir bölümü, toplumun bütünüyle entegre olmak yerine, maalesef kendi etnik ve mezhepsel kimliklerini öne çıkarmaktadırlar. Bu gibi davranışlar, toplumsal bütünlük yerine ayrışmaya neden olmakta ve büyük bir güven sorunu yaratmaktadır. Ayrıca; köylerden şehirlere göç sonucu oluşan varoşların sorunları, iç tehdit unsurlarının istismar edebilecekleri bir ortam oluşturmaktadır. Bu noktada dikkat çeken husus; şehre yeni göç eden nesil ulaştığı yeni imkanlardan mutlu olurken, sonraki nesiller bulundukları şehirlerdeki varoş-merkez mukayesesi ile gelir dağılımını sorgulamakta ve mutsuz genç nesil olarak, iç tehdit unsurları açısından istismar edilebilecek bir potansiyel alan oluşturmaktadır.”3

Bu iç göçmenlerin şehir hayatına entegre olmak istemeyişleri, büyük şehirlerdeki şehir hayatının kimliksizliği, yutucu, yıpratıcı ve tahrip edici özelliğidir. Büyük aile parçalanmış, dede ve nineler şehir hayatında yok olmuşlardır. Anne ve babalar çalışıyorsa, çocuklar ve gençler, kontrolsüz, başı boş olarak kalmakta, uyuşturucu, kadın ve çocuk tüccarlarının boy hedefi haline gelmektedirler. Bu nedenle kırsaldaki dayanışmayı, kırsaldaki güveni bulamayan göçmenler, mahalli dernek ve vakıflarını kurarak kendilerine bir güvence sağlamak istemektedirler. Bunun yanı sıra gerek şehir hayatının kozmopolitliği, gerekse medya aracılığıyla evlerin içerisine sokulan fesat, velileri korkutmaktadır. Çalışan baba veya anneler, çocuklarla ilgilenememektedirler. İşte iç göçmenler, kendilerini ve gençlerini, değer erozyonuna karşı koruyabilmek için Cem Evleri, Kur’ân Kursları, İmam Hatip Okulları açmayı bir kurtuluş olarak görmektedirler. Bütün bunlar, bugünkü şehir hayatının ve medya kültürünün yozlaştırıcı ve çözücü özelliğinin sebep olduğu kimliksizliğe karşı gösterilen bir tepkidir.

Sivil ve Askeri Bürokrasi, halk desteğinden mahrum kalmak istemiyorsa, benzer hataları tekrarlamamalı, halkın arasına girmeli, halkın sıkıntılarını, arzularını, duygu ve düşüncelerini daha yakından öğrenmelidir. İnanıyoruz ki bugünkü düşüncelerinin çoğu değişecektir.

Çağdaşlığın Mankurtlaştırma Politikası

Eğer sistem, herkes için cazip, herkesi mutlu edebilecek bir kimlik sunabilseydi, bugün alt kimlikler öne çıkmazdı. Eğer alt kimlikler öne çıkıyorsa ortada bir sorun var demektir. Sorun olmadığını yok saymak, ya da sorunu tehditle yok saydırmak mukadder olan akıbeti değiştirmeyecektir. Bugünkü aşamada bu ülkenin önündeki en ciddi sorun, toplumu bir bütün olarak kucaklayacak bir üst kimliğin var olup olmadığıdır. ‘Laiklik ve çağdaşlık’ bir üst kimlik değildir ve üst kimlik oluşturmaktan da uzaktır. Bugünkü çağdaş anlayış, birleştirici olmaktan ziyade parçalayıcı ve bölücü bir özellik taşımaktadır. Çünkü Globalizasyon teorisi, tüm milletlerin hafızalarını, kimliklerini kaybederek ABD’nin boyunduruğu altında yaşamayı öngörmektedir.

Ünlü romancı Cengiz Aytmatov, “Gün Olur Asra Bedel” romanında kimlik kaybını güzel bir şekilde özetleyen Ana-Beyit Mezarlığı Efsanesini anlatmaktadır:

“Düşman Juan Juanlar komşu ülkelerin gençlerini kaçırır, zayıf olanları komşu ülkelere köle olarak satar, sağlam, güçlü kuvvetli olanları kendi işlerine bekçilik yapsınlar diye kendileri için köleleştirirlermiş. Kendileri için ayırdıkları gençlere hafızalarını kaybetmesine yol açan ‘Deri Geçirme İşkencesi’ uygularlarmış. Önce esirin başını kanatarak kazırlarmış. Taze deve derisi ile esirin kan içinde olan kazınmış başını sımsıkı sararlarmış. Başı sarılan esir, başını yere sürtmesin diye boynuna bir tahta kalıp bağlanır ve yürek parçalayan çığlıkları duyulmasın diye de uzak ıssız bir yere götürülür, elleri ayakları bağlı, aç ve susuz yakan güneşin altına öylece birkaç gün bırakılırmış. Kızgın güneş soğumamış deve derisini kurutarak bir mengene gibi esirlerin kafasını sıkar dayanılmaz acılar verirmiş. Aynı zamanda da kazınan saçlar dışa doğru büyüyemediği için içe doğru büyümeye başlarmış. Dayanılmaz acılar sonunda tutsak ya ölür yada aklını, hafızasını yitirirmiş. Hafızasını tamamen yitiren, ölünceye kadar geçmişini hatırlamayan bu insanlara Mankurt (Geçmişini Bilmeyen Köle) denirmiş.

Bir Mankurt kim olduğunu, hangi soydan, hangi kabileden geldiğini, anasını, babasını, çocukluğunu bilmezmiş. İnsan olduğunun farkında bile değilmiş. Ağzı var dili yok, itaatli bir hayvandan farksız, efendisinin sözünden asla çıkmayan, başkalarını dinlemeyen, karnını doyurmaktan başka bir şey düşünmeyen bir yaratık olurmuş. En pis, en güç işleri, büyük sabır isteyen, çekilmez işleri gık demeden yaparmış. Bazı Mankurtların başındaki deve derisi, kendi derisine yapışıp çıkmazmış. ‘Gel başındaki deve derisini buharlayıp çıkaralım’ demek, bir Mankurt için en korkutucu şeymiş. Onun için gece gündüz başlarında sıkıca geçirilmiş bir şapka bulunurmuş.

Oğlunun Sarı–Özek bozkırında deve çobanlığı yapan bir Mankurt olduğunu öğrenen Nayman Ana, oğlunu bulup kurtarmaya karar vermiş. Mankurt olan oğlunu bulduğunda geçmişini hatırlatabilecek ne varsa yapmış. Bütün uğraşılarına rağmen oğluna anasını, atasını, mazisini, kim olduğunu hatırlatamamış. Onu anılarına alıp götürememiş. Birkaç kez Juan-Juanların takibine uğramış ve ellerinden zor kurtulmuş Nayman Ana. Her seferinde geri dönüp oğlunu kazanmaya, ikna etmeye çalışmış. Kendisini takip eden Juan Juanların Mankurt olan oğlunu; ‘O senin anan değil; o kadın senin şapkanı çıkarıp başını buğulamak istiyor’ diye şartlandırdıklarının farkında olmayan Nayman Ana sonuncu dönüşünde Mankurt olan oğlu tarafından okla vurulup öldürülmüş. Bir ana, hafızası, benliği ve kimliği yok edilmiş olan kendi öz evladı tarafından vurularak toprağa düşürülmüş. Nayman Ananın kanı toprağı sularken başındaki beyaz yazması bir kuş olup havalanmış. Nayman Ananın ağzından çıkan,“Adını hatırla! Kim olduğunu hatırla! Babanın adı Dönenbay!” son sözlerini tekrar ede ede gökyüzünde uçmuş durmuş.”5

II. Mahmut’la beraber başlayan süreç, bir ‘Kunta Kinteleştirme’, bir ‘Mankurtlaştırma’ sürecidir. Kıbrıs’ta gelinen nokta böyle bir kimliksizleştirme faaliyetinin sonucudur. Rauf Denktaş’ın, yürüttüğü hayır kampanyasında, 16 yaşlarındaki genç bir kızla arasında geçen konuşma ile Nayman Ananın Mankurt olan oğlu ile arasında geçen konuşma arasında bir fark yoktur. Rauf Denktaş kızın boynunda asılı haç şeklindeki kolyeyi göstererek ‘Bu nedir?’ diye sorar. Genç kız, ‘Bir süs, bir kolye’ der. Denktaş ise ‘ Kızım bu bir dinin sembolüdür; sen Müslüman değil misin’ diye tekrar sorar. Genç kızın cevabı, ‘galiba’ olur. Nayman Ananın Mankurt olan oğlu kesin olarak hiçbir şey hatırlamazken; genç kız ise galiba kelimesi ile hayal meyal bir şeyler hatırladığını ifade eder. İki konuşma arasında bir fark var mıydı? Nayman Ananın oğlunu Mankurt yapanlar düşmandı; gençlerimizi mankurtlaştıranlar kimlerdi?

Genç kızın insanın kanını donduran ve zamanı durduran o ‘galiba’ cevabında; bir dönem, bir tarih, bir zihniyet ve bir uygulama yargılanmaktadır. Kızın cevabında, ne verdiniz ki ne istiyorsunuz, ne ektiniz ki biçmeye kalkıyorsunuz sorgulaması vardır. Ağır bir yargılama, ağır bir suçlama vardır. Köklerden kopuş yatmaktadır o cevapta. Kendi vatanında Kunta Kinteleştirilmiş, Mankurtlaştırılmış insanların dramıdır yaşanan. Gencin cevabında, ‘bizi Mankurt yapan sizlersiniz, sonuçtan memnun musunuz?’ sorgulaması yatar. Denktaş’ın cevabında ise bu suçu üstlenme var: ‘Suç bizde gençlere dini ve milli değerleri öğretmedik’.

Milliyet Gazetesi yazarı Tuba Akyol ‘Sen Kimsin’; Vatan Gazetesi yazarı Haşmet Babaoğlu ‘Biz hangi iklimin çocuklarıyız?’, Rauf Denktaş, ‘sen Müslüman değil misin?’ diye sorarken ve Genelkurmay başkanı ‘gençlere anlatmakta zorlanıyoruz’ derken, bu ülkenin insanlarının içine düştüğü hafıza kaybını, kimlik krizini dile getirmiş olmuyorlar mı?

Bir Kimlik Oluşturma ve Koruma Faaliyeti: Tebliğ

Oryantalist Louis Massignon’un tabiri ile ‘derin bir boşluğa düşürülerek’ kimlik kaybına sürüklenen, ‘mankurtlaştırılan’ bir nesle, ‘adını, kim olduğunu ve ecdadını hatırlatmak’ sorunu ile karşı karşıya bulunmaktayız bugün. Değer sistemleri arasındaki mücadelede süreklilik arz eden, her zaman ve her koşulda devam edebilen bir mücadele şekli, değerlerin ulaştırılması, aktarılması, anlatılması, çağrının gerçekleştirilmesi ve iyiliğin emredilip kötülüklerin men edilmesini ihtiva eden kültürel mücadeledir. Tebliğ, davet, irşad, telkin, tavsiye ve nasihat iç içe geçmiş ve fakat birbirini tamamlayan kültürel mücadele şekilleridir. Ancak pratikte iç içe, eş anlamlı olarak kullanılmaktadırlar. Bu kavramların daha ayrıntılı analizi için literatürde değişik yayınlar bulunmaktadır (6-10). Aşağıda bu kavramların anlamları, ana hatları ile özetlenmektedir.

Tebliğ

Tebliğ, “be-le-ğa” fiilinin masdarı olup, bir şeyi, bir bilgiyi veya işi ulaştırmak, iletmek, bildirmek, yetiştirmek, eriştirmek, nakletmek, götürmek, taşımak, bir işin bildirilmesini ihtiva eden kitap manalarına gelmektedir. Belağa ‘gerek zaman, gerek mekan, gerekse nitelik açısından amaca ulaşmak, sona varmak, nihayete ermek’ anlamlarına gelir.

Tebliğ, bir başkasından alınan bir emanetin, üçüncü bir şahsa aktarılmak üzere gösterilen yere tam olarak teslimi anlamındadır. Emanet, Allah’ın gönderdiği Mesajdır. Gönderici Allah, taşıyıcı peygamber (nebi/resul/elçi) onların izinden gidenler, muhatap ise insanlardır.6,8

Davet

Sözlükte çağırmak(nida), öncelik tanımak, söz vermek, istemek, seslenmek, gelmesini istemek; isim vermek, belirli bir uzaklık, çağrı, ziyafet, dua gibi anlamları içermektedir.

Terim Manası (Istılahî Anlamı): “İnsanları Allah’ın birliğine çağırmak ve İslâm dinini insanlara anlatarak benimsetmeğe çalışmaktır.”6,8

Tebliğ ile Davet Arasındaki İlişki

“Tebliğ, tamamen ve sadece bir bilgilendirme, bilgiyi ve mesajı ulaştırma ve insanda bir bilinç uyandırma; davet ise, tebliğden sonraki bir aşama diyebileceğimiz, bilgilendirilen konuyu benimsemeye, kabule ve yaşamaya teşvik, çağrı ve yönlendirmeyi kapsamaktadır. Tebliğ ve davet, birbirini takip eden faaliyetlerdir. Bununla birlikte, bu iki kavramı kesin çizgilerle birbirinden ayırmak oldukça güçtür”.8

İrşad

“Rüşd, hidayet (doğruyu veya doğru yolu gösterme) anlamında kullanılır. Zıddı dalâlet (sapıklık) veya ğayy(azgınlık)’dır. irşad, insanlara hayrı anlatmak, yol göstermek, uyarmak, rehberlik yapmaktır.”8

Va’z veya Mev’ize

Isfahânî’ye göre, va’z (veya mev’ize), korkunun yanında olduğu yasaklama, kalbin etkilendiği bir üslupla hayırlı olan şeyleri hatırlatmadır.6

Va’z ve mev’ize, iyiliğe teşvik, birine nasihat edip kalbini yumuşatacak ve Allah’ın cezalandırmasından korkutacak şeyleri hatırlatmak, öğüt vermek, tavsiye etmek demektir. Öğüt, uyarma ve teşvikte ana hedef muhatabın iradesini kuvvetlendirerek emir ve yasaklar konusunda hassasiyetini artırmaktır.8

Nasihat

Nasihat, tatlı söz ve öğüt anlamına gelir ve doğru yola, iyiye, güzele sevk etmek için yapılan konuşma, yol gösterme demektir.

Nasihatin amacı, muhataba bilmediği bir şeyi öğretmek değildir. Genellikle muhatap tarafından bilinen ve fakat hassasiyet gösterilmeyen hususların duygulu, heyecanlı, samimi ve etkili bir şekilde tekrar edilmesidir.8

Propaganda

İnsanları tesir altına alarak bir fikir, bir düşünce, bir felsefe, bir davranış, bir hareket ve/veya bir yaşam şeklini benimsemelerini sağlamak için yapılan her şeydir. Hedeflenen şeyi muhataba mutlaka kabul ettirmek esastır. Bunu gerçekleştirebilmek için psikolojik baskıdan yalana kadar her vasıta kullanılabilir. Muhatabın yararından ziyade sunan tarafın yararı önemlidir.

Özet olarak yukarıda geçen kavramlar arasında hem mana olarak farklılıklar vardır; hem de zamanlama olarak aralarında öncelik sonralık ilişkisi vardır. Bununla birlikte anlam alanları büyük ölçüde içiçe geçmiştir. Bu çalışmanın amacı kavramsal bir analiz yapmak olmadığından tümünün örttüğü anlam alanı, tebliğ kelimesi ile temsil edilecektir.

Bu çerçevede Tebliğ, bir kimseyi uyarma, aydınlığa ve hakikate çağırma gayretidir. Ona kim olduğunu, nereden gelip nereye gittiğini, hayatın gaye ve sonunu anlatarak, onu kendi benliğine(fıtratına) döndürmek için yapılan bir duyuru, bir çağrı, bir ikna, bir telkin, bir nasihat, bir öğüt ve bir tavsiye hareketidir. Bir kimlik, bir benlik oluşturma ve koruma sürecidir. İslam’ın yumuşak gücüdür.

Tebliğ, İslam’ın Yumuşak Gücü Olarak Sürekli Bir Mücadele Şeklidir

Geçmiş dönemlerde helak olan kavimler, yıkılan sistemler, dağılan imparatorluklar incelendiğinde, en temel ortak özelliğin (en geniş anlamıyla) zulüm olduğu görülmektedir. Zulüm kavramının kapsamı; insan fıtratının bozulması anlamında Lut kavminin helakine sebep olan eşcinsellik, Şuayb kavminin helakine sebep olan ihtikar, hile, ölçü ve tartının bozulması, Ad kavminin helakine sebep olan baskı, şiddet, Firavun’un ve değişik imparatorlukların helakine sebep olan sefahat, soykırım, baskı, şiddet ve sınıfsal ayırım gibi konuları içerecek genişlikte kullanılmaktadır.

Tüm bu zulüm şekilleri bugün, merkez üssü ABD olmak üzere batı tarafından dünyanın dört bir tarafına yaygınlaştırılmaktadır. Bugün ABD eğlence kültürü(Yumuşak Güç), insan fıtratına açılmış bir savaş olup insanın kendisine yabancılaşmasına ve mankurtlaşmasına sebebiyet vermektedir. Bir dönem komünizmin yaptığını bugün rakipsiz kalmış olan kapitalizm, patronların kârının maksimizasyonu için yapmaktadır. Bugünün ana sorusu, fıtrata karşı girişilen bu yabancılaştırma ve mankurtlaştırma savaşına karşı ne yapılabilir veya ne yapılmalıdır?

Helak olan kavimlerin durumlarını anlatan Kur’ân âyetlerine baktığımızda, fıtrata aykırı olan yaşam tarzlarını değiştirerek yeni bir kimlik kazandırmak için Allah tarafından peygamberler gönderildiği görülmektedir. Her şeyin yeni baştan tanzimi için peygamberlere yüklenen görev, tebliğle irtibatlandırılmıştır ve peygamberlerin aslî görevinin tebliğ olduğu vurgulanmaktadır:

“Ey Peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer (bu görevini) yapmayacak olursan, O’nun elçiliğini tebliğ etmemiş olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır.”(5/67)

Bundan dolayı tebliğe, toplumların tüm ilişki zinciri/yaşam tarzı yeni baştan tanzim edilerek yeni bir kimlik kazandırma ve kazanılan kimliği koruma faaliyeti/mücadelesi olarak bakılabilir. Ayete daha yakından bakıldığında kimlik oluşturma sürecinin sancılı bir süreç olduğu, mevcut hakim kimlikten yana olanların şiddetli muhalefeti ile karşılaşılacağı , ‘Allah seni insanlardan koruyacaktır.’ ifadesi kullanılarak zımnen, dolaylı olarak, belirtilmektedir. Tebliğle yapılan çağrıya, mevcudun doğru ve yanlışlığı tartışılmadan bir tepki konulmakta, mevcut kimlik korunmak istenmektedir:

“Onlara; «Allah’ın indirdiklerine uyun» denildiğinde, derler ki; «Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız.» Şayet şeytan, onları çılgınca yanan ateşin azabına çağırmışsa da mı (buna uyacaklar)?”(31/21)

Tebliğ, birbiri ile bağlantılı iki eksenli bir süreç olarak değerlendirilebilir. Birinci eksen yeni bir kimlik oluşturma; ikinci eksen ise oluşturulan kimliği muhafaza etme, korumadır. Kimlik oluşurken muhafaza etme de ona eşlik ettiği için bu iki faaliyet, zamansal olarak birbirini takip etmeyip içiçe geçmiş durumdadır:

“(Öncelikle) En yakın hısımlarını (aşiretini) uyarıp-korkut. Ve müminlerden, sana tabi olanlara (koruyucu) kanatlarını ger. Eğer sana isyan edecek olurlarsa, artık de ki: «Gerçekten ben, sizin yapmakta olduklarınızdan uzağım”(26/214-216)

Gemiyi Delenler

Fukuyama, Büyük Çözülme kitabında, başta ABD olmak üzere tüm sanayileşmiş ülkelerin toplumsal sermayelerini, 30-40 sene öncesinden tüketmeye başladıklarını ve şimdi de derin bir bunalıma sürüklendiklerini ifade etmektedir. Türkiye’de bu süreç batılılaşma hareketleri ile başlamış olmasına rağmen dışa ilk yansıması, 12 Eylül 1980 darbesinden sonradır. 28 Şubat Postmodern Darbesi, dine ve dindara açtığı savaşla bu süreci hızlandırmıştır. Bugün ise askeri bürokrasi dahil toplumun hemen hemen her kesiminin şikayetçi olduğu bir noktaya ulaşmıştır.

Uyuşturucu-alkol-tiner kullanımı, kumar ve şans oyunları, zina-cinsi sapıklık-pornografi, şiddet-kapkaç, hırsızlık, yolsuzluk, aile kurumuna olan duyarsızlık ve aile kurumunda vuku bulan çözülme, evlilik yerine birlikte yaşam, çocuk yapmada isteksizlik ve gayrı meşru çocuk sayısında artış, çocukların sokağa terkedilmesi, kadın ve çocuk ticaretinin yaygınlaşması, işsizlik, adaletsizlik, toplumsal dayanışmada çözülmenin hızlanması, bireyselliğin yaygınlaşması ile ortaya çıkan yalnızlık ve güvensizlik duygusu, yoksulluğun yaygınlaşması, kararsızlık, inançsızlık, duyarsızlık, üst kimlikteki aşınmadan dolayı etnik ve mezhepsel ayrışmada derinleşme, insanın kendine yabancılaşması ve Louis Massignon’un tabiriyle ‘her şeyi tahrip edilmiş, anarşi ve kaosa terk edilmiş bir toplum’ görüntüsü, Türkiye’nin karmaşık fay hattı haritasıdır.

Dünyaya şu an hakim olan zihniyet, insanı makineleştiren ve bundan dolayı da kendine yabancılaştıran bir zihniyet olup şu anki buhranın ana kaynağıdır. Bu durumun mevcut halini bile koruması, insan nesli için helak olma nedenidir. Kaldı ki iletişim teknolojilerinin sahip olduğu imkanların her geçen gün gelişmesi ile tahribat daha da derinleşme eğiliminde görülmektedir. Bu yabancılaştırma ve mankurtlaştırmaya karşı çıkacak tek güç İslam’dır. O nedenle Allah’a iman eden, Müslüman olduğunu söyleyen tüm insanların bu gidişe dur demek üzere mücadele etmek sorumlulukları vardır. Çünkü kötülükleri icra edip ortalığı fesada verenlerle aynı geminin içerisinde seyahat etmekteyiz. Hz.Muhammed(s.), kötülüklerin yaygınlaştığı toplumları bir gemide seyahat eden insanların durumuna benzetmektedir:

“Allah’ın hudûduna (emir ve yasaklarına) giren meseleleri tatbîk eden -ve yağcılık yaparak müsâmaha ve gevşeklik göstermeyen iyi- kimse ile, yasakları işleyen kimselerin durumları, bir gemiye binip kur’a çekerek, geminin alt ve üst katlarına yerleşen yolculara benzer. Öyle ki, alt katta oturanlar, su ihtiyaçlarını giderirken üsttekilerin yanından geçip onları rahatsız ediyorlardı. (Alttakiler bu duruma son vermek için) bir balta alarak geminin dibini delmeye başlasalar, üsttekiler hemen gelip: “Yâhu ne yapıyorsunuz?” diye sorunca alttakiler: “Biz su ihtiyacımızı görürken sizi rahatsız ediyorduk, halbuki suya muhtacız, şimdi sizi rahatsız etmeden yerimizi delerek bu şekilde elde edeceğiz” deseler ve üsttekiler bu işte onlara mâni olsalar hem kendilerini kurtarırlar, hem onları kurtarmış olurlar. Eğer yaptıkları işte serbest bıraksalar, hem onları helâk ederler, hem de kendilerini helâk ederler.”

İşte bunun için bana ne diyenlerin ödeyeceği bedel, gemiyi delenlerle aynı olacaktır. Bu durumda karşı duruş, İslam’ın yumuşak gücü olan tebliğ yapma şeklinde tezahür etmelidir. Çünkü tebliğ, bir kurtuluş çağrısı, bir kurtuluş hareketidir. İnsanların hayatlarındaki monotonluğu gidermek için yaptıkları keyfe keder bir hareket değildir. Kararlı oluştur. İman edişin onurlu bir tavır sergileyişi, bir dik duruşudur. Aynı zamanda kötülüğü icra edenlerin kurtulması için de karşılığında hiçbir ücret beklenmeden yapılan bir fedakarlık, bir çile çekiştir:

“Bir de onlara deniz kıyısındaki şehrin uğradığı sonucu sor. Hani onlar cumartesi yasağını çiğneyerek haddi aşmışlardı. ‘Cumartesi günü iş yapma yasağına uyduklarında’, balıkları onlara açıktan akın akın geliyor, ‘cumartesi günü iş yapma yasağına uymadıklarında’ ise, gelmiyorlardı. İşte biz, fıska sapmaları dolayısıyla onları böyle imtihan ediyorduk.

Onlardan bir topluluk: “Allah’ın kendilerini yıkıma uğratmak veya şiddetli bir azaba uğratmak istediği bir kavme ne diye öğüt veriyorsunuz?» dediğinde «Rabbinize karşı bir özür için ve bir ihtimal sakınabilirler, diye” dediler.

Kendilerine hatırlatılanı unuttuklarında ise, biz de kötülükten sakındıranları kurtardık. Zulme sapanları yaptıkları fısk dolayısıyla pek zorlu bir azab ile yakalayıverdik. Onlar, kendisinden sakındırıldıkları ‘şeyi yapmada ısrar edip başkaldırınca’ onlara: “Aşağılık maymunlar olunuz” dedik.”(7/163-166)

Yukarıdaki ayetlerden kötülüklerin yaygınlaştığı toplumlarda 3 grup insanın var olduğu görülmektedir: Kötülüğü icra edip yaygınlaştıranlar. Kötülüğe karşı mücadele edenler. Nemelazımcılar. Gene yukarıdaki ayetlerde; kötülüğü bilfiil icra edenlerle, buna karşı sessiz kalıp tavır almayanlar (nemelazımcılar) aynı küme içerisinde değerlendirilip, zulme sapanlar olarak isimlendirilmekte ve birlikte cezalandırılmaktadır. Aşağıdaki hadis, yukarıdaki ayetlere daha da açıklık kazandırmaktadır:

“İnsanlar, zâlimi görüp elinden tutmazlarsa, Allah’ın, hepsine ulaşacak umumî bir belâ göndermesi yakındır.”... “İçlerinde kötülükler işlenen bir cemiyet, bu kötülükleri bertaraf edecek güçte olduğu halde, seyirci kalır, müdâhale etmezse, Allah’ın hepsini saran umumî bir belâ göndermesi yakındır.” Ebu Dâvud, Melâhim 17, (4338); Tirmizî, Tefsir, Mâide (3059), Fiten 8 (2169); İbnu Mâce, Fiten 20 (4005).

Bugün kurtuluşu makam, mevki, para ve pulda görüp de bu kimliksizleştirme ve mankurtlaştırma faaliyetlerine karşı ilgisiz kalanlar, zulme iştirak eden suçlulardır. Kalplerinde hastalık vardır. Tebliğ görevinin yerine getirilmemesi ile kalplerin kararması ve buna bağlı olarak davetin dikey boyutu olan duâların reddi arasında bir ilişki vardır:

“Resûlullah(s.) buyurdular ki: “Nefsimi kudret elinde tutan Zat’a kasem olsun, ya ma’rufu emreder ve münkerden de yasaklarsınız veya Allah’ın katından umumî bir belâ göndermesi yakındır. O zaman yalvar yakar olursunuz da duanız kabul edilmez.” Tirmizî, Fiten 9, (2170).

Tebliğ tavizsiz bir duruştur. Kötülüklere karşı büyük bir hassasiyetle kesin bir tavır alıştır:

 Hz. Peygamber(s.) buyurdular ki: “Yeryüzünde bir kötülük işlendiği vakit, ona şahit olan bunu takbîh ederse (kötü olduğunu te’yîd ederse), o kötülüğü görmemiş gibi zararından kurtulur. O kötülüğe şahit olmadığı halde, işittiği zaman memnun kalan kimse, sanki şâhid olmuş gibi mânen zarar görür.” Ebu Davud, Melâhim 17, (4345).

Tebliğ, iman edenlerin insanları doğru yola ulaştırmak için Allah’tan gelen mesaja yaptıkları bir çağrıdır. O nedenle Kötülüklere karşı çıkmada süreklilik gerektiren ilkeli bir duruş sergilenmelidir. Bu gün karşı çıkılan şey, yarın yapılmamalıdır. Böylelikle kötülükler, meşrulaştırılıp yaygınlaştırılmamalıdır :

Hz.Peygamber(s.) buyurdu ki: “İsrail oğulları bir kısım günahlar işlemeye başlayınca âlimleri onları bu işlerden menettiler. Ancak onlar dinlemediler, vazgeçmediler. Zamanla âlimler de onlarla oturmaya, dayanışmaya ve beraber içmeye başladılar. Allah da bunun üzerine, berikinin dalâletini öbürüne katarak, biriyle diğerinin küfrünü artırdı... Hayır, nefsimi kudret elinde tutan Zat’a yemin ederim, onları hak adına kötülüklerden men etmezseniz (siz de rızaya eremezsiniz).” Ebu Dâvud, Melâhim 17, (4336); Tirmizî, Tefsîr, Mâide (3050), İbnu Mâce, Fiten 20, (4006)

Tebliğ Bir Arındırma Hareketidir

İnsanların, tebliğle kendilerine sunulan mesaja olumlu cevap verebilmesi için özgürce düşünebilmesi gerekir. Asıl zorluk böyle bir ortamın hazırlanmasındadır. Çünkü şeytanı güçlerin medya aracılığıyla insan zihni üzerine uyguladıkları baskı, zihni bir kirlenme meydana getirerek algılama mekanizmalarının körleşmesine sebebiyet vermiştir. Tebliğ, öncelikle bu zihni kirlenmeyi temizlemeye dönük olmak zorundadır. Tebliğin ana hedefi, insanları arındırıp temizleyerek onlara doğru yolu gösterecek kitabı ve hikmeti öğretmektir. Her türlü sapıklığın neşvünema bulduğu bir ortamda insanları kurtuluşa ulaştırabilmenin yolu budur:

“O(Allah),.. onlara ayetlerini okuyan, onları arındırıp-temizleyen ve onlara kitap ve hikmeti öğreten bir peygamberi gönderendir. Oysa onlar, bundan önce gerçekten açıkça bir sapıklık içinde idiler.”(62/2)

Hak ile batılın, doğru ile yanlışın, güzel ile çirkinin, temiz ile pisin harmanlanarak melez değer sistemlerinin üretildiği bir ortamda Tebliğ, helâl ile haramı, temiz ile murdarı birbirinden ayırt edecek bir bilinçlendirme olmalıdır. Dolayısıyla tebliğ bir arındırma, bir özgürleştirme ve bir bilinçlendirme faaliyetidir:

“O (peygamber) onlara marufu (iyiliği) emrediyor, münkeri (kötülüğü) yasaklıyor, temiz şeyleri helal, murdar şeyleri haram kılıyor ve onların ağır yüklerini, sırtlarındaki zincirleri indiriyor.”(7/157)

Sonuç: Tebliğ Mümin Olmanın Göstergesidir

ABD eğlence kültürünün mankurtlaştırıp kimliksizleştirdiği bir ortamda, yeni bir insan ve yeni bir toplum inşa etme ve inşa edilen toplumu koruma, tebliğ/ davet/ irşad/ tavsiye/ nasihat/ marufu emretme münkerden sakındırma zincirinin içiçe kullanılması ile mümkün olmaktadır. Yeni bir insan ve toplum inşa etmek olayın bir yönüdür; olayın diğer yönü ise, inşa edilen insan veya toplumu korumaktır. Bunu için tebliğ, kesintisiz bir süreç olmalıdır. Bu uyarıp korkutma, ölümü, ahireti ve hesap gününü sürekli hatırlatma, sekülerleşmeyi, dünyevileşmeyi ve sapmayı engelleyen, gerek fakirlikte ve gerekse zenginlikte mutlaka yapılması gereken kesintisiz bir faaliyettir:

Hz. Peygamber(s.) buyurdular ki: “Sizler yardım görecek, ganimetler elde edecek ve birçok memleketleri fethedeceksiniz. Sizden kim bu vakte ererse, Allah’tan çekinsin, ma’rufu emredip, münkerden de nehyetsin...” Tirmizî, Fiten 70, (2258).

Hz. Peygamber, ‘siz’ ifadesiyle, tebliğ etmenin müminin bir vasfı olduğuna dikkat çekmiş olmaktadır. Diğer taraftan Tevbe suresinin 71. ayetinde tebliğ, iyiliği emredip kötülükten alıkoyma, müminin bir vasfı olarak yer alır. Bu vasfın önem katsayısı, bundan önceki ayetlerde yer verilen konular göz önüne alındığında daha iyi anlaşılır. Tevbe 67’de münafıkların kötülüğü emredip iyilikten alıkoydukları, Allah’ı unuttukları ve Allah’ın da onları unuttuğu belirtilmektedir. 69’da münafıkların dünyaya dalıp kayba uğradıkları ve müminlerin aynı hataya düşmemesi ikaz edilmektedir. 70. âyette ise sekülerleşip peygamberleri yalanlayan ve kendi kendilerine zulmederek helak olmuş kavimlere yer verilmektedir. Bütün bunlar anlatıldıktan sonra Tevbe 71’de, iyiliği emredip kötülükten alıkoymanın müminin bir vasfı olarak yer alıyor olmasının ayrı bir önemi vardır. Müminler bunun üzerinde tefekkür etmeliler:

“Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar birbirlerinin velileridirler. İyiliğe emreder, kötülükten sakındırırlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler ve Allah’a ve Resulüne itaat ederler. İşte Allah’ın kendilerine rahmet edeceği bunlardır.”(9/71)

Kur’ân-ı Kerim’de tebliğ etmeyenler lanetlenmiş(2/42, 2/159,2/174,3/187), tebliğ edenler ise müjdelenmiştir(2/160, 9/112,41/33).

Özetle tebliğ, bir arındırma, bir temizleme, bir yol gösterme, bir öğretim, bir eğitim, bir uyarıp korkutma ve yeni bir insan, yeni bir toplum ve yeni bir kimlik inşa etme ve koruma faaliyetidir.

Tebliğ, biz olarak kurtulmanın gerek şartıdır:

“Asra andolsun; Gerçekten insan, ziyan içindedir. Ancak iman edip salih amellerde bulunanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka.”(103/1-3)

Ve biz Müslümanız;

Müslüman olmanın gerektirdiği tüm sorumlulukları yerine getireceğiz,

Ve biz Müslümanız; Cenneti hasretle aramaya ve tüm insanlığı ateşten kurtarmak için tebliğ etmeye devam edeceğiz.

Ve Biz Müslümanız; Mankurtlaştırılmak istenen bir nesli kurtarmak için, ‘bize ok atanlar’ da dahil, herkese, Nayman Ananın yaptığı çağrıyı ısrarla tekrarlayacağız:

‘Adını hatırla, Kim olduğunu hatırla, Değerler sistemini hatırla, Özünü/fıtratını hatırla!’  n

Notlar

1- Talu U., Yumuşak ve Şefkatli, NPQ, cilt 7, Sayı 1, 2005 S: 16-27

2- Gardels N., ‘Amerika’nın Yumuşak Gücünün Yükselişi ve Düşüşü’, NPQ, cilt 7, Sayı 1, 2005 S: 36-43

3- Özkök H., Harp Akademilerindeki Yıllık Değerlendirme Konuşması, İstanbul, 20/04/2005

4- Said E., Oryantalizm, Pınar Yayınları, İstanbul,1989

5- Aytmatov , C., Gün Olur Asra Bedel, Ötüken , İstanbul, 1996 S:146-176

6- Öztürk, Y.N., Kur’ân’ın Temel Kavramları, Yeni Boyut, İstanbul,1991

7- Ünal A., Kur’ân’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları, İstanbul,1986

8- Şanver M., Kur’ân’da Tebliğ ve Eğitim Psikolojisi, Pınar Yayınları, İstanbul,2001

9- Saka Ş., Kur’ân-ı Kerim’in Davet Metodu, Seha Neşriyat, İstanbul

10- Çakan İ. L., Hakkı Tavsiye Metod ve Vasıtaları, Şamil Yayınları, İstanbul, 1976

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI HİBRİT SAVAŞLAR DÜZLEMİNDE BÖLGESEL EKSENDE BAŞLATILMIŞTIR

(Umran Dergisi)   “Eğer Hakk, onların hevalarına (istek ve tutku) uyacak olsaydı, hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herke...