(Umran Dergisi)
“İlim ilim bilmektir; İlim kendin bilmektir. Sen kendini bilmezsen ya nice okumaktır.” Yunus Emre
Umran’ın
geçen sayısında ABD destekli kadife darbelerin dayandığı temel felsefeyi ve
uygulanan temel stratejiyi inceledik. Kadife darbelerin yapılmasında ABD’nin
yumuşak gücü, Amerikan kitle eğlence kültürü son derece etkili olmuştur.
ABD’nin yumuşak gücü, iki aşamalı olarak kullanılmaktadır. Birinci aşama, bir
Amerikan hayranlığı oluşturarak birey, grup, STK ve kitlelerin ABD ile
işbirliği yapabilecek bir psikolojiye getirilmesidir: Kimliksizleştirme aşaması.
İkinci aşama ise ABD’ye teslimiyettir: Köleleştirme Aşaması.
“İlk aşamada Amerika’nın evrensel değerlerinin
büyüleyiciliğine kapılabilecek bir Ruh hali yaratmak. Daha sonra bu değerler
üstünden Amerikan ideolojilerinin benimsenmesine uygun bir ortam oluşturmak.”1
Kimlik sorunu yaşayan, kendini bulamamış, farklı
felsefelerin etkisi altında kafası karışık toplumlarda, ABD medya kitle
kültürünün çok etkili olduğunu ve insanları sürüleştirdiğini, kimlik bunalımını
daha da derinleştirdiğini ve memnuniyetsizlikleri bunalıma dönüştürdüğünü
görmekteyiz. Nitekim Brzezinsky, dünya kamuoyunda meydana gelen yüksek düzeyli
ABD düşmanlığının nedeninin, bu kimliksizleştirme faaliyeti olduğunu ifade
etmektedir:
“Amerikalılar,
kitle kültürümüzün dünya çapındaki kültürel kutuplaşmayı hızlandırdığı gerçeği
ile yüzleşmek zorundadır.”2
Bugün, Batının bu Kimliksizleştirme ve Köleleştirme faaliyetlerinde Türkiye boy hedefidir. Buna karşı Müslümanlar ne yapmalıdırlar? Bu yazımızın ana konusu budur.
Bir Kimlik Krizi ve Kafa Karışıklığı
17 Nisan 2005 tarihli Milliyet Gazetesi’nin Pazar ekinde Tuba Akyol, “İdrak Yolları” adlı
köşesindeki ‘Sen Kimsin?’ yazısında, arkadaşları ile oynadıkları oyunun
sonucunda hayal kırıklığını dile getiren ‘Biz kimiz?’ sorusunu soruyor. Keza Vatan Gazetesi yazarı Haşmet Babaoğlu,
22 Nisan 2005 günü köşesinde ‘Selam Olsun O Eşsiz Yetime!’ başlıklı yazısında,
Papanın seçilmesi ile ilgili her türlü teferruatı bilip de, aynı dönemde
Türkiye’de kutlanan Kutlu Doğum Haftası ile ilgili hiçbir bilgisi olmayanları
eleştirerek ‘Biz hangi iklimin çocuklarıyız?’ sorgulamasını yapıyor. Kimlik
konusundaki bu kafa karışıklığı, sadece aydın kesimde değil; aynı zamanda sivil
ve askeri bürokraside de yaşanmaktadır. Genel Kurmay Başkanının Harp
Akademisinde yaptığı konuşmada bunu rahatlıkla görebiliriz:
“Türkiye’nin nüfusunun %99’a yakın bölümü Müslüman’dır
ancak Türkiye; laik, demokratik ve sosyal bir hukuk devletidir. Türkiye ne bir
İslam devleti ne de İslam ülkesidir.”3
Halkının %99 ‘u Müslüman olan bir ülkenin İslam ülkesi olmaması demek, İslam’ın
değerlerinin dışında yabancı bir değerler sisteminin o ülkede hakim olması
demektir. 1000 yıldır İslam’la yoğrulmuş ve İslam’ın bayraktarlığını yapmış bir
milletin milli kültür ve değerler sisteminin özünde İslam vardır. Bu değerleri
günlük yaşamda etkisizleştirmek demek, halkı başka değerlerin taarruzuna karşı donanımsız
bırakmak demektir. O da kaçınılmaz olarak değer erozyonunu ve kimlik krizini
doğurur. Askeri bürokrasinin şikayet ettiği değer erozyonu ve kimlik kırılması
böyle bir uygulamanın sonucudur:
“Çeşitli
vasıtalarla sosyo-kültürel yozlaşma tetiklenerek, toplumun kendi kültürüne
karşı menfi bir tavır takınması, kendi kimliğinden uzaklaşması, kültürel
dinamizmini ve yaratıcılığını kaybetmesi ve böylece diğer kültürlerin etkisine
hazır hale gelmesi için ortam hazırlayabilir. Nitekim, son yıllarda güzel Türkçe’mizde
yaşanan aşırı bozulma, televizyon programlarında kendi kültürel değerlerimizden
gittikçe uzaklaşan bir içerik ve etrafımızda sıkça rastladığımız yabancı isimli
alışveriş ve eğlence yerlerindeki artış, dikkat edilmesi gereken endişe verici
gelişmelerdir.
Tarih boyunca rakip
devlet ve medeniyetler tarafından karşı tarafın güçlü yönlerini zaafa uğratmak ve
onu temel değerlerinden uzaklaştırmak maksadıyla çeşitli psiko-sosyal ve
kültürel etkiler yaratılmak istenmiştir. “3
Ayrıca askeri bürokrasi, kitle iletişim vasıtaları ile
örf , adet, gelenek, görenek ve değerlerin tahrip edilmesinden, kültürel
yozlaşmadan, halkın kıyafet, tutum ve tavrının değişmesinden şikayet
etmektedir:
“Kültürel
yozlaşma alanında tehdit odakları ve organizasyonlar tarafından en çok
kullanılan araçlar kitle iletişim vasıtalarıdır. Bu yolla milli kültürümüze,
Türk örf ve adetlerine aykırı bir çok yanlış yargı ve anlayışlar topluma
sunulmakta; HALKIN KIYAFETİ, TUTUM VE TAVIRLARI DEĞİŞTİRİLMEKTE, değer
yargıları erozyona uğratılmaktadır. Bu gayretler ise sonuçta milli benliğin
zaman içinde zayıflamasına, ülkenin karşılaştığı iç ve dış sorunlarda toplumsal
duyarsızlığa veya dramatik farklılaşmalara sebebiyet vermektedir.”3
Yapılan tespitler doğrudur. Ancak bugün şikayet edilen
tüm bu hususlarda öncülüğü, askeri darbeler yapmıştır. 28 Şubat Postmodern
darbesinin 18 maddelik dayatması, hafızalardan silinmiş değildir. Halkın
inançları ve kıyafetine doğrudan müdahale edilmiştir. Başörtüsü ile lise ve
üniversitelere, ordu evlerine, askeri lojmanlara, ordu alışveriş merkezlerine
ve üniversitelere girme yasağı 28 Şubat cuntasının bir uygulamasıdır. Kılık
kıyafette meydana gelen rahatsız edici gelişmenin kökünde, 28 Şubat Postmodern
darbesi vardır.
Hayat boşluk kabul etmemektedir. 28 Şubat Postmodern
darbesinin gençleri kültürsüzleştirme, toplumsal sermayeden mahrum bırakma
gayreti ile ortaya çıkan boşluk, yabancı devletler ve istihbaratlar tarafından kitle
iletişim vasıtaları kullanılarak batı eğlence kültürü ile doldurmaktadır.
Görülebileceği gibi gençleri yabancılaştırma ve kimliksizleştirmede her iki
grup işbirliği içindedir. Genelkurmay Başkanı ise, bu faaliyetleri beşinci kol
faaliyeti olarak değerlendirmektedir:
“Beşinci kol faaliyetleri” olarak da anılan bu tür
çalışmaların hedefi, bir ülkenin zinde gücünü oluşturan ve geleceğin emanetini
yüklenmiş olan gençlik kesimidir. Gençlik içinde de esas hedef, en aktif unsur
olan ve yaşayacağı değişimi toplumun tümüne yansıtabilecek dinamizme sahip
öğrencilerdir.”3
28 Şubat Postmodern darbesinde, çocuklara 15 yaşına
kadar dini eğitim verilmemesi için 8 yıllık kesintisiz eğitim uygulaması,
Anadolu insanının ilgi gösterdiği meslek liselerine gençlerin gitmemesi için
üniversite giriş sisteminin içinden çıkılmaz hale getirilmesinin amacı, bu
açıklamaların ışığı altında daha da iyi anlaşılmaktadır.
Eğer günlük yaşam, halka rağmen zorla başka değerlere
göre şekillendirilmişse ve Millet, zorla giydirilmiş ve kalıpları uygun olmayan
bir elbise ile yaşamak zorunda bırakılmışsa; o ülkede kimlik krizi olmaması
mümkün mü? Halkı Müslüman olup da kendisinin Müslüman sayılmadığı bir ülkede
kimlik krizinin yaşanmasından daha doğal ne olabilir? Kimlikte yaşanan kargaşa,
yabancılaşmayı, ruhsal çöküntüyü, duyarsızlığı ve kaosu beraberinde getirir. Bu
durum, oryantalistlerin beşinci kol faaliyetleri ve uzun süreli çalışmalarının
bir sonucudur:
“Oryantalist Louis Massignon: Onların her şeylerini
tahrip ettik. Dinleri ve felsefeleri mahvoldu. Artık hiçbir şeye inanmıyorlar.
Derin bir boşluğa düştüler. Anarşi ve intihar için olgun bir hale geldiler.”4
II. Mahmut’tan
beri Batı kültür ve medeniyetinin dayandığı değerlere göre bir nesil
yetiştirilmeye çalışılmıştır. Bugün şikayet edilen nesil, bizzat özenle
yetiştirildiği/yaratıldığı (!) iddia edilen bir nesildir. 30 yıldır iktidarda
olan Rauf Denktaş; “Suç bizde; biz gençlerimize dini ve milli değerleri
anlatmadık” derken niçin anlatmadıkları veya anlatamadıkları ile ilgili hiçbir
açıklama yapmamaktadır. Gençlere bu milletin temel değerleri ve millet olmanın
sorumlulukları niçin anlatılamıyor?
Bu sorunun
muhatabı sadece siyasetçiler değil, devletin tüm kurum ve kuruluşlarında etkili
ve yetkili olanlardır. Türkiye’nin asıl sıkıntısı etkili ve yetkili olanların,
bu milletin temel değerleri konusunda kafalarının karışık olmuş olmasıdır. Bu
milletin genlerinde tam 1000 yıldır İslam vardır. İslam’ı dışlayarak bu
milletin değerler sistemini yeniden inşa etmek mümkün değildir. Bu konudaki tüm
teşebbüsler, bu milletin millet olma kimliğinin tahrip edilerek şizofren bir
yapı kazanmasından başka bir sonuç doğurmamıştır ve bundan sonra da
doğurmayacaktır. Bu nedenle çözüm arayan tüm etkili ve yetkili kişilerin,
öncelikle İslam hakkında aslî kaynaklara dayanan sağlam bilgilere sahip olması
gerekir. İslam dini ile ilgili tüm konularda turnusol kağıdı, Kur’ân’dır ve
Sünnet’tir. Bu, kendisini Müslüman kabul edenler için olmazsa olmaz. Çünkü
Müslüman ismi, bizzat Allah tarafından, kendisine iman edenlere verilmiş bir
isimdir:
“Allah bundan daha önce de,
bunda (Kur’ân’da) da sizi ‘Müslümanlar’ olarak isimlendirdi.”(22/78).
“Ey iman edenler, Allah’tan nasıl korkup-sakınmak gerekiyorsa öylece korkup-sakının ve siz, ancak Müslüman olmaktan başka (bir din ve tutum üzerinde) ölmeyin.”(3/102)
İslam Birey Vicdanına Hapsedilmiş Bir Olgu Değildir
‘Müslümanım’ dedikten sonra İslam’ın kabul etmeyeceği
tanımlamaları yapmak, kafa karışıklığının bir göstergesidir:
“Ancak irticai hareket, dini bireysellikten çıkararak
onu toplumun talepleri olarak siyasete yansıtma gayretlerini yoğunlaştırmıştır.
Bu gayretlerde; demokrasinin tüm meşru vasıtaları, bu kapsamda; okul, yurt,
şirket, dernek, vakıf, yazılı ve görsel medya, toplumu örgütleme ve
yönlendirmede etkili olarak kullanılmaktadır.”3
İslam dininin hiç bir kaynağında din, bireyin
vicdanında veya mabedinde yaşanan bir olgu, bir inanç olarak
tanımlanmamaktadır. İslam dini, tam tersine beni değil bizi öne çıkarmaktadır. Namaz
kılan her Müslüman, günde beş vakit namazın her rekatında okuduğu Fatiha’da, ben için değil biz için dua etmektedir:
“Biz yalnızca Sana ibadet eder ve yalnızca
Sen’den yardım dileriz. Bizi dosdoğru yola ilet, kendilerine nimet
verdiklerinin yoluna, gazaba uğrayanların ve sapıklarınkine değil.”(1/5-7)
Allah, iman edenleri birliğe, beraberliğe
çağırmaktadır; bireyselleşerek parçalanmaya değil:
“Allah’ın ipine hepiniz
sımsıkı yapışın. Dağılıp ayrılmayın. Ve Allah’ın sizin üzerinizdeki nimetini
hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O, kalplerinizin arasını
uzlaştırıp-ısındırdı ve siz O’nun nimetiyle kardeşler olarak sabahladınız...”(3/103)
Kalpleri ısındıracak, insanları kardeş yapacak,
bölünüp parçalanmaktan kurtaracak olan, Türk, Kürt, Alevi ve Sünninin
kalplerini kaynaştıracak olan tek kaynak Kur’ân’dır. O da Müslümanlara, ben olmayı değil biz olmayı öğütlemektedir. Hz.Peygamberin(s.), saçlarımı ağarttı dediği husus biz olma sorumluluğudur:
“Sen, beraberindeki tövbe edenlerle birlikte emrolunduğun gibi dosdoğru davran. Ve azıtmayın.”(11/112)
Fakir Fukaraya Yardım, İstismar Değil Dini Bir Sorumluluktur
Evet, İslam beni değil bizi önceler. Bundan dolayı da “Komşusu
açken evinde tok yatanı bizden” kabul etmez. Evet İslam bizi öncelediği için “Zenginin
malında fakirin hakkı olduğunu” söyler ve de alır.
Bizi, benlere
ayırmaya çalışan çağdaşlık, sokak çocukları sorununu ortaya çıkarmıştır. Gasp
olayları çığ gibi büyümüş, alkol, uyuşturucu kullanımı yaygınlaşmış ve
fakirlikten dolayı insanlar kendilerini satmakta ve de insanlar çocuklarını
öldürmektedir. Satılan her kadında, gerçekte ülke satılmaktadır. Öldürülen her
çocukta, gerçekte ülke öldürülmektedir. Çekilen her tinerde, gerçekte ülkenin
akciğerleri tahrip edilmektedir.
Eğer bütün bunlara karşı birileri çıkıp fakir fukaraya
dinin emri, imanının bir gereği olarak yardım yapıyor, zekatını, sadakasını
veriyor, infak yapıyorsa; bu nasıl istismar olarak nitelendirilebilir ve buna
nasıl olurda irtica denebilir?
“Bunun yanında yoksulluğun getirdiği sorunlar bölücü
unsurlar ve radikal dini oluşumlar için de kötüye kullanılacak birer hedef
konumundadır. Zira radikal dini oluşumların stratejilerine bakıldığında,
ekonomik sorunlar içinde çözüm bulunamayan yurt, dershane gibi yoksul halkın
eğitim ihtiyaçlarının istismar edildiği görülmektedir.”3
Yolsuzluktan, yoksulluktan, yozlaşmadan ve
yabancılaşmadan şikayet edenler, infak eden Müslümanları rencide eden bu tür
hatalar yapmamalıdır. Bir taraftan devletin karşılayamadığı ihtiyaçların sivil
toplum kuruluşları ve özel sektör tarafından karşılanmasını istemek; diğer
taraftan bu çağrıya cevap veren insanları mürteci olarak itham etmek ciddi bir
tezattır. Yoksa sivil toplum ve özel sektör, 28 Şubat sürecindeki gibi yeni bir
tasnife mi tabi tutulmaktadır:
“Şayet bu güzel ülke hepimizinse ve başka gidecek
yerimiz yoksa devletin yanı sıra, özel sektörün ve sivil toplum kuruluşlarının
da yoksullukla ve özellikle işsizlikle mücadele ve sosyal hizmet programlarında
daha etkili bir şekilde yer almaları teşvik edilmeli, vatandaşların sosyal
güvenlik gereksinimleri üst düzeyde sağlanmalı ve gelecek endişesi
giderilmelidir.”3
Villaları, yatları, limanları, köşkleri han ve hamamları, yurt dışında paraları olanlar da biraz bu hizmetleri yapsa, böylece bu ülkenin insanları biraz daha rahatlasa, bundan en çok Müslümanlar mutlu olur. Çünkü o, ölümden sonra dirilmeye, hesap vermeye iman etmiştir; ve de o fakir fukaradan dolayı sorguya çekileceğini bilmektedir.
Allah’a ve Ahiret Gününe İman Eden Herkes Cennet Özlemi İçerisindedir
Bürokrasi, özellikle Askeri Bürokrasi, dini
terminolojiyi kullanırken daha dikkatli olmak zorundadır. İnsanların fakirlikten
dolayı mutluluğu cennette aradıklarını söylemeleri, hem yanlıştır; hem de
rencide edicidir:
“Yoksulluk ve cehalet, iç tehdit unsurlarının
stratejik anlamda en temel istismar unsurlarıdır. Çünkü bu gününden mutlu,
yarınından emin olmayanlar aşırı uçlara yönelerek ya bölücülüğe ümit bağlar ya
da mutluluğu cennette arar.”3
Mutluluğu
cennette arayanlar, sadece fakirler değildir. Öteki dünyaya inanan, öldükten
sonra dirilip hesap vereceğine iman eden herkes, bu dünya ile öteki dünyayı
entegre bir vaziyette düşünerek davranır. İnanan/ iman eden/ mümin olan/ müslim
olan / muhsin olan/ muttaki olan herkes, o hayatta bu dünyada yapılanların
hesabını vereceği bilinci ile hareket eder. Dünyayı ahiretin tarlası olarak
görür. Tarlanın mahsulünün ücretini, Mahkeme-i Kübrâ’da alır. Hak ettiği ücret,
ya cennet(ödül) ile ya da cehennem(ceza) ile ödenir.
Tüm insanların fıtratında, cennete karşı özlem,
cehenneme karşı korku ve nefret vardır. Bu bir yaratılış kanunudur. İçinde
yaşanılan koşullarla insan fıtratı arasındaki uyumsuzluk, bunalımın ana
kaynağıdır. 19 asırdan itibaren insanlarda görülen mutsuzluğun temel nedeni,
insanın makineleştirilmesi ile ortaya çıkan yabancılaşmadır. Makineleşme, insan
ruhunu öldürdüğü için mutsuzluğu beraberinde getirmiştir. Fakirlik insanın
yaşamına ilişkin ihtiyaçlarının karşılanmaması nedeniyle bir mutsuzluk kaynağı
olabilir; ancak unutmamak lazım ki her türlü imkanlara sahip olup da mutsuz
olan, bunalım içerisinde bulunan zümreler, sosyete, daha çoktur. Uyuşturucu,
alkol kullanımında mutluluk arayanlar onlardır. Her türlü cinsi sapıklık onlar
arasında görülmektedir. Hatta en mantıksız ve sapık tarikat mensupları gene
onlar arasından çıkmaktadır. “Pretty Woman” filminin ünlü aktörü Richard Gere,
Cindy Crawford’la olan evliliklerinin bitiş ve Tibet yaylalarındaki Rahip
Dalaylama’nın müridi oluş nedenini, “Ruhumdaki ıstırabı dindiremedim!..”
şeklinde ifade etmesi fakirlikten dolayı değildir. O, orta yolu bulamamış, bir
uçtan diğer bir uca savrulmuştur. Çünkü orta yol, Allah’ın gösterdiği yoldu:
“Böylece biz sizi, insanlara şahit (ve örnek) olmanız için vasat bir ümmet kıldık.”(2/143)
Büyük Şehirler Kimliksizleştirdiği İçin İnsanlar Korkmaktadır
Genelkurmay Başkanı, gecekondu bölgelerindeki
vatandaşların toplumun bütününe entegre olmadıklarından ve alt kimlikleri öne
çıkarmalarından şikayet etmektedir:
“Göç eden vatandaşlarımızın bir bölümü, toplumun
bütünüyle entegre olmak yerine, maalesef kendi etnik ve mezhepsel kimliklerini
öne çıkarmaktadırlar. Bu gibi davranışlar, toplumsal bütünlük yerine ayrışmaya
neden olmakta ve büyük bir güven sorunu yaratmaktadır. Ayrıca; köylerden
şehirlere göç sonucu oluşan varoşların sorunları, iç tehdit unsurlarının
istismar edebilecekleri bir ortam oluşturmaktadır. Bu noktada dikkat çeken
husus; şehre yeni göç eden nesil ulaştığı yeni imkanlardan mutlu olurken,
sonraki nesiller bulundukları şehirlerdeki varoş-merkez mukayesesi ile gelir
dağılımını sorgulamakta ve mutsuz genç nesil olarak, iç tehdit unsurları
açısından istismar edilebilecek bir potansiyel alan oluşturmaktadır.”3
Bu iç göçmenlerin şehir hayatına entegre olmak
istemeyişleri, büyük şehirlerdeki şehir hayatının kimliksizliği, yutucu,
yıpratıcı ve tahrip edici özelliğidir. Büyük aile parçalanmış, dede ve nineler
şehir hayatında yok olmuşlardır. Anne ve babalar çalışıyorsa, çocuklar ve
gençler, kontrolsüz, başı boş olarak kalmakta, uyuşturucu, kadın ve çocuk
tüccarlarının boy hedefi haline gelmektedirler. Bu nedenle kırsaldaki
dayanışmayı, kırsaldaki güveni bulamayan göçmenler, mahalli dernek ve
vakıflarını kurarak kendilerine bir güvence sağlamak istemektedirler. Bunun
yanı sıra gerek şehir hayatının kozmopolitliği, gerekse medya aracılığıyla
evlerin içerisine sokulan fesat, velileri korkutmaktadır. Çalışan baba veya
anneler, çocuklarla ilgilenememektedirler. İşte iç göçmenler, kendilerini ve
gençlerini, değer erozyonuna karşı koruyabilmek için Cem Evleri, Kur’ân
Kursları, İmam Hatip Okulları açmayı bir kurtuluş olarak görmektedirler. Bütün
bunlar, bugünkü şehir hayatının ve medya kültürünün yozlaştırıcı ve çözücü
özelliğinin sebep olduğu kimliksizliğe karşı gösterilen bir tepkidir.
Sivil ve Askeri Bürokrasi, halk desteğinden mahrum kalmak istemiyorsa, benzer hataları tekrarlamamalı, halkın arasına girmeli, halkın sıkıntılarını, arzularını, duygu ve düşüncelerini daha yakından öğrenmelidir. İnanıyoruz ki bugünkü düşüncelerinin çoğu değişecektir.
Çağdaşlığın Mankurtlaştırma Politikası
Eğer sistem,
herkes için cazip, herkesi mutlu edebilecek bir kimlik sunabilseydi, bugün alt
kimlikler öne çıkmazdı. Eğer alt kimlikler öne çıkıyorsa ortada bir sorun var
demektir. Sorun olmadığını yok saymak, ya da sorunu tehditle yok saydırmak
mukadder olan akıbeti değiştirmeyecektir. Bugünkü aşamada bu ülkenin önündeki
en ciddi sorun, toplumu bir bütün olarak kucaklayacak bir üst kimliğin var olup
olmadığıdır. ‘Laiklik ve çağdaşlık’ bir üst kimlik değildir ve üst kimlik
oluşturmaktan da uzaktır. Bugünkü çağdaş anlayış, birleştirici olmaktan ziyade
parçalayıcı ve bölücü bir özellik taşımaktadır. Çünkü Globalizasyon teorisi,
tüm milletlerin hafızalarını, kimliklerini kaybederek ABD’nin boyunduruğu
altında yaşamayı öngörmektedir.
Ünlü romancı Cengiz Aytmatov, “Gün Olur Asra Bedel” romanında kimlik kaybını güzel bir şekilde
özetleyen Ana-Beyit Mezarlığı Efsanesini anlatmaktadır:
“Düşman Juan Juanlar komşu ülkelerin gençlerini
kaçırır, zayıf olanları komşu ülkelere köle olarak satar, sağlam, güçlü
kuvvetli olanları kendi işlerine bekçilik yapsınlar diye kendileri için
köleleştirirlermiş. Kendileri için ayırdıkları gençlere hafızalarını
kaybetmesine yol açan ‘Deri Geçirme İşkencesi’ uygularlarmış. Önce esirin
başını kanatarak kazırlarmış. Taze deve derisi ile esirin kan içinde olan
kazınmış başını sımsıkı sararlarmış. Başı sarılan esir, başını yere sürtmesin
diye boynuna bir tahta kalıp bağlanır ve yürek parçalayan çığlıkları duyulmasın
diye de uzak ıssız bir yere götürülür, elleri ayakları bağlı, aç ve susuz yakan
güneşin altına öylece birkaç gün bırakılırmış. Kızgın güneş soğumamış deve
derisini kurutarak bir mengene gibi esirlerin kafasını sıkar dayanılmaz acılar
verirmiş. Aynı zamanda da kazınan saçlar dışa doğru büyüyemediği için içe doğru
büyümeye başlarmış. Dayanılmaz acılar sonunda tutsak ya ölür yada aklını,
hafızasını yitirirmiş. Hafızasını tamamen yitiren, ölünceye kadar geçmişini
hatırlamayan bu insanlara Mankurt (Geçmişini Bilmeyen Köle) denirmiş.
Bir Mankurt kim olduğunu, hangi soydan, hangi
kabileden geldiğini, anasını, babasını, çocukluğunu bilmezmiş. İnsan olduğunun
farkında bile değilmiş. Ağzı var dili yok, itaatli bir hayvandan farksız,
efendisinin sözünden asla çıkmayan, başkalarını dinlemeyen, karnını doyurmaktan
başka bir şey düşünmeyen bir yaratık olurmuş. En pis, en güç işleri, büyük
sabır isteyen, çekilmez işleri gık demeden yaparmış. Bazı Mankurtların
başındaki deve derisi, kendi derisine yapışıp çıkmazmış. ‘Gel başındaki deve
derisini buharlayıp çıkaralım’ demek, bir Mankurt için en korkutucu şeymiş.
Onun için gece gündüz başlarında sıkıca geçirilmiş bir şapka bulunurmuş.
Oğlunun Sarı–Özek bozkırında deve çobanlığı yapan bir
Mankurt olduğunu öğrenen Nayman Ana, oğlunu bulup kurtarmaya karar vermiş.
Mankurt olan oğlunu bulduğunda geçmişini hatırlatabilecek ne varsa yapmış.
Bütün uğraşılarına rağmen oğluna anasını, atasını, mazisini, kim olduğunu
hatırlatamamış. Onu anılarına alıp götürememiş. Birkaç kez Juan-Juanların
takibine uğramış ve ellerinden zor kurtulmuş Nayman Ana. Her seferinde geri
dönüp oğlunu kazanmaya, ikna etmeye çalışmış. Kendisini takip eden Juan
Juanların Mankurt olan oğlunu; ‘O senin anan değil; o kadın senin şapkanı
çıkarıp başını buğulamak istiyor’ diye şartlandırdıklarının farkında olmayan
Nayman Ana sonuncu dönüşünde Mankurt olan oğlu tarafından okla vurulup
öldürülmüş. Bir ana, hafızası, benliği ve kimliği yok edilmiş olan kendi öz
evladı tarafından vurularak toprağa düşürülmüş. Nayman Ananın kanı toprağı
sularken başındaki beyaz yazması bir kuş olup havalanmış. Nayman Ananın
ağzından çıkan,“Adını hatırla! Kim olduğunu hatırla! Babanın adı Dönenbay!” son
sözlerini tekrar ede ede gökyüzünde uçmuş durmuş.”5
II. Mahmut’la beraber başlayan süreç, bir ‘Kunta Kinteleştirme’, bir ‘Mankurtlaştırma’ sürecidir. Kıbrıs’ta
gelinen nokta böyle bir kimliksizleştirme faaliyetinin sonucudur. Rauf
Denktaş’ın, yürüttüğü hayır kampanyasında, 16 yaşlarındaki genç bir kızla
arasında geçen konuşma ile Nayman Ananın Mankurt olan oğlu ile arasında geçen
konuşma arasında bir fark yoktur. Rauf Denktaş kızın boynunda asılı haç
şeklindeki kolyeyi göstererek ‘Bu nedir?’ diye sorar. Genç kız, ‘Bir süs, bir
kolye’ der. Denktaş ise ‘ Kızım bu bir dinin sembolüdür; sen Müslüman değil
misin’ diye tekrar sorar. Genç kızın cevabı, ‘galiba’ olur. Nayman Ananın
Mankurt olan oğlu kesin olarak hiçbir şey hatırlamazken; genç kız ise galiba
kelimesi ile hayal meyal bir şeyler hatırladığını ifade eder. İki konuşma
arasında bir fark var mıydı? Nayman Ananın oğlunu Mankurt yapanlar düşmandı;
gençlerimizi mankurtlaştıranlar kimlerdi?
Genç kızın insanın kanını donduran ve zamanı durduran
o ‘galiba’ cevabında; bir dönem, bir tarih, bir zihniyet ve bir uygulama yargılanmaktadır.
Kızın cevabında, ne verdiniz ki ne istiyorsunuz, ne ektiniz ki biçmeye
kalkıyorsunuz sorgulaması vardır. Ağır bir yargılama, ağır bir suçlama vardır.
Köklerden kopuş yatmaktadır o cevapta. Kendi vatanında Kunta Kinteleştirilmiş,
Mankurtlaştırılmış insanların dramıdır yaşanan. Gencin cevabında, ‘bizi Mankurt
yapan sizlersiniz, sonuçtan memnun musunuz?’ sorgulaması yatar. Denktaş’ın
cevabında ise bu suçu üstlenme var: ‘Suç bizde gençlere dini ve milli değerleri
öğretmedik’.
Milliyet Gazetesi yazarı Tuba Akyol ‘Sen Kimsin’; Vatan Gazetesi yazarı Haşmet Babaoğlu ‘Biz hangi iklimin çocuklarıyız?’, Rauf Denktaş, ‘sen Müslüman değil misin?’ diye sorarken ve Genelkurmay başkanı ‘gençlere anlatmakta zorlanıyoruz’ derken, bu ülkenin insanlarının içine düştüğü hafıza kaybını, kimlik krizini dile getirmiş olmuyorlar mı?
Bir Kimlik Oluşturma ve Koruma Faaliyeti: Tebliğ
Oryantalist Louis Massignon’un tabiri ile ‘derin bir
boşluğa düşürülerek’ kimlik kaybına sürüklenen, ‘mankurtlaştırılan’ bir nesle,
‘adını, kim olduğunu ve ecdadını hatırlatmak’ sorunu ile karşı karşıya
bulunmaktayız bugün. Değer sistemleri arasındaki mücadelede süreklilik arz
eden, her zaman ve her koşulda devam edebilen bir mücadele şekli, değerlerin
ulaştırılması, aktarılması, anlatılması, çağrının gerçekleştirilmesi ve
iyiliğin emredilip kötülüklerin men edilmesini ihtiva eden kültürel mücadeledir.
Tebliğ, davet, irşad, telkin, tavsiye ve nasihat iç içe geçmiş ve fakat
birbirini tamamlayan kültürel mücadele şekilleridir. Ancak pratikte iç içe, eş
anlamlı olarak kullanılmaktadırlar. Bu kavramların daha ayrıntılı analizi için
literatürde değişik yayınlar bulunmaktadır (6-10). Aşağıda bu kavramların
anlamları, ana hatları ile özetlenmektedir.
Tebliğ
Tebliğ, “be-le-ğa” fiilinin masdarı olup, bir şeyi,
bir bilgiyi veya işi ulaştırmak, iletmek, bildirmek, yetiştirmek, eriştirmek,
nakletmek, götürmek, taşımak, bir işin bildirilmesini ihtiva eden kitap
manalarına gelmektedir. Belağa ‘gerek zaman, gerek mekan, gerekse nitelik
açısından amaca ulaşmak, sona varmak, nihayete ermek’ anlamlarına gelir.
Tebliğ, bir başkasından alınan bir emanetin, üçüncü
bir şahsa aktarılmak üzere gösterilen yere tam olarak teslimi anlamındadır.
Emanet, Allah’ın gönderdiği Mesajdır. Gönderici Allah, taşıyıcı peygamber (nebi/resul/elçi)
onların izinden gidenler, muhatap ise insanlardır.6,8
Davet
Sözlükte çağırmak(nida), öncelik tanımak, söz vermek,
istemek, seslenmek, gelmesini istemek; isim vermek, belirli bir uzaklık, çağrı,
ziyafet, dua gibi anlamları içermektedir.
Terim Manası (Istılahî Anlamı): “İnsanları Allah’ın
birliğine çağırmak ve İslâm dinini insanlara anlatarak benimsetmeğe
çalışmaktır.”6,8
Tebliğ ile Davet Arasındaki
İlişki
“Tebliğ, tamamen ve sadece bir bilgilendirme, bilgiyi
ve mesajı ulaştırma ve insanda bir bilinç uyandırma; davet ise, tebliğden
sonraki bir aşama diyebileceğimiz, bilgilendirilen konuyu benimsemeye, kabule
ve yaşamaya teşvik, çağrı ve yönlendirmeyi kapsamaktadır. Tebliğ ve davet,
birbirini takip eden faaliyetlerdir. Bununla birlikte, bu iki kavramı kesin
çizgilerle birbirinden ayırmak oldukça güçtür”.8
İrşad
“Rüşd, hidayet (doğruyu veya doğru yolu gösterme)
anlamında kullanılır. Zıddı dalâlet (sapıklık) veya ğayy(azgınlık)’dır. irşad,
insanlara hayrı anlatmak, yol göstermek, uyarmak, rehberlik yapmaktır.”8
Va’z veya Mev’ize
Isfahânî’ye göre, va’z (veya mev’ize), korkunun
yanında olduğu yasaklama, kalbin etkilendiği bir üslupla hayırlı olan şeyleri
hatırlatmadır.6
Va’z ve mev’ize, iyiliğe teşvik, birine nasihat edip
kalbini yumuşatacak ve Allah’ın cezalandırmasından korkutacak şeyleri
hatırlatmak, öğüt vermek, tavsiye etmek demektir. Öğüt, uyarma ve teşvikte ana
hedef muhatabın iradesini kuvvetlendirerek emir ve yasaklar konusunda
hassasiyetini artırmaktır.8
Nasihat
Nasihat, tatlı söz ve öğüt anlamına gelir ve doğru
yola, iyiye, güzele sevk etmek için yapılan konuşma, yol gösterme demektir.
Nasihatin amacı, muhataba bilmediği bir şeyi öğretmek
değildir. Genellikle muhatap tarafından bilinen ve fakat hassasiyet
gösterilmeyen hususların duygulu, heyecanlı, samimi ve etkili bir şekilde
tekrar edilmesidir.8
Propaganda
İnsanları tesir altına alarak bir fikir, bir düşünce,
bir felsefe, bir davranış, bir hareket ve/veya bir yaşam şeklini
benimsemelerini sağlamak için yapılan her şeydir. Hedeflenen şeyi muhataba
mutlaka kabul ettirmek esastır. Bunu gerçekleştirebilmek için psikolojik
baskıdan yalana kadar her vasıta kullanılabilir. Muhatabın yararından ziyade
sunan tarafın yararı önemlidir.
Özet olarak yukarıda geçen kavramlar arasında hem mana
olarak farklılıklar vardır; hem de zamanlama olarak aralarında öncelik sonralık
ilişkisi vardır. Bununla birlikte anlam alanları büyük ölçüde içiçe geçmiştir.
Bu çalışmanın amacı kavramsal bir analiz yapmak olmadığından tümünün örttüğü
anlam alanı, tebliğ kelimesi ile temsil edilecektir.
Bu çerçevede Tebliğ, bir kimseyi uyarma, aydınlığa ve
hakikate çağırma gayretidir. Ona kim olduğunu, nereden gelip nereye gittiğini,
hayatın gaye ve sonunu anlatarak, onu kendi benliğine(fıtratına) döndürmek için
yapılan bir duyuru, bir çağrı, bir ikna, bir telkin, bir nasihat, bir öğüt ve
bir tavsiye hareketidir. Bir kimlik, bir benlik oluşturma ve koruma sürecidir.
İslam’ın yumuşak gücüdür.
Tebliğ, İslam’ın Yumuşak Gücü Olarak Sürekli Bir Mücadele Şeklidir
Geçmiş dönemlerde helak olan kavimler, yıkılan
sistemler, dağılan imparatorluklar incelendiğinde, en temel ortak özelliğin (en
geniş anlamıyla) zulüm olduğu görülmektedir. Zulüm kavramının kapsamı; insan
fıtratının bozulması anlamında Lut kavminin helakine sebep olan eşcinsellik,
Şuayb kavminin helakine sebep olan ihtikar, hile, ölçü ve tartının bozulması,
Ad kavminin helakine sebep olan baskı, şiddet, Firavun’un ve değişik
imparatorlukların helakine sebep olan sefahat, soykırım, baskı, şiddet ve
sınıfsal ayırım gibi konuları içerecek genişlikte kullanılmaktadır.
Tüm bu zulüm şekilleri bugün, merkez üssü ABD olmak
üzere batı tarafından dünyanın dört bir tarafına yaygınlaştırılmaktadır. Bugün
ABD eğlence kültürü(Yumuşak Güç), insan fıtratına açılmış bir savaş olup
insanın kendisine yabancılaşmasına ve mankurtlaşmasına sebebiyet vermektedir.
Bir dönem komünizmin yaptığını bugün rakipsiz kalmış olan kapitalizm,
patronların kârının maksimizasyonu için yapmaktadır. Bugünün ana sorusu,
fıtrata karşı girişilen bu yabancılaştırma ve mankurtlaştırma savaşına karşı ne
yapılabilir veya ne yapılmalıdır?
Helak olan kavimlerin durumlarını anlatan Kur’ân
âyetlerine baktığımızda, fıtrata aykırı olan yaşam tarzlarını değiştirerek yeni
bir kimlik kazandırmak için Allah tarafından peygamberler gönderildiği
görülmektedir. Her şeyin yeni baştan tanzimi için peygamberlere yüklenen görev,
tebliğle irtibatlandırılmıştır ve peygamberlerin aslî görevinin tebliğ olduğu
vurgulanmaktadır:
“Ey Peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et.
Eğer (bu görevini) yapmayacak olursan, O’nun elçiliğini tebliğ etmemiş olursun.
Allah seni insanlardan koruyacaktır.”(5/67)
Bundan dolayı tebliğe, toplumların tüm ilişki
zinciri/yaşam tarzı yeni baştan tanzim edilerek yeni bir kimlik kazandırma ve
kazanılan kimliği koruma faaliyeti/mücadelesi olarak bakılabilir. Ayete daha
yakından bakıldığında kimlik oluşturma sürecinin sancılı bir süreç olduğu,
mevcut hakim kimlikten yana olanların şiddetli muhalefeti ile karşılaşılacağı ,
‘Allah seni insanlardan koruyacaktır.’ ifadesi kullanılarak zımnen, dolaylı
olarak, belirtilmektedir. Tebliğle yapılan çağrıya, mevcudun doğru ve
yanlışlığı tartışılmadan bir tepki konulmakta, mevcut kimlik korunmak
istenmektedir:
“Onlara; «Allah’ın indirdiklerine uyun» denildiğinde,
derler ki; «Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız.» Şayet
şeytan, onları çılgınca yanan ateşin azabına çağırmışsa da mı (buna
uyacaklar)?”(31/21)
Tebliğ, birbiri ile bağlantılı iki eksenli bir süreç
olarak değerlendirilebilir. Birinci eksen yeni bir kimlik oluşturma; ikinci
eksen ise oluşturulan kimliği muhafaza etme, korumadır. Kimlik oluşurken
muhafaza etme de ona eşlik ettiği için bu iki faaliyet, zamansal olarak
birbirini takip etmeyip içiçe geçmiş durumdadır:
“(Öncelikle) En yakın hısımlarını (aşiretini) uyarıp-korkut. Ve müminlerden, sana tabi olanlara (koruyucu) kanatlarını ger. Eğer sana isyan edecek olurlarsa, artık de ki: «Gerçekten ben, sizin yapmakta olduklarınızdan uzağım”(26/214-216)
Gemiyi Delenler
Fukuyama, Büyük
Çözülme kitabında, başta ABD olmak üzere tüm sanayileşmiş ülkelerin
toplumsal sermayelerini, 30-40 sene öncesinden tüketmeye başladıklarını ve
şimdi de derin bir bunalıma sürüklendiklerini ifade etmektedir. Türkiye’de bu
süreç batılılaşma hareketleri ile başlamış olmasına rağmen dışa ilk yansıması,
12 Eylül 1980 darbesinden sonradır. 28 Şubat Postmodern Darbesi, dine ve
dindara açtığı savaşla bu süreci hızlandırmıştır. Bugün ise askeri bürokrasi
dahil toplumun hemen hemen her kesiminin şikayetçi olduğu bir noktaya
ulaşmıştır.
Uyuşturucu-alkol-tiner kullanımı, kumar ve şans
oyunları, zina-cinsi sapıklık-pornografi, şiddet-kapkaç, hırsızlık, yolsuzluk,
aile kurumuna olan duyarsızlık ve aile kurumunda vuku bulan çözülme, evlilik
yerine birlikte yaşam, çocuk yapmada isteksizlik ve gayrı meşru çocuk sayısında
artış, çocukların sokağa terkedilmesi, kadın ve çocuk ticaretinin
yaygınlaşması, işsizlik, adaletsizlik, toplumsal dayanışmada çözülmenin
hızlanması, bireyselliğin yaygınlaşması ile ortaya çıkan yalnızlık ve
güvensizlik duygusu, yoksulluğun yaygınlaşması, kararsızlık, inançsızlık,
duyarsızlık, üst kimlikteki aşınmadan dolayı etnik ve mezhepsel ayrışmada
derinleşme, insanın kendine yabancılaşması ve Louis Massignon’un tabiriyle ‘her
şeyi tahrip edilmiş, anarşi ve kaosa terk edilmiş bir toplum’ görüntüsü, Türkiye’nin
karmaşık fay hattı haritasıdır.
Dünyaya şu an hakim olan zihniyet, insanı
makineleştiren ve bundan dolayı da kendine yabancılaştıran bir zihniyet olup şu
anki buhranın ana kaynağıdır. Bu durumun mevcut halini bile koruması, insan
nesli için helak olma nedenidir. Kaldı ki iletişim teknolojilerinin sahip
olduğu imkanların her geçen gün gelişmesi ile tahribat daha da derinleşme
eğiliminde görülmektedir. Bu yabancılaştırma ve mankurtlaştırmaya karşı çıkacak
tek güç İslam’dır. O nedenle Allah’a iman eden, Müslüman olduğunu söyleyen tüm
insanların bu gidişe dur demek üzere mücadele etmek sorumlulukları vardır.
Çünkü kötülükleri icra edip ortalığı fesada verenlerle aynı geminin içerisinde
seyahat etmekteyiz. Hz.Muhammed(s.), kötülüklerin yaygınlaştığı toplumları bir
gemide seyahat eden insanların durumuna benzetmektedir:
“Allah’ın hudûduna (emir ve yasaklarına) giren
meseleleri tatbîk eden -ve yağcılık yaparak müsâmaha ve gevşeklik göstermeyen
iyi- kimse ile, yasakları işleyen kimselerin durumları, bir gemiye binip kur’a
çekerek, geminin alt ve üst katlarına yerleşen yolculara benzer. Öyle ki, alt
katta oturanlar, su ihtiyaçlarını giderirken üsttekilerin yanından geçip onları
rahatsız ediyorlardı. (Alttakiler bu duruma son vermek için) bir balta alarak
geminin dibini delmeye başlasalar, üsttekiler hemen gelip: “Yâhu ne
yapıyorsunuz?” diye sorunca alttakiler: “Biz su ihtiyacımızı görürken sizi
rahatsız ediyorduk, halbuki suya muhtacız, şimdi sizi rahatsız etmeden yerimizi
delerek bu şekilde elde edeceğiz” deseler ve üsttekiler bu işte onlara mâni
olsalar hem kendilerini kurtarırlar, hem onları kurtarmış olurlar. Eğer
yaptıkları işte serbest bıraksalar, hem onları helâk ederler, hem de
kendilerini helâk ederler.”
İşte bunun için bana ne diyenlerin ödeyeceği bedel,
gemiyi delenlerle aynı olacaktır. Bu durumda karşı duruş, İslam’ın yumuşak gücü
olan tebliğ yapma şeklinde tezahür etmelidir. Çünkü tebliğ, bir kurtuluş
çağrısı, bir kurtuluş hareketidir. İnsanların hayatlarındaki monotonluğu
gidermek için yaptıkları keyfe keder bir hareket değildir. Kararlı oluştur. İman
edişin onurlu bir tavır sergileyişi, bir dik duruşudur. Aynı zamanda kötülüğü
icra edenlerin kurtulması için de karşılığında hiçbir ücret beklenmeden yapılan
bir fedakarlık, bir çile çekiştir:
“Bir de onlara deniz
kıyısındaki şehrin uğradığı sonucu sor. Hani onlar cumartesi yasağını
çiğneyerek haddi aşmışlardı. ‘Cumartesi günü iş yapma yasağına uyduklarında’,
balıkları onlara açıktan akın akın geliyor, ‘cumartesi günü iş yapma yasağına
uymadıklarında’ ise, gelmiyorlardı. İşte biz, fıska sapmaları dolayısıyla
onları böyle imtihan ediyorduk.
Onlardan bir topluluk: “Allah’ın
kendilerini yıkıma uğratmak veya şiddetli bir azaba uğratmak istediği bir kavme
ne diye öğüt veriyorsunuz?» dediğinde «Rabbinize karşı bir özür için ve bir
ihtimal sakınabilirler, diye” dediler.
Kendilerine hatırlatılanı
unuttuklarında ise, biz de kötülükten sakındıranları kurtardık. Zulme sapanları
yaptıkları fısk dolayısıyla pek zorlu bir azab ile yakalayıverdik. Onlar,
kendisinden sakındırıldıkları ‘şeyi yapmada ısrar edip başkaldırınca’ onlara: “Aşağılık
maymunlar olunuz” dedik.”(7/163-166)
Yukarıdaki ayetlerden kötülüklerin yaygınlaştığı
toplumlarda 3 grup insanın var olduğu görülmektedir: Kötülüğü icra edip yaygınlaştıranlar.
Kötülüğe karşı mücadele edenler. Nemelazımcılar. Gene yukarıdaki ayetlerde;
kötülüğü bilfiil icra edenlerle, buna karşı sessiz kalıp tavır almayanlar
(nemelazımcılar) aynı küme içerisinde değerlendirilip, zulme sapanlar olarak isimlendirilmekte ve birlikte
cezalandırılmaktadır. Aşağıdaki hadis, yukarıdaki ayetlere daha da açıklık
kazandırmaktadır:
“İnsanlar, zâlimi görüp elinden tutmazlarsa, Allah’ın,
hepsine ulaşacak umumî bir belâ göndermesi yakındır.”... “İçlerinde kötülükler
işlenen bir cemiyet, bu kötülükleri bertaraf edecek güçte olduğu halde, seyirci
kalır, müdâhale etmezse, Allah’ın hepsini saran umumî bir belâ göndermesi
yakındır.” Ebu Dâvud, Melâhim 17, (4338); Tirmizî, Tefsir, Mâide (3059), Fiten
8 (2169); İbnu Mâce, Fiten 20 (4005).
Bugün kurtuluşu makam, mevki, para ve pulda görüp de
bu kimliksizleştirme ve mankurtlaştırma faaliyetlerine karşı ilgisiz kalanlar,
zulme iştirak eden suçlulardır. Kalplerinde hastalık vardır. Tebliğ görevinin
yerine getirilmemesi ile kalplerin kararması ve buna bağlı olarak davetin dikey
boyutu olan duâların reddi arasında bir ilişki vardır:
“Resûlullah(s.) buyurdular ki: “Nefsimi kudret elinde
tutan Zat’a kasem olsun, ya ma’rufu emreder ve münkerden de yasaklarsınız veya
Allah’ın katından umumî bir belâ göndermesi yakındır. O zaman yalvar yakar
olursunuz da duanız kabul edilmez.” Tirmizî, Fiten 9, (2170).
Tebliğ tavizsiz bir duruştur. Kötülüklere karşı büyük
bir hassasiyetle kesin bir tavır alıştır:
Hz.
Peygamber(s.) buyurdular ki: “Yeryüzünde bir kötülük işlendiği vakit, ona şahit
olan bunu takbîh ederse (kötü olduğunu te’yîd ederse), o kötülüğü görmemiş gibi
zararından kurtulur. O kötülüğe şahit olmadığı halde, işittiği zaman memnun
kalan kimse, sanki şâhid olmuş gibi mânen zarar görür.” Ebu Davud, Melâhim 17,
(4345).
Tebliğ, iman edenlerin insanları doğru yola ulaştırmak
için Allah’tan gelen mesaja yaptıkları bir çağrıdır. O nedenle Kötülüklere
karşı çıkmada süreklilik gerektiren ilkeli bir duruş sergilenmelidir. Bu gün
karşı çıkılan şey, yarın yapılmamalıdır. Böylelikle kötülükler, meşrulaştırılıp
yaygınlaştırılmamalıdır :
Hz.Peygamber(s.) buyurdu ki: “İsrail oğulları bir kısım günahlar işlemeye başlayınca âlimleri onları bu işlerden menettiler. Ancak onlar dinlemediler, vazgeçmediler. Zamanla âlimler de onlarla oturmaya, dayanışmaya ve beraber içmeye başladılar. Allah da bunun üzerine, berikinin dalâletini öbürüne katarak, biriyle diğerinin küfrünü artırdı... Hayır, nefsimi kudret elinde tutan Zat’a yemin ederim, onları hak adına kötülüklerden men etmezseniz (siz de rızaya eremezsiniz).” Ebu Dâvud, Melâhim 17, (4336); Tirmizî, Tefsîr, Mâide (3050), İbnu Mâce, Fiten 20, (4006)
Tebliğ Bir Arındırma Hareketidir
İnsanların, tebliğle kendilerine sunulan mesaja olumlu
cevap verebilmesi için özgürce düşünebilmesi gerekir. Asıl zorluk böyle bir
ortamın hazırlanmasındadır. Çünkü şeytanı güçlerin medya aracılığıyla insan
zihni üzerine uyguladıkları baskı, zihni bir kirlenme meydana getirerek
algılama mekanizmalarının körleşmesine sebebiyet vermiştir. Tebliğ, öncelikle
bu zihni kirlenmeyi temizlemeye dönük olmak zorundadır. Tebliğin ana hedefi,
insanları arındırıp temizleyerek onlara doğru yolu gösterecek kitabı ve hikmeti
öğretmektir. Her türlü sapıklığın neşvünema bulduğu bir ortamda insanları
kurtuluşa ulaştırabilmenin yolu budur:
“O(Allah),.. onlara ayetlerini
okuyan, onları arındırıp-temizleyen ve onlara kitap ve hikmeti öğreten bir
peygamberi gönderendir. Oysa onlar, bundan önce gerçekten açıkça bir sapıklık
içinde idiler.”(62/2)
Hak ile batılın, doğru ile yanlışın, güzel ile
çirkinin, temiz ile pisin harmanlanarak melez değer sistemlerinin üretildiği
bir ortamda Tebliğ, helâl ile haramı, temiz ile murdarı birbirinden ayırt
edecek bir bilinçlendirme olmalıdır. Dolayısıyla tebliğ bir arındırma, bir
özgürleştirme ve bir bilinçlendirme faaliyetidir:
“O (peygamber) onlara marufu
(iyiliği) emrediyor, münkeri (kötülüğü) yasaklıyor, temiz şeyleri helal, murdar
şeyleri haram kılıyor ve onların ağır yüklerini, sırtlarındaki zincirleri
indiriyor.”(7/157)
Sonuç: Tebliğ Mümin Olmanın Göstergesidir
ABD eğlence kültürünün mankurtlaştırıp
kimliksizleştirdiği bir ortamda, yeni bir insan ve yeni bir toplum inşa etme ve
inşa edilen toplumu koruma, tebliğ/ davet/ irşad/ tavsiye/ nasihat/ marufu
emretme münkerden sakındırma zincirinin içiçe kullanılması ile mümkün
olmaktadır. Yeni bir insan ve toplum inşa etmek olayın bir yönüdür; olayın
diğer yönü ise, inşa edilen insan veya toplumu korumaktır. Bunu için tebliğ,
kesintisiz bir süreç olmalıdır. Bu uyarıp korkutma, ölümü, ahireti ve hesap
gününü sürekli hatırlatma, sekülerleşmeyi, dünyevileşmeyi ve sapmayı
engelleyen, gerek fakirlikte ve gerekse zenginlikte mutlaka yapılması gereken
kesintisiz bir faaliyettir:
Hz. Peygamber(s.) buyurdular ki: “Sizler yardım
görecek, ganimetler elde edecek ve birçok memleketleri fethedeceksiniz. Sizden
kim bu vakte ererse, Allah’tan çekinsin, ma’rufu emredip, münkerden de
nehyetsin...” Tirmizî, Fiten 70, (2258).
Hz. Peygamber, ‘siz’
ifadesiyle, tebliğ etmenin müminin bir vasfı olduğuna dikkat çekmiş olmaktadır.
Diğer taraftan Tevbe suresinin 71. ayetinde tebliğ, iyiliği emredip kötülükten
alıkoyma, müminin bir vasfı olarak yer alır. Bu vasfın önem katsayısı, bundan
önceki ayetlerde yer verilen konular göz önüne alındığında daha iyi anlaşılır. Tevbe
67’de münafıkların kötülüğü emredip iyilikten alıkoydukları, Allah’ı
unuttukları ve Allah’ın da onları unuttuğu belirtilmektedir. 69’da münafıkların
dünyaya dalıp kayba uğradıkları ve müminlerin aynı hataya düşmemesi ikaz
edilmektedir. 70. âyette ise sekülerleşip peygamberleri yalanlayan ve kendi
kendilerine zulmederek helak olmuş kavimlere yer verilmektedir. Bütün bunlar
anlatıldıktan sonra Tevbe 71’de, iyiliği emredip kötülükten alıkoymanın müminin
bir vasfı olarak yer alıyor olmasının ayrı bir önemi vardır. Müminler bunun
üzerinde tefekkür etmeliler:
“Mü’min erkekler ve mü’min
kadınlar birbirlerinin velileridirler. İyiliğe emreder, kötülükten
sakındırırlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler ve Allah’a ve Resulüne
itaat ederler. İşte Allah’ın kendilerine rahmet edeceği bunlardır.”(9/71)
Kur’ân-ı Kerim’de tebliğ etmeyenler lanetlenmiş(2/42,
2/159,2/174,3/187), tebliğ edenler ise müjdelenmiştir(2/160, 9/112,41/33).
Özetle tebliğ, bir arındırma, bir temizleme, bir yol
gösterme, bir öğretim, bir eğitim, bir uyarıp korkutma ve yeni bir insan, yeni
bir toplum ve yeni bir kimlik inşa etme ve koruma faaliyetidir.
Tebliğ, biz olarak kurtulmanın gerek şartıdır:
“Asra andolsun; Gerçekten
insan, ziyan içindedir. Ancak iman edip salih amellerde bulunanlar, birbirlerine
hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka.”(103/1-3)
Ve biz Müslümanız;
Müslüman olmanın gerektirdiği tüm sorumlulukları
yerine getireceğiz,
Ve biz Müslümanız; Cenneti hasretle aramaya ve tüm insanlığı ateşten
kurtarmak için tebliğ etmeye devam edeceğiz.
Ve Biz Müslümanız; Mankurtlaştırılmak istenen bir nesli kurtarmak için, ‘bize
ok atanlar’ da dahil, herkese, Nayman Ananın yaptığı çağrıyı ısrarla
tekrarlayacağız:
‘Adını hatırla, Kim olduğunu hatırla, Değerler sistemini hatırla, Özünü/fıtratını hatırla!’ n
Notlar
1- Talu U., Yumuşak ve Şefkatli, NPQ, cilt 7, Sayı 1, 2005 S: 16-27
2- Gardels N., ‘Amerika’nın Yumuşak Gücünün Yükselişi
ve Düşüşü’, NPQ, cilt 7, Sayı 1, 2005
S: 36-43
3- Özkök H., Harp Akademilerindeki Yıllık
Değerlendirme Konuşması, İstanbul, 20/04/2005
4- Said E., Oryantalizm, Pınar Yayınları,
İstanbul,1989
5- Aytmatov , C., Gün
Olur Asra Bedel, Ötüken , İstanbul, 1996 S:146-176
6- Öztürk, Y.N., Kur’ân’ın
Temel Kavramları, Yeni Boyut, İstanbul,1991
7- Ünal A., Kur’ân’da
Temel Kavramlar, Beyan Yayınları, İstanbul,1986
8- Şanver M., Kur’ân’da
Tebliğ ve Eğitim Psikolojisi, Pınar Yayınları, İstanbul,2001
9- Saka Ş., Kur’ân-ı
Kerim’in Davet Metodu, Seha Neşriyat, İstanbul
10- Çakan İ. L., Hakkı
Tavsiye Metod ve Vasıtaları, Şamil Yayınları, İstanbul, 1976
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder