1 Eylül 2004 Çarşamba

Eğitimin Temel Sorunu-I: Yabancılaşmış Bir Zihniyet

 (Umran Dergisi)

Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’in; Milli Eğitim sisteminde devrim mahiyetinde köklü değişikliklerin yapılacağını açıklaması ile medyada yoğun bir eleştirinin başlatılması neredeyse eş zamanlı olarak gerçekleşti. Uyuyanlara ‘uyanın’ çağrısı yapıldı. Kimler uyandırılmak isteniyor henüz belli değildir. Belki de kodlanmış sözcüklerle ilgili kesimlere mesaj gönderilmiştir. Bu, yeni bir şey olmayıp son 84 yıllık süreçte çok sık rastlanan bir durumdur. Dolayısıyla sürpriz değildir. Sürpriz bunun beklenmemiş olmasıdır.

Bu çalışmada Milli Eğitim Bakanının Milli eğitim politikalarına yaklaşım tarzı ile Cumhuriyet tarihi boyunca gelmiş geçmiş hükümetlerin Milli eğitim politikalarında insanı eğitmek için referans aldığı temel değerlerin neler olduğu incelenecektir. Bazı hükümet programlarında eğitimin bu boyutu ile ilgili herhangi bir şey bulunmadığından bu hükümet programları dikkate alınmamıştır.

84 yıllık bir dönemde uygulanan politikaların neden isteneni vermediği, Türkiye’yi sürekli gerilim altında tutan bir sonuç doğurduğu üzerinde durulacaktır.

Bir Reform Teşebbüsü 

Milli Eğitim Bakanı Hüseyin çelik, Milli eğitim politikalarında çok ciddi değişiklikler olacağını ve eğitim müfredatının yeni bir anlayışla yeniden düzenleneceğini ifade etmektedir. Burada biz, yeni politikanın teknik boyutu ile değil felsefi, düşünsel boyutu ile ilgileneceğimizi ve irdelememizi bu çerçevede tutacağımızı öncelikli olarak belirtmeliyiz. Bu kapsamda Bakan, medyaya yansıyan şekliyle, özetle şunları söylemektedir:

“Temel Hedef, itaatkar kullar yetiştirmek değil. Mesele şudur: Septik(şüpheci) bir düşünce yapısı. Siz İnsanlara doğmalar yüklerseniz onlar peşin kabullerle yola çıkarlar ve sorgulayıcı olmadıkları zaman da bilimsel gelişme dediğimiz şey olmaz... Siz insanlara çok sabit doğrular verip onların dışında bir doğru olmadığı ve onlara kafa yormanın da anlamsız olduğu gibi bir telkinle öğrenciye yaklaşırsanız bu şuna benzer: İnsanları yemeğe davet ediyorsunuz ve ‘sınırsız iştahınız olabilir ama mönümüz fikstir’ diyorsunuz. Mönünün fiks olduğu bir yerde hür iştahın anlamı olmaz...

Cumhuriyetimizin temel nitelikleri bizim ortak paydamız ve bu müfredatta bununla ilgili en ufak bir sapma söz konusu değildir...

Okullarımızda felsefe kademeli bir şekilde kaldırıldı. Şimdi felsefeye önem vereceğiz. Bizim eğitimimizin bir de ahlakî boyutu eksik. Öğrettiğimiz bilgiler, kişide davranış moduna, yaşam biçimine dönüşmüyor. Onun için etiği eksik olmayan bir eğitim olması lazım...

Bu dersin(‘Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi’) yeni müfredatına göre(özü), ‘learning about religion’(din hakkında öğrenim) olacak, doğrusu da budur. Çünkü ‘learning religion’ (din öğrenimi) başkadır ve Anayasaya göre mecburi olduğuna göre, Musevi’ye de, Ermeni’ye de, ateiste de bu ders verilir...

Amaç, mukayeseli olarak dinleri öğretelim, insan Budizm nedir bilsin. Aleviliği onun için ilave ediyoruz, bunu öğrensin.  ‘ Doğru-Yanlış’ sorgulaması da yapmadan mukayeseli öğretelim, hangisi doğru seçimi öğrenciye bırakalım...

Artık öğrencilere sureler de ezberletilmeyecek... Lüzumsuz ve gereksiz bilgilerden kurtulacağız...”1-4

Eğer medyaya yansıyan bu ifadeler doğru ise, herhangi bir çarpıtmaya tabi tutulmadı ise bakan, hem kendi içerisinde tutarlı değildir; hem de kendi hükümet programı ile tezada düşmektedir. Bakanın bu politikası aşağıdaki çerçevede tartışılmalıdır:

Sabit doğru diye bir şey olmayacak, her şeye şüphe ile yaklaşılacak:

Bakan ‘çok sabit doğruların olmadığını’, ‘insanlara şüpheciliği aşılamak gerektiğini’, ‘şüphenin asıl olduğunu’ söylemektedir. Hiçbir teori, hiçbir model doğru kabul ettiği temel varsayımları olmadan kurulmamaktadır. Teoriler, varsayımlar üzerine kurulmaktadır. Aksi ispatlanana veya yeni bir olayı izahta aciz kalana kadar teori doğru kabul edilir. Bir de bizim laboratuar ortamına sokamayacağımız, deneye tabi tutamayacağımız konular vardır ki; bunlar din ve felsefenin alanına girmektedir. Dinler bu konuda iman etmeyi esas alırlar ve bunların neler olduğu üç büyük dinin kitaplarında çok açık olarak belirtilmektedir. Dolayısıyla şüpheciliği bu alanlara taşıdığımız zaman, ilk öğretim düzeyindeki çocukların kafaları allak bullak edilmiş olmayacak mı? Böyle bir yaklaşımın sonucunda hiçbir doğrusu olmayan, her şeyi şüpheli gören hasta bir zihniyet inşa edilmiş olmayacak mı? Bakanın bu noktayı bir kez daha düşünmesinde fayda vardır.

Her şeye şüphe ile bakılacağını söyleyen bakan, bir konuyu istisna ederek;

 ‘Cumhuriyetimizin temel nitelikleri bizim ortak paydamız ve bu müfredatta bununla ilgili en ufak bir sapma söz konusu değildir’ demektedir. ‘Eğer sabit doğru diye bir şey olmayacak ve her şeye şüphe ile yaklaşılacak’ hüküm cümlesi doğru ise bu son cümle istisna olarak zikredilmemeliydi. Bakanın mantığına göre Cumhuriyetin temel niteliklerinden de şüphe edilip tartışılabilinmelidir. Bu açıdan bakan kendi içerisinde tutarlı gözükmemektedir.

Din Öğrenimi yapılmayacak, din ve mezhepler hakkında bilgi verilecek:

Bakan; Din öğrenimi yapmayacaklarını, dinler hakkında bilgi vereceklerini, dinleri mukayeseli öğreteceklerini, öğretirken de doğru yanlış sorgulaması yapılmayıp çocuklara tercih yaptırılacağını söylemektedir. Bu sözlerin hangi psikolojinin ürünü olarak söylendiği bilinmemektedir. Genel bir kanuniyet olarak hiçbir inanç, hiçbir düşünce ekolü, hiçbir felsefi akım, hiçbir ideoloji ve hiçbir din kendisini öğretmeden başkasını öğretmeye kalkmaz. Hele bu ilk öğretim düzeyi ile ilgili ise durum daha da hassaslaşır. Onun için 28 Şubat Postmodern darbesi Din eğitim ve öğretimini 8 yıllık ilköğretim çağının dışına almaya çalışmıştır. Bundan dolayıdır ki Türkiye’deki batılılaşma hareketleri, İslam dinine savaş açmış, dini ve dindarı tehlikeli düşman olarak görmüştür. Bu ülkenin halkı, kendi kanı ile kurtardığı vatan toprağında hak alma mücadelesi vermiştir. Bugünkü kazanımlar, halkın büyük direnişinin sonucudur. Bir çok kez halkın hakları darbelerle gasp edilmiş; ve fakat halk, mücadelesini sabırla sürdürmüş, sandıklarda gereken cevabı vermiştir.

Halkın % 45 oyunu almış bir iktidarın Bakanı, hükümetin programına rağmen, ben bu milletin evlatlarına dinlerini öğretmeyeceğim dememeliydi. AKP kendisine verilen reylerdeki mesajı iyi okumalıdır. Mesajları gereği gibi okuyamayan ve bundan dolayı aldığı reyin hakkını veremeyen siyasi partilerin durumuna dönüp bakmalarında fayda vardır.

Diğer taraftan medyanın büyük bir kısmının Batı kültür ve medeniyetinin çürümüş değerlerinin propagandasını yaptığını, tek yönlü olarak toplumu şartlandırmaya çalıştığını, dini ve milli tüm değerleri, ahlakı yıkmaya uğraştığını Bakan görmemekte midir? Siz halka dinini, kültürünü, medeniyetini, tarihini evde ve okulda öğretmeyeceksiniz ve insanları donanımsız bir şekilde tek yanlı bir propagandanın kollarına atacaksınız. Bu, bir milletin kendi kendine intiharı demek değil midir.

Bakan şunu demek istiyorsa durum farklıdır; laik bir devlet, laikliğin gereği olarak halka herhangi bir dini öğretemez, bu konuda tarafsız kalır. O taktirde halkın okul dışında kendi çocuklarına istediği dini öğretmesi serbest kalmalı; 28 Şubat Postmodern darbesinin getirdiği tüm kanuni yasaklamalar kaldırılmalıdır. Bir hükümet, bunu yapmadan mevcut yasalar çerçevesinde kazanılmış hakları da geri almaya kalkarsa; o taktirde oturup bir kez daha hükümet hakkında düşünmek gerekmektedir.

İlköğretim düzeyinde mezhepleri öğretmek:

Diğer taraftan bakan, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinin içeriği tamamen değiştirilip bütün dinler ve mezhepler dersin kapsamına alınacak demektedir. Bu bağlamda Alevilik dersin kapsamına alınacaktır. Tüm dinlerin ve mezheplerin tanıtımının ilk öğretim düzeyinde tanıtılmaya kalkılması, çok büyük bir kafa karışıklığına sebebiyet vereceği unutulmamalıdır. Mezhepler ve dinler, din eğitim ve öğretiminin daha ileri safhalarında müfredata dahil edilmelidir. Pedagojik olarak olması gereken budur. Girilmek istenen yol çıkmaz bir sokaktır.

Ezberci eğitim kaldırılacak, sûreler ezberletilmeyecek:

Bakan ezberci eğitime karşı çıkmaktadır. Haklıdır. Ancak ezberci eğitime karşı çıkmak, bir insanın namaz kılması, dua yapması için ihtiyacı olan sûreleri ezberlemesini engellemeyi gerektirmez. Ezberlenen 10-15 sûrenin, ezberletilen şiirler yanında esamesi bile okunmaz. Bir müzik eğitimi, bazı parçaları ezberletmeden yapılmaz. Her meslekte temel bazı yasalar vardır; onlar ezberlenmeden olmaz. Eczacı veya doktor, ilaç isimlerini, hastalık isimlerini ezberlemeden yetiştirilemez. Onun için kullanılan kavramların anlam alanları ve kullanım alanları iyi belirtilmelidir. İstismara ve kafa karışıklığına sebebiyet verilmemelidir. Yok eğer bakan sûrelerin ezberlenmesinin yanı sıra, sûrelerin anlamlarının da öğretilmesinin daha yararlı olacağını söylemek istemişse buna söylenecek bir söz olamaz. Ya bakan bu konuda maksadı aşan ifadeler kullanmış ya da medyanın sunuş biçimi böyle bir sonucu doğurmuştur.

Milli Eğitim Bakanı kendi hükümetinin programı ile tezada düşmüştür:

Milli eğitim bakanı ‘Dinî öğretim yapmayacaklarını; dinler hakkında bilgi vereceklerini’ söylemekle kendi hükümet programına ters düşmektedir. Çünkü kendi hükümetinin programında ‘Din eğitimi ve öğretimi’ öngörülmektedir:

“...Bir din eğitimi ve öğretimi, Anayasamızda tanımlanan çerçevede uygulamaya konulacaktır.”5

Fincancı Katırlarını Ürkütmemek

Yukarıdaki perspektiften bakıldığında bakanın kafası pek net değildir, kafası

karışıktır. Ya da fincancı katırlarını ürkütmek istememektedir. Eğer fincancı katırlarını ürkütmemek amacıyla bunlar söyleniyorsa, unutmamak gerekir ki geçmişte halkın ağırlık merkezinde yer alan bir çok hükümet, aynı yanılgı içerisine düşerek halktan aldığı oyların hakkını verememiştir. Bundan dolayı da seçimlerde halk tarafından cezalandırılmışlardır.

Bakanın eğitimde başlatmak istediği bu reform çalışmasını, halka yabancılaşmış bir zihniyetin medyadaki savunucuları, tehlikeli bir girişim olarak algılayıp, tehditle karışık tepkiler vermeye başlamışlardır:

“Ama lafa böyle başlanır, sonra onunla hiç ilgisi olmayan kararlar alınır ve uygulanır. Ayıldığınız zaman anlarsınız ki iş işten geçeli çok olmuş...

Gördüğünüz gibi Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik, Türkiye’de zorunlu temel eğitimin kesintisiz olarak 8 yıl süreyle verileceğini emreden ve Ağustos 1997’den beri yürürlükte bulunan yasayı geçersiz kılmaya çalışıyor. Anımsayacaksınız... Söz konusu yasanın görüşmeleri sırasında üzerinde durulan husus zorunlu eğitimi 8 yıla çıkarmak, çıkarmamak değildi. Bir kısım (pek çoğu halen AKP’lidir) milletvekili, bu 8 yıllık eğitimin ilk 5 yılından sonra çocuklara bir kulbunu bulup din dersi koydurmak için çok uğraştılar. Tüm dertleri de, yeni yasa yüzünden ‘ortaokul’ bölümü kapatılan imam hatip liselerinin öğrenci kaynağının kuruyacağı korkusuydu. Nitekim, onun üzerine önce ‘Peki, 8 sene zorunlu eğitim olsun ama, 5’inci sınıftan sonra öğrenciler kendi ilgilerine göre mesleklere yönlendirilsinler’ diye uğraştılar. Böylece kapatılan imam hatip ortaokullarını, ilköğretim okulları eliyle tekrar açmış olacaklardır.

Şimdi döndü dolaştı aynı hikaye karşımıza çıktı. Bizden uyarması... Ama siz isterseniz uyuyun.”6

Kimler uyandırılmak isteniyor bu pek belli değildir. O nedenle bu ülkede mevcut hükümet hiçbir şey yapmasa; hatta CHP’nin programını uygulasa bile varlığı ile fincancıların uykusunu kaçırmaktadır. O nedenle refahtan şımarıp azan bir mutlu azınlığın değil; halkın istekleri, arzuları, duygu ve düşüncelerinin dikkate alınması gerekir.

Hükümet yüksek öğretim alanında yapmak istediği değişikliklerin tümünden vazgeçerek geri adım atmıştır. Eğer bu konuda gelecek baskıları göğüsleyemeyecek ise işin başında iken vazgeçmesi daha hayırlı olur. Mesele kamuoyuna mal olduktan sonra geri adım atmak, halkı çok üzecek ve rencide edecektir. Bunun için hükümet ya bu işe hiç girmemeli, eğer giriyorsa her türlü ‘bedeli ödemeyi’ kabullenmelidir.

İki Ağırlık Merkezinin Çatışması

Türkiye’deki sistem, halka rağmen halk için inşa edilmiştir. Gerçekte mutlu bir azınlığa hizmet etmektedir. Refahtan şımarıp azan bu mutlu azınlık, elindeki imkanları hakla paylaşmak istememektedir. Pastayı paylaşmaya yanaşmamaktadır.

Halk bu sistemde yönetime, uluslararası konjonktür öyle gerektirdiği için sonradan ithal edilmiştir. Halk sistemin aslî bir unsuru olarak düşünülmemiş, hatta düşman olarak algılanmıştır. Sistem baştan beri halka karşı bir şüphe ve korku içerisinde olup halkı kendisi için tehlikeli görmektedir. Bu sistem, yabancı bir kültürün, yabancı bir medeniyetin meyvesidir. Onun için sistemin ağırlık merkezi ile halkın ağırlık merkezi farklıdır.

Bu iki merkez, Millet-Devlet, Millet-Sistem ikilemi, Osmanlı’nın son 100 yılında başlamış, Cumhuriyette had safhaya ulaşmıştır. Bu düalite yöneten-yönetilen ilişkilerinin gittikçe bozulması ve gerilmesine neden olmuştur. Saltanat geleneği, ittihatçı düşüncenin tepeden inmeci ve baskıcı ruh hali, Cumhuriyet kurucularının savaşı kazanma gururu ile birleşince; yöneten-yönetilen ilişkilerindeki bozulma son noktaya varmıştır.

Milli Mücadele yıllarında halkla bütünleşebilmek için halkın inanç sistemine oturtulan tüm söylem ve davranışların, zaferden sonra değiştirilmesi ve halkın dışlanması, halkın küsmesine neden olmuştur. II. Mahmut’un yaptığı gibi halkın tepeden -‘halka rağmen halk için’- şekillendirilmeye çalışılması halkın tepkisine neden olmuştur.Yapılan icraatların halk tarafından tepkiyle karşılanması gücü elinde bulunduranları, “madem ki sevmiyorlar, öyleyse korksunlar” anlayışına itmiştir.

Halkın teveccüh gösterdiği Serbest Fırka gibi partilerin anında kapatılması, İstiklal Mahkemeleri’nin uygulamaları, yöneten ve yönetilenlerin madden ve manen kamplaşmasını sağlamıştır. Halk içine kapanırken, yönetenler de hayallerinde sanal bir halk inşa etmişlerdir. O sanal halk için yeni bir sistem ve yeni bir devlet şekillendirmek gayretlerine hız vermişlerdir. 1950’ye kadarki Cumhuriyet tarihinde bütün halkçılık söylemlerine karşılık yönetimde halkın olmaması düşündürücüdür.7

Yöneten-yönetilen ilişkilerinin bu denli bozulması, iki ayrı yapının ve iki ayrı ağırlık merkezinin oluşmasına vücut vermiştir. Bir tarafta halkın değer sisteminin oluşturduğu merkez; diğer tarafta batıdan ithal edilen yabancı bir zihniyetin ürünü olan sistemin değerlerinin oluşturduğu merkez.

Halkın temel değerleri dışlanmaya devam edildiği taktirde, bu zıtlaşmanın kaçınılmaz olarak meydana geleceğini ilk olarak gören ve endişelerini dile getiren Atatürk’ün iktisadi konulardaki danışmanlarından Ahmet Hamdi Başar’dır. Atatürk’ün de bulunduğu bir toplantıda , “Laiklik dinsizlik midir, değil midir?” tartışması yapılırken Başar, iki farklı ağırlık merkezinin meydana geleceğine dikkat çekmiştir:

“Laikliğin bizde anlaşılmaya başlanan şekilde uygulanması dinsizlikten başka bir şey değildir. İslâmlıkta, din ile dünyanın ayrılması, dinsizliğin ifadesidir. Bu vaziyette, bütün yaptıklarımıza din muhalefet edecek... Eğer halk dine inanırsa, hükümete ve devlete inanmayacak. Halk ya hükümetsiz veya dinsiz kalacak. Hem hükümeti, hem dini kavrayan ve kabul eden bir cemiyet olamayacağız. Halbuki Hıristiyanlıkta bu oluyor, İslamlıkta olmuyor. Laiklik inkılabını şimdi anladığımız şekilde kabul edince ve İslâmlığı fedaya kalkınca ortaya o mahiyette koyacak hiçbir şey bulamayacağız ve koyamayacağız. Halk, parçalanmış, hayvanlaşmış insan sürüleri haline gelecek. Belki maddi eserler göreceğiz, belki çok ilerlemiş olacağız, fakat hayvanca, maddece bir ilerleyiş... Camileri yıkıp, terk edip onların yerine Halkevleri yapmak suretiyle maksadımıza asla muvaffak olamayacağız.”7

Bu merkezler, hiçbir zaman örtüşmedi. Örtüşme olmadığı için de gerçek anlamda bir huzur ülkeye hakim olamadı.

İnönü döneminin baskı mekanizmasına karşı oluşan muhalefet ve dünyadaki konjonktürün değişmesi, sistem merkezinin ikiye ayrılmasına ve gücünün zayıflamasına neden olmuş olmasına karşılık, bürokrasi ile aydınların İnönücü merkezde yer almaları, sistem merkezinin etkinliğinin devamını sağlamıştır.

1950’ye kadar sistemin ağırlık merkezi, ülke yönetiminde tek hakimdi. Halkın ağırlık merkezinin yönetimde herhangi bir etkisi yoktu. Dünya konjonktürünün gerektirdiği çok partili sistemle birlikte halkın ağırlık merkezinin etkinliği ve parlamentoda halk merkezli hareketlerin etkisi artmaya başladı. Her ne kadar DP hareketi, sistemin temel felsefesini esas almış olsa da, CHP’ye karşı verilen mücadele, halkın değerlerine saygıyı ön plana çıkarmıştır. CHP sistemin ağırlık merkezindeydi; DP ise ne sistemin ne de halkın ağırlık merkezinde bulunuyordu. Bu sistemin ağırlık merkezinin zayıflamasına ve parlamentoda bu iki ağırlık merkezinin çekişmesine sebebiyet vermiştir. Sistemin ağırlık merkezinde bulunan CHP lideri İnönü’nün, DP’lilere “Cahil halk çoğunluğunun temsilcileri” demesi, bu çatışmanın ve sistemin ağırlık merkezinin halka bakışının bir göstergesiydi. 1960 İhtilali’ne CHP’nin destek vermesi veya bizzat içinde olması aynı mantığın bir sonucuydu.

1960 İhtilali sonrasında halkın iradesinin, sistemin iradesi istikametinde tezahür etmemesi sonucunda oluşacak parlamentoyu etki altına almak, hatta işlemez duruma getirebilmek için bir yığın yasal düzenlemeler yapılmıştır. Bu düzenlemeler, her 10 yılda bir yapılan ihtilaller ile yoğunlaşmış, yönetim parlamento dışı merkezlere kaymıştır. AP, ANAP, DYP, RP dönemlerinde bu düzenlemelerin çok açık etkileri görülmüştür. 28 Şubat postmodern darbesinden sonra parlamento şeklen var, fiilen yoktur.

AP döneminde milliyetçi ve muhafazakârlara karşı yürütülen kıyım hareketi, halkın değerlerine daha çok sahip çıkan MHP ve MSP gibi partilerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Halkın ağırlık merkezi, parlamento dışında ve dağınık merkezli olmasına karşılık; parlamentoda kendilerini daha iyi temsil edebilecek yeni organizasyonlara sahip olmuştur. Sistemin merkezinde bulunan CHP’nin 1950’ye kadar yaptığı zulümden korkan kitleler, AP’yi bir güvenlik kuşağı olarak görmüşlerdir. Bu açıdan parlamento dışı olan halk, parlamentoda farklı ağırlık merkezleri oluşturarak temsili yeğlemiştir.

Sistemin ağırlık merkezini zayıflattıkları için DP, AP, ANAP ve DYP yöneticilerine karşı yürütülen kampanya, 1994 seçimleri sonrasında RP için, 1999 seçimleri sonrasında ise FP ve MHP için yapılmıştır. Parlamentoya 1995 seçimleri sonrasında birinci parti olarak gelen RP’nin ve 1999 seçimleri sonrasında 2. parti olarak gelen MHP’nin meşruiyetinin, illegalliklerinin tartışılması, halkın değerlerine çok daha iyi sahip çıkan bu iki partinin, sistemin ağırlık merkezini ciddi bir şekilde zayıflatacaklarından duyulan korkunun eseridir.8

2002 seçimlerinden sonra halk, kendilerine verilen emaneti gerektiği gibi koruyamadıkları için MHP’yi, DYP ve ANAP’ı cezalandırmış; AKP’ye kendi haklarını alma ve koruma görevini tevdi etmiştir. AKP’nin %45 gibi bir rey alarak halkın ağırlık merkezine gelip oturması, Sistemin ağırlık merkezinde bulunanları aşırı derecede rahatsız etmiştir. Genelde eğitim, özelde YÖK üzerinden başlatılan tartışmalarda kullanılan kelimelere ve üslûba dikkat ettiğimizde, bunu açık bir şekilde görebiliriz. Bir bürokrat olarak eski YÖK Başkanı Kemal Gürüz, Başbakan Abdullah Gül’e hakaret edebilmiş; üniversite rektörleri savaş naraları atabilmiş ve orduyu darbe yapmaya çağırabilmişlerdir. En son YÖK başkanı Erdoğan Teziç’in YÖK yasa taslağı ile ilgili söylediği ‘Halktan onay almak yetmez, Devletten de, o devlet her kimse, onay almak gerekir’ tarzındaki sözleri, bu iki merkez arasındaki kavganın en güzel bir ifadesidir.

İşte Milli Eğitim Bakanının milli eğitimde yapmak istediği reformla ilgili koparılmak istenen fırtınaya, bu perspektiften bakmakta fayda vardır. AKP halktan aldığı destekle halkın ağırlık merkezine gelip oturmuştur. Sistemin ağırlık merkezi, dünyanın etrafındaki ay gibi, halkın ağırlık merkezini kendine peyk etmek istemektedir. Onun için de AKP’nin halkın desteğinden mahrum olması, halkın güvenini kaybetmesi gerekmektedir. İki yıldır AKP hükümetine karşı yürütülen Psikolojik savaşın arkasında bu niyet vardır.

Sistem yabancı bir medeniyetin ürünü olarak inşa edilmeye çalışıldığı için halkla arasında doku uyuşmazlığı meydana gelmiştir. Bu nedenle de iki ağırlık merkezi arasında bir türlü uzlaşma ve örtüşme meydana gelmemiştir. Yönetimde bulunanlar yaşayan halktan koptukları için kafalarında tahayyül ettikleri ve fakat gerçekte olmayan sanal bir halkı inşa etmeye girişmişlerdir. ‘On yılda on beş milyon genç yarattık her yaştan’, ifadesi bir niyetin sloganlaşmasıdır. Sanal bir halk meydana getirebilmek için eğitim bir araç olarak kullanılmıştır.

84 yıllık Cumhuriyet döneminde uygulanan eğitim politikalarında nasıl bir insan ve toplum öngörüldüğünü incelemeden önce, eğitimden ne kastettiğimizi ve eğitime etki eden faktörleri hatırlamamızda fayda vardır.

Eğitimin Amacı ve Kapsamı

Eğitim, ferdin dahil olduğu kültür ve medeniyetin temel toplumsal değerlerini esas alarak ve insanlığın temel birikimlerini de göz önünde bulundurarak ferdin kişiliğini inşa etmek ve şahsiyetini koruyarak ona bir meslek edindirmek ve toplumu kültür değerlerini koruyarak geleceğe hazırlama olgusu, sürecidir.

Burada ferdin kişiliğinin inşasında baz alınan ana unsur, toplumsal değerlerdir. Meslek edindirme, bir öğretim faaliyetinin sonucudur. Ama meslek ahlâkı, toplumsal değerlerle, mesleğin gerektirdiği özel davranışların bileşkesi olarak oluşmaktadır.

 Eğitim fert, toplum, sistem, tarih, gelecek, meslek, dünya, tabiat gibi temel kavramlarla etkileşim içinde bulunur ve karmaşık bir ilişki ağı kurar. Bu karmaşık ilişki ağının tam ortasında insan vardır. eğitim insanla vardır, insan içindir. Eğitimin temel amacı, insana fıtratı istikametinde bir formasyon kazandırıp onun mutluluğunun sağlanmasıdır. Eğitim, insanı mutluluğa götürecek, kurtuluşa götürecek bir süreç olarak algılanmalıdır. Eğitim sistemi, bu temel amaca göre şekillenmelidir. Eğitime etki eden tüm faktörler(birincil ve ikincil faktörler) bu ana amaca uygun ve onunla senkronize olmalıdır.

 Global etkileşimle, bilginin hızlı değişimi, üretimi ve tüketimi, iletişim teknolojisindeki gelişmeler, siyasi, sosyal, ekonomik ve teknolojik değişimler bireyi, toplumu ve eğitimi olumlu veya olumsuz etkileyecektir. Öyleyse “eğitimin bilim ve politika olmak üzere iki boyutu” bulunmaktadır. Eğitimin bilimsel boyutu eğitimcilerin, politika boyutu ise toplumun tümünün görevidir.

 Bu nedenle toplumu dışlayarak birkaç bürokrat ve siyasetçinin, eğitim politikalarını belirlemeleri kabul edilebilir bir yaklaşım tarzı değildir. Türkiye’deki eğitim sisteminin en temel çıkmazlarından birisi, toplumun dışlanarak politika tespit edilmiş olmasıdır.9

Milli Eğitimin Temel Sorunu: Nasıl Bir İnsan ve Nasıl Bir Toplum? 

Kişinin yeteneklerini ortaya çıkarıp geliştirerek içindeki toplumun toplumsal değerleri ile, tarihi ile, kültürü ile barışık, gelecek nesillere kazanımlarını aktarma fedakârlığını, gayretini üstlenebilecek, diğer toplumlarla adalet duygusu içinde birlikte bir dünyayı paylaşma bilincine sahip bir insan nasıl inşa edilebilir sorunu, eğitimin temel sorunudur. 84 yıllık bir uygulamanın sonucunda gelinen nokta da, eğitim sistemimizin böyle bir soruya gerekli cevabı veremediği görülmektedir. Milli eğitim Bakanı Hüseyin Çelik;

 ‘Bizim eğitimimizin bir de ahlakî boyutu eksik. Öğrettiğimiz bilgiler, kişide davranış moduna, yaşam biçimine dönüşmüyor. Onun için etiği eksik olmayan bir eğitim olması lazım...’

demekle; eğitim sistemimizin bir eğitim değil, bir öğretim sistemi olduğuna dikkat çekmiş oluyor. 15-21 Şubat 1943 yılında yapılan II. Milli eğitim Şurasının gündem maddelerinden biri, okullarda(yüksek öğretim dahil) ahlâk terbiyesinin işlenmesidir.10 61 yıl sonra milli eğitim bakanının ağzından aynı sorunun varlığından bahsedilmesi düşündürücü değil midir? Okullarda alınan bilgiler niçin bir davranış değişimi meydana getirmemektedir? Bugün için asıl tartışılması gereken eğitimin bu boyutudur. Bunun sebepleri üzerinde durulmalı, bu konu tartışılmalıdır.

Hükümetlerin Eğitim Politikalarında Öngördükleri İnsan ve Temel Değerler (1920-1950 Dönemi)           

Milli eğitim aracılığı ile oluşturulmak istenen değişim sonucunda nasıl bir insan tipi öngörülmektedir? Böyle bir insan tipi için baz alınan temel değerler neler olmalıdır? Bu soruların cevabını bulabilmek için 1920’den günümüze kadar gelmiş geçmiş hükümetlerin, eğitim politikalarında nasıl bir insan ve nasıl bir toplumu öngördükleri, hükümet programları ve sorumluluk makamında olan insanların konuşmaları incelenerek ortaya konmaya çalışılmıştır. Bu noktada yapılan araştırmanın, insan için referans alınan temel değerlerle sınırlı olduğuna dikkat edilmelidir. Yoksa hükümetlerin eğitimle ilgili hiçbir görüşleri olmadığı gibi veya hiçbir şey yapmayı ön görmedikleri gibi bir sonuca ulaşılabilir. Onun için araştırmanın bu boyutu yol boyu hatırlanmalıdır.

* Mustafa Kemal Hükümeti(3 Mayıs 1920-24 Ocak 1921):

Bu programda maarif aracılığı ile çocuklara verilecek terbiyenin her manada dini ve milli olması öngörülmüştür:

“Maarif işlerindeki gayemiz; çocuklarımıza verilecek terbiyeyi her manada dini ve milli bir hale koymak ve onları cidal-i hayatta muvaffak kılacak istinatgâhlarını kendi nefislerinde bulduracak kudret-i teşebbüs ve itimad-ı nefs gibi seciyyeler verecek, müstahsal bir fikir ve şuur uyandıracak bir derece-i âliyeye isal eylemek, tedrisat-ı resmiyeyi bütün mekteplerimizi en ilmi, en asrî olan bu esasta kavaid-i sıhhiyye dairesinde yeniden tanzim ve programlarını ıslah etmek...”11

Mustafa Kemal’e göre insanlar dinlerini, diyanetlerini ve imanlarını öğrenmek zorundadır. Bunu öğrenmenin yeri de okullardır:

 “Elbette her fert dinini, diyaneti öğrenecek bir yere muhtaçtır. Orası da medrese değil mekteptir.”12

“Bizde ruhbanlık yoktur. Hepimiz müsaviyiz ve dinimizin ahkamını eşit şartlarda öğrenmeye mecburuz. Her fert dinini, diyanetini, imanını öğrenmek için bir yere muhtaçtır; orası da mekteptir.”13

* Ali Fethi Okyar Hükümeti (14 Ağustos 1923- 27 Ekim 1923; 22 Kasım 1924- 3 Mart 1925)

Talim ve terbiyenin, milli hars ve asri medeniyet üzerine bina edileceği; hem çocukların, hem de halkın eğitileceği ve çocukların talim ve terbiyesinin okullar vasıtası ile sağlanacağı bu hükümet programında yer almaktadır:

“1- Maarif siyaseti terbiyeyi umumiye ve müşterekede vahdet ve terbiyeyi meslekiyede ihtisas esaslarına istinat edecektir

2- Maarifin terbiyevi vazifelerinden birincisi çocukların terbiye ve talimi, ikincisi halkın terbiye ve talimi, üçüncüsü milli güzidelerin yetişmesi için lazım gelen vasıtaların ihzar ve teminidir. Çocukların terbiye ve talimi bittabi mektepler vasıtasıyla temin edilecek ...

10- Milli hars teşkilatına ehemmiyet-i mahsusa verilecek terbiye ve talimin esası milli harsa ve asri medeniyete müstenit olacaktır.”11

 İki hükümet programı karşılaştırıldığında; iki yıllık bir süreçte dinin, talim ve terbiyedeki rolünün ortadan kaldırıldığı; onun yerine Batı medeniyeti değerlerinin konulduğu görülebilir.

* İnönü Hükümeti (1925-1931):

İnönü’nün hükümet programında, eğitimin ilgilendiğimiz boyutu ile ilgili herhangi bir şey bulunmamaktadır. Ancak Başbakan olarak dinin günlük hayat ve eğitim üzerindeki etkisinin kırılması için çalıştığı, karşı çıkanları tehdit ettiği bilinmektedir. 1925 yılında Muallimler Birliği’nde Tevhidi Tedrisat kanunu ile ilgili yaptığı konuşmada, dinin eğitim üzerindeki etkisinin kaldırılmasına karşı çıkanları açık bir şekilde tehdit etmiştir:

“...türkiye Büyük millet Meclisi kararını verdi. Tedricen varılacak gayeleri ta’cil etmek inkılap yapmaktır. Büyük Millet Meclisi’nin zaruri bir neticeyi bir kanun ile ta’cil ve tespit etmesi bir inkılap addolunabilir. Bunu yapmak için arîz ve amîk düşündük. Gördük ki başka hiçbir çare yoktur. Gördük ki bütün dünyanın yolu budur. Ittılaya, bir medeniyete eren milletler, hep bu yoldan giderek bugünkü seviyelerini buldular. Mugalatalara, tezvirlere boyun eğmek, itiraf-ı acz olurdu. İnkılaplar kâdir ve kâhirdir... Yaptığımız işi dine münafi görmek, yapılan işi görmemektir... On sene sonra bütün dünya ve şimdi bize muarız olanlar, yahut tuttuğumuz yoldan din namına endişe edenler göreceklerdir ki, müslümanlığın asıl en temiz, en hakiki şekli bizde tecelli etmiştir. O fiili tecelliye kadar biz bu hakikati kanunen, cebren, inkılâpla telkin ve onu tatbik edeceğiz... Hedefe varmak için her cahilane itiraz ve teşebbüs bertaraf edilecektir.”14,15

İnönü bir taraftan dini, hayattan tasfiye ederken; diğer taraftan bunun din için daha yararlı olduğunu söyleyerek milletle alay etmektedir. On yıl dolmadan dine nasıl bir rol biçtiklerini, 1937 yılında İçişleri Bakanı Şükrü Kaya;

“Türklerin maneviyatı için kendi temiz ahlakını geliştirmesi yeter... Laiklikle biz, dinin memleket işleri üzerinde nüfuz sahibi olmasını önlemek istiyoruz... Dinler vicdanlarda ve mabetlerde kalmalı, maddi hayatın ve dünyanın işlerine karıştırılmamalıdır.”15

diyerek açıklamaktadır. 10 yıl dolmadan insanların, bırakın din adına bir şey talep etmeyi; din kelimesini dahi kullanmaya cesaretleri kalmamıştır. Okyar’ın programındaki ‘halkın talim ve terbiye edilmesi’, İnönü döneminde ‘kanun ve cebir’ yolu ile gerçekleştirilmeye çalışılmıştır.

* Recep Peker Hükümeti (7 Ağustos 1946- 10 Eylül 1947):

Dine açılmış bir savaş vardı ve bu savaş, dinin etkilediği tüm alanlara yaygınlaştırılmaya başlanmıştır.Türklerin Müslümanlığı kabulü ile başlayan süreç, Osmanlı ve Selçuklu medeniyetleri dahil, toptan ret edilerek İslam öncesi döneme dayanan etnik bir milliyetçilik anlayışı, inşa edilmeye başlanmıştır. Bu dönemde milli kelimesi, İslam öncesi ve cumhuriyet dönemi için kullanılır. Yeni bir tarih ihdası ile beraber yeni bir millet inşa edilmek istenmiştir. Onuncu yıl marşı bu anlayışın sembolleştirilmesidir. 1944 milliyetçilik hareketlerinin hükümete rağmen hükümete karşı olarak gelişmiş olması, Peker hükümetini etkilemiştir. Bu gelişim karşısında Peker hükümeti, ilk olarak, Türk inkılabının ana fikirlerinin öğretilmesini hükümet programına koymuştur:

“Öğretimin her kademe ve nevindeki Türk gençliğinde milli duygunun kuvvetlenmesi ve gençlerimize Türk inkılabının ana fikirlerinin benimsetilmesi, Türk tarihi mefahirinin öğretilmesi öğretim ve eğitim çalışmalarımızın esası olacaktır.”11

* Hasan Saka Hükümeti (10.09.1947-16.01.1949):

Milli Şef, batıdan esen rüzgarlar ve halkın patlama noktasına gelmesinin tesiri ile çok partili sisteme geçmek zorunda kalmıştır. Batıdan esen demokrasi rüzgarları, Türkiye’deki eğitim sitemine yeni değerler ithal etmiştir. Hasan Saka ve ardından gelen bir çok hükümetin eğitim programlarında bu olgu açık bir şekilde görülür. Demokrasi, Türkiye’nin gündemindedir. Başbakan Hasan Saka (18.6.1948 yılında) eğitimde ‘demokratik terbiyeyi’ öne çekmektedir:

“Her derece okullarımızda demokratik terbiyenin yerleşmesine ehemmiyet vereceğiz.”17

* Şemseddin Günaltay Hükümeti (16.01.1949 22.05.1950):

Günaltay hükümetinin Milli Eğitim Bakanı Tahsin Banguoğlu, IV. Milli Eğitim Şurasına ‘Demokrasi Terbiyesi’ adında bir rapor sunar ve yaptığı açılış konuşmasında, demokrasi terbiyesinin yerleştirilmesinin öğretmenlerin görevi olduğunu ifade eder:

“Bu sefer bu demokrasi idealinin ön safında da yine bizim arkadaşlarımız bulunacaktır. Buna hiç şüphe yoktur. Demokrasi idaresi yeni bir terbiye meselesidir, memlekette yeni bir fikrin mal edilmesidir. Bu yeni fikri yeni nesillere gereği gibi aşılayacak ve bu yeni hayat tarzını onlara fiilen öğretecek gene hocalarımızdır.”10

Sonuç

Terbiyede, 1920’de din ve millilik referans iken; 1937’de milli ahlak, 1948’de ise demokratiklik, ana kriter olmuştur. Artık terbiye belirsiz, muğlak, kaypak bir alana kaymış, herkesin istediği zaman kullanabileceği yeni bir alan oluşmuştur.

1950’ye kadar olan dönem, farklı hükümetler olsa bile, cumhurbaşkanı ağırlıklı tek partinin iktidarda olduğu bir dönemdir. Bu 30 yıllık dönemde, yaşayan gerçek halkın karşısında var olduğu kabul edilen sanal bir halk konulmuş bu inşa edilmeye çalışılmıştır. Bu dönem içerisinde yetiştirilecek insan unsurunda Milli ve Dini değerlerden Batı medeniyeti değerlerine doğru kayan bir yabancılaşma görülmektedir. Bu değişime karşı çıkanlar ‘kanunen ve cebren’ susturulmuştur. Sistem güçleri karşısında herhangi bir güç yoktur. Bu dönemde kendine ve halkına yabancılaştırılmış, batı hayranı, halkı hor gören, tepeden inmeci, darbeci, çifte standartçı, Batı karşısında aşağılık kompleksine kapılmış ve ‘halkına hayır deyip batıya evet demeyi’ karakter haline getirmiş bir insan unsuru yetiştirilmeye başlanmıştır. Bu dönemin kısaca özeti şudur:

“Allah’ı da Sultan ile birlikte tahtından indirdik. Artık türkiye’de ne din, ne Tanrı ve ne de Peygamber vardır. Bizim dinimiz Kemalizm ve mabetlerimiz de fabrikalardır.”16                    

Dipnotlar

1- Ülsever C., Türkiye’de Devrim/Müfredat değişiyor! (Hürriyet 12.07.2004),

2-Alkan T., Dincilerin Derin Devleti (Radikal 14.07.2004)

3-Alpay Ş. , “Takiyeci” AKP’den Eğitim Reformu (Zaman 17.07.2004)

4-Kaplan Y., Seküler Model Çökerken, Cenaze Levazımatçılarının İştahlarını Kabartmak! (Yeni Şafak 19.07.2004)

5- Erdoğan Hükümet Programı

6- Ekşi O., Aynı Hikaye... Sil Baştan (Hürriyet 28.07.2004)

7- Öcal M., İmam Hatip Liseleri ve İlköğretim Okulları, Ensar Neş. İst. 1994, s. 38

8- Canoğlu Y. ‘18 Nisan Seçimleri-II: İki Merkezin Çatışması, Umran, Sayı 58

9- Can B., Halka Rağmen “Halk İçin” Eğitim, Umran Sayı:39 Halka Rağmen “Halk İçin” Eğitim-II: Eğitimde Toplumun Gasbedilmiş Hakları, Umran Sayı:40

10- Milli Eğitim Bakanlığı Talim Ve Terbiye Kurulu Başkanlığı Şura Genel Sekreterliği, Milli Eğitim Şuraları 1939-1996, Milli Eğitim Basımevi, Ankara 1998. S:28.

11- Milli Eğitim Bakanlığı Talim Ve Terbiye Kurulu Başkanlığı Şura Genel Sekreterliği, Hükümet Programlarında Eğitim, Ankara ,(1998)

12 Öcal M., age, s.31

13- Atatürk, Söylev, Türk İnkılap Tarihi Enst. Yay. Ank. 1982, c.2, s.98

14- Muallimler Birliği Mecmuası, 1925, s.4

15-Ünsür A., Kuruluşundan Günümüze İmam Hatip Liseleri, Önder Yay.,İst. 1995, s.68

16- Öcal M., a.g.e, s. 36

17- Dağlı N., Aktürk B., Hükümetler ve Programları, TBMM Yay., Ank. 1988, c.1, s.143-147

ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI HİBRİT SAVAŞLAR DÜZLEMİNDE BÖLGESEL EKSENDE BAŞLATILMIŞTIR

(Umran Dergisi)   “Eğer Hakk, onların hevalarına (istek ve tutku) uyacak olsaydı, hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herke...